60.BÖLÜM

19.4K 611 803
                                    

SINIR;
 
•270 oy
•500 yorum
 
(Bölümü okumaya başlamadan önce vote atmayı ve okurken satır aralarına yorum yapmayı unutmayınız. Böylelikle, sınır daha çabuk geçilebilir.)
 
Maria?
 
Eric?
 
Kafamın içinde naralar atan iki isim işte tam da buydu. Maria ve Eric!
 
Tahmini olarak ne kadar süre boyunca yatağımda merak içinde oturarak, elimde bulunan ve yazılarının bir kısmı silinmiş, yıpranmış kâğıda baktığımı kestiremiyordum. Kâğıda yazılan el yazısı öyle uzun süredir yazılmıştı ki, kâğıt oldukça kırışmıştı.
 
Fakat üzerinde kafa yorduğum en büyük konu: Eric'ti.
 
Arjin'in geçmişte, İtalya'dayken, üniversitedeki psikoloji konuşmacısından bahsetmesi... O kişinin adının da Eric olduğunu söylemesi... Üstelik bu notta da, Eric'ten söz etmiş olması. Daha şaşılacak olan ise ağabeyimin çekmecesinde bulunan bu notun varlığı.
 
Daha dün ise, ağabeyimin telefonda birileriyle İtalyanca konuşması, olacak iş değildi. Kafam allak bullak olmuştu. Zihnime bir fikir yerleşmişti ama buna hiç mi hiç ihtimal vermiyotrdum. Nedense bir anda, beynime giden tüm yolları bu fikir istila etmişti: Arjin'in bahsettiği psikoloji konuşmacısı Eric'in, aslında ağabeyim olduğu.
 
Bu düşünceyi kendi kendime sesli bir ifadeyle dile getirdim. "Daha önce, üniversiteden dönerken, Arjin'in öve öve İtalya'daki bahsettiği psikiyatris, namıdiğer - psikoloji konuşmacısı - ağabeyim olabilir miydi? Diyelim ki öyle, bu mantığa uymuyordu." dedim ve beni birilerinin dinleme ihtimali varmışcasına birdenbire sustum.
 
Umarım az önce yüksek sesle konuşmuyorumdur. Yoksa birileri duyabilirdi. Bahsettiğim birileri ise, ağabeyimdi. Sonuç itibariyle odalarımız karşı karşıyaydı. O yüzden duyma ihtimali de epey yüksekti.
 
Evet, mantığa uymuyordu çünkü ağabeyimin adı Eric değildi. Üstelik, o yalnızca psikiyatristi. Üniversitelerde psikolojiye dair konferanslar verme yetkisine sahip olamazdı.
 
Benzemesi bir yana dursun, İtalya konusunda bir kez olsun bile söz etmedi. Eğer öyle olsaydı, zamanında İtalya'da bulunduğundan ve orada yaptıklarından bahsederdi. Öyleyse, ağabeyim ve Eric'in uzaktan yakından alakaları yoktu.
 
Eric konusu ile ilgili meraklarım bir kenarda dursun. Maria kimdi peki? Balodan, sarhoş olmasından bahsetmesiyse cabası! Mantığım beni terk etmişcesine olaylara akıl sır erdiremiyordum. Her şeyi tamamen geçtim, bu kâğıdın, ağabeyimde ne işi vardı?
 
Bu mektup, Maria tarafından Eric'e yazıldıysa, ağabeyimin eline nasıl geçmişti?
 
Ellerimin arasında duran, yazılarının epey yıllar öncesinde yazıldığı bariz ortada olan kâğıda, dudak büzüp baktım. Nedense bu işin, Arjin'le de ilgili olduğunu düşünüyordum. Çünkü Eric ve psikoloji hakkında yaptığı konuşmalar sayesinde konferanslar düzenlemesi, yalnızca aklımda tek isim oluşturuyordu: O da Arjin'di!
 
Avurtlarımı iyice şişirdim. Bu işi kesinlikle öğrenmeliydim, en ince teferruatına kadar! Kapının birdenbire aralanmasıyla, korkuyla kaplanan gözlerim, kapıyı açan kişinin sahibine ilişti. Elimdeki kâğıdı refleksle mor kılıflı yastığımın altına ittim.
 
Ucuz kurtulmuştum, beni görmediğine emindim! Görseydi kim bilir neler olurdu?! Laptopun, çevirisi kısmında, kâğıttaki her şeyin virgülüne değin yazan ekrana irileşen gözlerle bakarak eş zamanlı kapattım bilgisayarı. Sertçe yutkundum ve gözlerimi yeniden, kapıda duran ağabeyime çevirdim.
 
