Ayk Şehri, Eldun Tapınağı'nın Derinleri. P/2

59 4 1
                                    


Rostok, dönüp giden gardiyanın arkasından, "Bana hastalıktan bahset!" diye seslendi lakin adam geriye dönmedi. Demir parmaklıklı kapı ince ve tiz bir sesle gıcırdayarak kapanırken yüzünün bir yanı parmaklıklara yapışan Rostok, gittikçe uzaklaşan gardiyanın arkasından bir süre daha baktı. Ardından yemeğini alıp kapının karşısındaki duvara bitişik duran masasına oturdu. Koridorda yanan meşalenin ışığı arkasından vurup yemeğin üzerine gölge yapıyordu. Kendi gölgesinin karanlığında kalan yemeğini hızla yiyip bitirdi. Sonra da yatağına uzanıp gardiyanın söylediklerini düşünmeye başladı. Hücresinin hemen dışında yanan meşalenin aydınlattığı tavana bakarken aklından pek çok şey geçirdi ama bir türlü işin içinden çıkamadı. Bir süre sonra göz kapakları ağırlaşıp kapandı. Rüyada da olsa bir süreliğine o karanlık zindanın dışına çıkarak eski güzel günlerine dönme fırsatı bulmuştu. Peş peşe uzun gıcırtılar çıkararak açılan kapıların tiz sesleriyle ve gardiyanların kahkahalarıyla uyanan Rostok, gözlerini aralayabilmiş olmasına rağmen hâlâ uyku sersemiydi. Kapıların açılmasından dolayı ilk olarak sabah olduğunu düşündü fakat gardiyanlardan biri, "Hangisini alacağız?" diye sorunca bu düşüncesinde yanıldığını anladı. Zindanın kapıları o gün üçüncü kez açılmıştı, bu hiç de iyiye alamet değildi. İkinci bir gardiyan, "İşte şuradaki!" diye cevap verdi. Gardiyanın sesinden hemen sonra, "Ben mi, neden ben?" diye ağlamaklı bir kadın sesi yankılandı zindanın içinde. Sesi tanımıştı Rostok. Hiç görmediği fakat sürekli duyduğu o ses Luala isminde genç bir kadına aitti. Zindanın içi kısa sürede neler olduğunu sorgulayan mahkûmların uğultusuyla yankılanmaya başladı. Uğultular birçok farklı ağızdan çıkmasına rağmen sanki tek ağızdan çıkıyor gibiydi. Bu uğultunun içinde farklı çıkan tek ses Luala'nın ağlamaklı sesiydi. "Hayır, beni almayın!" diye yalvarıyordu. 

"Kes sesini!" diye hırladı gardiyanlardan biri. "Sakın zorluk çıkarayım deme!" 

"Lütfen, beni almayın!" diye tekrar tekrar yalvaran kadının sesindeki hüzün Rostok'un kalbinin en derinine kadar işliyordu. 

 "Seni özgür bırakacağız, merak etme!" dedi gardiyanlardan biri gülerek. Buna kimse inanmıyordu elbet. Gardiyanlar tarafından götürülenlerin bir daha dönmediği tüm mahkûmlar tarafından bilinen bir gerçekti. Luala'nın korkusu da bu yüzdendi. Belki de gerçekten serbest bırakacaklardı ama bunu bilen kimse yoktu. Luala, kendisini götürmek isteyen gardiyanlara karşı bir süre direndi fakat bu direniş ona pek yarar sağlamadı. Ondan çok daha iri olan gardiyanlar tarafından iyice hırpalanıp uysallaştırılmıştı. Zindan kapıları art arda kapanırken Luala'nın çaresiz yakarışları giderek uzaklaşıyordu. Çok geçmeden de tamamen duyulmaz oldular. Zavallı kadının hırpalanarak götürülüşünden sonra mahkûmlar bir süre kendi aralarında homurdandı. Fakat bu tür olaylar artık normal kabul ediliyordu. Hem ne kadar isyan ederlerse etsinler sonuç değişmeyecekti. Olanlar kısa sürede unutulup kabullenilecekti. Oranın hüzünlü doğasıydı bu. Rostok, uzandığı yatağında bir süre olanları düşündükten sonra herkes gibi oradaki kaderine razı olmayı seçti ve aklındaki kötü düşünceleri atıp eski hayatında yaşadığı güzel anıları gözünün önüne getirmeye başladı. Hafiften uykusu da gelmişti. Gittikçe ağırlaşıp kapanmaya çalışan göz kapaklarını açık tutmaya gayret ediyordu. Tam o sırada gözlerinin önünden geçip taş duvara çarpan bir ışık huzmesi kalbinde bir sıkışmaya sebep oldu. Heyecandan fal taşı gibi açılan gözlerini hücresinin taş duvarlarında gezdirip neler olduğunu anlamaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Sonra da yatağından kalkıp işaretin gelmesini beklediği o ufak deliği kontrol etti. Deliğin içi sonsuz bir çukur kadar karanlıktı. "Yoksa deliriyor muyum?" diye mırıldandı kendi kendine. Kafasının içi karmakarışıktı. Hücresinin meşale ışığıyla aydınlanan duvarları üstüne üstüne gelmeye başlamıştı. Bir anda başına ağrılar saplandı. Yatağına oturup başını iki eli arasına aldı ve ağrılar hafifleyene kadar ovaladı. Uykusu da iyice kaçmıştı. Ayağa kalkıp hücresinin içinde bir süre turladı. Bu zaman boyunca da aklında hep o gördüğü ışık huzmesi vardı. Bir yandan gördüğü şeyin bir anlık göz yanılması olduğunu düşünüyordu öteki yandan delirmeye başladığını... Aklındaki bu düşünceler, yatağına oturup karşı duvardaki o ufak deliğe gözlerini dikince değişti. Olabilir miydi? Biraz önce gördüğü şey beklediği işaret olabilir miydi? Eğer öyleyse Grogen'e haber vermeliydi. Yatağından hızla fırlayıp demir parmaklıklı kapının karşısındaki duvarın önünde durdu. Heyecandan Grogen'in söylediği şeyleri unutmuştu. "Ne göstermişti bu iblis?" diye mırıldandı. "Aşağıdan on iki, soldan yedi taş mıydı? Yoksa aşağıdan yedi, soldan on iki taş mıydı?"Heyecandan titreyen ellerini taşların üzerinde gezdirirken duvarın en solundan sağa doğru yedi taş, aşağıdan yukarıya doğru da on iki taş hesapladı. Sonra da bulduğu taşın yerinden oynayıp oynamadığını kontrol etmek için hafifçe sarstı. Taşın hareket etiğini görünce doğru taşı bulduğunu anladı. Anlamasına anlamıştı da onu yerinden çıkarıp çıkarmama konusunda henüz karar vermemişti. Gardiyanın sözleri bir türlü aklından çıkmıyordu; "Bu hücreye gelenler nedense hep kafayı yiyor. Onlardan biri olmamanı tavsiye ederim. Ama beni dinlemeyeceğini biliyorum. Zaten diğerleri de dinlemedi. Hep kendi bildiklerini yaptılar," demişti gardiyan. 

Gardiyanın bu sözlerini defalarca akıl süzgecinden geçirdikten sonra Rostok taşı yerinden çıkarmamaya karar verdi. Bu kararı vermesinde gardiyanın söyledikleri etkiliydi. Bir anlığına gördüğü o kızıl parlaklığı gerçekte görüp görmediğinden bile emin değildi. Asıl soru, onu gerçekten görmüş müydü? Belki de gardiyanın dediği gibi aklını yitiriyordu. Grogen adındaki o iblis, "İşareti görür görmez haber vereceksin! Yoksa sana ölene kadar işkence ederim!" demişti. İşte bu da Rostok'u ürperten başka bir konuydu. Ya işareti gerçekten gördüyse ve bir daha göremezse?Rostok, işaretin geleceği o küçük kara deliği karşısına alacak şekilde yatağının üzerine oturup sırtını soğuk taş duvara yasladı ve gözlerini deliğe dikti. Uyumamaya kararlıydı. Hatta gerekirse sabaha kadar gözünü bile kırpmayacaktı. Lakin işler istediği gibi gitmedi. Uzun süre gözlerini bile kırpmadan o küçük kara deliğe baktıktan sonra geçen zamanla birlikte yavaş yavaş direnci kırıldı, bedeni ağırlaştı. Güzel bir günde ailesiyle geçirdiği bir anısı gelmişti gözlerinin önüne. Küçük kızları ve karısı kahkahalar eşliğinde oyunlar oynayıp denize giriyordu. Kendisi de onlardan çok uzak olmayan bir yerde, elinde oltası balık avlıyordu. Akşama doğru kocaman bir balık takılmıştı oltasının ucuna. Nice uğraşlar sonunda balığı kıyıya çekmeyi başarmış ve yorgunluğunu atmak için kumların üzerine uzanmıştı. Batmak üzere olan güneşin kızıl ışıkları göz kapaklarını aşıp gözlerinin içine kadar ulaşıyordu. Güneşin o huzur veren kızıllığı giderek yoğunlaşmaya başlamıştı. Bir terslik vardı. Gözleri kızgın bir demirle dağlanıyormuş gibi yanmaya başlamıştı. Acıya daha fazla dayanamayıp gözlerini araladığında karşısında bulmayı umduğu kızıl bir güneş, deniz, kum ve ailesiydi. Fakat onların yerine karanlık bir odada gözlerinin içine işleyen kızıl bir ışık bulmuştu. Şok içinde olanı anlamaya çalışıyordu. Karşıki delikten gelen ve yüzüne vuran kızıl ışık bir anda kayboldu.Rostok, hücresinin karanlığıyla bir kez daha baş başa kalmıştı. Biraz evvel gördüğü o güzel şeylerin rüya olmasından dolayı üzgündü. Aynı zamanda o kara delikten gelen kızıl ışığı görmenin şaşkınlığı içindeydi. Üzerindeki şaşkınlığı atıp yatağından fırladı ve karşı duvardaki deliğe koştu. Aceleyle bir yanağını duvara yapıştırıp deliğin içine baktı. Yine hiçbir şey görünmüyordu ancak o ışığı gördüğüne emindi. Delirmiyordu. Neler olduğunu çözmeden huzura kavuşamayacağını biliyordu. Yatağına oturup sırtını duvara yasladı ve bir kez daha beklemeye başladı. Uzunca bir bekleyişin ardından uykulu gözlerinin içi küçük delikten yayılan kızıl ışıkla doldu. Heyecanla yatağından fırladı fakat yatağından kalkıp yüzünü duvara yapıştırana kadar işaret kayboldu. Sinirlenmişti. Bu sefer sandalyesini deliğin dibine çekip oturdu ve inatla beklemeye başladı. Arada bir kendisini tokatlayıp uykusunu dağıtıyordu. Katlandığı bütün bu çile bir anda gözlerinin içine dolan kırmızı ışıkla mutluluğa döndü. Deliğin arkasında gördüğü şeyin ne olduğunu tam anlamadan ışık kaybolmuş, delik yeniden dipsiz bir kuyuya dönmüştü. Fakat artık delirmediğine emindi. Yaşadığı mutlulukla bir süre şuursuzca hücresinin içinde turladıktan sonra heyecandan tamamen unutmuş olduğu Grogen'i hatırladı. Ona haber vermesi gerektiğini nasıl da unutmuştu? Derhal hücre kapısının karşısındaki duvarda taşları saymaya başladı. Soldan sağa yedi, aşağıdan yukarı on iki taş sayıp bulduğu taşı şöyle bir sarstı. Taş hareket ediyordu. Doğru taşı bulduğunu anlayınca küçük hareketlerle ve dikkatli bir şekilde yerinden çıkardı. Sonra da duvardaki boşluğa elini sokup içerisinde kırmızı gözlü kapkara iğrenç bir böcek olan cam kavanozu çıkardı. Böceği görünce yüzü buruşmuş, tüyleri diken diken olmuştu. Hücre kapısından dışarı uzattığı kavanozu, meşale ışığına doğru kaldırıp iğrenerek son kez böceğe baktı. "Sen de efendin gibi etrafına kötülük saçıyorsun!" diye fısıldayıp kavanozun ağzını açtı. O ana kadar kılını bile kıpırdatmamış olan böcek, kapak açılır açılmaz birkaç kanat açma hareketinden sonra bir anda kavanozun içinden fırlayıp gözden kayboldu.

Karanlığın Doğuşu, Kilit Taşının GizemiWhere stories live. Discover now