İHTİLAL

By binnurnigiz

18.2M 903K 3.4M

O gece yağan yağmur, yer ve göğün yerini değiştirmişti. O geceden sonra bir daha şafak sökmemeli, güneş doğ... More

GİRİŞ
1. GECE
2. ZİNCİR
3. KARANLIĞIN NEFESİ
4. DAĞ GARDİYANLARI
5. ENSESİNDE BİR YALANIN
6. ZEHİRLİ DUDAKLAR, UYUTMAYAN KELİMELER
7. GÜNEŞ SIZINTISI
8. GÖKYÜZÜ MATEMİ
9. YALAN BOŞLUĞU
10. ÇAKAL ÇIKMAZI
11. LÂL ve KEHRİBAR
12. KÜL ve BUZ
13. DAĞ GELİNCİĞİ
14. DAĞ RÜZGÂRLARI
15. GECENİN KOYNUNDA
17. VURGUN
18. GÜNEŞ KAÇAĞI
19. YARA VE NASIR
20. ZİNCİRE VURULMUŞ SOKAKLAR
21. ŞAFAK ORATORYOSU
22. CEHENNEMDEN FİRAR
23. GECE ve RÜZGÂR
24. KAR MASKESİNİN ARDINDA
25. TAŞ DUVARLAR
26. KARA ÖRTÜ
27. GÖZ ve KÖZ
28. HÜKMEN MAĞLUP
29. YAN YANA VE YANA YANA
30. TÖKEZLEYEN KALP
31. GELİNCİĞİN BEYAZ BAKIŞLARI
32. ALAŞAFAK
33. KALP KEHRİBARI
34. LÂL GÖK
35. KURUM YANGINI
36. ŞEHRİN GİRDABI
37. GÖNÜL KIYISI

16. SARHOŞUN ELLERİ

445K 27.2K 118K
By binnurnigiz

Lütfen bölümü oylayıp yorumlamayı unutmayın. Keyifli okumalar!

Güzel Zeyna'm, editler ve desteğin için çok teşekkür ederim! 

Vedat Özkaya, Sencileyin

Claude Debussy & Alain Planes, Reverie

Aforizmadam, Bu Kalp

16. SARHOŞUN ELLERİ

Savaşan senken, bir adamın seninle savaşmadan seni yenebiliyor olması çok zordu.

Onu tanıdığımda, beni yeneceğini zaten biliyordum. Bunu, o gece onu gördüğüm anda anlamıştım. O gece, kaderimi değiştirdiği an ben artık bir daha o sokağın başında durması için ona yalvaran Zeliha olmayacağımı zaten biliyordum. Şimdi kendime çok benzeyen, ama bir o kadar da benimle ilgisi olmayan bir yabancıydım. Boğazımdaki ağrıyı tükürüğüme katarak yok etmek istedim.

Dudakları bir çocuğun en sevdiği, uykusunu çağıran ve en derin uykularda en güzel rüyaları görmesini sağlayan o ninni gibiydi. Dudakları dudaklarımdayken düşünmek için daha az vaktim vardı, daha az kafa yoruyordum; dışarıda devam eden hayat bana daha az dokunuyordu. Bunu fark etmek kendimi zehirliyormuşum gibi hissetmeme neden olmuştu.

Onun dudaklarıyla zehirlenmek...

Dudaklarım dudaklarından uzaklaşırken düşündüklerimin boyutları aşamayacağım kadar yüksek duvarlara benziyordu. Bakışlarımı onun gözlerinden çok hızlı bir şekilde uzaklaştırdım ama beni izlediğini biliyordum. Yüzüme düşen saç tellerini kulağımın arkasına iterek derin bir nefes aldım. Her şeyin iyi gitmesini istiyordum. Bu gecenin sonunda Biricik'in canını yakan adamın canı yansın istiyordum. Araçtan ineceğim sırada beni bir defa daha soğuk dokunuşuyla doldurdu ama gözlerimi çevirip Gurur'a bakamadım.

"Dikkatli ol," dedi, sesinde bir dilek değil, emir vardı.

Cevap vermek yerine başımı sallayıp hızlıca araçtan inerek eve doğru ilerlemeye başladım. Ev, dışarıdan çizdiği görüntüye nazaran daha lükstü. Boş denecek kadar az eşyası olan evin salonunda sadece tek bir koltuk vardı, koltuğun üzerinde şeffaf poşetlerin koruduğu kıyafetleri ve perukları gördüm. Çok geçmeden koridorda elinde küçük bir makyaj aynasıyla Nihan çıktı. Neredeyse olduğum yerde zıplayacaktım ama kendimi toparlayıp soğukkanlı görünmeye çalıştım.

"Her şey yolunda, değil mi?" Nihan'ın gülümseyerek sorduğu sorudan anladığım kadarıyla bir şeyleri boka çevirmemden korkuyordu ve bu soruyu bana net olarak soramadığından, kibarca nasıl olduğumu anlamaya çalışıyordu. Cesareti göğsüme sıkıştırarak sahte bir gülümsemeyle ona karşılık verdim. Sanırım görmek istediği tam olarak buydu. "Pekala," dedi derin bir nefesi ciğerlerine sığdırıp, ardından bana doğru dönerek. "İşe senin şu güzel çillerini yok etmekle başlayalım."

"Bence bu iyi bir fikir," dedim başımı sallayarak.

