Öz annesi tarafından altı yaşında yurda bırakılan biri olarak hayatın bütün zorluklarını iliklerine kadar yaşamış biriydim ben. Bir gün apar topar hiçbir açıklama yapmadan beni yurda bırakırken, 'Sen bir kaç gün burada kal sonra ben gelip seni alacağım kızım' demişti annem. Beni gelip almasını beklediğim o gün, hiç gelmemişti. Günler, aylar, hatta yıllar
geçmişti ama o gün hiç gelmemişti.

Bir gün bir köşeye çekilmiş sessizce ağlıyordum. Yurttaki çocukların bakımıyla ilgilenen Zeynep abla
burnundan soluyarak yanıma geldi.
'Sen yine niye ağıyorsun Allah'ın cezası?' diyerek sertçe kolumu kavrayıp beni ayağa kaldırdı. Sıkarak tuttuğu kolumun acısına aldırış etmemeye çalışıyordum. 'Annem ne zaman gelecek Zeynep abla, onu çok özledim,' diye sordum çekinerek. Bu soruyu Zeynep ablaya her gün soruyordım ve vereceği tepkiyi bildiğim için korkuyordum.

Zeynep abla yirmili yaşlarında evli ve çocuğu olmayan bir kadındı. Kaşları hep çatıktı, hiç güldüğünü görmemiştim. Sürekli bizi kendisine anne dememiz için zorlardı. Bazı çocuklar anne kelimesine olan hasretinden, bazıları ise korkusundan ona anne derdi. Ben hariç. Bir tek ben anne demezdim. Bu uğurda Zeynep abladan çok dayak yemiştim. Ona ne zaman abla desem beni ya döver ya da karanlık odaya kapatırdı. Küçük, bir asansör genişliğinde, penceresi bile olmayan zifiri karanlık bir odaya.

'Sana annenin gelmeyeceğini daha kaç kez söylemeliyim aptal çocuk!' derken öfkesinden yüzüme tükürüklerini saçmıştı. Evet, daha önce defalarca kez annemin
gelmeyeceğini ve beni buraya terkedip sevgilisiyle mutlu bir hayat sürdüğünü acımasızca yüzüme
vurmuştu.

Kalbim bu söylediklerini bir türlü anlayamaz halde annem için, annemin hasreti için kanar dururdu. Zeynep abla sadece ruhsal değil, fiziksel olarak da bana işkence etmekten hiç çekinmeyen bir kadındı. Bedenimde açtığı yaralar geçmişti ama ruhumda açtığı yaraların izlerini hâlâ taşıyordum.

***

Devasa büyüklükteki hastanenin kapısından içeri girerken etrafımdakilerin garip bakışlarına maruz kaldım. Hastane o kadar büyük ve lükstü ki bilmeyen biri içine girip kaybolabilirdi. Adımlarımı asansöre yönlendirdim ve içine girip en üst katın düğmesine bastım.
Asansörden çıktıktıktan sonra etrafıma bakınmaya başladım. Kapılarında doktor isimlerinin yazdığı bir sürü oda vardı. Yanımdan geçen iki hemşirenin saçlarıma, ardından kıyafetlerime bakarak
kıkırdamalarına aldırış etmeden yürümeye başladım. Hayatlarında hiç koyu yeşil renkte saçlara sahip birini görmemiş olmaları benim sorunum değildi.

Koridorun sonuna geldiğimde gördüğüm bir odadan içeri daldım. Girdiğim odanın içinde yoğun ama hoş bir koku vardı. Kapının tam karşısında üzerinde bir sürü
dosyaların olduğu masaya geçmeden, hemen solumdaki askılıkta duran beyaz önlüğü alıp üzerime giydim. Son zamanlarda fazlaca kilo
kaybetmiş olmalıydım ki önlük üzerime oldukça büyük gelmişti.
Az ilerideki masanın üzerinde duran gözlüğü alıp gözüme takmamla bulanık görmeye başlayınca
yüzümü buruşturup gözlüğü gözümden çıkardım. Bu gözlük benim değil, biri masamda unutmuş olmalı.

Masaya oturarak dosyaları karıştırmaya başladım. Tanımadığım insanlara ait olan bir sürü detaylı
bilgiler içeren bir yığın dosya.
'Bunlar benim hastalarımın dosyaları değil, aptal sekreter yine akrabalarının dosyalarını koymuş
masama,' diyerek sinirle dosyaları yırtmaya başladım. Onu uyarmıştım, memleketten gelen akrabalarının dosyalarına öncelik tanımayacağımı,
onların da herkes gibi sıralarını beklemeleri gerektiğini söylemiştim. Düşündükçe daha çok sinirleniyor, dosyaların içindeki kağıt parçalarını daha bir hırsla yırtıyordum. Bu kızı kovmanın zamanı geldi.

Yırttığım dosyaları masanın bir kenarına itip önümde duran randevu listesine bakmaya başlamıştım ki aniden kapı açıldı. Başımı kaldırıp kapıya doğru baktığımda içeri giren
uzun boylu, yirmili yaşlarının sonlarında olduğunu
tahmin ettiğim yakışıklı adama bakıp "Soyunun lütfen," dedim.

FÜGWo Geschichten leben. Entdecke jetzt