Sessizlik

1.1K 45 0
                                    

Bedenim hiçliğe doğru sürüklenirken gözlerimin önünde oynaşan görüntüler vücudumda hissettiğim ısı silkinmemi , kendime gelmemi , nerede olduğumu hatırlamamı sağladığında boğazımdaki yumruyu gidermek için yutkundum tek hamlede bedenimi saran kollardan kurtuldum ve arkamı döndüm.

Saçları yağmurdan alnına yapışmıştı. Gözlerinde tuhaf, anlamayan bir ifade vardı. Kaliteli kumaşın paçaları çamur içinde kalmış, gürüldeyen göğe hıçkırıklarım eşlik ederken öylece ona bakıyordum. Her şeye tanık olmuştu, neden buradaydı? “Ne oluyor?”dedim gözlerimi silerek, gözyaşlarım şiddetlenen yağmura karışmıştı. Topraktan yayılan koku, tüm o ortama rağmen yorgunluğumla birleşip beni dinginleştiriyor, nefeslerimi sakinleştirip şuracıkta kıvrılıp uyuma isteği uyandırıyordu. Yine de başımı kaldırıp, rengi laciverte dönen o tuhaf büyücü taşlarına benzeyen gözlere baktım. “Nasılsın?” demekle yetindi. “Sizi ilgilendirmediğinden eminim” diye yanıtlayıp oradan kaçmak için bir hamlede bulundum. Prens, annemin mezarının yanına yaklaşamayacak kadar aşağılık bir soydan geliyordu. Hamlemi daha ben düşünürken gören prens önüme geçti. Çok yakışıklı biri değildi. Tuhaf mavi gözleri, hastalıklı şeffaflıktaki beyaz teni ve şu an alnına yapışan uzun sayılabilecek koyu saçları, erkeksi yüz hatlarında buluşuyordu. Ne çok ciddi, ne de olgun görünüyordu. Daha çok erken büyümeye zorlanmış bir çocuk gibi bir ifadesi vardı sıradan çizgilerle dokunmuş yüzünde. Benim her gün aynada, yazları suyun kenarında karşılaştığım ifadenin aynısıydı. Çenelerimiz kasılmıştı. İkimiz de kendi sorularımıza cevap arıyorduk. “Peşimden gelmenize gerek yoktu” dedim beklenti dolu gözlerinden sıkılarak, şuradan gitmek, annemin mezarlığından o cılız ama kaslı bedeni uzaklaştırmak, kurumak istiyordum. Elimde olsa şurada, yağmura karışıp toprağa, annemden arda kalanlara sızmak isterdim ama yapamazdım ve hasta olup korkunç bir notla panik halinde bıraktığım teyzeme ve Eva’ya dönmek zorundaydım. “İzninizle, teyzem beni merak edecektir majesteleri” diyerek reverans yaptım ve oradan küçük ama hızlı adımlarla uzaklaşmaya başladım. Arkamdan gelip “Sizi kırdıysam özür dilerim” diye seslendi. Yağmur şiddetini arttırdı. “Sizi kirli biri olarak görmüyorum. Umarım hayatınızda bu sivri diliniz ve saygısızlığınız size kötüye mal olmaz güzel bayan, bir dahaki sefere bu kadar affedici olmam” dediğinde sesindeki gülümsemeyi hissederek durdum ve yumruklarımı sıktım. Onun gözlerine bakmam, ona soru sormam bile idam sebebiydi, eğer sinirleri bozulsa beni öldürtebilirdi ama ölmekten korkmuyordum. Arkamı dönmeden “Burnu büyük bir prensten korkmayacak kadar ölümü beklediğim düşünülürse ve bu kasabaya bir daha uğramayacağınız hesaba katılırsa majesteleri sanırım tüm bu tehditler yersiz” dedim. İlginç bir şekilde ileri gittiğim için korkuyordum. Bir an sessiz kaldı, bu tavrım ve açık sözlülüğümle eğleniyor gibi güldü. “Farklısın” diye mırıldandı zar zor duyulan bir sesle. “Bu ülkede farklı ve cesur kadınlar ancak ipte sallandırılır, salınmaz” dedi. Hışımla arkamı döndüğümde orada değildi.

Cesur kadınlar ipte sallanırdı, annem gibi. Hiçbir kadın ya da erkek cesur değildi aslında. Sadece kaybedecek bir şeyi olmayanlar ölümden korkmaz, onlar da zaten deli olurdu. Ben deliydim ve bunun farkındaydım. Deli cesaretinden güç alarak da o lanet kalbine bıçağımı fırsatım varken indirmeli, o gözlerini oymalı ve dilini kesmeliydim belki de. Düşünce, o kanın düşüncesi midemi altüst etti ve eğilip kusmaya başladım. Kustuğum damarlarımda dolanan, soluk borumu tıkayıp göğüs kafesimde büyüttüğüm o iğrenç yaratığı besleyen nefretim gibi koyuydu. Safra yukarı doğru tırmanırken birden prensin gelip saçlarımı tuttuğu, sırtımı sıvazladığını hayal ettim istemsizce ve vücudum tekrar kasıldı ve inleyerek midemdeki son acı parçaları da çıkararak kalktım. Üşümüştüm ve ıslaktım. Eteklerimi toplayarak yüzüme yapışan saçlarımın üzerine uzun zaman önce yapmam gerektiği gibi içi artık ıslanmış pelerinimin başlığını geçirip hızlı adımlarla eve yöneldim. Tahmin ettiğim gibi evdekiler terk edip gitmemişlerdi. Eve girdiğimde yanan ateşe şükrettim ama yüzlerine bakmaya dayanamıyordum. Onları büyük bir belaya sürüklemek üzereydim. Eniştem kızgındı. İlk kez bana bu kadar nefretle bakıyordu. “Audrey!” diye gürlediğinde teyzem de şaşkındı. Elini yine de korka korka eşinin göğsüne yasladı. Büzüştüm. “Kız yorgun” dedi teyzem koyu bir sesle “Hasta olacak, bırak, temizlensin, üzerini değiştirsin” Bakışlarım yerdeydi ama hala onay çıkmamıştı, salondan ayrılamazdım. “Ya sana bir şey olsaydı aptal kız!” dediğinde başımı kaldırdım ve hayretle ona baktım. “Prense suikast düzenleyeceğini anlamadık mı sandın? Ya seni yakalasalardı? Ne kadar vaktimiz var şimdi? Nasıl gideriz buralardan düşündün mü? Seni oracıkta öldürselerdi, kaçamasaydın?” diye kükrerken bazı yerlerde öfkeli mırıldanmalara dönüşmüştü çığlığı. Sessizce tek savunmamı yaparken hala beni düşünmesi, kanından canından olmayan benim için endişelenmemesinin gırtlağıma yerleştirdiği düğümden dolayı zorlanıyordum konuşmakta. “B-ben” diye kekeledim “Düşünemedim başta, s-sonra da denemedim b-bile, k-korktum, size b-bunu yapamazdım zaten” dedim. Dişlerim artık birbirine vuruyordu. Ateşin bana kadar ulaşan ucuz ısısı yüzünden kaslarım isyan ediyor, o dondurucu soğuktan sonra sıcak tenime iğneler batırıyordu.

Eniştem rahatlamış vaziyette başını salladı ve “Git kurulan” dedi. Eva rahatlamayla “Ben de senin sevdiğin çorbadan pişirmiştim sabahtan” dedi ve başımı kaldırmadan Eva’yla kaldığımız odaya geçtim. Üzerimdekileri çıkardım, dolaptan kalın, kollarımı kızartıp kaşındıran elbiseyi giydim. Hoş bir mavisi vardı eskiden ama rengi solmaya başlamıştı. Islak saçlarımı ellerimde sıkıp tepemde topladım ve ıslak elbisemi alıp camdan dışarıya sarkıtıp ağırlığına aldırmadan birazcık sıkmaya çalıştım ama saçaktan damlayan su bana yardımcı olmuyordu. En sonunda pes edip tepedeki tahta kirişin üzerine attım elbisemi ve damlayan suyun birikmesi için altına bir tas koydum, hava düzeldiğinde nehirde pekala yıkayabilirdim elbisemi. Salona geçtiğimde hemen sofrayı kurmasında Eva’ya yardım ettim. Sıcacık çorbayı taslara paylaştırdığımızda kabı minnetle ellerime almadan önce ellerimizi birleştirip tanrı’ya şükranlarımızı sunduk. İntikam isteğimi göz ardı edersek tam anlamıyla sarayın istediği Katolik aile tablosuyduk. Her Pazar kiliseye de giderdik. Düzenli bir hayatımız, düzenli verdiğimiz vergiler vardı ve bizden toplayıp karşılığını veremedikleri o vergilerle aldıkları gümüş bıçaklarla ölmelerini arzuluyordum.

