Bölüm 58, Bir Ruhun İki Damlası

Start from the beginning
                                    

  Apollon'a her baktığımda aklıma Rae'nin şehri düştüğünde hissettiği acı geliyordu. Çaresizce bana tutunuşu ve ona ihanet etmek zorunda bırakılışım geliyordu. O kendi oyununu oynarken biz her şeyden habersiz hayatta kalmaya çalışıyorduk.

  Onların birlikte geçirdikleri binlerce yıl, binlerce hayat vardı. Ama ben hayatımın neredeyse tamamını isteğim dışında ona adanarak geçirdiğim için onu bu kadar kolay affetmem mümkün değildi. Onu affetmem demek, annesinin sevgisine ihtiyaç duyduğu yıllarda soğuk odasında ağlamak zorunda bırakılan Mara'ya ihanet etmem demek olacaktı. Onu affetmem demek yaşadığım tüm yılları geride bırakmam demek olacaktı ki ben henüz buna hazır değildim. Kinim ve öfkem uzun yıllar boyunca içime sızmış, orada yer etmişti. Onları öyle kolayca döküp atamazdım. Atarsam ben, ben olmazdım.

Rae ve Apollon tapınağımızı yeniden inşa ettiğinde Rae'nin kehanet elçisi olarak Ephi ve Dora ile ilk ayinimiz için sunağın önüne oturmuştuk. Hala tek büyük heykel Rae'nin heykeliydi ama Rae kendi eliyle Apollon'un küçük bir heykelini de önümüze bırakmıştı.

  Apollon'un heykeline bakmadan, yüzümü doğrudan Rae'nin mermerden suratına dönerek gözlerimi kapatmış ve kehanetlere kucağımı açmıştım. Ama bu sefer beni bulan kehanetler değil, bambaşka bir şeydi. Önce tepemin üzerinden bir kartalın geçtiğini görmüş, ardından da gözlerimi Olympos'ta açmıştım.

  Zeus altından tahtında otururken beni gördüğüne memnundu. "Çağrıma kulak vereceğini düşünmemiştim," derken sesi en az damarlarında çakan şimşekler kadar hiddetliydi.

  Etrafıma baktım ama ortamı saran sis Zeus dışındaki her şeyi gizliyordu. Belki de gerçekten Olympos'ta bile değildik, bilmiyorum. Anlaşılan beni buraya getirmişti ama etrafımda olup bitenleri görmemi istemiyordu.  "Cevapsız kalırdın," dedim ona doğru yürüyerek. "Ayinde olmasaydım seninle bir daha karşı karşıya gelmemek için elimden geleni yapardım."

  Zeus tatsız bir şekilde güldü. "Bunu yapacağına hiç şüphem yok Mara," dedikten sonra tahtından kalktı ve ortam değişti. Şimdi sis dağılmış, başımın üzerinde açık gökyüzü belirmişti.

  Görüş alanıma ilk önce harabeler girdi. Yıkılmış duvarlar ve toprağa karışmış taşların ortasında, her şeyden biraz daha yüksekte yan yana duruyorduk. Zeus ilahi gücünü üzerinden sıyırıp atmış, neredeyse bir insana ait olabilecek bakışlarıyla beni izliyordu.

  Kaşlarımı çatarak, "Neredeyiz?" diye sordum. Harabeler bir şekilde hissiyat olarak bana tanıdık gelseler de nerede olduğumuzu anlamayı başaramamıştım.

  Zeus sadece, "Yürüyelim," demekle yetindi ve beni beklemeden yürümeye başladı.

  İlk fark ettiğim şey harabelerin arasındaki ahşap yoldu. Bu ilginçti çünkü daha önce hiç böyle bir yol görmemiştim. Taşların ve yıkılmış duvarların üzerine yapıldığı için binaların arasından geçmemizi kolaylaştırıyordu. Fakat kalıntılara uymayacak kadar yeni ve yabancı görünen bir yoldu bu.

  Durup etrafıma, kızgın güneşin aydınlattığı bu kocaman alana baktım. Burası bir şehirdi, en azından bir zamanlar öyle olmalıydı. Her ne kadar tuhaf bir yolun üzerinde yürüyor olsak da altımızdaki toza ve toprağa bulamış eski yolların varlığını sezebiliyordum.

  Kendime engel olamadan ahşap yolun kenarına yaklaştım ve bir duvarın kalıntısı olabileceğini düşündüğüm yıkıntıya dokundum. Ellerimin altındaki taşlar güneşle ısınmış, pütürlü yüzeyi ise binlerce yıldır burada olmasının verdiği yorgunlukla ufalanmıştı.

  Bir ses duydum. Daha doğrusu binlerce ses. Konuşuyor, bağırıyor, ağlıyor ve hatta gülüyorlardı. Bir zamanlar burada yaşayan insanlardan geride kalanlar taşların içine işlemiş, oradan bana akıyordu. Ölü görünen bu şehir aslında yaşıyordu, sadece derin bir uykuya dalmıştı o kadar.

ÖLÜ TANRININ ŞARKISI Where stories live. Discover now