HAYAT İŞTE!

4K 6 0
                                    

         Genç adam sindiği köşede beklemeye başladı. Onunla sözleştikleri günde ve saatte hep yerinde olurdu ve hep arzularının canını yakmasını hissederdi. Topu topu haftada bir gün buluşabiliyorlardı ve bu yeterli değildi ikisi için de. Lakin tedbirli olmaları şarttı. Evi gözlerken tesadüf gibi çıkmıştı genç kadının önüne. Mutfaktaki ayak işlerine bakan kadınlardan biriydi Marisa. İşin ilginç yanı Marisa hiç sorgulamadı bu karşılaşmayı. Sanki uzun zamandır böyle bir şeyi bekler gibi heyecanlı ve istekliydi. Ayrıca bir erkeği küle çevirecek kadar ateşliydi. Kısacası körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz muştusu yaşandı birbirlerini tanıdıklarında. Genç kadın parasızlığını bile dert etmedi adamın. Belki de sadece arzularını dindirecek bir macera arıyordu ve bu frekansta birleşmeleri de oldukça kavurucu oldu. Tek bir sorun vardı şimdilik aralarında, ona da pek mesele denir mi bilinmez. Marisa, doyumsuz bir kadındı, bu yüzden adam gitmek istediğinde ona adeta bir sarmaşık gibi dolanıyordu ki bu oldukça tehlikeliydi. Biri tarafından görülme riski her şeyi bir anda yok edebilirdi. Lakin onun bu halleri hoşuna gitmiyor da değildi hani. Kadının şehveti, erkek damarını nasıl da coşturuyordu. Hatta bir ara kendini karşı konulmaz cinsinden bile gördü ama aklını çabuk toparladı adam. Bu devirde parasız adama kimse bakmıyordu. Marisa'nın kendini böyle kabullenişi de galiba yokluktandı. Onu da dert etmedi, dalgama bakarım dedi kendi kendine.

         Kadından duyduğu kadarıyla onun fakir bir aileden geldiğini biliyordu. Gerçi o günlerde, savaş havasının yavaştan estiği günlerde fakir olmak da artık sıradandı. Çünkü ya çok zengin vardı ya da çok fakir. İkisinin ortası çoktan yok olmuştu ve insanlar garip bir şekilde sessizce bu hale boyun eğmişlerdi. Türk'ü, Rum'u, Arnavut'u, Bulgar'ı, Boşnak'ı hep aynı ruh halinde mahpus. Üsttekiler, yani rahatı yerinde olanlar, bu alt tabakaya her şeyi yapma hakkına sahip gibi davranıyorlardı. Eeee paranın borusu ötüyordu o günlerde de. Çoğu ihtiyacın tedariki de zordu. İmkanı olan diğer Avrupa ülkelerinden getirtebiliyordu istediğini ama çoğunluk,  zorda kalanlar yokluğun elinde durmadan tokatlanıyordu. Mesela az ilerideki kasabada karnı doyanların sayısı bir elin parmaklarının sayısını geçmezdi. Her biri ayakta kalabilmek adına değişik yolları deniyordu çünkü açlık denen durum her halden beterdi. Adam da yaşamıştı bunu defalarca. Aç insanın da aşk meşk gibi konularla pek işi olmaz. Sevmek de zenginlerin harcıydı, aç karın sevgiyi dahi yok ederdi ki tam da öyleydi yaşam. Çoğunluğu oluşturan bu kesimin bir vakit sonra acıma duygusu da yok edilmişti adeta. Birbirlerine karşı da çok serttiler, ahlaki değerlerin çoğu unutulmuştu bile. Eskilerin dediği gibi, Allah kimseyi açlıkla sınamasın! Bazen birkaç kuruş için en olmayacak işlere bile razı oluyorlardı. Böyle bir ortamda Marisa'nın saraya benzeyen bu evde iş bulması mucize tarzında bir haldi. Gerçi ayak işlerine bakıyordu ama olsun! İyi kötü karnı doyuyordu, başının üzerinde bir dam vardı. Çoğu kadının yapmak zorunda kaldığı gibi bedenini satmak mecburiyetinde değildi.

          Ülke bağlı olduğu imparatorluğun gücünü kaybetmesi üzerine değişik bir karmaşanın içinde savrulup duruyordu. Bir yanda kral yanlıları, öte yanda yeni rejim taraftarları. Gerçeği söylemek gerekirse kralında pek yaptırımı yoktu artık. Bu boşlukta türeyen bir de Bulgar komitacıları vardı ki bunlar özellikle Müslümanlar ile uğraşıyordu. Genç adam, duyduklarından yola çıkarak bunu eskiden kalma kuyruk acısına bağlıyordu. Kalabalık ve gelişmiş bölgelerde pek bir şey yapamasalar da sapa yerlerdeki yerleşim birimlerinde halka yaptıkları eziyetler kulaklara geliyordu. Genç adam sindiği yerde aklına dolan düşüncelerden irkilip durdu, karmakarışık bir ortamda yaşamaya çalışıyorlardı sonuçta. Kendisine gelirsek durum daha da karışık.

         Gerçek ismini, ailesini bilmiyordu genç adam. Doğduğu an pis bir pazarın artıkları arasına terk edilmişti. Normal şartlarda orada ölmesi bekleniyordu ama öyle olmadı. Kasabanın pederi acıdı o bebeğe ve onu alıp kasabanın yetimhanesine verdi. Yetimhane dediysek öyle pek kapsamlı bir yer gelmesin akla. Yıkık dökük bir binada birkaç iyi kadının gayretiyle bakılmaya çalışılan bir avuç çocuk. Çoğu vakit de yarı aç yarı tok. Kendilerine yardım eden de yok denilse yeri. Bu çocukların dirençli olanları yabani otlar misali hayata sarılıp yaşarken bu güce sahip olmayanlar zaten kısa sürede yaşamdan ayrılıyordu. Aslını esasını bilmeyen bu adama Andres adını vermişlerdi. Güçlü, erkeksi, erkekçe anlamlarına geliyordu ki bunu da çok sonra öğrendi ve beğendi, benimsedi adını. Öncesinde yabancı bulduğu bu isim şimdilerde gurur kaynağı bile olmuştu adama. Gerçeğinde kökeninden de habersizdi. Türk mü, yabancı mı? Artık her neyse! İsim sadece semboldü var olduğunu  göstermek için. Zaten en önemli dava yaşamını sürdürebilmekti, bu yüzden de kafa yormadı bazı sorulara. 

SARA (Tamamlandı)Where stories live. Discover now