迷妄

183 29 43
                                    

şarkıyla beraber lütfen, çok rica ediyorum...

.
.
.

geçmişte bir gün...

"satori tendou!"

öfkeli ağızdan ismimi duyduğumda gözlerimi sımsıkı kapattım. elimdeki kitabı tuttum tüm gücümle, bırakamadım. bırakırsam her şey mahvolacakmış gibi hissettim. hareket etmedim. salona, onun yanına gidemedim.

"satori... tatlım baban seni çağırıyor."

annemin kırgın sesini dokuz yaşındaki şapşal ben bile fark edebilirdi. gözlerim istemsizce doldu. sulu göz olmaktan nefret ediyordum. güçsüzdüm ben.

"istemiyorum... anne, lütfen gitmeyeyim bu sefer. söz uslu olacağım."

topuklu ayakkabıları parkeyle buluşarak boş odamda yankı bıraktı. nazik eli kitabıma gitti. çekti. inceledi. kaşları çatıldı. her bir tepkisini net bir şekilde görebiliyordum.

"tolstoy mu? baban sana bunları yasaklamadı mı?"

cevap vermedim. nasıl cevap verilirdi bilmiyorum. dudaklarımı büzdüm ağlamamak için.

"biz hayalperest insanları sevmeyiz satori. bunu anlıyorsun değil mi? baban görmesin. şimdi sessizce onun yanına git. daha fazla sinirlendirme."

burnumu çekip yatağımdan zıpladım. geriye gitmek isteyen ayaklarımı zorla ileriye taşıdım. salonun karanlık atmosferine giriş yaptım. eylemlerimi zihnime bu şekilde anlatarak rahatlamaya çalıştım. madem edebiyatı yazıya dökmeme izin yoktu, o hâlde ben de zihnime yazardım. kimse bulamazdı onları.

her zamanki koltuğunda otururken odaya benim girdiğimi fark etti. gözleri yargılayıcıydı, şaşırmadım. tekdüze olan bir şeye şaşıramazdınız.
bakışlarıyla önüne geçmemi işaret etti, yaptım.

uzun uzun süzdü beni. ilk başta sözcüklere ihtiyaç duymadan rencide etti beni, bu şekilde. ellerimi önümde birleştirdim. parmaklarımla oynadım. bu sessizliği sevmiyordum, hiçbir zaman sevmeyecektim.

"sen akıllanmayacak mısın?"

cevap isteyen bir soru değildi. devamı vardı, beklemeliydim.

"sen bir rahibin oğlusun. ister iyi bir çocuk ol ister kötü. o geri beynine sokacaksın, bu aileye layık olmayı. sadece incil okuyacaksın, diğer anlamsız kitapları değil. aptal arkadaşlarınla zaman kaybettiren oyunlar oynamayacaksın. hepsi ileride nasıl olacak sanıyorsun? paçavra! bir köşede ahlaksız yaşamlarını sürdürecekler! bizi utandırmayı bırak satori. bir kez daha kulağıma çirkin bir şey gelirse, seni uzakta bir yurda bırakırım. bir daha bizi göremezsin. anladın mı beni?"

çenem titredi. gözlerimden birkaç parça yaş yuvarlandı. hayır diye bağırıp çağırmak istedim. ancak işe yaramadığını bir sene önce kadar anladım. tüm bedenim titrerken sadece anladığımı belirten bir onay verdim. yeri izleyen bakışlarım cürretkâr olmamaya çalışarak yukarı kalktı. gözlerindeki çirkinliği gördüm. herkese şefkat ile bakan ama aslında günahlarla dolu pis gözler. bakışlarım dudaklarına kaydı. herkese vaaz veren yalancı dudaklar. dua için kavuşan ellerine gitti bu sefer, aslında beni dövmeye yarayan.

"diz çök."

