Üç

151 26 8
                                    



¡Ay! Esta imagen no sigue nuestras pautas de contenido. Para continuar la publicación, intente quitarla o subir otra.



Yakıcı güneş, pazar sabahında insan etini ısıtıyordu. Altı günlük, yoğun çalışma ve tempodan sonra tatil günüydü. Tatil günü olmasına rağmen İsra erkenden kalkmış, evi altından temizlemişti. Toz kaplı koltuk altları, örümcek ağı bağlamış duvar köşeleri, birbirine girmiş çekmeceler... Temizlemediği yer kalmamıştı. Öğlene kadar sürdü, öğlen de yemeğe girişti bu kez. Çeşit çeşit yemek yapıp dolaba dizdi. Yemek bitince bu kez de ağzına kadar dolmuş üç tane kirli sepetini aldı önüne. Çamaşır makinasını doldurdu, makine yıkayınca astı, güneş kurutunca toplayıp katladı, yerine yerleştirdi.

Annesi evdeki hiçbir işe elini sürmezdi. Yemek yapmazdı, sofra kurmazdı, çamaşırları makinaya atmazdı, süpürmezdi. Öğlen saatlerinde kalkar, kendine bir kahve yapardı. Kahvesini sigara eşliğinde içer, televizyonun karşısına geçerdi. Öğle programlarını izledikten sonra eline bir örgü alıp balkona geçerdi bu kez. Akşam çökene kadar örgüsünü yapardı. Akşam İsra döndüğünde günün tek öğününü onun elinden yer, gidip yatağına girerdi. Arkasını toplayan biri vardı. Haftanın bir günü, tüm haftaya yetecek kadar yemek yapıp dolaba dizen, işten döndüğünde günün birikmiş bulaşıklarını yıkayan, dinlenmeden evi toparlayan, onun çıkardığı pijamayı bile kaldırıp dolabına koyan biri vardı.

Pazar akşamı babasına ve annesine yemek sofrası kurarken abisi Kıraç girdi içeri. Diğer abisi Özer eve pek gelmezdi. Orada burada yatıp kalkardı. Kıraç ceketini çıkarmadan, ayakkabılarını fırlatarak ve anahtarı dış tarafta bırakarak içeri girdiğinde anladı İsra. Anladı bir sorgunun, bir savuruşun, bir ıstırabın başladığını.

"İsra!" diye haykırdı abisi. İsra tezgahın önündeydi, ellerinde sofraya koyacağı bardaklar vardı. Hasta yatağında ecelini bekleyen bir hasta gibi bekledi abisini. Kıraç mutfağa girdi burnundan soluyarak. Burun kanatları genişliyor, yüzündeki kızarıklık artıyor, kabardıkça kabarıyordu.

"Kiminle sürtüyorsun sen sokaklarda?" Adımları büyüktü, iki adımda yanaşıp koca elini İsra'nın sırtına geçirdi. İsra sarsıldı, ellerindeki bardaklar mermer zemine düşüp parça parça oldu. "Ben sana erkeklerle göz göze bile gelmeyeceksin demedim mi?" O kemikli eli bir kez daha vurdu İsra'nın sırtına.

Kimse müdahale etmedi, İsra da kendini savunmadı. Ebeveynleri, doğurdukları çocuğun kaderini yine diğer çocuklarına bırakmışlar gibi sessizce yediler yemeklerini. Annesinin kulakları sağır değildi ama duymuyordu. Babası da haftada bir mutlaka tekrarlanan bu andan bunalmış ve sıkılmış olduğundan artık umursamıyordu.

"Kiminle sürtmüşüm?" dedi İsra acıyan sırtı sesini titretirken. Sırtı acıyordu ama gözleri nemlenmemişti bile.

"Yine mi kaçıp gideceksin? Milletin diline dolayacaksın bizi, yine mi? Niye terbiyenle işine gidip gelmiyorsun? Arsız! Arsızsın sen. Seni kabul etmemize şükredip terbiyenle duracağına yine erkeklerin peşinde dolanıyorsun!" Kelimeleri bir süre sonra çirkinleşti. İsra, onun derdinin bu olmadığını biliyordu. Abisi birkaç aya evlenecekti, nişanlıydı. Nişanlısı daha baba evinde olduğundan ne zaman kavga etseler hıncını ondan alamıyordu. Dönüp dolanıyor, elinin altındaki en güçsüz varlığa, İsra'ya sarıyordu.

Solda SıfırDonde viven las historias. Descúbrelo ahora