Benim Dünyam

800 284 228
                                    

Yatağımda uzandım ve elime yıllar sonra özlem duyduğum silahımı aldım. Beni rutubetli, küf kokusunu mecburiyetten soluduğum ve sadece günün çok kısa zamanında içeriye güneşin solgun ışıklarının serpildigi bu odaya hapseden olayı bütün o olağanlığıyla anlatmaya karar verdim. Bundan öncede çok kez denedim fakat imgelem gücüm ne yazık ki hep bir yerde beni yalnız bıraktı ve anımsayamadım hiç bir zaman tamamını. Tam bir yeri hatırlıyordum fakat ardından başka yerler belleğimden siliniyordu, ama şimdi inanıyorum ki hiç kimseye anlatmadıklarımı bu kez sonuna kadar anlatacağım.
     Yirmi dört yaşında pekte kendi halinde olmayan "hovarda deseniz de bozulmam" uzun boylu atletik yapılı, değişkenlik gösterse bile çoğunluğun fikrince yakışıklı olmasam da karizmatik olduğum söylenen, zeki bir genctim. Beni mağrur bir adam sanmayın sakın! Sadece duyduklarımı söylüyorum. Gerçi mağrur olduğumu düşünseniz ne fark eder ki; küçücük bir odada yıllarını geçirmiş heyecanla ölümü bekleyen zavallı bir adamım ben. Ah! Ne yazık ki ruhum benden bir hayli farklı düşüncelerde, çünkü bir türlü bitimsiz aleme gitmiyor. Arada onu karşıma alıp konuşmaya çalışırım; sonzuluktan bahsederim belki ikna olup gider, bende huzura kavusurum diye fakat gitmek şöyle dursun, birde dudağının kenarındaki o ufak tebessümle dalga geçer gibi suratıma pis pis bakar ya işte o zaman çıldırırım; ben mi ona hükmediyorum o mu bana? Diye. Neyse konumuza dönelim.
     O zamanlar fazlasıyla içe kapanık, kendi hayal dünyasinda mutsuzluklar içinde zamanının çoğunu çalışmayla ve gelen müşterilerin bitmek tükenmek bilmez aşağılayı boyutlara ulaşan, o kocaman ağızlarından hiç düşünülmeden kalp kırmak yahut rencide etmek için çıkan sözcükleri sineye çekmek için yaşayan bir böcektim ben. Hemde aşşağılık bir böcek. Böyle düşünmemim sebebi; galiba beni, her fırsatta hiç umursamadan ezen acımasız, kendinden başka kimseyi düşünmeyen bencilmi bencil insanlar. Ne isterler benim gibi bir garibandan? Ah! bunu hiç anlayamadım belki de bir merdivenin en alt basamağıydım ya ondandır; sonuçta üstüne en kolay, en keyifle basılabilen yer burasıdır. İnsanlar buradakileri ezmekle içlerinde büyük hazlar duyarlar , üstüne basınca en şehvet veren basamakta kesinlikle burasıdır, çünkü en alttaki basamağın üstüne çıktı mı insan kendisini en tepede görür ve o güç veren sahte cesaretle böbürlenmesini de gayet iyi bilir. Daha usttekiler yukarıdan kafalarına tükürdükçe onlarda bütün hırslarını benden çıkarır, nefretlerini, kinlerini bana kusarlardı. Zoruma gider miydi? Evet giderdi, hatta bazen o kadar sinirlenirdim ki, gözlerimden birkaç damla yaş akardı ama ben bunu belli etmek yerine olabildiğince saklamaya çalışırdım. İşte O zaman sinirim dayanılmaz boyutlara ulaşırdı ve öfkemden delirip içimi kemirirdim . Yanlış anlamayın; bu sinir neden en alt basamak benim diye değildi tabiki de, hiç de umursamam bu durumu. Kızgınlığımın asıl sebebi nasıl oluyor da insanlar, başkalarını ayaklarının dibinde tıpkı bir böcek gibi ezmekten bu derece haz duyuyorlar, ben toprağa bile basmaya belki bir canlının hayatına son veririm düşüncesiyle çekinirken... İşte insanlara olan öfkemin asıl nedeni buydu.