"Gel benimle." İşaret edip sırtını bana dönerek ilerlediği dar koridorda yürümeye başladım. Elinde tuttuğu aynayı belli aralıklarla sallıyor, karanlık koridorda ayağındaki topuklu ayakkabıların sesi çınlıyordu. Kapısı açık duran bir odadan içeri girdiğimizde hemen odanın karşısındaki diğer odada Yener'i gördüm, sırtı dönüktü ve ondan birkaç metre ileride duran bir adamla bir şeyler konuşuyordu. Adam muhtemelen Vural olmalıydı. Nihan'ın arkasından kapısı açık odadan içeri girdim. Odada büyük, etrafı beyaz ampullerle çevrili bir makyaj aynası, geniş, üzerinde her tür makyaj malzemesinin olduğu beyaz bir makyaj masası vardı. Işıklar gözümü almıştı. Sakin adımlarla odanın içinde ilerledim. Kapının açılıp kapandığını duyduğumda Gurur'un artık evin sınırlarında olduğunu biliyordum. Birden varlığını hissetmek tırnaklarımı avucuma gömerek hilal desenlerini cildime işlememe neden oldu.

"Bu tür adamlar son derece gösterişli kadınlardan hoşlanıyor," dedi tiksinti dolu bir sesle, ardından sandalyeyi çekip yavaşça beni çağırdı. "Önce senin makyajını yapayım, benim işim daha kısa sürer. Çünkü kendi yüzümü tanıyorum."

Yavaşça sandalyeye oturup karşımda duran aynaya baktım. Gözlerimin altında uykusuzluğun getirisi olan koyu renk halkalar vardı, beyaz ışık doğrudan yüzüme vurduğundan daha açık tenli görünüyordum. Gözlerimin içinde makyaj aynasının etrafını süsleyen ışığın beyaz halkası görünüyordu. Huzursuz gözlerim kendi suretime yeni hisler çizerken saçlarımı geriye doğru toparlayarak beklemeye başladım. Neye benzeyeceğimi bilmiyordum. Kendime benzemesem yeterliydi sanırım.

Nihan yüzüme sürmem için bir nemlendirici tüpünü bana uzattı, beyaz renkteki tüpün içinden sıktığım nemlendirici yüzüme ve boynuma yedirdiğim sırada odadan çıkmıştı. Ellerim devamlı olarak yüzümü sıyırıyordu. Muhtemelen kıyafetleri ve perukları almak için gitmişti. İçeriye düşen yabancının gölgesini hisseder hissetmez aynadan arkama doğru baktım; Gurur kapıda durmuş buz sıcağı gözlerini aynadaki yansımama sabitlemişti. Sessiz görünüyordu ama gözlerinin gerisinde pençelerinin içinde kan lekeleri gizlenen bir yırtıcı beni izliyordu.

"Tüm çillerini örtmesini istiyorum," dedi birden, sesine bulaşan o net kan kokusunu soluyunca, damarlarımın içindeki tüm kanların bir dalga misali önce damarlarımın kıyısını sarsıp, sonra geri çekildiklerini hissettim. Yüzümdeki kan çekildi, bembeyaz olmuş bir yüzle onun yansımasını izlemeye devam ederken sessizdim. "Senin çillerini herhangi birinin görmesini istemiyorum. Bu gece oradaki hiçbir erkek senin çillerini görmeyecek."

Yutkundum, boğazımdan aşağıya kan tadı taşındı.

"Öyle olacak zaten," dediğimde gözlerini kırpmadan yansımama bakmaya devam ediyordu. Gözlerimi kendi yüzüme indirdim ama onun bakışlarını hissetmek dilimin damağımın kurumasına neden oluyordu. "Beni herhangi bir yerde görünce tanımayacağı kadar yabancı bir hale getirecek Nihan."

"İyi," dedi, sonra ekledi: "Keşke tenini, ellerini, bakışlarını da başkasınınkiyle değiştirebilseydi bu gece."

Kelimeleri ağır gelse de, "Neden?" diye sorabildim, sesimdeki huzursuzluğu fark etmemesi imkansızdı.

"Çünkü canım senin tenini, ellerini, gözlerini paylaşmayı çekmiyor hiç," diye açık uçlu bir cevap verdi. Gözlerini otomatik bir tavırla odanın diğer ucuna çevirdi, artık bana bakmadığını bildiğimden bu defa ben onun yansımasını izlemeye başladım.

"Bu sebepten yani," diye mırıldanarak gözlerimi önümde duran, kapağı açık duran ve içinde yüzlerce rengi barındıran far paletine indirdim. Açık duran kapağının diğer yüzünde bir ayna vardı ve bu ayna, kendimi aşağıdan da görmeme neden olmuştu. Gözlerimi tekrar kaldırıp yansımasına baktığımda yanılmamıştım, yeniden beni izliyordu.

"Evet," dedi. "Kesintisiz bu sebepten."

"Bu gece kendim olacağım, sadece kendime biraz yabancı bir ben," diye mırıldandım, beni dinledi ama cevaplamadı. Sadece sustu ve yüzümü izledi.

"Bu gece gerçek bir yabancı olmanı, o adamların senin çevrende olmamasını isterdim," dedi açıkça, sonrasında kendine düşünme fırsatı yaratmadan yeniden konuştu. "Yani tamamen canımın öyle çekmesinden."

"Anladım," diyebildim. Nihan elinde kostümlerle girdiğinde kucağında resmen bir dağ tutuyordu. Gurur'u kolunun kenarıyla sertçe vurarak itip yolu kapattığı için ona kötü kötü bakmıştı. Ellerindeki kostüm yığınını duvarın kenarında duran eski çekyatın üzerine bıraktıktan sonra bakışlarını Gurur'la buluşturdu.

"Çıkıp gitsen iyi edersin dağcı çökelek," dedi alayla. "Biri beni izlerken sanatımı konuşturmayı sevmem."

"Makyaj benim istediğim gibi olacak," dedi Gurur, sesinde ilk defa alay yoktu; net ve sertti. Bu onda pek de alışkın olduğum bir durum değildi. İlk tanıdığım gece evet öyleydi ama sonrasında çizdiği profil daha şakacı biri olmuştu. Şimdiyse bir demir kadar sert ve soğuktu; belki bir mermer kadar.

