28. İki İzmarit

En başından başla
                                    

Sonraki dört gün boyunca evde yalnız kalmıştı. Orta yaşlı sarışın Donna sabahları sekizde eve geliyordu. Bir aksilik yoksa altıda çıkıyordu. İki gün yanında küçük oğlu Oleg'i de getirmişti. Oleg dört yaşındaydı ve gürültücü bir çocuktu. Yine de evin içinde yaşam belirtisi görmek Bahar'ın hoşuna gidiyordu çünkü canı sıkılıyordu.

Kimsenin durup da ona olan biteni anlattığı yoktu. Amerika'da ne kadar kalacaklarını bilmiyordu. Ağustosta dönüp Şavşat'a gitmenin hayaliyle kavrulurken sorularına muhatap birini bulamamıştı. Refik bey bir daha eve gelmemişti. Bircan hanım uğrayıp duş almış, bir dizi telefon görüşmesinin ardından yeniden hastaneye gitmişti. Eray'a ne olmuştu, Eray'ın bütün evi tesir altına alan sorunu neydi, Oktay nasıldı... Aklına böyle sorular geliyordu elbette ama sorduğu sorulara kendi kendine cevap vermekten başka çaresi yoktu.

Sıcaktan uyumak zordu. Bütün gün hiçbir şey yapmamak onu yormuyor, yorgun olmayınca uyuyamıyor, bir de sıcak eklenince geceler hepten çekilmez oluyordu. Bu yüzden iki gecedir salonda uyuyordu. Televizyonu açıp altyazısız İngilizceyle yüzleşmek onu hazırlık sınıfına döndürmüştü. Kitaplık İngilizce kitaplarla doluydu. Sokaklar da İngilizce konuşanlarla. Yurtdışında olduğunu böyle anlamıştı. Bir de Donna'ya "merhaba" dediğinde kadının ayarsız diliyle "merhaba," deme çabası vardı. Donna Türkçe anlıyordu ama konuşamıyordu. Haliyle İngilizce konuşmak gerekti, değil mi?

Bazen bir paket çekirdek çekiyordu canı. Bilhassa sokaktan geçenleri izlerken. Karşılarındaki ev boştu. Onun yanındaki evin sakinleri sabah yedi buçukta evden çıkıyorlardı. Akşam da dokuzdan önce eve gelen yoktu. Yokuşun başladığı yerdeki mavi ev, sokağın en canlısıydı. Her sabah dört beş genç erkek evden çıkıp denize gidiyordu. Bazen yanlarına birkaç kız da ekleniyordu. Öğle vakti eve dönüyorlardı. Bahçelerinden gülüşmeler yükseliyordu. Kızıl saçlı bir kız her akşam evin önünden koşarak geçiyordu. İkinci akşamlarında Bahar verandada otururken, kapının önünde durmuş ve Bahar'a Oktay'ı sormuştu. Bahar onun ne sorduğunu anlamıştı da aklından geçenleri bir rahat söyleyememişti kıza. Kız da Bahar'ın İngilizce bilmediğini varsayarak "Beni aramasını söyle, olur mu?" demiş ve koşmaya devam etmişti. Eli bir telefon gibi kulağına gitmiş, vücut diliyle Bahar'a derdini anlatmaya çalışmıştı. Oysa Bahar anlıyordu. Ama tepki vermek zordu.

Üçüncü gün Bahar da sabahın körü koşan ve yürüyen insanların peşine takılarak sahile inmişti. Badminton kulübünün önünde bir sürü güzel araba ve şen şakrak gençler görmüştü. Kızlar güzel, erkekler yakışıklıydı. Karşıdaki parkta bir süre oturup içeri girip çıkanları seyretmişti. Sonra caddeyi geçip sonsuzmuşçasına uzanan sahille karşılaşmıştı. Ayakları kuma değdiğinde heyecanlanmıştı. Spor ayakkabıyla yürümek zor gelince ayakkabılarını eline alıp kaybolmadığından emin oluncaya değin yürümüştü. Büyük okyanusla ilk karşılaşmasıydı bu. Yer yer insanların havlu serip suya koşuşunu izlemiş, bazen serdikleri şiltenin üzerinde bir şeyler atıştırıp sohbet eden insanlara gıptayla bakmıştı.

Burnuna gelen güzel kokuları takip edip birbirinden güzel restoran, kafe ve küçük pastaneler görmüş, sonra cebindeki Türk liralarının burada işlevsiz kaldığını anlamıştı. İyi de doları nereden bulacaktı?

Bu yüzden kilometreler boyu yürüyüp gördüğü müze tabelalarından, ne olduğunu anlamadığı binalardan, kafelerden ve açlığından uzak durup marketlere girip çıkmış, sahilde ve parklarda oturarak günü yarılamıştı.

Yine de en büyük eksiğini sorsalar gözünü kırpmadan telefon derdi. Türk hattıyla burada bir şey yapması mümkün değildi ama asıl sorun bu da değildi. Mesele annesini arayamamaktı. Evde internet varsa bile annesine internet üzerinden ulaşması mümkün değildi ki!

Uyumadan Önce Tuttuğum DilekHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin