XIX: Savaşı Beklerken

577 85 1
                                    

Belki on, belki on iki yaşlarındayım. Dağlardayım. Poli biraz daha eteklere yakın, bana bakıyor. Babaannem hayatta oluyor. Acıkmışım. Yerlere bakıyorum. Bir şey görüyorum sonra: Aslında olmayan; ama halk arasında efsane haline gelen mantar. Çığlık atıyorum: "Babaanne! Poli! Bakın ne buldum?"

Sevinçten zıplamaya başlıyorum. "Hey! Hey! Ne buldum bakın? Yehu!"

. . .

"Belda! Belda! Uyan ne olur. Belda!"

"İsmimi mi ezberleyeceksin be!" dedim uyku sersemi. Sağ olsun, Rae rüyamın en güzel yerinde uyandırmıştı beni. Terden sırılsıklam olmuştum. Ne güzel, böyle bir rüya görmüyordum uzun zamandır.

"Niye uyandırdın beni?" dedim, ağlamaklı.

"Senin için kaygılanıyorum." dedi. "On üç saattir uyuyorsun. Ayrıca..."

Rae'nin sözlerini kesen bir gümleme tüm laboratuarı inletmişti.

"Ayrıca geldiler işte. Atış yapıyorlar. Savaş başladı. Belda ne olur saklanalım."

Ağlamaya başlamıştım. Rae'nin peşinden mahzene indim. Oradaydı herkes.

Erina elindeki tornavidayı Ulu'nun çıktığı tabutun ortasında bir yerde döndürüyordu.

Pat!

Duvarın küçük bir parçası aşağı inmişti. Burası, dondurucuların çalışma mekanizmasını içeren gizli bir odaydı.

Çok eski gözüken bir kâğıt ilgimi çekti.

"Denek adı: Rae Paradas. Cihaz frekansı 220 Hz - direnci 45 kOhm ..."

Erina hepimizi apar topar gizli odaya alarak duvarı bir düğmeyle geri yerine çıkardı.

"Halk ne yapacak?" dedim.

"Hayatta olduğumuzu bilirlerse askerlere direnebilirler. Fakat bize bir şey olacak olursa doğrudan teslim olurlar. O yüzden kendimizi korumalıyız."

"Bizi hedeflediler o zaman."

"Aynen öyle."

"Belda..." dedi Erina "Kusura bakma ama şu anda aramızda en 'değersiz' sensin." Yüzümün ifadesinin değiştiğini görüp ekledi. "Hayır onu kastetmedim, sen eski sisteme göre Kötükul'sun, sana bir şey olacak olursa halk daha az etkilenecek. Ah, yapma ama!"

Canım sıkılmıştı ister istemez.

"Arkadaki yiyecek deposunun kapılarını açman gerekecek. Aç insanlar savaşamaz."

"Ereğimiz için bunu yapacağım ama söylemlerin hiç hoşuma gitmiyor Erina, bilesin." dedim ve anahtarları alıp çıktım.

Ateş hattıydı ortalık sanki. Her yerden patlamalar, gümlemeler duyuluyordu. Yere eğildim, kuru toprağı ufalayıp yüzüme, saçlarıma sürdüm. Herhangi bir acliask tarafından fark edilmemek için sürünerek ilerliyordum.

Arkaya vardığımda daha önce görmüş olduğum ufacık bir kilit sisteminin yanına gittim, dipteydi. Başparmağı büyüklüğündeki demir kilidi açtım. Arkadan çıkan kartlı kilidi açtım ve kolumu oluşan oyuğa sokup düğmeye bastım.

Hemen kulağımı kapattım, biliyordum ki yiyecek ve barut deposunun kapısı, küçücük kilit sisteminin aksine binanın hemen hemen yarısını kaplıyordu. Ve o devasa kapak tüm gürültüsüyle aşağı düşecekti.

"GÜM!"

Beklenen ses geldi. Koca kapak ortalığı toza bularken, ben nefes alabilmek için öksürüyordum.

Çabucak oradan ayrılıp sığınağa dönmem gerekiyordu. Biliyorum ki acliasklar beni arıyordu.

Üstümü kaplayan toz gizlenmemi kolaylaştırmıştı. Binanın dibinden hızlı hızlı kapıya giderken bir el yakaladı beni. Dorita'ydı.

"İyi misin diye merak ettim." Dedi. "Erina'nın söylediği hiç hoş değildi. Hepimiz eşit derecede değerliyiz, Livezula üyeleri, Seçkinler, sen, ben ve şurada çekirge yiyecek kadar aç kalan küçük çocuk."

Dorita'yla birlikte hızımızı kesmeden binaya döndük.

Birkaç gün sonra bir sabah güneş doğarken bulunduğumuz yerin kapısı hızlı hızlı vuruldu.

Ulak gelmişti. Çocuk, Zorbattılı askerlerin güney cephesinde yenildiğini, diğerlerinin hızla laboratuara yaklaştığını söyledi. Güvenliğimiz için bir an önce binadan ayrılmamız gerekiyordu.

Olağanüstü haldeydik, binada kalmış üç beş görevliyle bizler, ikindine varmadan gerekli her şeyi topladık. Askerlerin yararlanabileceği şeyleri imha ettik. Son kez çıkarken yiyecek deposuna baktım, ömürler verilerek hazırlanmış atkestanesi kurularının ve çekirge pestillerinin düşmana yaramasını istemezdim doğrusu. Şükürler olsun ki halk hepsini toplamıştı.

Babam Rebel ve halam Rebecca maalesef koma halindeyken ölmüşlerdi. Onları toprağa defnettik. Babaannemin yanına. Kucağında küçük bir bebek varken askerlerin silahıyla öldürülen, nerede olduğunu çok sonra öğrendiğim, ismini ise hiçbir zaman bilemeyeceğim annemin yanına.

Hayatta yapayalnız kaldığım hissiyle titrerken yanımda "İyi ki varsınız," demekten hiç bıkmayacağım iki insanı, Poli ve Rae'yi buldum.

Havanın kararmasını bekledik yola çıkmak için. Nereye gideceğimiz de pek belli değildi aslında. Nereye? Dağların arkasına... Bugüne kadar hiçbir Ulukaralının görmediği, hayal bile etmediği bir yer. Dünyanın dışı.

Korkuyordum.

Birden uyandığı gün, Rae'yle konuşmamızı hatırladım.

"Sana bir şey sormak istiyorum Belda. Anlattıklarına göre, bütün ülkeler yok olmuş. Peki, ne var Ulukara dışında? Çok merak ediyorum. Ormanlar mı? Kıraç topraklar mı? Başka medeniyetler mi?"

"Hiç düşünmedim."

"Nasıl yani, hiç merak etmedin mi?"

"Hayır. Düşünmeyi çok isterdim; ama maalesef. Biz Kötükulların başka sorunları vardır. Hem istesem de bulamazdım. Her şey ezberedir bizim dünyamızda."

Rae: "Suratını asma hemen. Ötelerde ne olduğunu birlikte bulacağız."

"Rae..." dedim. "Hani bana mahzende sormuştun ya?"

Düşündü biraz. "Hatırladım." Tebessüm etti. "Bak! Az kaldı hayatın anlamını keşfetmeye."

"Hadi Belda..." dedi. "...korkma. Yeni keşiflere hazır olmalısın."

Hazır değildim işte!

Üç Kentin İsyancısıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin