15

55 6 5
                                    

15| Kalıcı hüzünlerle taçlanmış sanki varlığım,

•••

Mustafa umudunu yitirdiği gün limon fidesi çiçek verdi. Mustafa'nın beli büküktü ama fidesinin serpilen omuzları yüzünü güldürdü. Hep böyleydi ya Mustafa, saf bir umutla hayata bağlı, yaşamının rengini bir limon fidesine bağlamış temiz bir gönül.

Dönüyor duruyordu etrafında. Suluyor, besliyor, sevgisini veriyordu ona. Günah değildi ya bir fideye tüm gönlünü vermek, öyle yapmıştı. Bir günaha batamazdı, ona en çok benzeyen dala sunmuştu her şeyini. Tehlikeli de bir sevgi değildi bu, yalnızca yıpratırdı. Çünkü günün sonunda batan güneşe küfrediyor, esen rüzgara gönül koyuyordu. Sevdi mi böyle severdi ya da severmiş. İlk defa fark ediyordu. Mustafa değişiyordu. Sevme şekli de değişiyordu. Fakat bu değişimin sebebine sorumlulukları diyemezdi. Çok daha derin mevzulardı.

Güne evde başlamıştı. Onca yolu teptikten sonra gerisin geri kulübeye dönmek nedendir zor görünmüştü. Bu yüzden kasveti burnunun direğini ağrıtan odasına sığınmış, bir saniye huzur yüzü göremediği uykusundan uyanır uyanmaz bulmuştu yine yolunu. Kahvaltısını bile etmemiş çıkıp gelmişti yine gerçek evine. Burasıydı artık onun evi, herkes öyle biliyordu. Sığamıyordu ki başka yere, kabul edilmiyordu.

Yapması gerekenleri yapmış, geçip de biraz soluklanmıştı ardından. Biraz uyuklamış çokça düşünmüş en nihayetinde acıkmıştı. Ağır ağır kalktı yerinden. Uzun bir sürenin ardından eli yüzü düzgün bir kahvaltı hazırladı kendisine. Biraz değer görmek istedi, kimden geldiği önemli değildi.

Henüz yeni oturmuş, birkaç lokma atıştırmıştı ki kendisine doğru yanaşan Aslı'yı fark etti. Yalnız da değildi ya, yanına iki küçük afacan almıştı. Yasin'in teyze çocukları olmalıydı, henüz kundaktan yeni çıkmış körpeciklerdi. Mustafa'nın o an yüzü gülmüştü tekrar. Severdi çocukları, kim sevmezdi ki zaten?

"Afiyet olsun Mustafa." Usulca içeri süzüldükleri sırada Mustafa da ayaklanmıştı. Onlara doğru yanaşırken sehpanın üzerindeki kahvaltılıkları düzeltiverdi.

"Sağolasın Aslı, gelin buyrun." demişti o sıra. Hemen tabak çanak eksiğini kapatıp miniklerden birini kucağına aldı. "Hoş geldin minik, hoş geldin." diye diye burnundan gıdıklıyordu. Küçük çocuğun kahkahaları arasından Aslı'nın sesini duydu sonra. "Yok yok, hiç bölmeyeyim ben seni, aç da değilim zaten. Bir uğrayayım, nasılsın diye bakayım istedim sadece."

"Olmaz öyle şey, kısmetinde varmış. Otur lütfen."

Israrın ölçülüsü makuldür. Bir red daha yiyecek olsa elbet uzatmazdı ama genç kızın da gönlü olacak ki diretmedi. Koltuğa otururken gülümsüyordu. "Çocukların yiyeceğini sanmam ama, iyi yedirdi anneleri. Dolansınlar bahçede biraz." dediğinde Mustafa da hala kucağında olan miniği salıvermişti çayıra.

Usulca geri oturdu yerine, arkadaşına ve kendisine taze birer çay doldurdu, yerleştirdi önlerine. Bir parça ekmek koparıp ortaya bıraktı, neşeyle eğlenen küçükleri seyretti. Kendi gibi iki afacanı seyreden Aslı konuştu en sonunda. Biliyordu çünkü, kendi konuşmasa Mustafa suskunluğunu bile fark etmezdi.

"Nasılsın Mustafa?" dedi. Bir yudum çay içti, az evvel toprağından koparılıp dilimlenmiş domatesten yedi. "Görünmüyorsun hiç."

"İş güç arasında fırsat mı oluyor? Ancak sen böyle gelip sürpriz yapacaksın ki bir oturup nefesleneyim." Ağır ağır yiyor ağır ağır konuşuyorlardı. Bilemedi Mustafa, ne kadardır biriyle oturup bir sabah kahvaltısı etmiyordu? Ne kadardır böylesi yalnızlığın içine düşmüştü de şimdi konuşacak tek bir kelime bulamaz olmuştu? Oysa şikayetçi olmadığını düşünürdü, severdi yalnızlığı. Artık haddini aşmıştı. Onunki yalnızlık değil kimsesizlik haline gelmişti. Konuşmadıkça konuşmayı, sevmedikçe sevmeyi unutmuştu.

"Daha sık yap diyorsun yani. Hay hay."

Bir süre sessizlik hakim oldu. Oradan oraya koşturan çocukları seyredaldılar. Unutmuştu belki Mustafa. Konuşmayı, açılmayı, sohbet etmeyi. Unutulur muydu sahi?

"Son zamanlarda sıkkın görüyorum seni." dedi nihayetinde Aslı. "Hoş, hiçbir vakit hayat sana gönlünü ferah tutacağın kadar cömert davranmadı ama daha durgun, daha hüzünlüsün."

"Bilmem," diye söylendi Mustafa. "Yani, sana öyle gelmiştir. İşler yoğun bu aralar." Geveledi durdu. Bilmiyordu ki gerçekten. Anlamıyordu. Canı mı sıkkındı? Evet. Her zamankinden farkı neydi peki? Onu da bilmiyordu. Doğrusu öğrenmeye çabalamazdı da.

"Bazı insanlar bana hüzünlü olmak için doğmuş gibi gelirler. Yani her şeyleri vardır, mutlu olmamak için hiçbir sebepleri yoktur ama hüzünlüdürler işte. Şiirsel bir hüzün. Durgunluk mu dersin sen buna bilmiyorum ama ben hüzün derim.İnce mi ince, derin mi derin." Gülümsedi Aslı, daha sonra Mustafa'nın yüzüne döndü. Gülümsemesi söndü bir an ve ellerini iki yana salladı hiddetle. "Yanlış anlama beni, hayatın sana ne denli hoyrat davrandığının bilincindeyim. Ama yıllar önce, hani sen okumak için şehre gittiğinde, güzel de bir iş bulup hayatını düzene soktuğunda tasasız bir Mustafaydın benim için.  İçinde ne yaşıyordun, bize belli etmediğin sorunların var mıydı bilemem. Ama hüzünlüydün. Daha doğrusu ben hüzünlü derdim Yasin durgun. Yalnız biz iki zıt fikirliyi ortak paydada buluşturan fikir senin hep bir yerlerde yalnızlık çektiğindi."

Yemekler bir kenara çekildi, çocuk cıvıltıları sustu. En azından Mustafa artık yalnızca kendi içine yöneldi, kendisini dinledi bir süre. Duyamadı. Oysa ki uzun süredir yalnız kendisiyle konuşurdu.

Eleştirilerden hoşlanırdı Mustafa. Kendisinde daha önce farkına varamadığı ancak dışarıdan bir gözün çekip kopardığı haylaz bir yabani ot gibiydi. Bu sözcükler eleştiri minvalinde sayılamasa dahi Mustafa dışarıdan böyle göründüğünü bilmiyordu. Ancak her zaman hissedip de kendine açıklayamadığı hislerin dışa nasıl döküldüğünü anlamıştı en sonunda. Onu üzen, kıran şeyler hep vardı ancak bunların onu yalnızlaştırdığını fark edememişti.

"Anlat Mustafa." dedi Aslı derin bir sesle. "Anlatmak kötü şey değil ki. Şikayet etmek de değil, yalnızca anlatmaktır. Bu kadar susmak insanı öldürür."

Biliyordu. Öldürüyordu. Yavaş yavaş içinde bir şeyleri öldürüyordu. Konuştu en sonunda. Çünkü yaşamak isteyen bir tarafı vardı hala.

"Büyük sorunlar olmadı daha önce hayatımda. İçinden çıkamadığım sorunlar değildi en azından. Son üç yıla kadar çaresizlik ne bilmezdim." Yüzünü ovuşturdu, elinin ağırlığı suratını delip geçti. "Ama ben hep kendimi... Yani hep ikinci plana attım. Üçüncü, dördüncü. O mutlu olsun, şu üzülmesin, bu kırılmasın. Abim üzülmesin, babam kimseye mahçup olmasın, annemin aklı bende kalmasın. Kötü şey değil. İnsanın ailesini düşünmesi çok doğal. Ama onlar seni senin onları düşündüğün kadar düşünmüyorsa,"

Bunları söylemek ailesini yeriyor gibi hissettiriyordu ancak susmadı. Çünkü anlatmak iyi gelmişti. Konuştukça sanki boğazındaki düğüm çözülüyordu.

"Sevmemek değil değer vermemek. Saygı duymamak. Abim üzülmesin diye en kırgın olduğum anlarda bile susarken o en ufak hiddetinde bende büyük yaralar açardı. Küfür kıyamet. Her zaman beni nankör olmakla suçlardı ben de nankör olmadığımı göstermek için her şeyimi onlara adadım." Ferhat'ın ölümünden önce de borçları olurdu. Mustafa kimseye duyurmadan kapatırdı. Annesi büyük oğluna kızar küçüğüne küserdi. Babası onun iyi olup olmadığını hiçbir zaman sormamıştı. Bunlar ağır şeyler değildi belki, yeri doldurulabilirdi ancak insanı yalnızlaştırıyordu.

"Abime o kadar kızgınım ki... Öfkem o kadar büyük ki. Ama ölüp gittiği için nefretimi kusamıyorum bile. Bağırıp çağırmak istiyorum, en azından birkaç sitem etmek. Beni buraya mahkum ettiği için ona kızmak istiyorum ama nankör olmaktan korkuyorum."

İlk defa bu kadar berraktı. Daha önce kendisine bile söyleyemediği sözleri bir başkasına söylemişti. Çoktan pişman olması gerekirdi ve hatta yavaşça yerini buluyordu ancak anlatmanın getirdiği o rahatlık paha biçilemezdi.

Bir süre içinin akıp gitmesini izledi. Bu sırada arkadaşının usulca kendisine sarıldığını ve "Her şey düzelecek." diye fısıldadığını idrak etti. Mustafa ağlayamıyordu onun yerine Aslı ağladı.

Çocuksun senWhere stories live. Discover now