LÂCİVERT | ELLİ BİRİNCİ BÖLÜM ♤ SESSİZLİĞE GÖMÜLEN VEDALAR

Start from the beginning
                                    

"O dediğin kız, bizim kardeşimiz. Düzgün konuş, ayağımın altına almayayım,"

Göktürk öfkeyle oturduğu sandalyeden kalkıp ellerini masaya vurdu. Hızlı soluk alıp verişlerinin etkisiyle kızaran suratı ve genişleyip sönen burun kanatlarıyla tüm bedeni öfkeyle kasılıyordu. "Duha benim kardeşim falan değil! Benim bir tane abim var o da sensin." konuşmaya son noktayı koyarak büyük adımlarla yemek salonunu terk etti.

Oğlunun asabi tavrına, Zuhal hanım iç geçirdi. "Belli ki kavga etmişler,"

Akif Karan, annesinin düşünceli ifadesiyle olgun bir biçimde konuştu. "Onunla konuşurum. Ergenliğini biraz ağır geçiriyor ama duracağı yeri bilsin. Duha bizim için değerli biri. Zaten özel durumu onu yeterince üzüyor,"

Zuhal hanım oğlunun elini tuttu. "Gönlü güzel oğlum benim. Sen konuşursan, dinleyecektir. Bugünlerde yine babasıyla ilgili sitem edip duruyor."

Akif Karan onun babası gibiydi. Göktürk ne yazık ki babasını hiç görememişti ve daima eksikliğini hissetmişti. Hırçın bir çocuktu.

Akif Karan kahvaltıdan sonra kardeşinin odasına çıkmıştı. Kapıyı tıklatarak içeriye girdiğinde Göktürk bilgisayarın başında oyun oynuyordu. Abisini görünce oyunu durdurdu. Akif tek kişilik yatağın üzerine oturduğunda Göktürk döner sandalyeden kalkmadan yönünü abisine çevirdi.

Akif Karan, kardeşinin yüzünü izlerken, "Neyin var aslanım?" dedi eğip bükmeden.

Göktürk pantolonunun sert kumaşını tırnağıyla ezerken omuzlarını yorgunca düşürdü. "Bir şeyim yok,"

Akif elini kardeşinin omzuna koydu. Başını Göktürk'ün eğdiği suratını görme ümidiyle öne doğru uzattı. "Sorun neyse söyle, bir hâl çaresi bulunur,"

Göktürk duygusuzca güldü. "Babamı geri getirecek bir çare var mı?"

Boğazına sert bir yumru oturan Akif hissettiği çaresizlikle gözlerini kapayıp açtı. "Babamızı mı özledin?" sorduğu soru dilinde acı bir tat bırakmıştı. Babasını o da çok özlüyordu.

Göktürk nemlenen kirpiklerini hızla kırptı. "Nasıl dayanıyorsun abi?" ellerini yumruk hâline getirdi. "Hiç dönmeyecek birini nasıl bu kadar özleyebiliyoruz?" sesi titremeye başlarken konuşması gitgide cılızlaştı. "Neden babamız bizi bu kadar erken bıraktı ki..."

Akif Karan bir çocuk gibi oturduğu yerde küçülen kardeşine sarıldı. Yirmi yaşındaydı. O da çok büyük sayılmazdı. Babasızlığı iliklerine kadar yaşamıştı.

Kardeşine babalık yapmaya çalışıyordu. Annesinin omuzlarına yüklenen yükleri gocunmadan sırtlıyordu.

Babasının eksikliğini kapatmak isterken en çok kendisi yıpranıyordu ama bundan hiç şikâyet etmiyordu. Çünkü bu hayatta annesinden ve kardeşinden başka kimsesi yoktu.

Onlara sahip çıkmaktan başka bir şey düşünemiyordu. Babasını çok erken kaybetmişti ve yine birilerini kaybetmekten ödü kopuyordu.

"Senin yaşlarındayken ben de hep kendime bu soruyu sordum. Bir kez de görsek, on kez de o bizim babamız Göktürk. Yaşasa da babamız..." kardeşinin sarsılan omuzlarını daha sıkı sardı. "Yaşamasa da babamız."

Hafta sonu hızla geçip hafta başı geldiğinde okul için hazırlanılmıştı. Göktürk yalının bahçesinde müştemilatın olduğu kısma doğru küçük adımlarla ilerliyor, Duha'nın evden çıkmasını bekliyordu.

Duha kapıdan çıkmadan önce annesinin yanaklarını öptü. "Allah zihin açıklığı versin güzel yavrum," dedi annesi Hasibe. Duha annesinin güzel dileklerine gülümseyip ayakkabılarını giydi. Siyah okul çantasının saplarını omuzlarına geçirdi. Aksayan adımlarla kapının bitişiğindeki üç basamaklı merdiveni yavaşça tamamladı. Çimlerin arasından bahçe kapısına uzanan uzun ince taş yolu takip etti.

KOYU LÂCİVERT SEVDAWhere stories live. Discover now