Bölüm Altmış Bir - Dökülen Yapraklar ve Dik Duran Dallar

En başından başla
                                    

Abisinin cesedini, ona nasıl götürecektim?

Başımı avuçlarımın arasına almak, saçlarımı çekiştirmek, kendime işkence etmek istiyordum. Etrafa yaydığım is kokusunun kaynağı ruhumdu, ciğerimdi. Barın'ın yanına ulaştığımda etrafıma baktım, yüzlerce kişinin ölümünün sebebi, koca bir evreni savaşa sürükleyen tek kişiydim. İki taraf da benim için mücadele ediyordu, kimileri öldürmek, kimileri yaşatmak için. Ve ben ortadan kalkarsam, her şey bitecekti. Tüm bu kasvet sonlanacak, savaşlar dinecek, ölümler yaşanmayacaktı. Tek problem bendim.

Alaz'ın gözlerine çöken yorgunluğun, ailesine sırt dönüşünün, saygınlığının azalışının, stresinin sebebi bendim. Şimdi neredeydi? Bilmiyordum. İçimde öyle kuvvetli fakat öyle lanetli bir güç vardı ki, canımdan öte olan sevdiğim adamı kendi ellerimle engellemiştim, benim daha fazla yaşamaya hakkım yoktu. Üzerimde büyük bir sorumluluk hissediyordum, sağlıklı düşünemiyordum ama bir an için yapacağım en doğru hareket o gibi geldi.

Ben yok olursam, her şey bitecekti.

Eğer kendimi ölümcül derecede yaralarsam, Alaz'ın da beni öldürmekten başka şansı kalmayacaktı.

Belki ben ölürsem, içimdeki bu lanetli gücü de alıp gidersem; artık magloları öldürmek için de bir sebep bulamazdı kimse. Sadece ben ölürsem, tüm sorunlar çözülürdü belki de. Sonuçta Lukifer'in gücünü taşıyan bendim.

Bu düşünceyle birlikte yutkundum, her şeyin daha güzel olacağını düşündüm, eğildim ve Barın'ın canını alan kanlı hançeri sağ elime aldım. Doğrulduğumda titreyen iki elimle kavradım üstünde Varilok Sarayının mührü bulunan hançerin gümüş işlemeli kabzasını, sutyenimin kenarından görünen eşlik mührümüze baktım.

Alaz'la olan tüm anılarım bir film şeridi gibi gözlerimin önünde canlandı.

Kirpiklerimde asılı duran iki iri ve sıcak damla yanaklarımdan çeneme doğru usul usul süzüldü.

Bu, bir gün gerçekleşecekti.

Başka şansımız yoktu.

Bizim önümüzde engebesiz bir yol yoktu, bizim aşkımızın önünde engebeli bir yol da yoktu, bizim aşkımızın geleceği için aşılması imkansız uçurumlar bulunuyordu, güneşe tırmanmak mümkün değildi, aşağıda tipi vardı.

Bunun alacağım son nefes olduğunu düşünerek ormandaki zehirli gazı içime çektim, mührüme nişan aldım, gözlerimi kapattım ve çok fazla düşünmeden hançeri göğsüme indirdim.

Hançerin keskin demiri göğsüme değdi ancak iki elimi sıkıca kavrayıp beni durduran güçlü eller sayesinde saplanamadan, öylece durdu. Ellerin sahibi ellerimi bırakmadan beni göğsüne bastırdı ve "Ne yapıyorsun?" dedi içinden telaş akan, oldukça güç çıkan sesiyle. "Beni öldürmek mi istiyorsun?"

Gelen, Alaz'dı.

Onun olduğunu anlamak için yüzünü görmeme, sesini duymama gerek yoktu. Tek dokunuşuyla fark etmiştim beni sinesine bastıran şefkatli ellerin sahibinin eşim olduğunu. Şimdi, değil hançeri göğsüme indirmek, ellerimi hareket dahi ettiremiyordum. Başım hafiften ona doğru çevrilince varlığı beni az da olsa kendime getirmiş, muhtacı olduğum adı dudaklarımdan bir yardım feryadı gibi dökülmüştü.

"Alaz."

"Buradayım," dedi tüm acımı sahiplenmek isteyen ses tonuyla. Önce, kabzasını sıkı sıkıya sardığım ellerimi açtı, direnmedim. Hançeri ellerimin arasından aldı, sakince yere bıraktı.

KARANLIĞIN ŞEHRİHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin