Notes and Roses | Jikook

Od ddevonneily

79.5K 8.6K 8.2K

Nereden geldiği belirsiz çığlıklar, ayna karşısındayken beliren kadınlar, notalar ve güller. İki piyanistin s... Viac

1† Elise'ye Mektup
2† Farklı Öğrenci Krizi
3† Sanat Galerisi
4† Cenaze Marşı
5† Pişmanlık ve İstenmeyen Hisler
6† Kan Gölünde Yüzen Âşık
7† Kan Gölünde Yüzen Âşık(2)
8† Ay Işığı Sonatı
9† Korku
10† Duyulmaz haykırışlar, sen varlığımı sarsmazsan
11† Tanrı beni ilk başta sana kul yaptı
12† Kurban
13† Işıksız Odanın Yıldızı
14† Kaybetmek
15† Tutulma
16† İsyan
17† Söylenmemiş Gerçek
18† Sevilmek
19† Şehvet
20† Siyah Piyanonun Laneti
21† Özgürlük
22† Şeytan
23† Hasret Odası
24† Meleğin Notaları
25† Doğum
26† İki Serçe(1)
27† İki Serçe (2)
28† Gece (M)
29† Kâbus
30† İntikam (1)
32† Güz Fırtınasının Enkazları
33† Yeniden Doğmak
34† Yağmur
35† Umut
36† Final

31† İntikam (2)

712 113 185
Od ddevonneily

Sonbaharın acımasız rüzgârı esti.

Üç kadının peş peşe ölümünü yazan gazetenin görünmez parçaları, Jungkook'un ayaklarına dolandı.

Jeon'ların malikanesine doğru, bir zombi gibi yürüyordu. Kapıya ulaştı ve uyuyup uyumadıklarını bir saniye bile düşünmeden zile bastı. Üstünde siyah, saten geceliği duruyordu. Göz altları mosmordu, gözleri ise kan çanağına dönmüştü. Zombi gibi yürümek bir kenarda dursun, teni dahil ölüyü andırıyordu çocuğun. Soğuğu hissetmese de bedenine etki etmişti belli ki. Dudakları çatlamış, burnu kızarmıştı.

Bir süre, ateş böceklerinin sesini dinledi yalnızca. Toprağın kokusu burnuna doldukça bahçelerinde koşturduğu çocukluğu gözünün önünde belirdi. Bu anları hatırlarken aynı soğuk bakışlar ve nefret vardı içinde. Küçücük bir çocuğun en eğlenceli vakitleri. Şeftali ağaçlarının tepesine çıkar ve Haejin'e bağırırdı: "Anne, gel de bak! Burada bir sürü şeftali var. Hepsini senin için toplayacağım!"

Kapı açıldığında düşüncelerinden ayrıldı. Katherine şaşkınlık içinde ona baktı ve üstündeki sabahlığı düzeltti telaşla. Tabii, Jungkook onun mesleğine ters bir şekilde ev sahibinin karşısına çıkmasını umursayacak hâlde değildi.

"B-beyefendi?" dedi Katherine ona doğru eğilerek. "Kötü bir şey mi oldu?"

Jungkook yumruklarını sıktı, gerilmişti yüz hatları. Gözlerindeki boşluk uçurumu andırıyordu, Katherine dehşete düştü.

"Evime gelmem için kötü bir şey mi olması gerekiyor?"

Dişlerini sıkarak söylediği şey karşısındaki kadını telaşa düşürdü. Anında ılımlı bir tavır takınmaya çalıştı fakat içine düşen endişe her hâlinden belli oluyordu.

"Yanlış anladınız, ben sadece-"

"Neyse ne!" Jungkook'un sorgulayıcı sesi bir anda öfkeyle doluverdi. "Çekil önümden de geçeyim."

Katherine başını eğdi ve yana doğru çekildi, dizleri titremeye başlamıştı. Jungkook ne zaman böyle öfke dolsa bir şeyler ters gidiyordu. Kavga, kan, çığlıklar ve derin bir üzüntü. Evin içinde bunlardan oluşacak bir fırtına, çocuğun öfkesiyle ilk rüzgârlarını belli ediyordu.

Eve girer girmez ürperdi. Ortamın onun için uygun olmadığı, ilk dakikadan belli etmişti kendisini. Her ayrıntısını ezberlediği ev onu karanlık bir ruh gibi içine çekiyordu. Kapılar bir daha açılmamak üzere kapanıyor ve her yardım çığlığı bu duvarlar arasında kalıyordu. Bu olayın ilk aşaması gerçekleşti, ardındaki kapı kapandı ve rüzgârı Jungkook'un teninde dolaştı.

"Beyefendi içerde." dedi Katherine arkasından. "Hanımım uyuyor."

Jungkook onu duymamış gibi, donuk bir bakışla merdivenleri çıkmaya başladı teker teker. Üst katın ilk kapısından, piyano odasından ayırmıyordu gözlerini. Zihnindeki türlü intikam planlarının arasında bembeyaz kalan tek varlığı onu orada bekliyordu. Katherine onu korku içinde izlerken buradan hemen gitmesi için bağırmak istedi. Piyanonun hâlini hatırladıkça tırnaklarını ısırıyordu korkudan. Çocuğun aklını kaybedecek kadar sinirlenmesine ramak kalmıştı ve onu hiçbir şekilde durduramazdı artık.

Kapıya ulaştı, ilk hamlesinde açıldığında kilitli olmamasına hayret etmişti. Neden açık olduğunu sorgulayarak zaman kaybetmek istemedi, ışığı açıp piyanosuna baktı hemen. Yüzünde ilk defa bir gülümseme oluşmuştu ki, o da gördükleriyle silindi.

İlk birkaç dakika hiçbir şey algılayamadı. Bembeyazının üstündeki o izler de neydi öyle?

Onun gidişiyle korkunç bir zindana hapsolmuştu sanki piyano. Kapağındaki küçük bir parça kırılmış, kırık yerin yakınlarında çizikler meydana gelmişti. Yaklaştı daha iyi görmek için, bu manzaranın diğer çoğu şey gibi vizyon olmasını istedi fakat ne yazık ki Jungkook'un olmasını istemediği her şey gerçek oluyordu. O an, annesinin bu piyanoya nefretini akıtırken söylediği sözler yankılanmıştı odada fakat o duyulması gereken her şeye olduğu gibi buna da sağırdı, şok içinde karşısındaki rezalete bakıyordu yalnızca.

"Öldüreceğim seni," diye fısıldadı. Bembeyaz olmuştu yüzü, etini avcunun içine bastırdığı tırnaklarla kanatmıştı.

Bir anda arkasını döndü ve yeri delecekmiş gibi attığı adımlarla oradan çıkıp kapıyı sertçe çekti. Kan beynine sıçramıştı, gözü, yapmak istediği tek şeyden başka hiçbir gerçeği görmez olmuştu.

"Sungmin!" diye bağırdı gecenin sessizliğinde. "Orospu çocuğu!"

Duvarlardaki kasıntı tabloların haricinde bu evdeki varlığını kanıtlayan tek şeydi piyanosu. Saatlerce çalar, sesini evin her yerine duyurur ve parmakları artık morarmaya başladığında ancak bırakırdı. Uyuduğunda bile öğrendiği besteleri mırıldanırdı, Jimin bir beste verse on beste ezberlerdi ve şimdi ona bu tutkuyu veren piyanosu acınacak hâldeydi. Jungkook, kendinden sonra sıranın ona gelişine katlanamadı. Nefrete nefretle karşılık vermekten başka da çaresi kalmadı.

Adımları, altındaki merdivenin basamaklarını çökertmek ister gibiydi. Burun delikleri aldığı asabiyet dolu nefeslerle şişip iniyordu, Jimin'leyken bembeyaz bir yorgan gibi pürüzsüz olan boynu kabarık ve kalın damarlarla doluydu. Ne yazık ki cinnet, dünya üzerindeki en nahif insanı bile cehenneme sürükleyecek kadar güçlüdür. Jungkook bu güce yenilmişti.

Jimin onun yenileceğini biliyordu.

Jimin ona çok sinirlenecekti.

Kapı eşiğinden ışığı sızan odaya daldı, Sungmin gözlerini okuduğu kitaptan sakince ayırdı ve onu görür görmez gözlerinde bir şaşkınlık ifadesi belirdi. Bu şaşkınlık, altı saniye sonra yerini bir gülümsemeye bıraktı.

"Oh, kimler gelmiş!" Kitabı kapatıp yanındaki sehpaya koydu. "Ben de huzurumun aniden bozulmasının sebebini düşünmeye başlamıştım."

Jungkook bunu duymamış gibi ona yaklaştı, aşağılayıcı bakışlarında katran kusturacak bir nefret vardı.

"Ne yaptın sen?"

Sorusu kısa, sesi ise tehlikeli bir sakinlik içindeydi.

"Ne yapmışım?"

Soruya soruyla karşılık verilmesi, Jungkook'un hoşuna gitmedi. Kendini zor tuttu bir şey yapmamak için, yanakları hissettiği öfke yüzünden alev alacaktı.

"Piyanomu parçalamışsın."

Sungmin kaşlarını kaldırdı. Oh, yolunun önüne Haejin tarafından konmuş bu taşı unutmuştu. Tok bir kahkaha kopardı.

"Öğretmenine bedenini satacağına piyanona sahip çıksaydın sen de. Ah, tabii... Bir orospu için şehvet her zaman sanattan daha önemlidir, değil mi?"

Bunu duymamış gibi yapamadı.

Belki bir sene öncesine gitsek Jungkook bu cümlelerle bembeyaz kesilir, odasına koşar ve çığlık çığlığa ağlamaya başlardı. Oysa şimdi kupkuruydu gözleri. Bakışları, zamanla birlikte durmuştu. Sungmin onun pasif agresyonunu ağlayarak atmasını ya da elini göğsüne koyup ona hayal kırıklığı içinde bakmasını bekledi. İşler öyle gitmedi, oğlunun içine ektiği ikinci ruhtan ilk defa zararlı çıktı.

Jungkook onu yakalarından kavrayıp sehpanın üstüne fırlattı. Şiddet. Onu zıvanadan çıkaran her şeye, herkese uygulamak istediği tek şeydi. Bu onu rahatlatıyordu. Karşı tarafın kalbini kırmak istemiyordu yalnızca. Etini parçalamak, dilini koparmak, kan içinde bırakmak istiyordu. Sert bir tekme savurdu ayaklarının dibindeki bedene.

Kaburgaları, vücudunda en çok acıyan yerdi. Bu aklına geldiği anda Sungmin'in göğsüne ayağını bastırdı ve altındaki kemikleri ezdi tüm gücüyle.

Alamadığı nefes, yerdeki bedenin tuhaf seslerine sebep oluyordu. İlk defa hissettirdiği acıyı tadıyordu ve nefret etmişti bundan. Jungkook'u acı içinde gördükçe keyifleniyordu hâlbuki. Şimdi gözlerinin ona sunduğu tek şey kararıp duran bir tavandı. Çocukta "deli gücü" vardı. Her darbesi, normal birinin uygulayacağından iki kat daha çok yakıyordu canını.

Üstündeki ayak bileğini yakaladığı gibi çekti, yanına devrilirken ensesi sehpaya çarpmıştı sertçe. Beklemediği darbe ona acıdan çok bilinçsizliği getirdi, gözleri karardı, neye uğradığını şaşırdı. Haejin'in genç ve tatlı sesi salonda dolandı.

"Kolların çizik içinde kalmış Jungkook, sana kendi başına çıkmaya kalkma demedim mi?! Ah oğlum..."

Jungkook bu sese tutunmak istedi, etrafta annesini aradı da bulamadı. Sabredememişti ki. Şeftalilerin her biri iştah açıcı görünüyordu.

Sungmin, onun yarı bilincini sıfıra indirmek uğruna saçlarından tutarak başını yere çarptırdı. Jungkook acı içinde çığlık attı, gücünden geriye ne kalmıştı?

"Bak anne, sekiz tane topladım. Beş tanesi senin, ikisi Katherine'in, biri de babamın."

"Neden babana bir tanecik veriyorsun?"

Acı dolu darbeler içinde debelenirken buldu sorunun cevabını yeniden. Üstündeki bedeni nefretle ittirdi.

