9.BÖLÜM

20 2 3
                                    

Önümde buğday tarlaları.
     Büyük, yeni otelin tek müşterisiyim. Geniş terasta oturuyorum. Kahvaltıdan sonra odaya çıkıp, alüminyum kepenkleri indiriyorum. Odanın mavi ve beyazlığı koyulaşıyor. Uyuyabilmeyi deniyorum. Garip bir acı, inanılmaz boyutlara ulaşıyor bu alacakaranlıkta. Sanki ayrılamayacağım bir duygu var, ayrılamayacağım bir insan var. Geçmişte, şimdi gelecekte. Ya da böylesi bir duygunun yolculuğunda mıyım. Tüm varoluşumda sürüklediğim bu duygunun.

     "Tüm ince duyguları, tüm bağlılıkları, kendini verme isteğini, bir tutukevinde gibi, ağır bir yük gibi yüreğinde hapsetmek zorunda bırakılmıştı."

     Hep öyle değil mi. Sevgilerimizi, duyguların yükseliş ve alçalış dalgalanmalarını, kendi kendimize algıladığımız biçimde bir başka insana akıtmak istediğimizde tümüyle içimize hapsetmiyor muyuz. Kim karşılıyor sevgileri. Bir ilişkinin başlangıcı, sürekliliği aynı zamanda en derin sınırlandırılması değil mi. Belki ancak ayrılık bir açıklık, bir derinlik kazanmıyor mu. Duygularımın karşıtını savunamam. Bir uzaklık kazanmam, yeniden kendi düşüncelerimin dünyasını bulmam gerek. Tek bir kişide yoğunlaşan duygulardan her zaman kaçındım. Sonsuz sevmek isteğimi her zaman tüm insanlara, her insana dağıtma çabası gösterdim. Zaman zaman da herkesten nefret ettim. Kendi dışımda.
    
     Şimdi derinlemesine irdelemem gereken duyguların taşkınlığındayım. Sanki duygularımı kilometrelerle uzatıyorum, duygularımı yolların bitmezliğine dönüştürüyorum. Oysa sözcüklere dönüştürmem gereken duygular bunlar.

     Gece saat üçe doğru uyandığımda (ilk kez doğru işleyen saate sahip olduğumdan, durmadan saate bakıyorum) hiç değilse acıları dönüştürecek sözcüklere sahip olduğumu düşündüm. Ama diğer insanlar, acılarını, yaşantılarını, uykusuz gecelerini, umut ve umutsuzluklarını ne yapıyorlar.

     Alüminyum pancurları açıyorum ve Yugoslavya gündüzünün ışıklarını bu mavi beyaz odaya dolduruyorum. Dün gece ilk konuğu olduğum odaya.

     Güneş ısıtıyor. Niş kenti yakınındayım. Bu büyük, yeni otelin tek konuğuyum. Akşama doğru başkaları da gelecek.

     Önümde, terasın çiçekleri gerisinde E-5 yolu uzanıyor. Akşam, yorgun yolcular arabalarından inecek. Hepsi nereden geldiklerini, nereye gideceklerini bilen insanlar. Yıkanacak, yemek yiyecek, uyuyacaklar. Sevişecek, düşünecek, okuyacak ya da yazacak güçleri olmayacak.

     Kendimden uzaklaşmam gerek. Yavaş yavaş terasa iniyorum. İlkin yarı gölgeye oturuyorum. Garson kahve ve madensuyu getiriyor. Sonra masamı değiştirip, sardunyaların kenarındaki ilk sıraya geçiyorum. Çevremi ve yolu görmek istiyorum. Güneş, arada sırada yaz bulutlarının ardına dalıyor. O an, serince bir rüzgar esiyor. Sonra güneş yeniden parlıyor ve insanın derisini dalıyor. Güneş, güçlerin en büyüğü olmalı. Benden de güçlü. Ama kendi gücüm olmadan, güneşin gücünü algılamam olanaksız. Ve işte terasa çıkan merdivenlerin başındaki ikinci masada oturuyorum ve yazıyorum.

     Önümde buğday tarlaları.
     Sonra bakışlarımı ve düşüncelerimi otele kaydırıyorum. Şimdi yeniden buğday tarlalarına dönüyorum. Buğdaylar kesilmiş. Yol kıyısındaki tarlada yığılı.

     Çocukluğumdan bu yana buğday yığılı tarlaları doyasıya seyredemedim. Çocukken, yüksek ovaların serin yaz günlerinde buğday öğüten dövenlere binerdim. Sapsarı buğday tanelerine hayranlıkla bakardım. O zamanlar buğday tarlaları benim denizlerimdi. Kentlerim, bulvarlarımdı. Tren raylarımdı.

     Arada bir garson gelip benimle konuşuyor. Ya da kendi kendisiyle. Söyledikleri ne denli bana varıyor bilmiyorum.

     Terasa varan merdivenlerde bir çift ilerliyor. Erkek hafifçe kadının belini tutmuş. Bu yeni otelin, sabaha karşı 103 numaralı odasında düşünmek için durakladığım otelin terasına.

Yayımlanan bölümlerin sonuna geldiniz.

⏰ Son güncelleme: Feb 03, 2018 ⏰

Yeni bölümlerden haberdar olmak için bu hikayeyi Kütüphanenize ekleyin!

Yaşamın Ucuna YolculukHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin