10

57 8 4
                                    

10: Kimler uyandırdı içindeki kötü, kırık türküleri?

•••

Bazen gitmek istersiniz. Nereye gideceğinizi bilmeden, nasıl kaçacağınızı bilmeden. Yalnızca gitmek istemektir bu, âna hapsolup sıkışan. Varmak istediğiniz bir yer olmaz ancak koşar parçalarsınız dizlerinizi. Fakat her şeyden ziyade bu belirsizlik yakar insanın canını.

Nereye aitti Mustafa? Döndüğü yere mi yoksa ardında bıraktığı hayatına mı? Geriye dönse bıraktığı gibi devam eder miydi her şey? Eski yaşantısına devam edecek olsa silip atabilir miydi burada ruhuna atılan çizikleri?

Her şeyden önce, geriye dönmek mümkün müydü?

Mustafa için değildi. Onun için artık hiçbir şey eskisi gibi olamazdı. Çünkü Mustafa o eski dingin kişiliğini söküp atmış yerine deliliğin tohumlarını serpmişti. Hangisi gerçek kişiliğiydi? Sorun değil çözüm odaklı olan Mustafa mı yoksa henüz birkaç saat önce kendinden yaşça büyük bir adamın üzerine amansızca yürüyen bir serseri mi? İçinde taşıdığı iki farklı benlik vardı sanki.

Ne yapsa çıkamıyordu işin içinden. Nereye gitse bulamıyordu huzuru. Oysa öyle ihtiyacı vardı ki dinlenmeye, bir soluk nefeslenmeye. Her şeye kızgındı, varlığını sürdüren her bir şeye. Elinden gelse topraktan çıkan çiçeğe haykıracaktı öfkesini. İçine biriken öfke çok yoğundu, onu yiyip bitiriyor geriye kendinden bir şey kalmayana kadar sömürüyordu ruhunu. Bugün ilk defa öfkesini yansıtmıştı dışarı uzun zaman ardından. Ne olmuştu peki? Soğumuş muydu içi? Biraz bile. Biraz bile akmamıştı ki damlasın yere.

Her ne olursa olsun yaptığının doğru olmadığını biliyor, pişmanlığın ince ateşinde yanıyordu. Fakat o raddede kendisine nasıl hakim olabilirdi? Nasıl susup sindirebilirdi her şeyi? Abisi kalkıp savunamazdı ya artık kendisini, Mustafa ölüden bir farkı olsun istemişti. Suspus durmak, sineye çekmek uzun yıllardır kendisini de çevresini de alıştırdığı bir şeydi. Zaten bu sessizlikten almamış mıydı herkes bu cesareti? Mustafa ne ara bu kadar başına çıkardığını bilmiyordu insanları. Ne ara bu kadar görünmez olduğunu. Sustukça ezip çiğnemişlerdi onu.

Bir süre boş sokaklarda dolandı. Sokak lambalarının puslu aydınlığı göz pınarlarını kızıla boyayan acının altını çizercesine aydınlatmıştı çehresini. Ya gece soğuktu ya da Mustafa'nın içine biriken yaşlar onu üşütüyordu böyle. Kolları öyle usul usul titriyordu ki ciğerlerine doluyordu soğuk. Nereye gitse huzur bulamıyordu, arayacak kimsesi yoktu. Söylenecek bir çift söze muhtaçtı, oysa yakıcı sessizliğin gölgesi altında nefes seslerinden başka hiçbir söz duyulmuyordu. Kimsesiz hissediyordu, yalnızlık olamazdı bu. Kimsesizdi. Kimin yanına gitse, kimin yüzüne baksa, konuşsa, sussa, ne yapsa yine hissediyordu bu kimsesizliği.

Onu yargılayan insanlarla doluydu yanı. Bir kişi de anlamaya çalışmıyordu ya bunun için yanıyordu ciğeri. Umut dilenmekten bıkmıştı, hayal etmekten bıkmıştı. Ancak en kötüsü bu ya, bırakamıyordu. Bir an olsun hayal kurmayı bırakamıyordu. Zaten o da elinden uçup giderse kendisinden geriye hiçbir şey kalmazdı.

Telefonu çalmıştı birkaç defa. Konuşmak, titreyen ve ona her an aciz olduğunu hatırlatan ses tonunu duymak istemiyordu. O yüzden cevaplamadı ama ardından telaş etsinler istemiyordu. Bu yüzdendir kısa bir mesaj yazdı iyi olduğuna dair. Öfkesi çekilmiş geriye korkunç bir sakinlik bırakmıştı. Öyle de tehlikeli bir sakinlikti ki bu, annesi şahit olsa korkudan ağlardı.

Sahi, hangi fırtınanın habercisiydi bu parlak güneş? Ne yapacaktı? Atacak mıydı kendini şu tepeden? Yapabilir miydi? Kendi canına kıysa ailesine kıyabilir miydi? Tekrar kanatabilir miydi aynı yerden onları?