Duş aldığı için ıslak görünen koyu kahverengi saçlarının bir perçemi, gözlerinin önüne düşmüştü. Gözlerini sökün ettirerek üzerimde dolandırıyordu. Kapının pervazına yaslanarak, bu durumdan gayet rahat biçimde, "Ne o? Pek telaş içindesin."
 
"Hiç, bir anda içeriye girince korktum sadece."
 
Pat diye cümleler dudaklarımdan dökülüverdi. Düşünmeden ve panik yapmadan cevap vermeme ben bile şaşmıştım doğrusu.
 
Yanaklarında, kendisine hoş ve karizma imajı veren hafif çıkmış sakallarını sıvazladı. Ek olarak gülümseyerek bir çırpıda, yatağın etrafından dolanıp yanıma oturdu.
 
Yanağıma uzanıp, beni öptüğünde kaşlarım önce hayretle havalandı. Daha sonra çatıldı. Bir şey mi olmuştu bugün buna? Bipolarlığın zirvesini de geçmişti yaptıkları.
 
Bir insanın gün içinde mütemadiyen değişim için de olması, hele ki ağabeyimin davranışları gibi değişken olması, akıl kârı değildi.
 
Evet, evet. Sanırım içmişti. Bu yüzden böyle davranıyordu. Aksi takdirde başka bir açıklaması olamazdı bunun. Var mıydı yoksa? Pek değil gibi.
 
"Bunu neye borçluyum?" diyerek, işaret parmağımla yanağımı işaret ettim, beni öpüşünü ima ederek.
 
Ellerini saçlarına daldırarak sıkıntı içinde nefesini üfledi. "Özür dilemek diyelim biz buna." Kendini yatağıma iyice yaydı.
 
Boylu boyunca uzandıktan sonra, her iki elini de başının arkasına aldı. "Öfkemi kontrol edemediğim için, sana söylediğim sözlerden dolayı beni affet. Bağırdığım için de öyle."
 
Hâlâ şaşkınlığın eşiğinde ona bakıyordum. Gerçekten de af dilemişti! "Başımıza taşlar yağacak." deyip burun kıvırdım.
 
Ardından, öfke nöbeti geçirmeden önce ona karşı ağzıma aldığım kötü sözlerden dolayı pişmanlık duymuştum bir anda. Çekingenliğim birdenbire devreye girdi.
 
"Aslına bakarsan, benim de senden kalır pek bir yanım yok. Hakkında ileri geri konuştum. Kaba ithamlarda bulundum. Ne olursa olsun bunu yapmamam gerekirdi. Özür dilerim."
 
Tebessümle başının altındaki ellerini yanına sarkıttı. Kollarını açarak yanına gelmemi işaret ettiğinde, mutlulukla ağabeyimin yanında buldum kendimi. Tek kolumu onun bedenine sarıp, bir şeyler söylemesini bekledim.
 
Başımın altında bulunan kolunu değil de, sair elini kullanarak saçlarıma elini atıp okşadı. Burnumu, üstündeki koyu mavi tişörtünün kumaşına sürttüm.
 
Dolan gözlerimi saklamaya çalışarak kapattım, burnumu dolan hoş kokusuyla. Bu anın gelmesini hayatım boyunca minnetle beklemiştim. Kendimi gerçek aile ortamında hissetmek ve onların - gerçek ailemin - sevgisine boğulmayı yeğlemiştim.
 
İşte şimdi buradayız içimdeki küçük kız. Olmamız gereken yerde. Yıllarca ailesinden sevgi görmeyi istediğini söyleyen sen değil miydin? Yaralarını sarmak için seni seven bir aileye sahip olmak isteyen de sendin. Öyleyse duy, yaralarımızı saracak o aileyi bulduk, ailemizi bulduk!
 
"Kardeşim." diye fısıldadı. Gözlerimi açmak istemediğimden, mırıldanarak karşılık verdim. Kısık sesli gülüşünü duyduğumda, başımı kaldırarak kaşlarımı çattım. Göz kapaklarım nihayet aralanmıştı.
 
Dudaklarını alnıma yaslayıp öptü. Yüzümü tek avucunun arasına alarak, "Bakışların, konuşma üslubun, ve gözlerin... Tıpkı babam gibisin. Ona öyle benziyorsun ki."  İç çekerek, ek cümlesini dile getirdi. "Keşke şu an yaşasaydı..."
 
Heyecanla atıldım söze. "Ona çok mu benziyorum? Söylesene, nasıl biriydi? Gözlerim de mi ona benziyordu? Ben gözlerimin maviliğini annemden aldım sanıyordum. Peki, eğer yaşasaydı beni sever miydi?.."
 
"Dur." diyerek homurdandı, ardından güldü. "Tüm sorularını cevaplayacağım. İlk önce nefes al istersen. Ve elbette, seni severdi."
 
Heyecanımdan ötürü saçmaladım. "Nefes nasıl alınıyordu? Unuttum!"
 
Aptal mısın? Bakışları attığında neşeyle gülümsedim. "Şaka yapıyorum." diyerek kesik nefesler aldım. "Anlatır mısın şimdi? Babam nasıl biriydi?"
 
Dinginlikle sorduğum soruyu, memnuniyetle yanıtladı. "Yönlerinizin neredeyse hepsi aynı. Yürüme biçimin, yemek yeme üslubun,  konuşma tarzın ve hatta sinirlendiğinde yüzünü alan ifade bile, babamızın sinirlendiğinde şeklini alan yüz ifadesiyle aynı. Her defasında, bana onu hatırlatıyorsun. Sen, Yekta Ergin'in tıpatıp aynısısın." deyince mutlulukla haykırdım.
 
"Demek, adı Yekta'ydı!"
 
Başını usulca salladı. Aynı anda da dudakları yukarıya doğru kıvrıldı. "Öyle." diye fısıldadı.
 
Ortamı daha da neşelendirmek adına, "Annem ve babamın mavi göze sahip olmasına rağmen, nasıl olur da kahverengi gözlerim olur, diye düşünmüyor değildim. Arada bir evlatlık hissediyordum kendimi." dedikten sonra gülümsemesini sürdürdü.
 
Ardından gözlerini devirerek, "Ailedeki diğer kahverengi gözlü üyeler sağ olsun. Onların eseri." Gözlerini işaret ettiğinde, neşeyle şakırdadım.
 
"Bence gözlerin çok güzel! Kahverengi gözlere sahip olan insanların, farklı bir çekiciliğinin olduğuna inanırım."
 
Sırıtarak, atıfta bulundum ek olarak. "Zümrüt yeşili gözlere sahip olan insanların da öyle."
 
Arjin'in adını işitmesiyle, gözlerinin önünden bir heyecan dalgası geçti. Dudaklarını ıslattı, bakışlarını üzerimden çekmedi.
 
"Çok haklısın." Dudaklarını kıpırdatarak fısıldamıştı. Dudaklarına yerleştirdiği gülümseme, annemin, elindeki terlikle odaya girmesiyle son buldu.
 
Ağabeyim, rahat biçimde yatağa daha da yayıldığında, annem çoktan başımızda dikilmişti. Onun arkasından odaya Derin'de girmişti. Sırıtarak ağabeyime bakıyordu. Hiç de iyi şeyler olmayacaktı besbelli.
 
Yerimde doğrulup, "Anne, o elindeki de ne öyle? Ayrıca neden onu eline aldın? Bıraksana..." Cümlemi daha tamamlayamadan, elindeki terlikle ağabeyime hafifçe vurdu annem.
 
Derin, kahkahalara boğulurken, gülmemek için dudaklarımı dişleyerek savaş veriyordum. Ağabeyim, ise yüksek tanıda gülerek yatakta doğruldu.
 
"Seni mendebur seni! Demek, kapıyı üstüne kilitleyip, ortalığı yıkar dökersin ha? Ne denli endişelendiğimden haberin var mı? Terliği ye de, aklın başına gelsin!"
 
Derin, kendini yatağıma atarak yanımızda bitti. Ağabeyim sırıtarak anneme bakıyordu. "Sakin ol Lorin reis. Ortada endişelenecek durum yok..." Ve ardından, bitirilmesi tamamlanamamış cümleden sonra bir terlik daha.
 
Annem, hiç de acıtmayacak derecede  vuruyordu. Zaten ağabeyim de bu vaziyetten hoşnutsuz değildi. Aksine, kahkaha atarak anneme takılıyordu.
 
"Allah seni davul etsin inşallah. Bir gün annesiz kal da aklın başına gelsin." diyerek ağabeyime beddualarını saydırıyordu.
 
Ve ardından, annelerin o çok klasik lafını söyledi. "Elde de çocuk var!"
 
Ağabeyim yataktan uzaklaşıp, annemin karışısında durdu. Onun yüzünü avuçlayarak, yanaklarından öptü. Derin'le ikimiz, yatak başlığına sırtımızı yaslayarak, bir film gibi onları izliyorduk. Tek eksiğimiz çekirdekti.
 