"Çünkü bana kızdı, 'Piçsin sen!' diye bağırdı. Anne, piç ne demek?"

Tırnaklarını yüzüne geçirdi, soyulana dek çizdi. Sarkık yanakları, ona iğrenç bir his veren buruşuk teni kan içinde bırakırken "Piç," diye mırıldandı.

Onun acıdan dolan gözleri, akan her gözyaşı diline yayılan bir şarap damlası gibi uyuşturucu ve haz vericiydi.

Ensesinden akan sıcak sıvıyı hissetti, ağzında da mide bulandırıcı bir kan tadı vardı. Babasının hırıltılı nefesleri huzurlu bir melodi gibi doluşmuştu kulağına.

"Cesetlerinizi parçalayacağım," dedi Sungmin nefes nefese kurtulmaya çalışırken. "Öleceksin! Zamanın doldu!"

Ardından, zar zor uzandığı sehpadan kavradığı porselen bibloyu üstündeki bedenin kafasına geçirdi. Kafasında kırılan bibloyla beraber paramparça oldu Jungkook'un bilinci. Sönük şöminenin önüne doğru devrildi, ateşi harlamak için konulmuş demir çubuklardan biri ensesini teğet geçti.

Sungmin, yerde sürünerek camın önüne kadar gelmişti. Aldığı nefes midesini bulandırıyor, kan damlamaması için ağzını kapattığında boğuluyordu. Yaşının getirdiği güçsüzlükler, bu darbeler yüzünden ortaya çıkmıştı. Girdiği öksürük krizi içinde ayağa kalkmaya çalıştı.

Jungkook'un toparlanması uzun sürmedi. Onu alt etmek için öyle büyük bir hırsla doldu ki canının acısı fark etmedi. Kulakları çınlarken kalktı yerden, fısıltılar susmak bilmiyordu. Sirenler öyle yüksekti ki çığlık atası geliyordu kurtulmak için. Gülmeye başladı birden, Sungmin koltuğun koluna tutunarak ayakta dururken ona dehşet içinde baktı. Burnundan akan kan dişlerine bulaşmıştı.

Jungkook için çıkardığı sesler ve söylediği cümleler önemli değildi artık. Duyduğu tek şey sirendi nasıl olsa.

"Babacığım!" diye bağırdı ona parlak gözlerle bakarken. Sungmin'in göğsü dar geliyordu ciğerlerine, bir türlü nefes alamıyordu.

Jungkook kollarını iki yana açtı. Artık bu saniyede, bu salonda değildi. Kendini bile duyamıyordu ki! Hayatı, nerede nasıl davranacağını düşünmek için fazla kısa değil miydi? Babasına sarılmanın nasıl bir duygu olduğunu merak ediyordu hem. Zihninden ve gerçeğin o dayanılmaz zulmünden çok daha güzeldi hayalleri. Oh, zavallı çocuk, aklını kaybediyordu.

Ona doğru adım attığında Sungmin geri çekilmeye çalıştı, sırtı ardındaki geniş cama çarpmıştı. Oğlu, akıl hastanesinden kaçmış bir katile benziyordu. Üstelik onca darbeye rağmen bir damla gözyaşı akıtmamıştı, aksine kocaman gülümsüyordu. Kendi yarattığı katilden kaçmaya çalıştı.

"Git!" diye bağırdığında Jungkook hayal kırıklığı içinde baktı ona, hâlâ yaklaşıyordu.

"Ama seni çok seviyorum, babacığım." Adımları hızlandı. "Sarılmak istiyorum."

Birdenbire ona olan nefreti kendini hatırlattı. Karşısındaki kişinin, onu cumartesi sabahları tiyatroya götüren ve her zaman gülümsemesine sebep olan babası olduğunu düşündü. Aynı anda onun, hayatındaki her şeyden sorumlu bir katil olduğunu ve yaşattığı acının iki katını yaşamasını istediğini anımsadı. Çöl ile sel birleşti, güllerin dikeni notalara battı ve alev alan zindanda çığlıklar yankılandı.

Üstüne doğru hızla koşup sarıldı ve kolları ona bağlıyken cama doğru koşmaya devam etti. Sonrası ise, tam bir felaketten ibaretti.