"Yapma ya?" Nihan bunu alenen alayla sormuştu, tek kaşını kaldırmış, dudağında sinir bozucu bir gülümsemeyle Gurur'a bakıyordu. "Kim söyledi bunu?"

"Ben," dedi, ardından sakin bir ses tonuyla ekledi: "Duru değil, abartılı görünmesini istiyorum. Tamamen abartılı. Ona hiç benzemeyecek şekilde. Ona baktığımda başka bir kadını görmek istiyorum." Nihan bunu yapacaktı zaten ama Gurur'un cümlelerindeki anlam farklı gibiydi. Nihan anlık duraksayarak bir Gurur'a bir de onun hareketlerini aynadan takip eden bana baktı. Derin bir nefes alırken söyleyeceklerini toparlamak istiyormuş bir hali vardı.

"Pekala Gurur, biz zaten bunu planlıyoruz."

"Planladığın onu güzel ama tanınmayacak hale getirmek." Ellerini kaldırıp jest ve mimiklerini aktif bir biçimde kullanmaya başladı. "O güzel, bu çabaya gerek yok. Onu başka birine dönüştür yeterli."

O güzel. Kirpiklerim gözlerimin önüne devrildi ve bu iki kelimelik cümleyi hazmetmek için yutkundum.

"Güzel olmazsa o adamın ilgisini çekemeyiz."

"Sen çekersin," dediğinde bir an kaşlarımı çatarak ona baktım ama o bana değil, Nihan'a bakıyordu.

"Zeliha yalnız olmayacak, Gurur," dedi Nihan, her nedense sesi sakindi; sanki Gurur'un bu halini benim kadar yadırgamamıştı. Bir an sessizliğe kulak kesildim ve düşündüm. Gurur daha önce de böyle davranışlar mı sergiliyordu acaba? İstediği olmayınca asıp kesen bir insanmış gibi görünüyordu, bu doğruydu ama yine de garipti.

"Her neyse. İzliyorum." Kollarını göğsünün üzerinde toparladı, burnundan sert bir nefes vererek aynaya düşen yansımamı izlemeye başladı. Nihan başta hareketsizdi, daha sonra vakit kaybettiğimizi fark etmiş olacak ki Gurur'a gözlerini devirerek bakıp bana doğru ilerledi.

Yüzüm nemlendiriciyi emmişti, cildim makyaj için hazırdı. Tenimi normalde olduğundan birkaç ton daha koyu yapmayı düşünüyordu, bronz bir ten her zaman seksi görünürdü, Nihan böyle söylemişti. Benim için sorun değildi. Hiçbir zaman seksi görünmek gibi bir çabam olmamıştı. Ben buğday tenimle -ki yaz aylarında ciddi anlamda esmer de denilebilirdi- kahverengi çillerimle olduğum gibiydim. Pek makyaj yapmazdım, bu yüzden cildime geçilecek katmanların tenimde nasıl bir his bırakacağını merak ediyordum. Cildimin nefes alamayacağını düşünmek bile ciğerlerimi sıkıştırıyordu. Ağırlık yapan şeylerden hiç hoşlanmıyordum. Hislerden de öyle.

Kabuki uçlu bir fırçayla yüzüme yerleştirdiği koyu renk fondöteni dağıtmaya başladığında, fondötenin güçlü dokusunun altında kalan çillerim sanki cildim bana ait değilmiş gibi silinmeye başlamıştı. Birkaç saniye içinde artık yüzümün ortasında duran benim değil, bir başkasının derisiydi. Güçlü kapatıcılarla fondöteni sabitleyip çillerimi tamamen görünmez kıldıktan sonra asıl makyaja başlamıştı. Yüzüme oldukça koyu tonlar kullanarak bir makyaj yapıyordu. Sanki tenimi bronzlaştırmamış gibi durmaksızın kızılların, siyahların olduğu paletleri kullandığı için yüzümün bir cenazeye döneceğini düşünmeye başlamıştım. Matem tutan kötü kızı oynamak istemiyordum. Gözlerim aynadaydı. Değişimimi anbean izliyordum. Sonunda simleri de işe kattı ve biraz renklenmeye başladım. Siyah far ile bir kedinin gözünü anımsatan göz makyajımın üzerine gümüş rengi yapışkan his bırakan bir sim tabakası sürmüştü. Dudaklarımda uçuk kaçık pembe bir ruj vardı, ruj mattı ama neon bir rengi vardı sanki; karanlıkta bile dudaklarımı ayırt edeceklerine emindim.

Kafamın derisiyle birebir uyum sağlayan peruğun rengi platin sarısıydı, bu kadar koyu bir tende nasıl olur diye düşünmüştüm ama peruğu sıkı bir at kuyruğu şeklinde topladığında bir an çok kısa bir an için gerçekten çekici göründüğümü fark etmiştim. Abartılı ama çekici. Üstelik peruk öylesine gerçekçiydi ki, at kuyruğum kendi derimi çekiştiriyordu. Muhtemelen biri bunun peruk olduğunu anlamazdı bile. Usta bir şekilde bağlanan at kuyruğumun içine yerleştirilen toka formundaki mikrofonu hissedebiliyordum; biraz rahatsız edici olduğunu söyleyebilirdim. Kafamın derisine tek toka batıyormuş gibi bir his yaratıyordu. Gözlerimdeki mavi lenslerden sol taraftaki hafif bir batma hissi yaratmıştı.

Sonunda Gurur bir yabancıya bakıyormuş gibi bakıp odadan çıktı ve üzerimi değiştirmek için odanın diğer ucuna ilerledim. Eski, bordo renkteki perdeyi işaret eden Nihan'ın dediğini yaptım. Benim için seçildiğini bildiğim kıyafetlere bakarken seçeceğim olmadığını biliyordum. Üstelik daha yerleştirilmesi gereken görüntü alacak kameralar ve mikrofonlar vardı. Siyah deri taytı bacaklarımdan geçirdim, kısa bir şey giymek zorunda kalmadığım için mutluydum çünkü bacaklarımda da çiller vardı. Sivri burun botların derisi de parlaktı, siyahlardı ve kesinlikle üzerlerinde durması güç botlardı. Üzerime tüm bu matemin aksine bordo tonlarında bir kazak giymiştim, kazak boğazlıydı, tüm bedenimi sıkıca sarıyordu. Kazağın üzerine tüylü siyah bir yelek geçirdim ve bana oldukça yabancı olan görüntümü izlemek için perdenin arkasından çıktım. Bu sırada Nihan hızlı bir şekilde makyajını tamamlıyordu.

"Sanırım iyi görünüyorum," dedim, kararsız sesimi duyan Nihan aynadan bakmak yerine omzunun üzerinden bana doğru dönmüştü. Yüzünün yarısında teninden çok daha açık renk bir fondöten tabakası onu dağıtması için yalvarıyor gibi duruyordu. Gözlerindeki beğeniyi izledim. Birlikte cehenneme adım atacaktık ve ikimiz de şeytan değildik; girdiğimiz cehennemde şeytan rolü yapmak zorundaydık. Aslına bakılacak olursa, o cehenneme giren hiçbir kadının şeytan olduğu falan yoktu. Hepsi şeytan rolü yapan, cennetin kapısından geri çevrilen masum meleklerdi. Bazen en büyük günahkarın kalbi, en iyi insanın kalbinden bile daha temiz çarpıyordu.

"Seni yolda görsem, sesini duysam ve bana Zeliha olduğunu söylesen bile senin Zeliha olduğuna inanmazdım." Yüzündeki fondöteni aynaya bakmadan fırçayı oval hareketler eşliğinde tenine sürterek dağıtmaya başladı. "Vay be, gerçekten iyi bir iş çıkarmışım. Bu kadar kapalı parçalar seçmemin nedeni çillerindi. Bedeninde de çiller vardı, değil mi?"

"Evet," dedim.

"Bedenini boyamak biraz vakit alırdı, böyle çok daha iyi oldu. Hem dar parçalar açık parçalardan daha ilgi çekicidir. Görmek yerine hayal etmeyi daha çok seven sapıklarla yaşıyoruz."

Neler yapacağımız konusunda konuşurken mikrofonları Nihan'ın söylediği yerlere takmak için uğraşıyordum. Sonunda nasıl davranmamız gerektiğini, planı nasıl bozmadan hayata geçireceğimiz hakkında uzun bir konuşma yaptık. Bedenimde kimsenin göremeyeceği noktalara yerleştirilmiş casuslar bu gecenin kurtarıcıları olacaktı.

"Adın Naz," dedi. "Benim ismim de Elçin."

Başımı sallarken son derece sakin göründüğümü biliyordum, bu ruh haline bürünmem zor olmamıştı. Genelde başım ne zaman belaya girse, bok gibi hissetsem, çıkmaza girsem ve bunun gibi bir sürü cehennemlik olay yaşasam böyle görünürdüm. Sakin... Yeni sarı saçlarıma, oldukça bronz ve çilsiz tenime alışması zordu. Üzerinde dimdik durduğum topuklular da beni üzerlerinde istemiyor gibi tabanlarıma ağrı yapıyordu. Basit ama bir erkeği kendime çekeceğim türden bir hayat hikayesi uydurmuştum, hızlı ama pratik bir hikayeydi bu, üstelik Nihan da epey sevmişti. Bazı karanlık fantezilerimin olduğunu söyleyip bunları öne sürecektim ki o aptal herifin ilgisini daha çok çekebilme şansım olsun.

Küçük çantamı omzuma attım. Odanın çıkışına yöneldiğimde koridorda bizi bekleyen uzun boylu bir asker ordusu vardı. İlk gördüğüm yüz Girdap'ın yüzü olmuştu, arkasında ellerini birleştirerek karnından aşağı sarkıtmış kişi Tayfun'du, Yener duvara yaslı duruyordu ve ağzında bir kibrit çöpü çeviriyordu. Adnan, Vural ve Muşta koridorun diğer ucunda, sokak kapısının önündeydiler. Bir şeyler konuşuyorlardı ama kulaklarım uğuldadığından onları duymuyordum. Devran yoktu, bir an gözlerim onu aradı ama onu göremedim. Gurur, mutfak olduğunu düşündüğüm açık duran kapıdan çıkınca gözleri bana dokundu ve bir an donup kaldı. Bana bir yabancıya bakıyormuş gibi bakıyordu. Bu iyi miydi yoksa kötü müydü anlam verememiştim. Uzun süre ona bakamadım, gözlerindeki bakış her neyi ifade ediyorsa, ifade ettiği bu şey bende iyi bir etki bırakmamıştı.

"Kızlar, öncelikle kesinlikle çok dikkatli olmalısınız," dedi Muşta, sesinde herhangi bir endişeye yer olmasa da çivit mavisi gözlerinde gördüğüm kesinlikle bizi düşünmesiydi. Kendini değil, bu gece olacakları ve bizi düşünüyora benziyordu. Onun aralarında olduğum bu ekibin gerçekten abisi olduğunu anlamıştım, hatta yaşı genç olmasa babası olduğunu düşünürdüm. Muşta, geri çekilen askerlerin arasından bize doğru yürüdü, bir süre bizi süzdü. "Küçük şirin kızlarımdan daha farklı görünüyorsunuz. Sanki karşımda bambaşka iki kadın var. İki yabancı var."

"Amacımız net olarak buydu, Muşta," dedi Nihan, sesindeki özgüvenin birazını ben de içimde hissedebilmeyi istedim.

Muşta, sarı at kuyruğuma dokununca geri çekilmeden ayağımdaki yüksek topuklulara rağmen kafamı kaldırarak ona baktım. Oldukça uzun bir adamdı, sanırım o da diğerleri gibi bir doksan ile iki metre arasında bir yüksekliğe sahipti. Çivit mavisi gözleri acımasız baksa da o gözlerin derinlerinde şefkat olduğunu biliyordum; bunu bana çok kısa bir sürede göstermişti.

"Gevşe," dediğinde gözlerinin içine bakıyordum. "Başın belaya girecek olursa," ekledi, "başınız," gözlerimin içine bakmayı sürdürdü, "orada olacağım ve onları diri diri yakacağım. Hakan Basri Şenkaya olarak söylüyorum bunu."

Sakin olmaya çalışarak yavaşça başımı salladım. Bugün olduğum insandan daha farklı davranmak zorundaydım. Bu gece çok farklı birinin kılığına girmiştim, o kişinin kimliğini sahiplenmem ve o kişi gibi davranmam gerekiyordu. Naz diye biri yoktu, bu gece Naz'ı var eden ben olacaktım. Kanımda büyük metal parçaları gibi dolaşan hissi yok sayarak gözlerimi ellerime indirdim. Laf arasında tırnaklarıma yapıştırılmış uzun, sivri kesim boyalı tırnaklar kurumuş ve sanki benim tırnağımmış gibi sağlam hale gelmişti. Gece yarısına çok bir şey kalmamıştı, eğlence başlamış olmalıydı. Artık gitmeliydik.

"Sizi kiralık bir arabayla oraya bırakan Girdap olacak," dedi Muşta huzursuz bir sesle. "Arabayı kiralayan kişinin bilgileri sahte, muhtemelen bir pürüz çıkacak olsa bile kimse aracı kimin kiraladığına dair bilgi edinemez." Derin bir nefes alıp, uzun ve güçlü parmağını şakaklarına bastırarak gözlerini yumdu. "Girdap arabadan inmeyecek, Yener orada eğlenen insanlardan birini oynayacak. Sizi izleyecek."

"Ben de öyle," dedi Gurur ama Muşta parmağını kaldırarak onu susturunca geri çekilip dişlerini sıktı. Muşta gözlerini bile açmadan tek bir hareketiyle Gurur'u geri püskürtebiliyordu.

"Sen hiçbir yere girmiyorsun. Ayarsızsın. Dengesizliklerinle uğraşamam."

"Yener benden daha ayarsız," dediğinde Muşta ona kuru mavi gözlerini açıp oldukça tehlikeli bir edayla baktı.

"Şu kızlardan hiçbiri Yener'in sevgilisi değil ama," dedi Muşta sertçe, bir an bu cümle bana geri adım attıracak sandım ama olduğum yerden santim kıpırdayamamıştım bile. Bir kibrit ruhumun üzerine sürtündü, ruhuma yaralar bırakırken ucunu ruhumu acıtarak tutuşturdu; yanan kibritin ucundaki alevlerde geçmişim küle dönüyordu. Ortama çöken sessizliği sesimle bölmek istemedim. Oysa dilimin ucunda inkar vardı, muhtemelen Gurur da bunu biliyordu, o yüzden bana bakmadı. "Pekala kızlar, hazırsanız Girdap size araca kadar eşlik etsin. Biz orada olacağız, sadece içeri girmeyeceğiz. Tüm mikrofonlar açık olacak, görüntüler bize geliyor olacak. Sizi tek bir an olsun yalnız bırakmayacağız."

Nihan koluma girdi. Başımı salladım ama Nihan bir şeyler söylemek yerine beni çıkışa ilerletmeye başladı. Tam koridorun sonuna geldiğimizde, Muşta, "Kendinizi savunabilmeniz için silah almanız gerekiyor," dedi ve o an irkilerek ona doğru döndüm. Gözlerimde itirazı gördüğüne emindim ama geri adım atmayacağını biliyordum.

"Küçük bir cihaz," diyen Tayfun'un elindeki siyah, bir arabanın uzaktan kumandasını anımsatan şeye baktım. "Ama şu ucuyla karşındakini öldürücü bir hasar vermeden etkisiz hale getirebilir. Elektrikle." Parmağını düğmeye basınca, o küçük cihazın ucunda büyüyen mavi kıvılcımları görüp bir adım geri çekilerek korkuyla cihaza bakakaldım. Tayfun bronz tenine gömülmüş gümüş rengi gözlerini kaldırıp, bana ürkütücü gözlerle baktı. "Birine zarar vermeden kendini ancak bunun gibi bir cihazla koruyabilirsin. Bunu al."

İkilemde kalsam da Tayfun da Muşta da haklıydılar. Hem birine zarar vermemem hem de kendimi koruyabilmem çok zordu. Bu yüzden Tayfun'un bana uzattığı bu mavi kıvılcımlar yaratan cihaza ihtiyacım olacaktı. Ruhumun derinliklerinde sırtında keskin bir yüzgeçle usul usul ilerleyen o canavarın dişlerinde düşüncelerimin kanı vardı; kalbimin dibinde kalan son korku yukarı doğru taşarak kalbinden aktı ve intihar etti. Uzanıp cihazı aldım, küçük çantamın ön gözüne yerleştirip fermuarı kapattım ve makyajın gizlediği yüzümü kaldırıp Tayfun'a minnettar gözlerle baktım.

"Teşekkür ederim."

"Rica ederim, bir önemi yok. Umarım şansınız yaver gider ve başarılı bir operasyon gerçekleştirmiş oluruz."

Resmi dili beni şaşırtsa da, "Evet," diyebildim, bana garip garip bakıyordu, ben de ona.

"Çıksak iyi olacak," dedi Girdap. "Muşta, kızları içeride bıraktıktan sonra aracı tenha bir yere çekeceğim ve içinden hiç inmeyeceğim, değil mi?"

"Evet," dedi Muşta. "Bizim gözlerimiz kızların üzerinde olacak. Sen arabada kal."

"Tamamdır." Girdap dövmeli kollarını bir deri ceketi kollarına tek tek geçirerek kapattıktan sonra deri ceketin fermuarını boğazına kadar çekerek, "Hanımlar," dedi, "hazırsanız, başlıyoruz."

Evden çıktım ama Vural ile Nihan arkada kalmışlardı. Bir şeyi tartışıyor gibiydiler, muhtemelen Vural çok endişeliydi ve sanırım haklıydı da. Nişanlısını böyle bir göreve gönderiyor olmak onun için çok korkutucu olmalıydı. Gittiğimiz yerde nasıl timsahlar olduğunu biliyordum, en azından büyük ve gerçekliğinden emin olduğum çirkin tahminlerim vardı. Beni bu halde tanıyabilecek tek bir insan olmasa da kendimi o ortamda hayal etmek kanımın çekilmesine neden oluyordu. Topuklu ayakkabılarım gecenin içine sesler çizerken Girdap'ın kapısını açıp içine bindiği arabaya doğru yürüyordum. Birinin arkamdan geldiğini bahçe kapısı sertçe kapanınca anladım. Ağzımda acımtırak bir tatla omzumun üzerinden beni takip eden cüsseli bedene baktığımda, görmeyi beklediğim kişi tam karşımda duruyordu. Yüzünde seçilmesi güç, karmaşık bir ifade vardı.

"Bak," dedi birden, bedenimi tamamen ona çevirdiğimde gözleri beni hızlı bir süzgeçten geçirdi. Burnundan sert bir nefes verince, buz sıcağı gözlerinin derinliklerine saplı duran fırtınayla göz göze gelmiş bulundum. "Vazgeçebilirsin, geç değil."

"Bu kadar şeyi şov olsun diye yapmadım."

Sesimdeki sakinlik dudaklarını bir aralayıp, bir geri kapatmasına neden oldu. Burun delikleri genişlediğinde kafasının içindeki tilkiyi öldürmek istediğini biliyordum. Derin bir nefesi dışarı bırakarak, "Bak," dedi yeniden, sanki ona bakmıyormuşum gibi. "Sen sen gibi görünmesen de, sensin işte."

"Seni anlamıyorum."

"Anlamaman normal ulan, ben de beni anlamıyorum şu an." Bunu isyan eder gibi söylemişti. Göğsü derin bir nefesle sızlandı, omuzlarını yükseltti ve gözlerini gökyüzüne doğru kaldırıp doğru kelimelerin dudaklarının kefaretini ödemesini bekledi. "Sen sana hiç benzemeyen bir sensin şu an," diye saçmaladı. "Ne saçmalıyorum lan?" Kaşlarını çatarak bakışlarını bana indirdi. "Zeliş," dedi, kalbim her nedense geri çekilip kemiklerimin arasında sıkıştı. "Başka birine bakıyorum gibi hissettirse de sen sensin işte, o boyanın arkasında kim olduğunu biliyorum. O yüzden sana zarar verdirirsen, ben de sana zarar veririm." Kaşlarımı kaldırdığımda kendi ağzına vurmak ister gibi avucunu şiddetle yüzüne götürüp geri çekti ve gözlerini devirdi. "Lan ne salak salak konuşmalar bunlar?" diye söylendi. "Mal Gurur. Bırak, sana ne?" Birden arkasını dönünce apışıp kaldım. Yürümedi, sırtı bana dönük halde homurdandı. "Sana zarar gelirse, Devran'ı götünden sikerim, yaparım bunu."

"Devran beni herhangi bir şey için zorlamadı."

"Sen salaksın, ondan," diye homurdandı, bana hâlâ bakmıyordu.

Nihan'ın bahçede ilerlediğini görünce bakışlarımı ağaçlara doğru çevirdim, ağaçların kalın gövdelerinde böceklerin bıraktığı parlak izler vardı; sakince yutkundum ama hazır mıydım, işte bundan pek emin değildim. Nihan bahçe kapısından çıktı, bana gülümsedi ve Girdap'ın içinde beklediği arabaya doğru yürümeye başladı. Üzerinde mini, bedenini saran uzun kollu bir elbise vardı; bacaklarını örten çorabın deseni çekiciydi. Topuklu ayakkabılarının yankıları o araca binene dek sokağı inletmeye devam etmişti.

"Bir şey diyor musun?" diye sordum makyaj yüzümü kapatmadan bir saat kadar öncesinde dudaklarıyla dudaklarımı örten adama.

"Ne diyeceğim lan? Şarlatan pembesi rujunu hiç beğenmedim. Bunu diyorum."

"Şarlatan pembesi mi?"

"He," diye homurdandı bana bakmadan.

"Şarlatan pembesini ilk kez duydum."

"Lügata ben ekledim, var mı bir diyeceğin?"

"Gerginsin."

"Biraz daha gerseler sapan olacağım taşı bir koyacaklar bana pat diye kafanı hedef alacağım," diye homurdandı. "Hadi git, şarlatan pembesi rujuna bakmak istemiyorum. Kaybol."

"Sinirlisin de."

"Sonorloson do," dedi kaba bir sesle. "Hayır ulan, beş bardak papatya çayı içmişim gibi yumuşacağım, var mı? Şarlatan pembesi rujuna bakasım yok sadece. Küçükken içtiğim öksürük şurubuna benziyor rengi. Kaybol artık, git gözüm görmesin."

"Calpol mu? Gerçi o ateş düşürücüydü."

"Ateş harlayıcının adı da Zeliha herhalde," dedi birden garip bir ciddiyetle.

"Zeliha!" diye seslendi Nihan, aracın kapısını aralayarak. "Hadi, artık gitmemiz gerekiyor."

"Bana hatırlat, yarın tüm gün Simi'nin yanında Kestane diyeceğim," dedi Gurur sadece benim duyabileceğim bir ses tonuyla.

