Arma

1.2K 56 9
                                    

Yastığımı biraz daha sıkıp günler önce tükettiğim gözyaşlarımın geri gelmesi için tekrar zorladım kendimi. Konuşamıyordum. Günlerdir dilim tutulmuştu. Denesem bile derdimi anlatamıyordum. Yataktan çıkmak istemiyordum bu yüzden. Üzerime suskunluğun ağırlığı çökmüştü ki ben hep az ama öz konuşan duygularını içinde yaşayan bir kişilikteydim. Şimdi ise çığlık atmak istememe rağmen atamıyor, derdimi anlatamıyordum. Usul usul kalbime iyice yerleşen acı, tutulan dilimde artık akamayan, tükenen gözyaşlarımla bir yumak oluşturuyor, nefes almamı engelliyordu. Bir haftadan kısa sürede elbiselerim üzerime büyük gelecek kadar zayıflamıştım. Zaten her zaman  uzun ince  sahip olan ben, şimdi adeta bir deri bir kemik kalmış, sararmıştım. Gri-mavi gözlerim çukurlarına kaçmış, dağılmıştım. Düşünmek için ise fazlaca zamanım olmuştu. Gözleri kızarık, omuzları çökmüş Eva ve teyzemin varlığını hayal meyal seçecek kadar kendimi dışladığım gerçeklikten, kendi düşüncelerimi ayıklamış, özenle aralarına dalmıştım. Dalmak zorundaydım aslında. Yumruyu, acımı yok etmenin yolu olarak o adamı öldürdüğümü hayal etmekten kendimi alamıyordum. Bu kez onun elleri dolanmıyordu bedenimde, en azından hayalimin başında. Elimdeki hançeri tekrar tekrar ona sapladığımı canlandırıyorum gözümde.  Soğuk metalin deriyi, dokuyu ve adeta bir hayvanınki gibi sert ve titrek kasları delip geçtiğini koluma titreşimler halinde yayıldığını hissettim. Oysa ki daha önce hiç cinayet işlememiştim. Hayalimdeki o yoğun, adamın kurtulmak için çırpınırken şişen o onlarca damarını siyaha boyayan  kan, o katran gibi akan kan, bordo elbiseme sıçradı. Metalik kokusu dolarken ciğerlerime kanının, bu kez çığlık değil kahkaha atıyordum. Tekrar tekrar saplıyordum bıçağı. Ellerimden kurtulamıyordu… Birden bire sanki güneş ufuktan, kaçarcasına düşüyor, saplanıyor toprak ananın bedenine ve ay doğuyor çat diye bu birliktelikten. Yükselen ay gücümü emiyor ve dolduruyor ruhumun katilinin bedenine. Sonra ellerinde bir bez bebeğe dönüşüyorum. Önce hançeri söküyor ciğerlerinden, ardından beni fırlatıp atıyor bir kenara. Düşünmeyi durduramıyorum. Kabusa dönüşen hayallerimde birden bire kuruyor kanları. Uyuyakalmış olmalıyım diyorum. Uyanmam gerek. Uyanamıyorum. Her seferinde istemsizce başladığım rüyaların sonunda soyuyor, keşfediyor tekrar tekrar benliğimi. Bu kez armalı adam gelmiyor kurtarmaya beni ama o üzerimde işini görürken gözümün önünde uçuşuyor arması. Tanıdık ama çıkaramadığım arma, dilimin ucuna gelip söyleyemediğim bir kelime, boğazımda düğümlenen bir çığlık gibi büyüyor durmadan. En sonunda o beni orada bırakıp gitmeden önce çıplak bedenimi elbiseyle sarıyorum. Neden uyanamıyorum? Uyanmak için aklıma gelen ilk şeyi yapıyorum. Ayın karanlığına tamamen karışabilmek için hançeri saplıyorum kalbime. Bu kez ellerime, elbiseme kendi kanım bulaşıyor ve kan ter içinde uyanıyorum. 