     Küçük bir mağazada çalışıyordum fakat küçük olması buranın akşam saatlerinde hınca hınç dolu olduğu gerçeğini değiştirmiyor tabi. Bazen öyle dolu olurdu ki burası nefes almakta zorlanırdım içeride ve bu insanların bu sıkışıklıkta neden hala iki parça bir şey almak için bu katlanılmaz işkenceyi çektiğini anlayamazdım, sanırım hiçbir zamanda anlayamıyacağım. Hadi ben mecburiyetten katlanıyordum bu iğrenç duruma, inanın sadece içinde bulunduğum çaresizlikten. Evet evet sadece çaresizlikti bunun sebebi. Başka bir iş bulsam bir saniye katlanır mıydım acaba bu kokuşmuş yere. Tanrım! birde patronumun buldog köpeklerine benzeyen kocaman suratı, konuşurken sallanan sarkık yanakları beni kudurturdu sinirden. Üstüne üstlük herşeyi ben bilirim havasıyla zaten bir göz dolap kadar olan mağazada vakur tavırlarla bir oraya bir buraya gezip ardı ardına emirler vermesi sinirlerimi hepten zıplatırdı. Kime ve neden caka sattığını da anlamak imkansızdı bu adamın; zaten öyle pintiydi ki bazen mağazada müşterilere yetişemezdim ve insanlar söylenmeye başlardı fakat bu kendini beğenmiş, tıknaz adam bunları duyduğu halde sırf cebinden daha az para çıksın diye yeni birini daha ise almayı düşünmek şöyle dursun aklının en ücra köşesinden bile geçirmezdi. Allah'tan sabahtan öğle saatlerine kadar pek kimse ugramazdı da buraya o sırada kapının önünde taburemde oturup temiz hava alır yoldan geçen insanları izlerdim. Buranın sadece bir tane iyi yanı vardı oda sol tarafında boşaltılmış, bahçeli köhne bir evin bulunmasıydı. Bu durumun iyi tarafının ne olduğunu düşündüğünüzü biliyorum. Müsade ederseniz açıklıyayım hemen. Bu evin bahçesindeki meyve ağaçları saka kuşlarının küçük vazgeçilmez semtiydi ve güneş buraya parlaklığını azıcık bile saçsa bu kırmızı kafalı, sarı kanatlı, minik, kıpır kıpır kuşlar hemen birbirlerine serenat yaparlardı. Bu minik yaramazların ezgileri o kadar güzeldi ki sanırım en büyük mutluluk kaynağım bu olurdu çoğu zaman. Yıllardır gidemediğim köyüme gider, oraları gezerdim bu sayede düşlerimde. Eğer havada güneş yerine yağmur varsa buna da üzülmezdim çünkü o zamanda toprak kokusunu her içime çekişimde yine memleketimin dağlarında olduğumu hissederdim. Kısacası en büyük hazları sol tarafımdaki bu bahçe sayesinde duyumsardım. Sağ tarafımızda hemen bitişiğimizde bayan kuaförü vardı burası ise fazlasıyla rahatsız ederdi beni çünkü sürekli farklı farklı insanlar girip çıkardı ve bazıları gerçekten son derece saygısız, şımarık, ukala tiplerdi. Bazen ağızlarında sakızla kapının önüne çıkıp bağıra çağıra konuşurlar, kahkahalar atarak havada uçuşur, resmen bir gürültü kirliliği oluşurdu ortamda birde arada sakızlarını şişirip patlatır tuhaf tuhaf sesler çıkarırlardı ya ah işte o vakit bütün mutluluğum yok olurdu. Elimde olsa anında mühürü basar bir daha hiç açılmamak üzere kapatırdım bu yeri.
     Hayatım hep böyle tekdüze ev ile iş arasında gidip gelmeyle geçip gidiyor ve bu süregelen zaman içinde sosyal hayattan kendimi soyutladıkça içe kapanıklığım belirgin bir şekilde artıyordu ne yazık ki. Bu içe kapanıklığımı bende fark ediyordum ama durumdan kurtulmak içinde en ufak bir çaba göstermiyordum hatta nefret etmeme rağmen bu depresif halime alışmaya bile başlamıştım. İnsanların hepsi çekilmez bir hal alıyordu gözümde her davranışları beni rahatsız ediyor, yaptıkları herşeye içten içe kin besliyordum. Mesela birisinin sevgilisi mi var benim için saçma sapan mantık dışı bir hareket gibi geliyordu bu durum ve ondan da nefret ediyordum. Ne gerek vardı ki o kadar dert tasa içinde birde bir insanı durup dururken başlarına bela ediyorlar.Kısacasi hem anlayamıyor hemde oldukça mantık dışı buluyordum bu durumu. Flörtmüş, pehh! Aşk mı? O zaten başlı başına bir saçmalık, keyfi bir durum. Benim de keyfi durumlara harcayak en ufak ne zamanım ne de maddi imkanım vardı. Haliyle de maddiyatın ilişkide baş rol olduğunu düşünen birisinin de zaten geçim sıkıntısı içindeyken, hayalperestlik yapıp da üstüne üstlük hemde bu duruma karşıyken bir sevgili arayışına girmesi, hatta düşünmesi bile kanımca ters bir davranış olurdu, en azından kendi fikirleriyle çelişmemesi gerekirdi insanın. İtiraf etmem gerekirse bu ilişki düşmanlığımın sebebi her zaman ezilmiş bir adam olmam veya da daha önce ilişki denemelerimde ki başarısızlıklarım da olabilirdi. Aslına bakarsanız öyle çok fazla ilişki denemem de olmuş değil. Kendimi ilk erkek olarak hissettiğim zamanlar utana sıkıla bir kıza açılma cesaretinde bulunmuştum arkadaşlarımın beni ite kaka zorlamaları sayesinde. İçimde ki karşı koyulamaz, bedenimi kasıp kavrulan ergenlik ateşinin de etkisi var tabiki. Sonuç ise tam bir fiyasko olunca hem ergenlik arzularıma gem vurulmuş hissettim hemde zaten eksik olan özgüvenimin bu sayede hepten ruhumu terk edişini izledim. Uzunca bir süre henüz yeni başladığım aşk serüvenlerimi hayallerimde yaşatmak zorunda kaldım. Zamanla yeniden cesaret ruhumu sarınca ve bedenim karşı koyulamaz bir arzunun etkisinde kalınca yeni bir macera girişiminde bulundum. Arzularımı tavan yaptıran bu kız dünyada ki en değerli mücevher, en güzel çiçek, yahut susuzluğumun sonunu getirebilecek kana kana şehvetle içebileceğim en değerli şaraptı benim için. Ne var ki bu şarabın da tadına bakamadım. Çünkü en nadide çiçeğim beni elinin tersiyle gözümün yaşına bile bakmadan mağrur bir edayla reddetti. Efsunlu bakışında ki gizemi çözmem zor olmadı ağzıyla itiraf etmese de yüzündeki o küçümseyici hava benim ne derece acınacak halde olduğumu belli ediyordu. Bu reddediliş benim arkadaş cevremde yayıldıkça yayıldı ve çevremdeki insanların alay konusu oldum. Gençlikte oluyor böyle şeyler kimse benim bu duruma kırıldığımı düşünmedi, gerçi bende umursamaz tavırlar sergiliyordum belki de ondandır. Fakat bu durum beni iyiden iyiye içinden çıkılamaz bir buhrana sürükledi. Öyle bir buhran ki kendi değerimi yok sayıyor dünyada bulunma amacımın ne olduğunu düşünmeye başlıyordum. Sonunda da hiçbir işe yaramayan ve solmakta olan ruha sahip değersiz bir insan olduğumu kabullenmek zorunda kaldım. Madem umursanmaz bir adamdım o zaman bende kimsenin safsatalarını dinlemeyip kendi dünyamda yalnızlıklar içinde yok olmayı beklemeliydim.

BENİM DÜNYAMWhere stories live. Discover now