Dua bitince “Amen” diye mırıldanıp tası dudaklarıma dayayarak içme isteğimi bastırıp açlığıma direnerek kaşıklamaya başladım çorbayı. Sıcaklığı içimi ısıttıkça titremem azaldı ve sessizlik içinde yemeğimizi yedik. Hava çoktan kararmıştı. Bu sene kış erken gelecek gibiydi. Gök gürültü ile yerimden sıçradım. Hava böyleyken asla huzurlu uyuyamazdım ki İngiltere’de hava genellikle böyleydi. Bu gece rahat uyuyamayacaktım. Yine de artık prens yoktu, intikamım içimde kalacaktı ve eski hayatıma geri dönecektim. İç çekip sofrayı toplamalarına yardım ettim ve odama çekildim. Bir an için camın önünden geçen bir gölge gördüğümü sansam da umursamadım. Yine de rahat etmek için perdeyi çekerek soyundum ve yorganın altına girdim. Elbiseden damlayan suyun sesi, dışarıdan gelen o gök gürültüsüyle karışınca uyumamı zorlaştırıyor, hayalimde canlanan annemin ölümü, babamın hiç görmediğim güzel başının kazıktaki görüntüsü ve o adamın ellerinin zihnime sızmasına yardımcı oluyor, direncimi kırıyordu. Hayalimdeki cesur Audrey beni azarlıyor ve kanı arzuluyordu, yine de hala insanların bakışlarından bile korkan zavallının tekiydim. Ayrıca prensin geldiği gün mezarda gördüğüm yabancıyla ilgili de şüphelerim vardı ve hepsi birbirinden saçmaydı. Prensin beni öldürmemiş olması da cabasıydı. Yatakta tekrar döndüm ve gök gürlerken yanıma Eva süzüldü. Üzerini değiştirmişti ve ben bunu duymamıştım. Düşüncelerimden kendimi bile duyamıyordum ki! Saçlarımla oynamaya başladı, gerçekten kız kardeşim kadar yakındı bana, “Korkarsın sen şimdi tavuk!” dedi alayla ama karanlıkta şefkatle gülümsediğini görebiliyordum. Halbuki sadece birkaç yaş büyüktü benden. Onunla bebekliğimden beri yaptığım gibi sarıldık ve çok geçmeden uykuya daldık. Rüyamda annem olduğundan emin olduğum bir kadın gördüm. Üzerinde annemden kalma elbisemi giyen, sarı saçların tutam tutam kalmış, boynundaki morluk, tenindeki çürüklerden zar zor seçilen, dişsiz, gözleri yerinde dipsiz kuyular olan bir kadındı bu. Derisi, o iğrenç kükürt kokan derisinde kurtçuklar geziyordu. Bana baktı, tüm o korkunçluğuna rağmen gülümsedi ve “Beni hayal kırıklığına uğratıyorsun. Bizi bu hale getirenlerden korkmaya utanmıyor musun? Yine de seni seviyorum.” Dedi, boş gözlerinden imkansız biçimde gözyaşları düşmeye başladığı sırada prens arkasından çıkıp onu yakaladı. Çığlık atarken ona yardım edemedim ve boğazındaki o morluğun üzerine dayadığı kılıçla boynunu, tıpkı kağıt keser gibi rahatlıkla ayırdı gövdesinden annemin prens. Hala bana şefkatle gülüyordu. Sonra birden bire genç bir kadının kafasına dönüşmüş olan o baş, kanlar içinde daha önce fark etmediğim başka bir ayrıntının yanına düştü. Annemin başı, artık benim yüzümü barındırıyordu ve yanında kazığa geçirilmiş babamın kafası vardı.

Çığlık atarak uyandım ve yemin ettim, o kazığa geçecek baş prensin, onu taçlandıracak olan da kral ve kraliçenin kafaları olacaktı.

Kanları ellerime bulaşmadan ölmeyecektim ve ailemden kimse bundan zarar görmeyecekti.

AudreyWhere stories live. Discover now