Yapamazdı. Her şeyden önce umuttu onu yaşatan. İnkar etse de umut ekiliydi içinin her yerine, son raddeye gelse dahi yapamazdı.

Gece yarısını geçe sürdü arabayı bahçeye. Arabayı park etti inşaatın oraya, el frenini çekti, motoru kapattı. Ancak çıkmadı dışarı. Öylece oturdu koltuğa sanki yapışmış gibi. Birkaç saat öylece, sanki bir ölü gibi durdu arabanın içinde. Elinin ucunda sallanan sigarasını bile ateşlemedi. Kör noktaya dalan bakışları ruhsuzdu. Ağlaması gereken noktada dökülmeyen yaşlar göz kenarlarını kırmızıya boyamıştı.

Hava aydınlandı, uzaklardan birkaç hayvanın uyandığını belirten seslerini duydu. Bir tepki vermiyor yalnızca oturuyordu öylece. Üşümeye devam ediyordu ancak bunun için de bir şey yapmıyor her şeyi olduğu gibi bırakıyordu.

Saat altıyı vurdu, bir köpek kuyruğunu bir o yana bir bu yana sallayarak külüstür arabaya sürtünüp geçti. Bir motor sesi yayıldı önce ıssız yolda, sonra hemen karşısında duran arabayı gördü Mustafa bakmadığı halde. Arabanın içinden inen Yetkin ilişti gözüne. Genç adam yavaşça kapattı kapıyı, bir süre boş sokakta gezindi bakışları sonra alçak bahçe duvarının ardından görünen kulübeye dikti gözlerini. Yetkin oraya bakarken ne görüyordu bilinmez ancak içeride olduğunu düşündüğü Mustafa tam arkasında kan oturmuş gözleriyle kendisini seyrediyordu.

Birkaç dakika ne Yetkin kulübeden ayırdı bakışlarını ne de Mustafa ondan. Tâ ki Yetkin en sonunda derin bir nefes alıp arkasına dönene kadar. Adımlarının yönü inşaatı gösteriyordu ancak arabanın içinden kendisini izleyen gözleri gördüğünde olduğu yere çivilenmişti. Önce neden orada olduğunu sorgular gibi gezindi suratında şaşkın bakışlar ardından ise tamamı bir yaradan ibaret olan bu sûrete bakakaldı. Şimdi bomboş yolda iki genç uzun mesafelerin ardından birbirine bakıyordu.

Her zaman bu saatlerde gelirdi Yetkin. En azından Mustafa uyanık olduğu zamanlarda fark ettiği kadarıyla öyleydi. Önce inşaata uğrar işçiler gelmeden ayarlamaları yapar ardından gidip çalışanlarını getirirdi. Ondan sonra akşama kadar pek uğramazdı ya, bir sorun çıkarsa diye bir gözü telefondaydı hep.

Derin bir nefes aldı Mustafa. Nedendir bu defa o kadar canını yakmadı nefeslenmek. Saatlerdir elinde tuttuğu sigarayı kondurdu dudaklarının üzerine. Fakat yakamadı bir türlü. Gözleri bir saniye olsun ayrılmadı kendisini izleyen gencin gözlerinden. Öyle bir andı ki bu ne kendine açıklayabilirdi ne de bir başkasına. İstemezdi de zaten.

Yetkin'in bakışları evrildi. Sanki Mustafa gözbebeklerine biriken acıyı onun kalbine kazımıştı. Sanki hiç anlatmadan anlamıştı gözlerinden bir türlü akmayan yaşların sebebini. Anlayış doluydu Yetkin'in bakışları, şefkat doluydu. Öyle de muhtaçtı ki Mustafa bu anlayışa, anlatmadan anlaşılmaya. Gözlerini dolduran yaşlara şaştı kaldı. Saatlerdir bir damla gözyaşı dökmemiş gözleri şimdi Yetkin'in bir bakışıyla nasıl salınmıştı tutuk kaldığı pınarlardan?

Suratında gezinen sıcak yaşlar kalbinin üzerindeki yükleri hafifletmiyor aksine her an bir yenisini ekliyordu. Usul usul ağlıyordu, öyle ki hiçbir mimiğini kaçırmadan seyredalmış Yetkin bile bu mesafeden fark edemezdi ağladığını. Utanmasa bağıra çağıra ağlardı ya üzerine dolanan utanç rüzgarı ellerini titretiyordu.

Ne kadar bu şekilde birbirlerine baktılar bilinmez. Ancak Yetkin gözlerini aşağı eğip derin bir nefes aldığında Mustafa hala onu izliyordu. Genç adam hiçbir şey olmamış sayıp yavaş adımlarla inşaata girerken Mustafa'nın düşündüğü tek şey artık üşümediğiydi.

•••

Çocuksun senWhere stories live. Discover now