Girdap bizi mekanın olduğu yere götürürken neredeyse hiç konuşmamıştı. Sessiz bir adamdı, yüzü ifadesizdi ama yine de onun da geceyle alakalı kafasında birtakım soru işaretleri taşıdığını anlamak için dahi olmaya gerek yoktu. Yol boyunca arabadaki sessizlik, mekanın önüne geldiğimizde arabanın motorunun sesinin kesilmesiyle daha da şiddetlendi ve kafamı çevirip altın varaklı harflerin ışıldadığı, dışı lambri kaplama mekana baktım.

Mekanın kapısında ızbandut gibi bir herif dikiliyordu, siyah güneş gözlüklerine anlam verememiştim ve bu herif baştan aşağı siyah giyinmişti. Huzursuz bakışlarım mekanın etrafında dolaşmaya devam etti. Mekanın kapısından oldukça gösterişli, fizikleri ve giyimleriyle kendilerini direkt bir elmas gibi gösteren güzel kadınlar geçiyor, mekanın duvarları arasında kayboluyorlardı. Bu kadar güzel kadının içinde şansım var mıydı bilmiyordum ama girdiğim kılığa baktığımda, onlar kadar gösterişli olduğumu düşünmüştüm.

"Endişe etme," dedi Nihan zihnime sızmış gibi. Omzumun üzerinden ona baktım, tavan ışığı kapalı aracın içi oldukça kapalıydı ama Nihan'ın göz kapaklarının üzerinde parıldayan simleri görebiliyordum. "Gayet dikkat çekici görünüyorsun ve sıçıp sıvamayacağız. Her şey yolunda gidecek, güven bana."

Başımı aşağı yukarı salladım. "Umarım öyle olur," dedim sadece. Küçük çantanın içine yerleştirdiğim telefonun titrediğini hissedince çantayı açıp telefonumu çıkardım ve uzun gibi gelen o kısa süre zarfında telefon ekranındaki bildirimi izledim.

Sevgilim: Beş metre kadar uzağındayım, mikrofonun açık ve seni duyabiliyorum. O Nihan'a söyle, gayet dikkat çekici olduğun doğru ama sıçıp sıvamayacağınız konusunda şüphelerim var. Dikkatli ol. Bu bir istek değil, emir. Dikkatli.

Zeliha Özdağ: Görevdeyken bana mesaj atma. Ben dikkatliyim.

Sevgilim: Sen önce o topuklu ayakkabıların üzerinde düz yürüyebilmeyi öğren. Şarlatan pembe rujun da sana hiç yakışmadı, sadece belirtmek istedim.

Gözlerimi devirerek telefonu tamamen sessize alıp çantanın içine attıktan sonra Nihan ile birlikte gecenin karanlığına salındık. Mekanın kapısına geldiğimizde kapıdaki ızbandut her zaman gördüğü birini görmüş gibi bizi selamlayıp gözlerini diğer konuklara çevirdi. İçeride çok yüksek sesli olmasa da kaburgalarımı yerinden oynatan bir müzik çalıyordu. Topuklu ayakkabılarımın üzerinde ilk an da olduğu kadar zorlanmadan yürüyerek aşağı doğru uzanan taş merdivenleri inmeye başladım. Kızılın ağır bastığı ışıklar ışın kılıçları gibi sağa sola çarpıyor, tenimizi kesip bizi teğet geçerek yanımızdan geçip gidiyorlardı.

İçeride yoğun bir parfüm kokusu vardı. Sanki onlarca ağır parfüm kokusu birbirine karışarak rahatsız edici bir esans haline gelmişti. Takım elbiselerinin içinde paranın gömülü olduğu kasalara benzeyen adamların yüzlerinde karanlığı bile gölgeleyebilecek kadar tehlikeli ifadeler dolaşıyordu. Birden kendimi böyle bir yerdeyken aslanların arasında ilerleyen bir ceylan yavrusu gibi hissettim.

Merdivenleri inerken duruşumu dikleştirmiş, yüzüme soğuk ama ilgi çekici bir gülümseme çizmiştim. Bakımlı, güzel kokulu kadınların yanından geçerek dans pistine doğru ilerledik. Tavan yüksekti, yüksek tavandan aşağı sarkan avize oldukça gösterişliydi. Mekan lüks bir yer olmasa da bu avizeye tekken baktığımda kendimi bir balo salonunda gibi hissetmiştim. İleride, dans pistinin sonunda lambri kaplama duvardaki raflarda içki şişeleri duruyordu. Şişeler yüksekteydi, raflar geniş ve büyük aralıklara sahipti. İki barmen bar tezgahının arkasında, birbirlerinden epey uzak noktalarda servis yapıyorlardı.

Nihan yavaşça koluma dokununca ne demek istediğini anladım ve boş, uzun masalardan birine doğru yürümeye başladık. Avımız henüz mekana giriş yapmamıştı.

Çantalarımızı yuvarlak, uzun masanın üzerine bıraktık ve bir süre sessizlik içerisinde mekanın içini dolduran kodamanları izledik. İleride, duvar kenarındaki localardan birinde Yener oturuyordu, üzerindeki siyah takım elbiseyi görünce şaşırmıştım. Oldukça farklı görünüyordu. Saçlarını daha farklı taramıştı, parmaklarında daha önce onda hiç görmediğim kalın altın yüzükler vardı ve parası bol bir kadın avcısına benziyordu. Çok geçmeden kızıl uzun saçları olan, beyaz tenli kız Yener'in yanındaki yerini aldı. Yeşil yılan derisi elbisesi miniydi, askılıydı ve uzun, kızıl saçları iri bukleler halinde beyaz teninin üzerine düşüyordu. Bacak bacak üzerine atıp, başını Yener'in omzuna koydu ve Yener'in ceketinin kıvrımıyla oynarken sakince konuşmaya başladı. Yener ifadesizdi, gözleri etrafı tarıyordu ama kızı dinlediğini biliyordum.

