1.Bölüm: Mektup

15 5 0
                                    

Uyarı!
Bu kitapta kan, ölüm, salgın, ceset, cinayet, büyü vb. tetikleyici unsurlar vardır. Hassas olanların okuması önerilmez.

Not 1: Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın, benim için çok önemli💎

Not 2: Bahsi geçen ana karakterlerimizin TÜMÜ erkek. Yabancı isimlerin sebebini belirttiğimi düşünüyorum, tabii ki de farklı bir evrende geçmesi.



Küçücük kız çocukları, yerde oluşmuş bir kan göletinde zıplayarak oyun oynuyorlardı, ta ki birinin yüzünde garip ve kırmızı ölümcül noktalar çıkana kadar.

Kızıl gökyüzünde çıkan kasvetli kara bulutlar, sıkı bir yağmurun yağacağının habercisiydi. Yeryüzü gibi gökyüzünün de kan kırmızısı olması pek de iyiyi çağırıştırmıyordu, en azından kâhinlerin inancı böyleydi. Zaten 2030'un Mayıs ayından beri hiçbir şey 'pek de iyi' değildi ve iyi olsa bile eskisine dönemezdi. Daha ne kadar kötüsünü göreceğimizi tartışırken daha da fenasını görüyorduk ve nutkumuz tutuluyordu, bu yüzden bu konu hakkında konuşmaya çok niyetim yoktu.

Kâhinlere göre ayın on üçünün cumaya gelmesi bir tür uğursuzluk ve kıyamet alametiydi. Aynı şekilde, şu an hâlâ bizimle yaşayan, şans eseri hâlâ ölmemiş ve kâhin olan arkadaşımız Noa'ya göre de öyleydi. Sonuçta geçip gitmişti ve haklı çıkmışlardı, tüm bunların da tesadüf olduğunu düşünmek saçmaydı. O zamanlar annem falcı olmasına rağmen pek inanmıyordum fakat şimdi Noa ne hissederse hissetsin hepimiz geriliyorduk.

Çığlık çığlığa kaçışan çocukların korkusuna ortak olmadım, koşarak oradaki sağlıklı çocukları alıp kaçmadım veya korkuyla bağırmadım, sadece kayıtsız bir ifadeyle arkamı döndüm ve ağır ağır yürümeye devam ettim. Vicdanım sızlıyordu ama yapacak bir şey yoktu. Arkamda bir felaket bırakmıştım; kız çocuklarının acı çığlıkları, ağlayışları, yalvarışları, yakarışları ve bir o yana bir bu yana kaçarak kurtulmak için yol arayışları tüm sokakta yankılanıyordu. Yardım edileceklik bir şey yoktu, Tanrı şahit, canımı versem bile yardım edemezdim. Tek yapabildiğim şey o acı kıyamet çığlıklarını dinleyerek evime doğru adımlamak, -Huan'a lanetler yağdırarak- gece olmadan veya barbarlara yakalanmadan eve ulaşmaktı.

Sokaklarda yürürken fark etmeden bir kan göletine veya cesede basmamak için çok çalışıyordum. Dışarı çıkmak bile zordu çünkü her yer evden atılmış, az sonra ölecek hastalarla; cesetlerle, kan göletleri ve barbarlar ile doluydu. Sahipsiz ve mezarları bile olmayan zavallı cesetler o kadar fazla artmıştı ki yürüyecek yer kalmamıştı. Hastalar hastanelere alınmıyordu, yalnızca kurtarılabilir olanlar alınıyordu, onlar ise grip, soğuk algınlığı veya artık normal bir hastalık olan korona virüsü olanlardı. Enfeksiyon kapanları dahi almıyorlardı çünkü zaten sınırda bir savaş vardı ve bu yüzden hastaneler tıklım tıklım doluydu. Kurşun yemiş, durumu ağır askerler bile hastanelere alınmıyor, acılı bir şekilde ölüme terk ediliyorlardı.

Her neyse, bunları düşünmek, yapmak isteyeceğim en son şey bile değildi.

Yakıcı ve bunaltıcı bir hava vardı etrafta. Kızıl hava yavaş yavaş kararmaya, kırmızı ve pembe karışımı renk yerini siyah ve laciverte bırakmaya başlıyordu. Kara bulutlar, iyice görünmez olmaya başlamak yerine daha da görünür oluyor ve gecenin kudretli karanlığında kaybolmamayı başarıyordu. Gök, korkunç bir şiddetle sarsılmaya ve gürlemeye başlamıştı, bense adımlarım hızlanmasına rağmen eve varamamıştım. Uzaktan kendini kaybetmiş deli sarhoşların sesi geliyordu; belki de hasta ama ölene kadar içmiş olan adamların leş gibi alkol kokan bedenlerinin kokusu beş sokak öteden alınıyordu. Alkol, kan ve barbarların o iğrenç kokusu karışınca daha dayanılmaz bir koku çıktı ortaya. Derin bir nefes alsam kokudan midem bulanırdı, bu yüzden kesik kesik nefesler almayı tercih ettim. (Not: Hâlâ midem bulanıyor, değişen bir şey yok.)

Treasure MapWhere stories live. Discover now