5.BÖLÜM

36 2 0
                                    

All is the same
Time has gone by
Some day you come
Some day you'll die.
Some one has died
long time ago.

Herhangi bir yerde güneş duruyor. Tanıdığımız tek güneş. Ama güneşi düşünmüyoruz. Oysa erken gelmiş yazın sıcaklığını algılıyoruz. Yumuşak bir sıcaklık. Ve onunla birlikte acımızı da. Çevre yolu yakınında bir tahta sırada öylesine oturuyoruz. Arabalar müthiş bir yoğunlukla akıyor. Birlikte böylesine oturmamız acımızı dayanılır kılıyor. Benimki hiçbir zaman onun acısı kadar büyük değil. Arabaların akışı bizi hiç tedirgin etmiyor. Yarım metre ötemizdeki günlük yaşamla hiçbir bağlantımız yok. Gürültülü, anlamsız bir canlılık içinde, egzoz gazı kokan bir yaşam bu. Havel Şosesi yakındaki çevre yolu üzerinde. Öylesine oturuyoruz tahta sırada. Herhangi bir kentte. Varoluşun herhangi bir zamanında. Bildik güneş ısıtıyor bizi. Gerideki yaşamı tümüyle unutmuş, ne geçmişi, ne geleceği düşünüyor, öylesine zaman, an içinde oturuyoruz. Durgun sessizlik içinde. Pazar günü trafiğine karşı. Bize ulaşmıyor ses. Asfaltın karşı kıyısında uzanan ağaç gölgeleri hangi dünyaya ait. Bisiklet yarışı yapan bu insanlar hangi dünyadan gelip geçiyor.

İki gün öncesi, yağmurda aynı şose üzerinde "Eski Aşk" meyhanesini bulmuştuk. Bir gemi. Haliç kıyısında da olabilir. Bakımsız bir durumda. Yılların birikimi kokuyor. Uzun yılların. İriyarı, çok şişman, bembeyaz tenli bir kadın barın gerisinde. Hizmet eden oğlu olmalı. Gözleri tıpkı annesi.

--- Meyhane kaç yıllık, diye soruyorum hemen.
--- Yirmi beş, diyor.

Kuşkum kalmıyor. Demek Berlin'de sevdiği meyhane burası. Herhangi bir kentin, sakinlerinin çoğunluğunu işçilerin oluşturduğu bir semtinde de olabilir. Demek burası. Bu kente geldiğinde en çok burada oturmaktan hoşlanıyordu. Artık oturamayacak. İki hafta önce öldü.

"Eski Aşk" meyhanesinden Havel Kanalının gri sularına bakmayacak. Yaşı olmayan bir insandı. Ölüm gibi. Havel'in karşı kıyısına bakmayacak ve bir zamanlar bu kenti bırakmak zorunda kaldığı Zoo İstasyonunu düşünmeyecek.

İşte Berlin burada. Tüm genişliği ile yayılıyor. Duvarların çevrelediği kent. Kendine yabancı insanların çevrelediği kent. Dünyanın tüm kentlerinden daha yalnız insanlarıyla, işte uzanıyor Berlin.

Kimse her insanın yaşamının ortak yanları olduğunu düşünmüyor. Özlem. Acı. Diğer sözcükleri kullanmıyorum.

Çok büyük sözcükler. Çok büyük olguları çağrıştırıyor. Çevre yolu kıyısındaki tahta sıraya dönüyorum.

Güneşin yumuşak sıcaklığına.

Onunla da "Eski Aşk"a gitmek istiyorum. Otobüs bekliyoruz. Ama hiçbir şey beklemiyoruz. Ölümünü düşünüyor, ölümünü konuşuyoruz. Ceketlerimizi çıkarmışız. Sıcağın tedirgin ediciliğini duymuyoruz. Algılamıyoruz bile. Öylesi bir zaman kesiti içindeyiz. Gelip bizi resim gibi bulan zamanın kesiti.

Bir yığın otobüş gelip geçiyor. İçlerinde başları örtülü, açık yüzlü Türkler de var.

