Bir

11 1 1
                                    

"Düşünüyorum, o halde varım."

René Descartes.



Kendimi karanlığın ardına saklanan bir korkak gibi hissetmiyorum. Aksine, Tanrı gibi hissediyorum. Huzurlu hissediyorum. Çünkü her şeyin ardındaki o karanlık benim yol göstericim. O benim dostum. Ve sadece o var. Evet, sadece karanlık... Tek istediğim de, her fırsatta yaptığım şey de bu zaten; karanlıkla bütün olmak. Bilincimin zifiri karanlıktaki o görülmeyen ufka doğru kaybolması. Yok olmam ve küllerimden yeniden doğmam... Hayır, bu bir yok oluş hikâyesi değil. Aslında bu karanlığın ardından bize bakan bir varoluşun hikâyesi. Bu bir Tanrı'nın hikâyesi... Ben ise bu ıssız curcunanın merkezinde yer alan kişi oluyorum. Gözlerimi kapatıyorum ve karanlığı düşlüyorum. Ve bilincim o zifiri karanlığın derinliklerinde kendini kaybederken ölümün de böyle bir şey olup olmadığı konusunda benliğimle tartışıyorum.

Gözlerimi açıyorum. Tabaktaki kızarmış yumurtanın sarısıyla göz göze geliyorum. Bugün günlerden cumartesi. Yok, hayır; pazar ve masada sadece tabak yok, içinden buhar tüten çay fincanı da orada işte. Tabaktaki yumurta nasıl kendim tarafından yenilmeyi bekliyorsa o çay da kendim tarafından içilmeyi bekliyor.

İnce belli çay bardağına yorgun gözlerimi dikmiş uyumayı düşlerken birdenbire çaylar hakkında bildiğim gereksiz ama bir o kadar da ilginç bilgiler geliyor aklıma.

Kaynaklara göre güzelim Avrupa çayı ilk defa 1559 yılında duymasına rağmen bundan yaklaşık elli yıl sonra kokusuna kavuşur. Ata toprağı olan Çin'de çay tıbbi nedenlerle içilirken Avrupa'da bir keyif içkisine dönüşür.

"Hadi ama" diyor Tarık. "Uyuşuk uyuşuk davranma da yap şu kahvaltını."

"Beni biraz rahat bırak" diyorum. "Neden kahvaltımı yapmam için başımda dikeliyorsun, anlamıyorum?"

"Caner" diyor Tarık. Bu benim adım. "Bir saat sonra psikologla randevun var. Ve sen uyukluyorsun."

Doğru ya bugün pazar, cumartesi değil.

"Uyuklamıyorum!" diyorum kaşlarımı çatarak. "Gözümü birkaç saniye bile kapalı tutmadım!"

Ve sonra bu yalana inanması için yalvarırcasına Tarık'ın gözlerinin içine bakıyorum.

"Çok konuşma da ye şu yumurtayı" diyor Tarık, suratına takındığı ciddiyetle masayı işaret ederek. Gözlerimi masaya çevirdiğimde ise benim dikkatimi çeken şey çay bardağı oluyor.

Yine kaynaklara evirip çevirip baktığımızda bir başka kıtayı, Amerika'yı, çayla tanıştıranın bir Çinli değil de bir Avrupalı olduğunu görürüz. Her ne kadar tıbbi ihtiyaçla yayılımı daha önemli olsa da, yaşam yolculuğunda keyif her zaman ön koltukta oturmuştur.

Gözlerim karıncalanırken ve gözkapaklarım tonlarca ağırlığa saniyenin onda birinde ulaşırken çaylar hakkında olan düşüncelerim de aynı hızda solup gidiyor. Ve geriye sadece karanlık kalıyor.

"Uyuklama!" diyor Tarık. Gözlerimi açıyorum ve kaşlarımı çatarak gözlerinin içine bakıyorum. Gözlerini benden ayıran Tarık televizyon kumandasını alıp şu kırmızı, evrensel tuşa basıyor. "Biraz televizyon izle, ayıl artık."

"Bu hafta psikoloğa gitmesem olur mu?" diyorum. "Gerçekten çok yorgunum."

"Sen hep yorgunsun!" diyor Tarık. "Artık fazla uyumaktan yoruluyorsun. Hem babamın talimatı var."

Rüyaların EfendisiUnde poveștirile trăiesc. Descoperă acum