Uzun uğraşlar sonucu, annemin gönlünü bir şekilde almaya çalışmıştı ağabeyim. Başarılı da olmuştu. Havanın yavaş yavaş kararmasıyla, akşam yemeğini hazırlayacağını söyleyerek çıkmıştı annem odadan. Derin ve ağabeyim de onu takipleyerek beni odada yalnız bırakmışlardı.
 
Akşam vaktinin girmesiyle, kılmam gereken akşam namazını geciktirmeden kılmıştım, şükürler olsun ki. İnsanın içini öylesine huzurla kaplayan bir şeydi ki bu, tarifini edemeyecek kadar özeldi.
 
Umarım, bir gün namaz kılmayan insanlar da, namazın ciddi bir ibadet olduğunun farkına vararak, bir gün namaza başlarlardı.
 
Elime telefonumu aldıktan sonra, girdiğim sosyal medya mecrasında karşıma çıkan onlarca mesajla kaşlarımı çattım.
 
Emira, "ALLAH'IN LÜTUFLARI" grubunu oluşturdu.
 
Eklendiniz.
 
Arjin: O nasıl bir grup ismi lan? Başka bir şey mi bulamadın?
 
Emira: Canım istedi. Alla alla ya. Sana ne?
 
Arjin: Allah Allah* Olacak o bir kere. Gören de seni ilkokula gidiyorsun zannedecek! Güya Tıp Fakültesi okuyorsun.
 
Emira: allahım sen bana sabır ver!
 
Arjin: Allah lafzı özel isim kanka. Allah'ım, diyerek yazılır. Bir türlü öğretemedim sana. Çarpılacaksın bir gün.
 
Emira: Ya ne alaka, ne alaka? Ona bakılırsa sen de bugün dinden çıktın. En azından ben doğduğumdan beri Müslümanım elhamdülillah.
 
Kavga dahilinde olan mesajlarını gülerek okuyordum. Yade'nin attığı mesaja dikkat kesildim bu kez.
 
Yade: TDK'yi ağlattın Emira əçpdmclsəşıaıa
 
Emira: Sağol canım.
 
Arjin: -Sağ ol - ayrı yazılır.
 
Emira: Yok canım. Kim diyormuş?
 
Arjin: TDK
 
Emira: Valla bıktım şu TDK'den. Canı sıkıldıkça yazım kurallarını kafasına göre değiştiriyor. Öyle olmaz ki ama! Mesela yeşilzeytin bitişik yazılırken neden siyah zeytin ayrı yazılmak zorunda? Siyah zeytinin ne suçu var? Yazık değil mi ona, neden zeytin kelimesinden ayrılmak zorunda?
 
Yade: Kavganıza ara verseniz de, grupta varolan diğer arkadaşımızı da gruba dahil etsek, ne dersiniz?
 
Emira: Haklısın Yadeciğim. Evet, canım bestmateim Erva. Bu bizim ilk ve yeni grubumuz. Çıkmaya çalışan olursa döverim, haberiniz olsun.
 
Arjin: Asıl ben seni döverim.
 
Emira: Sus be! Neyse, ne diyordum? Hah, Yadeciğim, evinize en son geldiğimizde yediğim kekin tadı damağımda kaldı valla. Tarif ver, allah peygamber aşkı için.
 
Arjin: Allah* Büyük A ile!
 
Emira: TDK mısın sen ya?
 
Arjin: Evet, TDK'yim ve şu an senin yüzünden ağlıyorum.
 
Emira: Ha, ha, ha! Çok komik.
 
Yade: Tarifini de veririm ama sizin en kısa sürede gene evime gelmenizi isterim. Erva'yı da görmekten memnuniyet duyacağım. Bugün Arjin'in odasındayken, bize katılmasını isterdim doğrusu.
 
Emira: Serhat'da gelsin mi? O da kakaolu keki çok sever! Ha bu arada, Arjin'de bir şey anlatmadı. Neden bu kadar endişeliydin Erva? Ayrıca, Arjin'i nereye götürmüştün?
 
Arjin: Selena'yı çağırdık. Daha fazla soru sorma.
 
Emira: Yalancı! Siz 2 kişisiniz. Selena'yı çağırmak için 3 kişi olmanız gerek. Çıkarın ağzınızdaki baklavayı.
 
Arjin: Baklayı*
 
Emira: Her ne zıkkımsa işte.
 
Ne konuda ve nasıl açıklama yapmam gerektiğini bilmediğim için, tek kelime dahi yazmamıştım. Zaten Arjin, mesajları bir şekilde savsaklıyordu.
 
Arjin: Ağzımızda bakla falan yok. Ayrıca söylesene sen, Serhat ne alaka? Yade'nin evinde kız günü yapacağız bir kere!
 
Emira: Serhat kız değil mi zaten üxyblgff
 
Arjin: tM aplA
 
Yade: Sorun değil benim açımdan. Bugün Serhat'la tanışma fırsatı buldum, sizin evinizdeyken. Kendisi oldukça kibar biri. Evime gelmesi de sorun olmaz. Ayrıca bol kakaolu kek yaparım :)
 
Emira: Sarmayla dolma da yap. Bayılırım onlara. Sizin yöreye ait yemek falan ne varsa da yapabilirsin. Her türlü damak zevkine açığım. Ha bu arada, Serhat için kibar demeler falan, hayırdır, ne oluyoruz Yade?
 
Yade'nin bunu okurken ufak çaplı bir şok geçirdiğine eminim. İyi niyetli söylediği cümle, başına fena hâlde patlamıştı.
 
Yade: Ben o anlamda söylemedim. Yemin ederim. Sadece insani olarak onu sevdim. Daha ötesi yok. Kendisini olmayan ağabeyim olarak sayıyorum. Eminim ki o da beni kız kardeşi olarak görüyordur.
 
Emira: O kadar emin olma Yadeciğim. Onun seni ne olarak gördüğünü zaman göstererek. Ayrıca abi deme lazım olur.
 
Arjin: +31
 
Emira: mbknlnkfr
 
Yade: Aşk meselelerine girmek istemiyorum. Bu konu hakkında daha fazla konuşmasak?
 
Emira: İlk kez, yazım hatamı düzeltmedin Arjinciğim. Tebrikler.
 
Arjin: En azından, kendi yazım yanlışını fark etmişsin. Bu da bir başarı.
 
Emira: Sus.
 
Arjin: Mal.
 
Emira: Efendim.
 
Arjin'in bir şeyler yazmasını bekliyordum fakat yanıt gelmemişti. Emira'da, bu kez bana ithafen mesaj atmıştı.
 
Emira: Çevrimiçi görünüyorsun Erva. Ama hiçbir şey yazmamışsın :(
 
Arjin: Çevrim içi* Ayrı yazılır.
 
Emira: Ama WhatsApp'ta öyle yazıyor.
 
Arjin: Onlar yanlış yazmış aşkım. Çevrim içi ayrı yazılır.
 
Emira: Kim diyomuş ya?
 
Arjin: TDK.
 
Emira: Başlatma be TDK'ne. Ayrıca inanmıyorum ben buna.
 
Arjin: Kızım, koskoca TDK, ayrı yazılır, diyor. Ne boş yapıyorsun?
 
Emira: TDK, koskoca WhatApp'tan daha mı iyi bilecek? Birleşik yazılır o bir kere!
 
Onlar yazım yanlışı konusunda tartışadursun, bense telefonumu sessize alıp yatağımın üstüne atarak çıktım odamdan.
 
Aşağıya indiğimde, beni halihazırda donatılmış bir masa karşılamıştı. Güzel sohbetler eşliğinde geçen akşam yemeğinin ardından, masayı toplamak için ayaklanmıştım.
 
Herhalde yediği bir yiyecek dokunmuş olacak ki, ağabeyim de masanın toplanması konusunda yardım etmişti bana. Başımıza taşlar yağacaktı!
 
Yağız'ın alışveriş merkezinde parmağıma taktığı yüzüğü tüm aile görmüştü sanırım. Annem ve ağabeyim, yüzüğü bana Yağız'ın verdiğini tahmin etmişe benziyorlardı. Neyse ki bu sebeple beni yadsımamışlardı.
 
Mutfaktaki işlerimi hallettikten sonra, gelgelelim Yağız'ın yanına gitmeye... Sabahtan beridir bunun için endişeliydim. Ne olacaktı şimdi?
 
Açıkça söylemek gerekirse, ne halt yiyecektim?
 
Alışveriş merkezinde, bir anda içimdeki azgın Erva ortaya çıkmıştı. Üstelik, ben Yağız'a, onun odasına geleceğimi söylemiştim. Rezillik ötesiydi!
 
Ayrıca, bir yandan da onun yanına gitmeyi istiyordum. Fakat diğer yarım ise, gitmemem gerektiğini fısıldıyordu kulağıma.
 
Sen, o diğer yarını dinleme. Beni dinle! Şimdi tabanları yağla ve Yağız aşkımı bekletme.
 
Bu bir emir mi?
 
Yok canım, sadece küçük bir rica.
 
Yağız aklıma geldiğinde, içim ihtirasla titredi. Kendine gel Erva! Onun hayali bile aklını başından almamalı... Olmuyordu ama. Onu düşünmek bile içimde bir şeyleri harekete geçiriyor, daha önce hiç deneyimlemediğim duygulara kaptırıyordu.
 
Her zamanki gibi, yemekten sonra tüm ailenin fertlerinin toplanarak çay içme faslı başlamıştı. Çayı bir yandan içip, bir yandan da, "Çay gibisi yok." diyerek koltuklarını kabartmış anneme gülümseyerek baktım.
 
Yaklaşık 2 saattir, annemle sohbet ediyorduk. Onunla hakkında yüzlerce bilgi edinmiştim. Tabii, şu an için o da benim hakkımda oldukça kanıya sahip olmuştu. Gerçek anne - kız sohbetine dem vurmuştuk. Mutluydum, ailem yanımdaydı. Daha ne isteyebilirdim?
 
Tam karşımda duran ve sinirlerimi yüksek derecede bozan saatin tik tak seslerine göz devirerek oturduğum siyah tekli koltuktan kalktım.
 
Ağabeyim ve Derin, birbirlerine, koyu ve çocukça sohbetleriyle öyle odaklanmışlardı ki, açık televizyondan yükselen seslere karşı, hayali tıkaçlarını tıkamışlardı.
 
Onlardan gözlerimi alıp, duvardaki saate gözucuyla baktım. Akşam 9'a geliyordu. Kuruyan dudaklarımın üstünü dilimle sıyırdım. Adımlarımı merdivenlere yöneltmek üzere attığımda, annemin şefkat dolu sesini işittim.
 
"Nereye, güzel kızım?"
 
Ona yüzümü dönerek gülümsedim. "Uykum geldi anne. Odama gidiyordum." dedim, içimde gerçekleştirmek üzere plânladığım emellerimi inkâr ederek.
 
Mavi gözlerini gülümseyerek bana dikmekte ısrar ederek, "Anneni öpmeden mi gidiyorsun yoksa?" Cümlesinin sonlarında, sesi kızgın tondaydı. Lakin benimle alay ediyordu. Kızgınlığı tamamen sahteydi.
 
Hızlı adımlarımla onun önünde bittim. Yanağına eğildim. Minik bir öpücük yanağına bahşettim ve kendimi geri çekip, "İyi geceler anneciğim." diye mırıldandım, eş zamanlı tebessümümü dudaklarıma yerleştirerek.
 
"Şev baş." diyerek yanıt verdi bana. Kürtçe dilinde, iyi geceler, dileyerek. Annemin karşısındaki koltuğa döndüğümde, koltukta oturan Derin ve en az onun kadar meraklı bakışlar eşliğinde beni izleyen Azat, bana bakıyordu.
 
Önce Derin'in yanağını sulu sulu öptüm. Kıkırdayarak beni karşıladı. Ve ardından, her ne kadar yapmakta tereddüt içinde olduğumu hissetsem de, ağabeyimin de yanağından çekinerek öptüm.
 
 Yaptığım bu jesti, ters karşılayacağını düşündüğümden böyle davranmıştım. Geri çekilip, hızla merdivenlere kendimi attığımda ağabeyim arkamdan bağırdı.
 
"İyi geceler, kardeşim!"
 
"İyi geceler!" deyip güldükten sonra, kendimi merdivenlerin başında buldum. Elbette amacım odama kapandıktan sonra kendimi yatağıma atıp, sabaha dek rüyalar görüp uyumak değildi.
 
Amacım, şehvet duygumun ön plâna çıkmasıyla beraber, Yağız'ın yanına gitmek istememdi. Bu yüzden gizlice evden çıkmanın yolunu da bulmam her halükârda olasıydı.
 
Merdivenlerden sessizce inmiştim. Koltuklara gömülüp, televizyon izleyen herkesin sırtı bana dönüktü. Bu nedenle beni görmeleri imkânsızdı.
 
Elbette ki, evin kapısını kullanmayacaktım, dışarıya çıkmak için. Daha iyi fikirlerim vardı. Tabii, bunun dışında sabah eve erken geldiğimde kilitli kapıyı açmak için evin anahtarını yanıma almayı unutmamıştım.
 
Mutfak, merdivenlerin yanı başında olduğu için, otomatikman girmem de kolay olmuştu oraya. Hem de, kimse beni görmeden! Çünkü mutfağın cephe tarafına da, arkaları dönüktü.
 
Verandayla bitişik, karanlık mutfağa girdim. İçeriyi yalnızca ay ışığı aydınlatıyordu. Mutfağı da aşarak verandaya çıkmıştım. Üstüme giydiğim eşofman takımım çok ince olduğu için, hafif esen rüzgârın etkisi altına alınmıştım.
 
