4.BÖLÜM: ruhun izbe sokaklarına sığınan feryatlar

555 55 38
                                    

Bol bol yorum istiyorum, lütfen gerçekleştirin.

...

Çığlıklar duyulmazdı, çünkü vicdansız insanlar hep sağırdı. Oysa ki fark edilmesi ne de kolaydı...

Mesela, gün içinde o çok sevdiğiniz yemeği yemek istemediğinizde çığlık atmış olursunuz. Anneniz belki anlar diye yaparsınız bunu.

Mesela, o çok sevdiğiniz diziye devam etmezsiniz. Bunu etrafınızdakiler anlasın diye yaparsınız.

İşin sonunda ya anlarlar, ya anlamazlar ya da anmamazlıktan gelirler. Bu döngü hep böyledir.

Uzandığım yatağın yumuşaklığı o kadar yabancıydıy ki... Baktığım tavan o kadar alışamadığım tarzdaydı ki boğulacak gibi hissediyordum.

Yetimhanede ki yatağım sertti. Kezâ ben de sert yerlerde yatmayı severdim. Ya da kendimi buna kodlamıştım, bilinmez...

Aynaya bakmaya korkuyordum, şâyet aynaya bakacak bir yüzüm olduğunu da düşünmüyordum.

Kendimden utanıyordum. Gururumu ayaklarımın altına aldığım için kendimden tiksiniyordum. Yıllar evvel bana bakmayan ailemin yanına gelmek gurursuzluktu. Kendi saygıma ihanetti. Çok komik değil miydi bu yaptığım, sırtımda birbirinden farklı hançer olduğu hâlde bir başkasını da benim saplamam.

Beni, bir kız çocuğunu istemeyip çöpün kenarına çürümüş bir meyve gibi atmalarını sineye çekmiş olmam üzüyordu. Daha iki günlükken bir kez dahi emzirme zahmetine girmeyen annemin üstüne birde beni çırılçıplak, anadan doğma bir şekilde bıraktılar oraya. Ben, siyah bir çöp poşetinin içerisinde aç karnıyla çığlık çığlığa ağlarken başladı hayat ile olan savaşım.

Benden sonra doğan kardeşime bakmışlar hiç utanmadan. Akıllarına dahi gelmemişim.

Bir teyze bulmuş beni, ilk önce bakmak istemiş bana. Kocası istememiş beni. Zaten kıt kanât geçiniyorlarmış. Altı tane kızları iki tane oğulları varmış. O kocam ailede de yerim yokmuş.

Teyze beni çocuğu olmayan bir kadına vermiş. Yeni evlilermiş eşi ile. Kocası, karısı hamile kalamıyor diye onu aldatmış. Kadın, şerefsiz kocasına rağmen ondan ayrılıp hayata tutunmaya çalışmış lakin ailesi, kızlarını yanlarında istemeyince yalnızlığa daha fazla dayanamayıp intihar etmiş. O kadın da ölünce bu sefer beni Sima diye bir kadının yanına vermişler.

Sima teyze henüz bebeğini yeni kaybettiğinden beni iki ay kadar emzirebilmişti. Beni bir yaşıma kadar o getirdi. Beni, iki aydan fazla anne sütü içmediğim hâlds bir şekilde büyütmüştü. Tabii onu hatırlamam, orası ayrı.

Bir yaşımdan sonra yetimhaneye vermiş beni. Bu kadar baktığına şüküretmiştim gerçi. Ne de olsa öz annemin yapamadığını yapıp az da olsa bana bakmıştı.

Ben ise her şeye rağmen burada olmanın yükünü taşıyordum.

Göz yaşlarım, kendime olan utancım ile teker teker akıp bir birine dolandı, sonra bir urganda dönüşüp gerdanımı sardı. Her hıçkırığımın ardından daha da sıkılaşıp beni boğmaya başladı.

Her şeye rağmen, bana ikinci bir şans verilecek olmasa yine buraya gelmeyi seçeceğimin bilincinde olmak beni rahatsız ediyordu.

Seçerdim çünkü belki de beni sevmeye başlarlardı.
Belki de saçımı okşar, beni bıraktıkları için ne kadar pişman olduklarını söylerlerdi...

Düşüncelerim beni idam etmeye başladığında uzanıp baktığım boş tavandan gözlerimi çektim. Aslında o tavana ne kadar da çok dertlerimi akıtmıştım. Bunu benden başka kimse göremezdi.

Aslı, birkaç saçma soruları yanıtladıktan sonra yerine tekrar ben geçmiştim. Yanlarından ayrıldıktan hemen sonra odama gidip uyumuştum. Tabii kabuslarım aslında misafir oldukları uykumu sahiplenene kadar...

Şimdi ise yatağımdan zoraki kalkmış ve üstümü giyiniyordum.

Üzerime ince, pembe bir sweatshirt geçirdim. Altıma ise siyah kargo pantolon giydim. Ayağıma ise giyinme odasında bulduğum dolaptan bir pembe Komwerse giydim.

Üstümdeki kıyafetlerin hiçbiri aslen benim değildi. Üstüne benimmiş etiketi yapıştırılmış yabancı giysilerdi. Fiyatları çok yüksekti muhtemelen. Evde yabancılık hissettiğim yetmezmiş gibi aslında bana tam olan lakin benim için birkaç beden büyükmüş, yabancı bir maddeymiş gibi gelen kıyafetler beni huzursuz etmişti.

Utana sıkıla inmeye başladım, şatafatlı fakat zarif merdivenleri. Aynı külkedisi masalında olan şatoyu andırıyordu bu malikhane.

Hikayede ki külkedisinin ben olduğum su götürmez bir gerçekti fakat beni bir prensin kurtaracağı meçhuldü. Şâyet bir prens istemiyordum. Biri bana iyi gelecekse bu ben olmalıydım. Bana sadece ben gerekliydi. Tabii ututmazsam bir de Aslı. O benim en büyük hazinemdi.

Arkadaşımdı.

Dostumdu.

Ailemdi.

Kardeşimdi.

Ama her şeyim değildi. Ki zaten hiç kimse bana her şey olamazdı, benden başka.

Akşam yemek yediğimiz yere vardı. İçeri utana sıkıla girdim. Masada sadece ikiz ve kardeş müsveddesi vardı. Tabii bir de baba ve anne müsveddesini unutmamak lazımdı.

Onların gözünde hiç kızgın gözükmediğim imajı verdiğime emindim. Hatta belki bir zavallı gibi gözüküyor da olabilirdim. Ancak içimde olan fırtınaları bir ben, bir Aslı, bir de Allah biliyordu.

Masada bir kuş sütü eksikti desem yeri olacaktı. Herkese yetmişlerdi ama küçük, savunmasız bir kız çocuğuna yetememişlerdi.

Kader hanım, geldiğimi görünce dünün aksine makyajsız yüzü ile gülümsedi. "Günaydın kızım. "

Bana kızım dediğinde boş olan miğdemden safrayı kusmamak için kendimi zor tuttum.

"Günaydın," dedim sessizce.

Aslan bey bana döndü.

"Günaydın güzel kızım, iyi uyudun mu? "

Kafamı yavaşça salladım. Susmak istemiyordum.

Bağırmak, ve 'Neden?' diye sormak istiyordum. Ama korkuyordum. Ne kadar bana gerçekçi gelmesede bana bir daha kızım dememelerini göze alamazdım.

Hem belki onlara bağırırsam bana zarar verebilirlerdi.

Ne de olsa, iki günlük bir bebeği dondurucu soğukta çöp poşetine koyup ölüme terk etmek her vicdanın harcı değildi.

Masum bir bebeğe neler yapan bana neler yapmazdı ki?

Gözlerim masanın eksik bölümlerini taradı. "Abinler işte, aslında benim de işte olmam gerekiyordu lakin kızımla olan ilk kahvaltımızı kaçıramazdım. " dedi, Aslan bey göz kırparak.

Masanın ellerindeki ellerim yumruk oldu. Ne kadar da sahiciydi tavırları, sanki beni ölüme terk eden onlar değilmiş gibi...

Sanki beni, ruhumun izbe sokaklarında sineye çekilmiş kimsesiliğe emanet etmemişler gibi...

Sanki o terk edilişler hiç yaşanmamış; ben hiç babasız, annesiz, bir avuç sevgiden yoksun bırakılmamış gibi...

Keşkelerim ile yarışacak kadar çok sankilerim vardı bu aktör ailesinde.

Çığlıklarım ile yarışacak göz yaşlarım vardı bu terk eden ailesinde.

Ama bir ben yoktum.

Bir ben olamamıştım.

Ve ben her şeye rağmen bunları bildiğim halde gururumu ayaklarımın altına aldıktan sonra çiğnemeyi de unutmayarak zamanımda istenmediğim bu aileye geri gelmiştim...

...

Her ne kadar sınıra ulamamış olsakta atmak istedim. Bu bölüm Süheyla'nın iç dünyasını okumanızı istedim. Umarım beğenmişsinizdir. Yorumlarınızı eksik etmeyin lütfen.

SÜHEYLA (ABİLERİM) Where stories live. Discover now