2.BÖLÜM

220 13 9
                                    

Jeon Jungkook.

27 Ekim...

Kulaklığımı takıp yürüyordum otobüs durağına doğru. Hava çok soğuktu o gün. Eczaneden annemin ilaçlarını da almıştım. Bir an önce annemin iyileşmesini istiyordum. Çünkü annemi öyle görmek benim için çok zor oluyordu. Doktor yalnız başına karanlık odada kalmasını söylemişti tedavisi için. Mecbur kalıp kabul etmiştik, annemin iyileşmesi için doktorun dediği her şeyi yapıyorduk çaresizce. Ama annem korkuyordu karanlıktan, yalnız kalmaktan.

Bu hali canımı yakıyordu. Bir hastalığın onu bu hâle getirmesine dayanamıyordum. Böyle kadın değildi benim annem. Her zaman beni motive edip, ayaklarımın üzerinde durmamı sağlamıştı. Saçlarımı öperdi, ne zaman üzgün hissetsem ellerimi tutar, "bunlar da geçecek" söylerdi. Bana geçeceğini söyleyen kadına şimdi bu sözleri ben söylüyordum. Geçecek miydi peki? Geçer miydi bu durum?

Alzheimer hastalığının ilk başlarında unutmuyordu beni. Adımı sesleniyordu, "Jungkook beni yalnız bırakma bu odada. Korkuyorum karanlıktan" diye. Birşey gelmiyordu elimden. Çaresizdim, annem her geçen gün bir çiçek gibi soluyordu gözümün önünde. Benim yapabildiğim ise çalışıp annemin ilaçlarını almak, iyileşmesini beklemekti.

Birgün pencereyi açarak dışarıdaki temiz havayı içime çektim. O da yavaş yavaş gözlerini açmaya başlamıştı zaten. Gülümseyerek yanına yaklaşmıştım. Yüzü eskisi kadar canlı olmasa da, gözlerinde hâlâ bir umut vardı. İşte bu umut, benim karanlık yoluma bir ışık olmuştu.

"Bugün dışarıda çok güzel hava var. Dışarı çıkalım mı anne?" diye sormuştum.

Annemi tanıdığım için asla bu teklifimi reddetmeyeceğini biliyordum. Başını sallayarak, ifadesiz bir şekilde bakışlarını yüzümde gezdirmişti. Dudağımı ısırarak üzerindeki pikeyi çekmiştim. Benim annem çok güzel kadındı. İnce dudakları, kahverenginin en güzel tonunda olan gözleri, ve gece kadar siyah olan saçları ile melek gibi beyaz çarşafın içinde uzanmıştı. Ne bilebilirdim ki bir gün beyaz kefen içinde uyuyacağını?

Hasta olduğu zamanlar zayıf olsa da, birkaç sene önce kocaman yanakları kıpkırmızıydı. Kırışmış elinden tutarak,
"Hadi o zaman gidelim" demiştim.
Annem ise halsiz bir şekilde yatağına yatarak, "canım acıyor." diyerek gözünü kapatmıştı. Benim de canım yanıyor anne diyememiştim. Beni her hatırlayamayışında ölüyorum diyememiştim...

Hayatımın her evresinde bir telkin olurdu kalbimde. Önce derin bir nefes alıp bir gün bunların geçeceğini düşünmeye başlar, ardından hayallerimdeki özgürlüğü hissederdim. Denedikçe aslında bunun telkinden çok, alışkanlık ve bazen de bir kaçış olduğunu anlamıştım. Kendime söz vermiştim, annemi hep koruyacağım diye. Annem ve babamdan başka sahip olduğum kimsem yoktu. Onlara borçluydum, hemde çok fazla şey. Ama ben sözümü tutamamıştım. Gözlerimin önünde annemin ölüşünü seyretmiştim.

İnanın bana, kimsesiz ve yapayalnız hissetmek canımı yakmıyordu artık. En azından böyle hissetmemeye çalışmıştım.
Kendi kendime yetineceğimi düşünsem de şu an ona yetememekten ölesiye korkuyordum. Bana ihtiyacı olan biri; annem...

Kulaklığımda çalan şarkılarla otobüsün camından bakıyordum yola. Şehrin ışıkları ne kadar da parlaktı. Yıldızlar ne kadar da güzel parlıyordu. Annem gibi çok güzeldiler. Ama her sabah olduğunda yok oluyordu hepsi. Işıklar ve yıldızlar yerini güneşe veriyordu, yok oluyordular. Annem gibi...

Bazen annemin ilaçlarını almak için paramız yetmiyordu. Yarı zamanlı işte çalışıyordum. Garson olarak çalışıyordum o zamanlar. Yoruluyordum, hayat beni yoruyordu ama hiç şikayet etmiyordum. Ailem bu hayattaki tek mutluluğum, tek varlığımdı çünkü.

ASWİUM//TAEKOOK ✓Where stories live. Discover now