xxxx'f

228 30 181
                                    

jeongin

"kafanı sola çevir biraz... gözlerini de kıs, harika!"

hyunjin çektiği fotoğrafı heyecanla bana göstermeye geldi. bakıp gülümsedim. "güzel olmuş."

gezimizin ikinci gününde güneş batarken seine nehri'ne gelmiştik. sözde kameraya alınması gereken kişi hyunjin'di ama o durmadan beni çekmek istiyordu. elinden kamerayı düşürmüyor, güzel bulduğu her şeyi çekiyordu. onun buraya önceden de geldiğini biliyordum fakat ona rağmen heyecanlıydı.

elimden tutarak yürümeye başladı. "bir cafe vardı buralarda, hâlâ duruyor mudur acaba?"

etrafına bakınıp hafızasını tazelemeye çalıştı. en sonunda görmek istediği binayı bulunca oraya yöneldik. küçük pembe bir şeydi, renkli çiçekler ve rüzgâr gülleriyle süslenmişti ve çok tatlı gözüküyordu. içeri girince ne istediğimi sordu. tok olduğumdan kahve istedim sadece, o da kendine kahve söyledi. ileri düzeyde olmasa da fransızca konuşabiliyordu ve ben buna takmış, her dakika fransızca konuşması için darlıyordum onu. ne kadar doğru olduğunu bilmesem de kulağa hoş gelen bir aksanı vardı ve iletişim kurabiliyordu. çok havalı.

"lisede heves edip öğrenmiştim, iyi etmişim değil mi?"

gelen kahvemi içerken kafa salladım. "efsane dil. küfretsen şiir okuyorsun sanarım."

dediğime güldü. kahvelerimiz geldiğinde bir yudum alıp bana döndü. "buradan sonra nereye gitmek istersin?"

arkama yaslanıp cafenin büyük camından dışarı baktım. hava kararmıştı ve sokak ışıklarıyla dükkanların renkli ledleri sokağı aydınlatıyordu. esen hafif rüzgâr cafenin aralık kapısından içeri sızıp kahvelerimizin dumanını uçuruyordu.

"ben bilmem ki, başka sevdiğin bir yer varsa oraya gidelim."

bunu dememi bekliyormuş gibi gülümsedi. kahvelerimizi bitirmeden ikimizin fotoğrafını çekti ve içtiğimizde ödemeyi yapıp beni de elimden tutarak cafeden çıkardı.

hafif yağmur çiselerken esen rüzgâr yüzümüzü yaladı. yağmur yağacak kaygısıyla sokaktaki insanlara hoş bir telaş havası hasıl oldu. kimisi dükkanların içine geçiyor, kimisi kapüşonunu kafasına geçiriyor kimi bisikletli de pedallarına asılıyordu. bu koşuşturmanın içinde hyunjin gayet rahat bir tavırla metro istasyonuna doğru ilerliyordu.

metrodan birkaç durak sonra indiğimizde biraz daha yürüdük. yolda hyunjin'e nereye gittiğimizi sorup durdum fakat net bir yanıt alamadım. "gidince görürsün, sabret biraz" diye beni geçiştirip durdu. neyse ki bekleyişim çok uzun sürmedi.

ağaçlarla dolu yeşil bir parka gelmiştik. göletin çevresine yapılmış yürüyüş yolları, banklar ve köprüler vardı. yağmurun biraz hızlanması sebebiyle insanlar yavaş yavaş burayı da terk etmeye başlamıştı.

sırt çantamdan ne olur ne olmaz diye yanıma aldığım şemsiyeyi çıkarttım ve ortamıza gelecek şekilde tuttum. hyunjin de tek elini elimin üzerine koyunca göz göze gelip birbirimize gülümsedik ve yolumuza devam ettik.

göletin yanındaki banklardan birine oturduk. dalı üzerimize sarkan ağaç yapraklarıyla yağmurun üzerimize gelmesini engelliyordu bu yüzden şemsiyeyi kapattım. yavaş ama kalın yağan yağmur damlaları sakin göleti hareketlendiriyor ve toprak kokusu burunlarımıza geliyordu. buraya neden geldiğimizi bilmiyordum ama sevmiştim.

"tam bizim geleceğimiz zaman yağması biraz talihsizlik." diye böldü sessizliği.

gülümseyerek ona baktım. "aksine, ortamı güzelleştirdi. yağmuru seviyorum."

entrancing / hyuninWhere stories live. Discover now