çöktüm. itiraz etmeye hakkım yoktu. gerinerek yanağıma çarptırdığı tokatın etkisiyle dengemi kaybedip düştüm. ağzımdan bir hıçkırık kaçtı. elim yanan yere gitti. çok acımıştı. özür dilemek istedim ancak ne için olduğunu ben de bilmiyordum. kendimden mi? ondan mı? yaptıklarımdan mı? ne için olduğunu bilmediğim özürler savurmak istedim.

gitmemi söylediğinde titreyen bedenimle kalktım. yalpalayan adımlar eşliğinde odama ilerledim. kapının ardındaki annemle göz göze geldik. bakışlarını kaçırdı, arkasını döndü, gitti. üzüldüm. bir sarılsa, çok mu gelirdi o kollarına? kaldıramaz mıydı benim hafif bedenimi? kirlenir miydi?

sessizce kapımı kapattım. gözyaşlarımı silmeyi asla kesilmediklerini fark ettiğimde bıraktım. gözlerim masanın üzerine gitti. tolstoy gitmişti. o da bırakmıştı şimdi beni. kötü bir çocuk olduğumdandı sanırım. o da layık görmemişti beni, onun yazılarını okumaya.

hıçkırıklarımı bastırmaya çalışarak cam kenarına gittim. başımı soğuk cama yasladım. kar yağıyordu. dışarı çıkmak istiyordum. arkadaşlarımla kar topu oynamak istiyordum. birkaçını yakaladı gözlerim. beraber oynuyorlardı. beni çağıramazlardı, babam yine azarlardı onları.

sık nefeslerim yüzünden cam buğulandı. kazağımı ellerime dek çekip buğuyu sildim. o an kırmızı gözlerimin odağına biri girdi. cama yaklaştım daha iyi görebilmek için. benim yaşlarımda bir oğlan çocuğuydu. bir bankta kucağında kitap ile oturuyordu. ayazdan ötürü yüzünü atkısına gömmüştü. yandaki koşuşturan çocuklara nazaran epey yavaştı hareketleri. sayfaları ağır ağır çeviriyor, elindeki mendili nazikçe burnuna götürüyordu. bir süre onu inceledim. koyu yeşil saçlarını ve onunla uyumlu gözlerini zar zor seçebilmiştim.

izledikçe düşüncelerime farklı şeyler nüfuz etti. daha önce hiç onun gibi bir oğlan görmemiştim. gözleri çok yorgundu. hüzünlü müydü ya da? hangisi doğru kelimeydi? edebiyat bilgim henüz buna karar verebilecek olgunlukta değildi. lakin üzerindeki narin ve kırılgan atmosferi bu camın ardından bile hissedebiliyordum. dışarı çıkıp onunla konuşmak istedim. belki bir iyi misin? bile iyi gelirdi derin gözlerine. bilemiyorum. tolstoy olsa ne yapardı? bilmiyorum... o hep ne yapacağını biliyordu ama şimdi ben n'apmalıydım? hiçbir şey yapmadım. onu pencere pervazında dakikalarca izledim. çok saf görünüyordu, hakaret değildi bu. ruhunun saflığından bahsediyorum. ilk defa böylesine saf ve güzel bir ruh gördüm.

o an onun kötü olma düşüncesini aklıma bile getirmedim. kutsal görünen bir şeye kötü diyemezdiniz. dilinizi günahkâr yapardı bu.

çünkü tanrı dünyayı o kadar çok sevdi ki, biricik oğlu'nu verdi. öyle ki, o'na iman edenlerin hiçbiri mahvolmasın, hepsi sonsuz yaşama kavuşsun. (yuhanna 3:16)

banktaki oğlan bana kutsal kitabın bu satırlarını anımsattı. onu tanrı'nın oğlu olarak gördüm kalbimde. öylesine saf, gerçek ve temiz. kitaptaki bir yazı ilk defa gerçek hayatımla bir anlama kavuştu. büyülendim, ağlamayı bıraktığımı bile fark edemedim.

.
.
.

lover is a day ¦ ushitenTempat cerita menjadi hidup. Temukan sekarang