track #3 • take me to church

64 10 34
                                    



HOZIERtake me to church





19 Nisan 1992
Seoul, GÜNEY KORE











𝓖özler, kalbin aynasıdır. Ne de dehşete düşürücü bir sözdü bu.

Kalp; binbir bahçeden binbir özenle topladığınız en lezzetli, en sulu, en güzel meyveleri koyduğunuz o şirin, hasır sepetlere benzerdi. Ne güzel kurdelelerle süslerdiniz onu. İçine yerleştirdiğiniz o yığınla meyveyi yemeye kıyamaz, üzerine göz alıcı renkte bir örtü örter ve elinizde olsa hepsini ebediyet bile sona erene dek saklardınız.

Ancak olmazdı. O bir vakit güzel görünen meyveler elbet bir gün kurtlanır, çürürdü.

Tıpkı bunun gibi, başında ne halde olursa olsun, kalbe yerleşen bir şeyler hep çürürdü. Kalp, içinde bir şeyleri uzun süre tutmaya elverişli değildi çünkü—ve hiç olmamıştı da. İçinde barındırdığı sevgiyi de çürütürdü kalp, özlemi de, hayranlığı da, gururu da. Kalbe değen her zerre, lanetlenmeye mahkumdu.

Böylesi pis bir yerin ne diye bir aynası vardı? Böylesine lanetli bir yerin sonsuza dek gizlenebilmesi gerekirken, bir çift göz niçin aralıyordu orayı örten kapıları?

Erganun*'un cennet gibi hissettiren enstrümantali, ilahiyi dillendiren kilise korosunun sesini büyük bir zarafet ile böldüğü sırada beyazlar—ve terler—içindeki Park Seonghwa, onları cennetten yansıma bir gurur ile izlemekte olan pederin gözlerinin içine bakmak şöyle dursun, bakışlarını adamın yüzüne bile değdirememişti.

Anlar diye. İçinde bir çığ gibi büyüdükçe büyüyen yığının önünü alamayışını, kendi kor ateşinde alev alev yanışını, geceleri uyku kırıntılarını tek tek yerden toplayışını—ve yeniden etrafa saçışını—, gözyaşı niyetine gözlerinden süzülen benzinin yangınını günden güne daha da körükleyişini.

Yüce Tanrı'ya yazılmış ilahiler dudaklarından damla damla dökülürken bir başkasını düşündüğünü. Ya da İsa'nın dönüştürdüğü şaraptan bir yudum ile bir genç adamın iki dudağını bir tutuşunu. Her şeyi.

Park Seonghwa; o aynaları kıracağını ve kalbini görünmez kılacağını bilse, gözlerini sonsuzluğa kapatmaya hazırdı.

İnci gibi sıra sıra dizildikleri sahnenin hemen karşısında, kilisenin heybetli duvarlarına monte edilmiş çarmıha gerili İsa heykeline bakmak, kuzgun saçlı genç adama sanki tenine geçirilmiş irili ufaklı dişler varmış gibi hissettirmişti. Başını çevirdi.

Yüzlerini baştan aşağı kaplayan büyük gülümsemelerle koronun ezgilerine eşlik eden kilise topluluğunda boş boş gezdirdi bakışlarını sonra. Annesiyle babasını seçebildi gözleri, lâkin onlara da bakamadı.

Koronun sesleri yükseldikçe kilisenin boş kalmış köşelerinden yankılanıyordu.

Her gece görüyordu artık onu. Gözlerini yumdu.

Her gece bambaşka bir şarkı dinletiyordu Hongjoong ona. Her gece bir başka öpüyordu o da onu gözlerinden, dudaklarından, ellerinden. Bazen öpmekle kalmıyordu: Dokunuyordu, sarıyordu, sarmalıyordu. Uzanıyordu yanına. Saçlarını okşuyor, elbiselerini sıyırıyor, sanki aralarındaki milyonlarca atom uzaklığı kapatmayı arzuluyor gibi biraz daha yaklaşıyor, yapışıyordu tenine.

İlahiyi söylemeyi sürdüren korodan Seonghwa'nın sesi eksildi birkaç saniyeliğine, kaygıdan daralmakta olan göğsüne derin bir nefes çekmeye uğraştı. Lâkin nafile, nefes almaya aç göğsüne kazık oturmuş gibiydi.

You've reached the end of published parts.

⏰ Last updated: Jul 18, 2023 ⏰

Add this story to your Library to get notified about new parts!

paraluman • seongjoongWhere stories live. Discover now