Asla aklıma yatmayan düşüncelerin varlığı henüz kafamdan gitmemesine rağmen, Serter'i dinlemeye karar vermiştim.

''Konum attı.'' Dedim dümdüz bir ses tonuyla.

''Güzel.'' Burun ucuna dokundu, araba kırmızı ışıkta durduğunda. ''Ömer ve Eylül ile aranı düzeltmelisin, böylece ikisi karşı karşıya geldiğinde seni yem olarak kullanmasın. Her şeyi yavaş yavaş işleyeceğiz.''

''Serter.'' Duraksadım. ''Eylül ile bir zamanlar arkadaş olduğun halde, neden kanıtlar sakladın?''

''Bunu sana ileride anlatacağım.'' Anlatacağını biliyordum fakat şimdi öğrenmek istiyordum.

Yine de onun üstüne gitmek istemedim. Şu an anlatmıyorsa bir sebebi vardı. Eğer kayıtları saklamışsa da ortada daha büyük bir olayın döndüğünü düşünüyordum. Anlatılmayan bazı şeyler vardı, bunlar keskin bir bıçak gibi kesebilirdi insanı.

''Attığı konumu göstereyim mi?''

Telefondan, konuma baktığında sürmeye devam etti. Yolun bitmesini bekledim. Bitmek bilmeyen yollar yapmışlardı. Az sonra araçtan indiğimde, Serter'in parmakları bileğimi bulmuştu. Dikkatlice yüzüme eğildi.

''Ben buradayım, oyalanma tamam mı?''

''Tamamdır, Büyükelçi.''

''Bak.''

''Anladım, oyalanmayacağım.'' Bileğimi çektiğimde, gülümsedim. ''Böyle hep benim için endişelenirsen sana platonik olacağım haberin olsun.''

Cevap vermedi çünkü erkenden arabadan indim.

Garip bir yerde durmuştuk. Eski taşralı bir evin bahçesine ilerlediğimde, Ömer'in burada olacağını düşünerek adımlarımı sıklaştırdım.

Ayaktaydı. Bir ateş başında, elinde tuttuğu ince dikenli odunla ateşi karıştırıyordu. Pembe pembe mektuplar, kırılmış zarflar, renkleri dökülen toprakların yaratmış olduğu gölgeler misali mektupları tek tek açıyor, onları ateşin içine atıyordu. Gözleri dökük İstanbul şehrini hatırlatıyordu. Ak saçlarına kırmızılıklar bulaşıyordu.

Kırmızı hiç olmadığı kadar kırmızıydı bugün.

Ateşi yakarken ellerini ateşe tutuyordu çünkü bilirdi ki gerçekten yanan insanlar, ateşte alev alamazdı. Onun ruhu yanmıştı, mektupları da ortadan kaldırdığına göre derin yarası konusunda acı çektiği ve sahici olduğu belliydi.

Mektubu yüzüne doğru tuttu. Mektubu aydınlatan şey, eski bir kayıkçı feneri değil veyahut evimizde köşemizde bulunan o garip küçük fenerler de değil. Son model telefonların yaratmış olduğu ışığın gölgesi de değildi fener. Fener; onun ateşiydi.

Varilin içinde yanan ateşin çıkarmış olduğu aydınlık herkesi aydınlatmıştı, basit bir mektubu, basit insanları, basit ağaç gölgeliğini ama bir Ömer'i aydınlatamamıştı. Ömer aydınlık tarafta değildi. O karanlıktaydı.

''Unutamıyorum.'' Yarı yanmış mektubun ucuna öylece baktı. ''Unutamamak mıydı tüm mesele? Yoksa unuttuklarımızı silememek miydi?''

Sesinde tuhaf bir tonlama mevcuttu. Kayıp, çiçekleri ezilmiş bahçeyi değil; gül gölgesine sığınılmış tren facialarını dillendiriyordu ses tonu.

''Ömer.'' Kuru dudaklarımı ıslattım, belki de tırnaklarımı bu kadar avucuma batırmamalıydım çünkü insanı ancak kendisi yaralardı.

''23 Eylül...En uzun gece.'' Gökyüzüne baktı, küçük bir ateş parçası iki odunun arasında kaldı, odunlardan birisi parçalandı ve varilden çıkarak yerle buluştu. Yanık odun parçası, soğuk çamurlu yerle temas edince, ateş söndü yavaş yavaş.

KALBE SAPLANAN OKWhere stories live. Discover now