Ben onunla "Eski Aşk"a gitmek istiyorum. Sanki onu da bulacağız. Güneşin ısıtamadığı İskandinav kentinde ölen. İnsanların birbirlerinin yüzüne bakmadığı kuzey kentinde. Bir akşam alacakaranlığında, yapıların siyah gölgeleri gerisinde gökyüzünün en güzel kızıllığıyla karşılaştığım kuzey kenti. Burada onu görüyorum. Zoo İstasyonunda Londra'ya sığınmak üzere kentten ayrılırken. Ve onu burada görüyorum. "Eski Aşk"ın pencere kenarında otururken. Piposunu içerken. Gözlükleri gerisinden çevreye bakarken. Ve her şeyi birden düşünürken.

Yarın Haziranın son günü. Gene yağmur yağacak. Saatin bir olmasında yedi dakika kaldı. Pencere açık. Karşımda fotoğrafı asılı. Kafka ve Brecht'in resimlerinin önünde çekilmiş. Yan duvarda bir film afişi. Siyah beyaz. Tren raylarını gösteriyor. Bu afişi ben asmadım. Buraya geldiğimde vardı. Tren raylarını severim. Bağımsızlığı, gidebilmeyi, kalmak zorunda olmamayı, uymak zorunda olmamayı anımsatır. Tren rayları bir tür bağımsızlıktır benim için.

Yan duvarda Pavese'nin kitaplarından çıkarıp büyük harflerle yazdığım alıntılar asılı. Onun intiharı da işte burada.

Odamda.

Cohen şarkılarını söylüyor. Yerde duvara dayalı bir resim. Akdenizimi gölge ve güneş ayrımlarıyla gösteren bir fotoğraf. Sonra Rulfo'nun üç fotoğrafı. Yatağın yanında gene o. Fotoğrafların birinde güçlükle tanınıyor. Kırk sekiz yaşında çekilmiş olmasına karşın çok genç. Yaşsız. Diğer fotoğraflar yüzünün ölümden önceki gerginliğini yansıtıyor. Sonra Frida Kahlo'nun kitabı.

İki şişe. Biri maden suyu. Diğerini söylemeyeceğim.

Havel Şosesi kenarında oturuyoruz. Dostluğumuzdan başka hiçbir şey yok algıladığımız. Onu "Eski Aşk"a götürmek istiyorum. Ama otobüs gelmiyor. Sanki orada büyük acısını azaltacak bir ortam var. Ya da acısıyla ortam bağdaşacak.

Geceler ve kentler geçip gider. Şimdi Ay Işığı Sonatı var odamda. İki gün sonra Güneydoğu Asya'ya gidecek. Acısını da birlikte götürecek. Modern ve soğutma aygıtı olan bir otelin kişiliksiz bir odasında acısını gene bulacak. Duştan çıkınca, aynada, onun kedi gözleri bakacak. Yatağa uzanacak. Onu özleyecek. Güney Almanya'da toprak altında yatan onu. Sonra otel terasının sıcaklığına bırakacak kendini.

Şimdi Ay Işığı Sonatı burada. Ve biz daha Havel Şosesi kenarında oturuyoruz. Güneş, dostluğumuzu ısıtıyor. Başka da bir şeyimiz yok.

Kantstrasse'ye doğru gittiğimiz otobüs karanlık. Pazar insanları ile dolu. Neşeli ve yorgun onlar. Ayaktayız.

--- İki haftada elli yıl yaşlandı. Otuz sekiz yaşında girdiği hastanede iki hafta sonra seksen sekiz yaşında öldü. Gözleri öylesine çukura kaçtı, başının arkası eriyip gitti...

Otobüs dolu. "Eski Aşk"a gidecek otobüs geldi, ama önümüzde durmadı.

Asfalt yolda kente doğru gidiyoruz. Ağaçlar, "Eski Aşk"ı aradığımız yerde kaldı. Ağaçlarla birlikte gölgeleri de.

Şimdi burada Ay Işığı Sonatı var. Uykuyu bulmaya çalışacağım. Belki dışarı çıkarım. Belki. Acaba bu gece, saat ikide nasıldır Berlin. Duvarlarını nöbetçiler bekliyordur. Ve hemen duvarlarının yanında Türkler uyuyordur karanlık evlerinde. "Eski Aşk" Havel Kanalı üzerinde. Şişman sahibesi dalgaların küçük kıpırdanışı ilke birlikte uykudadır. Belki oğlu bir kadını okşuyor.

Yaşamın Ucuna YolculukTahanan ng mga kuwento. Tumuklas ngayon