İnsani olmayan gücün etkisiyle paramparça oldu cam. İki beden, evden aşağı doğru hızla düşmeye başladı. Sungmin neler olduğunu kavrayamıyordu, sıkıca tutundu ona bağlı bedene. O kadar hızlı düşüyorlardı ki bunun bir facia olduğunu kavrayamamışlardı.

Sanırım bu, Jungkook ve babasının birbirine en sıkı sarıldığı andı.

Siyah arabalarının tepesine, ağır bir çuval gibi düştüklerinde Sungmin başını bir kez daha çarpmıştı, bu seferki ağır geldi ve bilincini kaybetti. Ani düşüşle arabanın sireni ötmeye başlamıştı. Haejin ve Katherine'in çığlıklarını duyuyordu Jungkook yarım yamalak. Oh, Jeon malikanesi yine huzur dolu bir güne şahit oluyordu.

Annesinin sesinden kendi adını duydu fakat hiçbir şey göremiyordu. Canı yandıysa da hissetmemişti, cinnetinin etkisiyle titriyordu yalnızca.

"Jungkook!" diye bağırdığını duymuştu. Sesi inanılmaz bir acı ve çaresizlik içindeydi.

"Katherine! Oğlum öldü!"

Yerinden kalkmak istedi, bilinci kaçmak derdindeydi fakat tek yapabildiği kapanmak üzere olan gözleriyle etrafa bakmaktı. Bu sefer düşmüştü işte.

Demek ki şeftali ağacına düşmeden çıkabilmesi tamamen şanstı.

İki saat kırk beş dakika sonra.

Jungkook çok büyük bir hata yapmıştı.

Bu hata, bir özürle geçiştirilemeyecek kadar ciddiydi. Aşkıyla, şefkatiyle iyileştiremeyeceği bir yara.

Gözlerini açarken başta bu hatayı ve sebeplerini hatırlayamadı. Göğsünde ve bacaklarındaki keskin acı, bilincinin yerine gelmesiyle kendini hissettirdi. Boğuk sesiyle inlerken nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Soğuktu ve bembeyazdı gözünün gördüğü her yer. Etrafı inceledi, zevksiz perdeleri, başının ucundaki sürahiyi, ondan uzakta kalmış kapıyı ve üstündeki 301 yazısını.

Bakışlarını sağa çevirdiğinde ise yanı başında, beyaz bir sandalyede oturan Jimin'i gördü. Hiçbir şey demeden onu izliyordu. Onun yüzünü görünce hatırladı cinnetini, amacını, hissettiği tüm zehirli duyguları. Tüm bunların ne kadar yanlış olduğunu ve yaptıklarının ihanetten başka bir şey olmadığını ona bakınca fark etti fakat çok geçti. Acı bir yumru, anında boğazındaki yerini alırken ağzını açıp bir şeyler demeye çalıştı. Çalıştı da diyemedi. Ne diyecekti ki?

"Su ister misin?" dedi Jimin, sesi ifadesizdi ve gözlerinin içine daha önce görmediği, tuhaf bir şekilde bakıyordu.

Jungkook duymamış gibi ona dokunmaya yeltendi, "Jimin," diye inledi fakat Jimin elini anında geri çekti.

Bu hareketiyle ne diyeceğini bilemedi. Onun ne kadar sinirli olduğunu gördükçe eli ayağına dolanıyordu. Hiç böyle yapmazdı ki. Gözleri hiç bu yargılayıcı bakışa sahip olmazdı, böyle somurtmazdı, burnunun ucu sinirden titremezdi.

"İyiysen gideceğim." dedi yalnızca.

Jungkook başını hızla iki yana salladı. Canının acısını umursamadan yatağında doğruldu ve ona ulaşmaya çalıştı. Sahip olmadığı bir şeye uzanmaya çalışırken elindekini düşürdüğünü çok geç fark etti.

"Yalnızca eşyalarımı alacaktım," dedi gözlerinin içine bakarak. "Yemin ederim!"

Jimin ona ayıplayıcı bir bakış attı. Dizlerine kapanmak ve neden diye yalvarmak istiyordu fakat çığlığı boğazında öylece duruyor, kalbinin kırıklarından sızan ve yalnızca düşük bir ses tonuyla söylenen birkaç cümle oluyordu.

"O kadar kolay yalan söylüyorsun ki Jungkook. Bir dakikanı bile almıyor."

Tek hamlesiyle hayatlarının akışını değiştirmişti. Verdiği uçsuz bucaksız sözler, onları birbirine sıkıca bağlayan bir ipken şimdi birbirinden koparan görünmez bir şeytan olmuştu. Hissettiği utanç, şakaklarına kadar uyuşturdu onu. Gözlerinin içine bakamaz oldu. Oysaki en ihtiyaç duyduğu şeylerdi bu anda. 

"Ben de inandım. İnanmamak için bir sebebim yoktu sonuçta. Sevgilim böyle aptalca bir şey yapmaz diyordum." Kendi dediklerine güldü, sesindeki alay katlanılacak gibi değildi. "Ne safmışım."

Ona, tüm bunların yanlış olduğuna dair bir şeyler söylemek istedi fakat ağzını açsa da aklına bir kelime bile gelmedi. Hiçbir öz savunması yoktu. Kendi yaptıkları karşısında ilk kez hayal kırıklığına uğradı. Jimin'in tam şu anda, hiçbir şey yaşanmamış gibi ona sarılmasını istedi. Hâlâ bunu isteyecek kadar bencil olduğunu fark edince ise, içi su dolu bir haznede kapalı kalıp boğulmak fikri cazip geldi. Her şeyi mahvetmesi ne kadar kısa sürüyordu!

"Neden?" dedi sonra Jimin dayanamayıp. Öfkesinin iki eli, içinde bulunan yalvarma isteğinin önünü kapatamadı ve kırık bir ses tonu kızıl parmakların ardından sızdı.

Jungkook, bu soruyla içindeki durumdan kurtulabilirmiş gibi atıldı:

"Beş dakika bile sürmeyecekti. Katherine uğraşmasın diye eşyalarımı alıp gelecektim. Sen uyandığında... çoktan evde olacaktım!"

Cümlesi biter bitmez, Jimin "Bana yalan söyleme!" diye bağırdı. Anında yerine sindi öfke dolu sesi duyunca. 

"Umurunda bile değil Jungkook! Neredeyse ayaklarına kapanıp yalvardım, ağlayacaktım! Bunca yakarışın ardından siktiğimin eşyaları için mi gidiyorsun o eve? Aman Tanrım... Hâlâ yalan söylüyorsun!"

İnsan bencildi. Bencil, yalancı, günahkâr, şiddet meyilli, öfkeli. En güvenilir sandığı ruhun içinden bile yalancı çıkabiliyordu ama... Jungkook hep onun yanında olmak istemez miydi? Jungkook onu sevmiyor muydu? Bu düşünce Jimin'i tüketmeye başlamıştı. Seviyor, diye karşı çıkmak istemişti içindeki sese. Elbette seviyor. Jungkook beni seviyor, yalan söylemez, güvenilirdir, önceliği sağlığıdır... Koca bir yalan silsilesi. Beklemediği yerden gelen hayal kırıklığı, tüm doğrularını sarstı. 

Jungkook, babasına benziyordu. Nefret ettiği babasına. 

"Ellerimi tuttun," dedi Jimin, bağırışlarına karşılık gelmeyince. Sevgilisinin titreyen ellerini kavradı ve gözlerinin içine baktı. Saç telleri bile titriyordu. "Gözlerimin içine baktın ve 'Jimin-ah,' dedin. 'Sakın bulutlar düşmesin gözlerinin önüne. Ben hep yanında olacağım.'"

Jungkook, onun gözlerine zar zor bakarken "Y-yanındayım." dedi. 

Jimin ellerini çekti, ateş çıkacaktı gözlerinden neredeyse.

"Ben senin canın için endişelenip kendimi paralarken, gecenin bir vakti, uyku halinde olmamdan yararlanarak çekip gidecek kadar yanımdasın." 

Jungkook, inatla inkar etmeye devam etti. Bir işe yaramadığını bile bile "Yanındayım," diye fısıldadı. Kendini kaybetmek üzereydi. Fısıltıları, acı dolu yakarışların habercisiydi sanki. Böyle olsun istememişti, aklındaki senaryo çok daha farklıydı. Her şey en basit şekilde hallolacaktı, Jimin'in ruhu bile duymayacaktı. Şimdi yaşananlar ise öyle yanlıştı ki! 

Onu dünyalar kadar sevmesi bir şeyi değiştirmiyordu. Gitme deyişi de -kendinin yapamadığı şeyi ondan yapmasını istemek ne büyük yüzsüzlüktü!- bir işe yaramayacaktı. Jimin çoktan gitmişti. Güvenini, geri kazanamamak üzere kaybetmişti.

Onu mutlu eden iki şey. Piyano ve Jimin. Piyanosu parçalandı, Jimin gitti. 

Jungkook çıldıracakmış gibi hissediyordu.

"Zaten aşk değildi hissettiğim sadece. Kendimi bile isteye ateşin içine attım. Canım çok yandı ama ölmediğimi görünce daha fazlasını istedim."

Daha dün her şeyden çok güvendiği sevgilisine baktı. 

"Daha fazlası öldürebiliyormuş, fark edemedim."

Sözcüklerinin bu kadar canını yakmasına anlam veremedi Jungkook. Eli istemsizce göğsüne gitti, boşluğu izledi gözyaşları yanaklarından kayarken. Ailesinden gelen hasarın büyüklüğünü kendi elleriyle de yaratabildiğini öğrendi o sabah. Kırıldığı kadar kırabileceğini. 

Jimin'i bu buhrandan alabilmek için nafile bir çabayla araladı dudaklarını, nefes bile alamadı. Bir damla gözyaşı düştü yalnızca. Jimin yerinden kalktı, arkasını döndü bir şey demeden. Gideceğini fark edince çözüldü dili.

"Jimin gitme," Yorganını sıktı ona seslenirken. "Yalvarırım gitme!"

Yüzüne bile bakmadı. Gözlerindeki ifadeyi göremedi Jungkook. Öpemedi, öyle uzaktı ki! Kıvranıyordu yattığı yerde.

Kapıya doğru yürüdüğünde Haejin içeri girmişti. Başını eğip ona yol verdi ve öylece çıktı odadan. Jungkook, neye uğradığını şaşıran annesine bakarak yalvardı:

 "Anne, gidiyor! Söyle gitmesin!"

Jungkook'u en son yedi yaşında böyle yalvarırken görmüştü. Beğendiği bir oyuncak için. İçten bir şekilde "anne" deyişi de o zamandı. Haejin durdu olduğu yerde, hayatının iki evresi birbirine karıştı. Ona öylece bakarken yutkundu yalnızca. 

Zehirli süslerden ve makyajdan arınmıştı, ona tuhaf bakışlar atmıyordu. Aralarında yarısı içilmiş şarap bardakları, kolyeler ve samimiyetsiz sözler yoktu. Enselerinde yılan dolanmıyordu. 

Haejin onu kendine çekti ve sıkıca sarıldı, hiçbir şey demeden ağlamaya başladı. 

"Anne," diyordu Jungkook. "J-Jimin gidiyor!"

O yalvardıkça daha çok ağlıyordu, diyecek hiçbir şeyi de yoktu. Kimse Jimin'i geri getiremezdi. 

Bir şeytan sızmıştı aralarına, elindeki her şeyi almıştı.

Pokračovať v čítaní

You'll Also Like

106K 12.2K 51
Jungkook, erzağının bitmesiyle kendine yiyecek birşeyler ararken, Taehyung'un liderlik yaptığı bir küçük bir şehirle karşılaşır. Jungkook, açlığını d...
329K 30.6K 32
Kore'nin nesillerdir düşman olan iki sürüsü; Kim'ler ve Jeon'lar aynı davete katılır. Beklemedikleri şey ise attığı yumruk ile ruh eşi oldukları orta...
598K 66.5K 40
çapkın bir omega olan kim taehyung, kızgınlıklarını geçirmek için gözüne alfa jeon jungkook'u kestirir
57.6K 8.3K 31
[🥼🔬] [theoretically lab] kim taehyung, stajyer jeon jeongguk'un tam bir virüs olduğunu düşünüyordu.