Tenime nüfuz eden rüzgâr beni ürpertirken, kollarımı birbirine sardım. Verandanın en uç tarafında, bahçeye inen küçük ve birkaç basamaktan oluşan merdiven bulunuyordu. Hiç düşünmeden, alelacele merdivenleri inerek kendimi evden uzaklaştırdım.
 
Yağız'ın evinin etrafını çepeçevre saran ve bir o kadar da içime ürperti dolduran siyah giyinimli, tıknaz yapılı korumalara baktım. Hepsinin başı yere eğikti, geleceğimi biliyorlarmış gibi.
 
Yağız'ın evinin bahçesine girdiğimde, az önce izah ettiğim gibi, tıknaz yapılı korumaların, eğik başlarını yerden kaldırdıklarını gördüm. Fakat buna rağmen bir kez olsun bana bakmamışlardı. Hayretle havalanan kaşlarım, aynı şekilde kalmayı yeğlerken, onların bu hareketlerine şaşıp kalmıştım.
 
Umarım aklımdan geçen şey olmuyordur. Umarım, Yağız onları, bana bakmamaları konusunda tembihlememiştir. Fakat bu gördüklerimin başka bir açıklaması olamazdı.
 
 Çünkü yüzlerce adam, onların önünden geçerken başlarını aynı anda eğip, ben bahçeye girdikten sonra aynı anda kaldırmışlardı.
 
Yağız'ın kıskançlık derecesine dil uzatırken; aklıma, hastanede onun yanında refakatçi olarak kaldığımda, ilaç almak için eczaneye gitmem ve odaya girmemle, hemşire sırf işi gereği serum takmak için eli, Yağız'ın tenine değdiğinden, büyük bir curcuna çıkardığım gelmişti. Ben de kafayı sıyırmıştım!
 
Ayağıma giydiğim parmak arası terliklerimden dolayı, ayak parmaklarımın arası acıyordu. Fakat bu acıya alışık olduğum ve bu tür terlikler giymeyi pek sevdiğim için buna pek de önem vermedim.
 
Islak ve yeşil çimlere bastığımda duyulan hışırtı, kapının tam önüne geldiğimde son bulmuştu. Aklımdan geçen fikirler beni, evin arka tarafında bulunan yangın çıkış kapısının önüne gitmeye sürüklüyordu.
 
Öylece kapıyı çalıp içeriye giremezdim. Ne yazık ki, ailemden gizli buraya geldiysem, bu olaydan yalnızca benim ve Yağız'ın haberi olmalıydı.
 
Hadi milletten sakladın, Allah'tan nasıl saklayacan be?
 
Göz devirmemek adına kendimi zor tuttum. Alt dudağımı dişledim. "Biz dini olarak evliyiz zaten. Allah'tan saklamam gereken bir durum yok." diye mırıldandım kendi kendime.
 
Ay, unutmuşum. Pardon. O zaman, istediğiniz kadar yiyeşebilirsiniz.
 
Alnıma vurup, evin arkasına rotamı belirleyerek yürüdüm. Yangın merdivenin önüne geldiğimde, kapıya elimi koyarak ittirdim. Elbette, yangın merdiveni olması dolayısıyla kapının açık olması gerekiyordu.
 
Yangın merdiveninden eve girince, kendimi polisiye kitaplarının içinde yer alan başrol karakterlerden biri gibi hissetmiştim. İllegal işlerde yüzen, azılı suçlulardan biriymiş gibi hissetmem de bunun üzerine eklenmişti.
 
Bu kez zihnime, kılmam gereken yatsı namazı gelmişti. İrileşen gözlerimle duvara bakıp düşündüm. Her ne kadar sizlere izah etmesem de, buraya gelmeden önce yatsı namazını kıldığım aklıma geldiğinde sırıttım.
 
Ölüm sessizliğine bürünen kasvetli ve karanlık oda, beni ürkütmüyor değildi. Birkaç adım attığımda, ayağıma çarpan sert cisimle, tam önümde yangın merdivenlerinin bulunduğu kanısına rahatça vardım. O nedenle, merdivenleri, etrafın zifiri karanlığa bürünmesine rağmen kolayca aşmıştım.
 
Bu merdivenler, çok fazlaydı. Maksimum beş basamakta bitiyor, fakat biraz daha yürüdükten sonra yeniden çıkılması gereken beş basamaklı merdivenler daha kalıyordu. Sanırım, bu döngü beş ya da altı kez devam etmişti.
 
Ayaklarım, çıkmaktan dolayı ağrımaya başlamıştı. Bu kez merdivenler bitmişti neyse ki. Dümdüz ilerlemem gerektiğinde, burnum sert bir cisme çarpmıştı. Hissettiğim acıyla gözledim yaşardı. Burnumu ovarak söylendim.
 
"Ne bu Allah'ın cezası?"
 
Konuştuğum anda, aydınlanmıştı her yer. Tavanda bulunan sensörlü lambadan yükselen ışık sayesinde, karşımda büyük bir kapının bulduğunu fark ettim.
 
Sinirle kapıyı açıp, içeriye girdiğim. Tabii, kapıyı ardımdan kapatmayı unutmamıştım. Salonun en köşesinde bulunuyordum. Evin tavanındaki avizelerden firar olan ışıklar tüm salonu aydınlatıyor, görünürde ise kimsecikler yoktu.
 
Muhtemelen herkes uyuyor olmalıydı. Herkes uyuyorken neden tüm bu aydınlatmalar açıktı?
 
Ciddi ciddi sorumun cevabını vermeye üşenerek, merdivenlere hızla tırmandım. Yağız'ın odasının önüne usul adımlarla geldiğimde, kapıyı yavaşça açtım.
 
Yalnızca abajurun aydınlattığı odaya geniş çaplı baktım. En son, bu odaya aylar öncesinde gelmiştim. Yağız'a aşkımı itiraf etmeden önce ve bu evde kaldığımda, ondan nefret ettiğim zamanlarda en son ayak basmıştım buraya.
 
Odaya girip, ardımdan kapıyı kapattım, sessiz davranmaya özen göstererek. Banyodan gelen su sesiyle bakışlarımın odağı orası olmuştu. Minik adımlarla yatağın yanına ilerledim ve yatağa kendimi atarak tavanı seyredurdum. Nasıl olsa birazdan çıkardı.
 
Kaç dakika, kaç zaman, onun banyodan çıkmasını bekleyerek tavana gözlerimi diktim bilmiyordum ama tahminimce yirmi dakikayı katettiğime emindim. Artık iyice sıkıldığımda, ellerimi yataktan destek almak için yatağa yerleştirdim ve doğruldum.
 
Yere ayak basarak, banyonun önünde buldum kendimi. Kapıya kulağımı dayayarak söylendim.
 
"Yağız? Ben geldim, on saattir bekliyorum seni burada. Çık artık, ağaç oldum."
 
Banyodan gelen yoğun su sesinin arasında, ıslık seslerini de duyabiliyordum. Bu erkeklerde adet mi olmuştu yoksa, duş alırken bir yandan da ıslık çalmak. Çünkü bugün, ağabeyimde de aynısına denk gelmiştim.
 
Birkaç dakika daha kapının önünde bekledim. Islık sesi kesilince iyice endişelenmiştim.
 
Kapıyı çalarak, "Müsait misin? Bak giriyorum." deyip duraksadım. Bu kadar zamandır duş alıyor olamazdı. İçimi kemiren endişe duygusuyla tasaya kapıldım. Banyoda başına bir iş gelmiş olamazdı, değil mi?
 
Bu düşünce aklıma gelir gelmez, endişe duygusunun ağır basmasıyla hareketlendim. Hızla kapıyı açarak, - tabiri caizse - içeriye daldım. Sıcak suyun oluşturduğu buhar yüzüme nüfuz ettiğinde burnumu kırıştırdım. Ve daha sonra... Yutkunmama sebebiyet verecek şey gerçekleşmişti.
 
Gözlerimi takılı kaldığı yerden çekememek ve aynı zamanda olduğum yere çakılarak bu görüntüyü teferruatlı görüyor olmak... Hangi farklı duygulara kapıldığıma karar veremiyordum.
 
Banyoya girdiğim için kendime lanetler okuyor, geriye doğru birkaç adım atıyordum. Gözlerimi kapatıp, aynı anda başımı başka bir tarafa çevirdim. Banyonun kapısını güç bela kapatıp çıktım oradan.
 
Bir yandan da, "Özür dilerim, özür dilerim!" diyerek ardı ardına sayıklıyordum.
 
Utanç içinde avuçlarımı yüzüme gömerek, kendimi yeniden yatağa attım. Bu kez yüzükoyun uzanarak. Zihnimi işgal eden düşüncelere engel olup, onu başımdan savamıyordum. Gözlerimi kapattığımda, az önceki görüntü, karşımda oluşan karanlık boşluğun önüne geliyordu.
 
Duş ahizesinden akan su saçlarını tamamen ıslatmış, saçlarından akan sular ise tanecikler hâlinde boynundan yol alıp son derece esmer ve bir o kadar da çekici vücuduna doğru süzülüyordu. Gözlerimin önünde tamamen, çırılçıplaktı!
 

İÇİMDEKİ TUTSAK (+18)Where stories live. Discover now