Her lanet gece uykuya böyle dalıyor, uyuyamıyorum bir daha. Rüyamda birdenbire felç olan bedenim ile kıpırdayamadan tavanı izliyorum. Gözlerimi bile kırpamıyorum. O bordo elbise hem benim, hem annemin kefeni olmuş. Keşke ben de onun kadar cesur bir korkak olup bu odada, aynı kirişe assaydım kendimi. Sanırım, o armayı ben o gün binlerce kez daha gördüm. Ama zihnim o güne dair adamın dokunuşları dışındaki tüm yaşanmışlıklarımı silmiş zihnimden. O arma… 

O arma her İngiliz’in korkusu ve saygısı… Ayaklandım. Birden bire dolan güç bedenimi kassa da ayaklandım. Kraliyet arması… Annemin katilinin askerleri mi kurtardı beni kendi ölümümden? Bunu teyzeme anlatmak, Eva’dan bilgi almak için kapıya uzandım ama yemediğim akşam yemeğinin artıklar beni kapının ardına mıhladı. Kahrolduğunu söylüyordu teyzem. Şu halimin annemin ona geldiği ana ne kadar benzediğinden bahsediyordu. Eva ise sürekli hıçkırıyordu. Yanımda sessizce akıtıyorlardı halbuki tüm o tutamadıkları zorla kaçan yaşları. Ama benimki kadar içli bir yalvarış vardı bu sözlerde. “Bir şeyler yese bari” diyordu “Biz onu her koşulda kabul ederiz, bir bilse, bir anlamak istese. Kendini cezalandırmaya değer miydi?” diyorlardı. Eniştemin gür sesi fısıltıyla onaylıyordu onları. Ona babam demekten bile çekinmeyecek kadar seviyor olsam da o kutsal sıfatları eskitmekten korktuğumdan enişte derdim ona. O da beni hiç ayırmazdı Eva’dan.  Hemen odadan çıktım. Bu insanları bu hale getirmeye hakkım yoktu. Dilim çözülmemişti, hissedebiliyordum... ama çabalamalıydım. Mutfağa gidip yemekten kendime bir tas doldurdum, hiçbirinin yüzüne bakamıyordum. Midem deli gibi çalkalanıyor, yemeği camdan atma isteğine zorla karşı duruyordum. Hemen döşeğin bir kenarına kıvrıldım, kaşığımı daldırıp zorla bir lokma yedim. Evde herkes bana bakıyordu. Nereden geldiğinden emin olamadığım, Eva’nın kucağını süsleyen kedi bile. Kafamı kaldırıp onlara bakarak bir lokma daha yedim. Sonra bir tane daha ama daha fazla yersem kusacağımı biliyordum. Gidip tabağımı temizledim. Döndüğümde hala öylece duruyorlardı. Gülümseyemedim, el işaretleriyle “İyiyim” demeyi becerdim. En azından becerdim sandım. Sonra Eva’ya bir bakış atıp, odaya gelmesini işaret ettim. Heyecanla başını sallayıp kediyi yere bıraktı. Teyzem, donakalmış bedenini kediden kaçmak için ani bir refleksle hareket ettirdi. Odama gittim, kararmış aynanın karşısına oturdum. Düğüm olmuş saçlarımı taramaya başladım. Kendimden, saçlarımdan nefret etsem de, kabuğuma çekilmek istesem de yaptım bunu. Onları o hale getiremezdim, yapamazdım işte. Bana koşulsuz şartsız her şeylerini veren insanları perişan edemezdim… Saçlarımı her zamanki gibi yüzümü gizleyecek şekilde salık bıraktım. Sonra yatağıma oturdum ve “Normal davran” dedim kendime içimden. “Konuşamıyorsan bile üzme” Sonra Eva içeri geldi ve bana sımsıkı sarıldı “İşte böyle” dedi nazikçe “Dene”  Ağlamadım. O an sadece susup oturmayı, sıcaklığını tadını çıkarmayı tercih ettim. Prensin, kraliyet ailesinin amblemini taşıyan adamı düşündüm. Şu an varımı yoğumu ona borçluydum. O sırada kapıyı çalmaya başladılar. Eva hemen eteklerini toplayarak odadan koşturarak kapıyı açmak için çıktı. Ben sadece ağır ağır onu takip edip salon ve mutfak olarak kullandığımız giriş kısmına doğru kafamı uzattım kapıdan. 

Kapıda askerler vardı. En öndeki eli kılıcında, sert bakışlı, bir o kadar da sert yüzlü bir askerdi. Teyzemin rengi soldu, Eva hızlı adımlarla geriledi. Eniştem ise kapıya ilerleyerek “Buyurun?” dedi. Her zamanki itaatkar ama güçlü, o insanı sükunetine ve saygısına rağmen korkutan ses tonunu kullanmıştı. “Audrey’i arıyoruz” dediler adamlar. Eniştem nedenini soramadan bir adım öne çıktım ve adamlar gözlerini hızlıca bedenimde gezdirip "Bu mu Audrey?" Dercesine bana baktılar. Arkalarındaki beni kurtaran adamdı sanırım. Oysa hatlarını hatırlamakta zorlanıyordum. Sadece tek bakışımla ezberlemiştim ruhumun katilini oysa ki. Kurtarıcım ise silik bir anıydı sadece. Ama bu oydu biliyordum.

Bana nazikçe selam verdi ama bu daha çok erkek kardeşimmiş gibi yaptığı bir davranıştı. “Prens seninle görüşmek istiyor. Hazırlan” dedi öndeki. Dilimi gösterip kesiyor gibi yaptım. Teyzem konuşma yetimi kaybettiğimi anlattı. “O hazırlanana kadar Prens’e bunu iletmek ister misiniz?” dedi eniştem. Hepsi suskunlukla onlara bakan bana dikmişti gözlerini. “Onu bu halde sorguya nasıl çekecekler?” dedi kurtarıcım. Sorgu lafıyla istemeden geriledim. Babamı da yalancı sorgularla götürmüşler idam sehpasına. Kimse ona inanmamış. Prens neden beni çağırtır ki sorgu için? Tacize uğradığımı dinleyecek kadar sapıktı belki, ya da kendini adalet olarak göstermek için bu iğrenç davaya bulaşıp kendini göstermeye çalışacak kadar aciz. Emin değildim. Adamlardan biri prense haber götürmeye giderken beklemem için işaret verdi. Dakikalarca salonda o adamların gölgesinde oturduk. Sonra birdenbire adam içeri girip “Prens beklemeyeceğini söyledi. Onu hemen huzuruna getirmemizi emretti. Hemen hazırlanacaksınız bayan. En güzel elbisenizi giyin derim. Göz zevkini bozarsanız ne yazık ki o kellenizi kafanızı bile uçurabilir.” 

O an beni bu halde huzuruna çağıracak kadar bencil, ailemi katleden o soysuzdan hiç olmadığım kadar nefret ettim. Yine de odama girip bordo elbisem dışındaki güzel elbiselerimi zorunlulukla taradık Eva ile. Gül kurusu, çuvala en az benzeyen, eniştemin hasat zamanı Eva ile bana hediye aldığı kumaşlardan dikilmiş elbisemi çektik sandıktan. Korsemi çabucak giydim, elbiseyi üzerime geçirdim. Eva içeriden yağmurlu gün ile soğuyan hava ve adı gibi bildiği saklanma hissimin arttığını hissettiğinden koyu renkli pelerinimi de getirdi ve hızla taradığım saçlarımın üzerine başlığını geçirdim. Aslında en sevdiğim renk lacivertti ama tek lacivert elbisemi bu havada giyersem zatüre olurdum. Eva odadan çıktı, hemen yere kömür parçasıyla onlara her ihtimale karşın bir not bıraktım. O yüzden hızlı adımlarla karar değiştirmeden hemen salondan ayrıldım. Güzel görünmek istemiyordum. Bu renkler içinde solgun tenimi sergilemek istemiyordum. Yine de “haşmetmaapları” beni huzurunda güzel bulmak istiyordu ve ben intikamımı almadan ölmek istemiyordum. Nasıl yapacağımdan haberim yoktu ama o adamın ellerimin altında kıvranmasını, ben nasıl anne ve babamla ödediysem yalanların bedenini, kraliçenin de oğlunun ölümü ile kıvranmasını istiyordum. On altı yaşında evlenen yaşıtlarım aksine bebek değil kan istiyordum. Bu yüzden elbisemin kolay ulaşabileceğim ama dışarıdan kimsenin ulaşıp göremeyeceği bacak kısmına gizlice bir bıçak bağladım. Bu fırsatı tepmeye niyetim yoktu. Belki öldüremezdim onu ve o an bir kılıcı geçirirlerdi bedenime. Bunun için teyzemlere dokunmazlardı. Ama ne olursa olsun sonunda benim ölümüm olacaktı bu eylemimin. Eva’yı son anda yanıma çekip “Eğer prensin konağından bir kavga sesi duyarsanız, her ihtimale karşın kaçın. Eğer ki hakkınızda ferman çıkmazsa dönersiniz. Çok üzgünüm, şimdiden… Sadece sizi korumaya çalışıyorum. Beni öylesine çağırmazlar, tanımış olabilirler. Nasıl bilmiyorum” diye kömürle mesaj bıraktığım odaya ittim. Aslında cinayet işleyeceğim, kaçın yazamadığımdan öyle demiştim.

Daha önce hiç birini öldürmemiştim ama bir cinayete hiç bu kadar susamamıştım da.

AudreyHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin