8𓆝 should've never let you go-oh, my baby

Start from the beginning
                                    

"Sen ne anlarsın ya İtalyan işi lezzetlerden! Git kimçi falan ye."

Benimle uğraşmak istemezmiş gibi hızlandırdı adımlarını. Bu sefer hızlı pes etmişti ama önemli değildi. Böyle büyük büyük adımlar atıp benden kaçmaya çalışırken bile manzaram sırtı oluyordu. Hiç şikayetçi olur muydum bundan?

Sırıtmadan edemedim. Onun yanında zaten sürekli gülümsemek isterken buluyordum kendimi, bir de sırtındaki balıkları iki gözümle gördüğümden beri daha da huzurlu ediyordu beni yanında durmak. Çünkü gerçekten yanında olmasam bile orada, onunla kalbinin derinliklerinde yüzdüğümü biliyordum. Bu şüphesiz hissedebileceğim en tatmin edici duyguydu.

Beni kapıda bekletip küçük bir dükkanın içine girdikten on dakika kadar sonra elinde büyük bir poşetle çıktı. Az önce bana surat yapan o değilmiş gibi kocaman bir gülümsemeyle "Lazanya aldım. Soğumadan gidelim." diyerek koşturmaya başladı. Ne olduğunu anlamadan adımlarını kovalarken buldum kendimi.

Bir film sahnesi içinde gibi hissediyordum. Vızır vızır geçen arabaların arasında hiçbir şeyden korkmuyormuş gibi koşuyorduk ve etraftaki her şey koşuş hızım yüzünden bulanık bir fotoğrafa benzerken Jimin, koştuğu için geriye uçan ceketi, şapkası düşmesin diye başında tuttuğu eli ve savrulan poşetiyle korna seslerinden duyulan kahkahasıyla birlikte kadrajımda oldukça net bir görüntüye sahipti.

Bense sahibini kovalayan bir köpek gibi iki adım atınca tıkanan ciğerlerim yüzünden dilim dışarıda arkasından koşuyordum. Böyle anlarda yanına yakışmadığıma emin oluyordum. Elbette görünüş olarak da ona yakışır olmak isterdim fakat asıl isteğim yüreğine yakışmak olduğundan buna kafayı o kadar da takmıyordum.

Uzunca demir parmaklıklardan yapılmış kapıdan geçtikten sonra beni kontrol etmek için arkasını döndüğünde dudaklarında gülümsemesi varlığını devam ettiriyordu. Neden bu kadar kıkırdadığını bile bilmiyordum ama yanımdayken böyle mutlu sesler çıkarması hoşuma gittiği için sorgulamıyordum.

"Hadi!" diyerek elime uzanıp parmaklarını parmaklarıma geçirerek beni peşinden sürükledi. "Aşağıda nehir var, oraya gidelim."

O sıra ne aç karnım ne de dinlenmem için çığlık atan ciğerlerim umrumdaydı. Elimi tutuyordu. Sıcacık avcu bir sigara için titreyen parmaklarımı kavrıyor, beni ardından kendi yoluna çekiyordu. Şu hâlimiz, geleceğimizden bir kesit gibiydi. Benim yolum bundan sonra Jimin'in nabzı nerede atıyorsa orasıydı.

İçimde tuhaf bir adrenalin patlaması yaşanıyordu. Henüz onu dilediğim zaman çekip öpebilecek, dilimin ucuna gelen sevgi sözcüklerini rahatça söyleyebilecek samimiyete ulaşamadığımı biliyordum ama onun yanında olmak kalbimi mutluluktan patlatacak bir histi. Gargamel'in yukarıda bir yerlerde beni kaşlarını çatarak izlediğine ve mutluluğuma inanamadığına emindim. Bir deli gibi karşılanmayacağımı bilsem ona hareket çekip hakkımdaki kötü planlarını bir tarafına sokmasını ve sonunda kazandığımı bağırmak isterdim.

Ergenliğime yeni girmiş olmalıydım.

"Burası nasıl?"

Sorusuyla parkta koşturduğumuz süre boyunca ellerimizde tuttuğum bakışlarımı etrafa çevirdiğimde estetik fotoğraflardan çıkma bir mekanla karşılaştım. Nehrin kıyısına çoktan yanaşmıştık fakat su neredeyse hiç akmıyormuşçasına durgundu. İçinden yükselen kamış otları, dibi suyun içinde kalan kayalar, batmakta olan güneşin su yüzeyinde oluşturduğu turuncu çizgiler ve Jimin'in oturmamızı planladığı yaşlı ağaçla oldukça romantik bir ortamdı. Bu parkı özellikle mi seçmişti, günü burada kapatalım diye gezeceğimiz yerleri planlarken şapeli bu yüzden mi son sıraya yerleştirmişti, merak ediyordum. O da benim gibi yapacağımız her şeyi detaylarıyla düşünüyor muydu?

p.s i still love you | yoonminWhere stories live. Discover now