"Tam onluk bir rol," dedi Nihan. "O bu haldeyken kimse ondan garip bir elektrik almaz. Buradaki heriflerin çoğunun birbirini tanımadığına eminim. Burayı karanlık işleri için kullandıkları kesin." Sorgu dolu gözlerle ona baktığımda omuz silkip yüzüme doğru eğildi ve yüksek müziğin sesini kelimeleriyle bastırmaya başladı. "Seks köleleri, ücret karşılığında yaşanan birliktelikler, daha da korkutucu olaylar. Saplantılı tipler oldukları her hallerinden belli. Muhtemelen hepsi farklı şehirlerden geliyorlar. Böyle tipler tek bir gece için saatlerce yol çekip, tonlarca para dökebilir."

"Sağ ol," diye homurdandım. "Artık kendimi çok daha güvende hissediyorum."

"Her an biri yaklaşıp para karşılığında güzel kıçını şaplaklamayı teklif edebilir," dedi Nihan ağzına bir soslu fıstık atıp, sertçe çiğnemeden hemen öncesinde. Gözlerini devirerek kalabalığa baktı. "Keşke işe yaramaz aletlerini kangren edecek kadar sıkı bir düğümle bağlasalar ve öylece ölümü bekleseler. Hoş olurdu."

"İçimi ürperttin," dedim dehşet içinde.

"Ne? Acımasız değilim, sadece onlara acımıyorum." Başını iki yana salladı. "Buradaki taş bebekleri görüyor musun? Onlar gerçekten taş bebekler. Çünkü onlara birer kalbi yokmuş gibi davranıyor bu herifler. Oysa hepsi geceleri yataklarına girip ağlayan hassas kadınlar."

"Bence güçlüler."

"Güçlü kadınlar hassas olamaz diye bir kural mı var?" Bana yan gözle baktı. "Bazen asıl hassas olan, kendi gücünün altında ezilendir."

Gözlerimi mekanın taş merdivenlerine çevirince, o tanıdıklık hissi ciğerlerime dolup beni boğmaya başladı. Gözlerimi hızlıca adamdan çekip, hızlanmaması için yalvardığım kalp atışları beni tüketirken, "O burada," dedim Nihan'a doğru eğilerek. "Taş merdivenlerden aşağıya iniyor. Koyu gri takımı var, takımı kravatsız."

"Lanet göt," diye homurdandı Nihan. "Onu gördüm. Balina dölüne benziyor."

Yüzümü buruşturdum, buna gülememiştim çünkü onu görmek midemin tepetaklak olmasına neden olmuştu. Orta yaşlarda bir adamın bana göz kırparak yanımdan geçişini izlerken bir an donup kaldım ama çok geçmeden kendimi toparladım. Bunlara hazırlıklı olmak zorundaydım.

"Planımızı unutma," diyerek bana hatırlatmada bulunan Nihan'a sadece gülümsedim ve çantamı alarak kalabalığa doğru döndüm. İnsan yığınının arasında ilerlediğini görebiliyordum. Yüzünde kaskatı bir ifade vardı. İnce dudakları bir çizgi şeklindeydi, burnu düzgündü, uzun kirpiklerinin altında gizlenmiş gözlerinin rengini göremiyordum ama yüksek ihtimalle kahverengiydi. Bir adama sertçe çarpıp, özür dilemeden bana doğru yürümeye devam etti ve çantamı daha sıkı kavrayıp kendimden emin, iddialı adımlarla ona doğru ilerledim.

Tam yanından geçecektim ki, kumral bir kız bana yavaşça çarptı ama sanki bu abartılı bir çarpmaymış gibi kendimi adamın kollarına doğru ittim. Başta şaşkın bir şekilde geri çekilmek için hamle yapacaktı ama sonra sarı saçlarıma, makyajın kusursuz hale getirdiği yüzüme dikkatle bakıp duraksadı. Dudağının kenarında çapkın bir gülümseme belirince onun yüzüne kusma isteğim midemi ağzıma taşıdı. Kaşlarımı çattım ama dudaklarımda davetkâr bir gülümseme vardı. Bunu görür görmez, yüzü daha da ışıkla doldu, bana dikkatle bakıp, "Kusura bakmayın," dedi, sesinde aşağılama yoktu ama kanımı donduran bir yapmacıklık vardı. Maskesini takmış, sahneye çıkmış, avını aramaya başlamıştı.

"Biraz kusura baktım." Sesimde kendimin bile çözemeyeceği bir davet vardı, tiksintiyle yüzümü buruşturmak istesem de hâlâ gülümsüyordum. Bu korkutucuydu.

"Sanırım sen de yenilerdensin," dedi, gözlerimi yüzüne sabitledim. "Burada her gece yeni bir yüz görürüm. Bu yüzlerin sahipleri genelde güzel kadınlar olur." Siktir, gerçekten bir kadına nasıl yavşaması gerektiğini bilmeyen sığırın tekiydi. Bir kadına askıntı olurken başka bir kadından bahsetmek geri zekalılık semptomuydu.

"Buraya ilk gelişim bu doğru, son olur mu? Eğer burayı seversem, sanmıyorum." Dudaklarımı birbirine bastırıp, kirpiklerimin altından ona baktım. Bu bakış benim için çok utanç vericiydi, hatta bir an kafamı toprağa gömmek bile istedim ama ona görmek istediğini vermiş gibiydim; gözlerinde parlayan muzip ifadeye bakılırsa evet, ona istediğini tam olarak vermiştim. Daha fazlasını isteyeceğini şimdi çok daha iyi biliyordum.

"Aslında buraya biraz içip kafa dağıtmaya geldim," diye yalan söyledi. Yalan olduğunu biliyordum, bunu onun yalan çıkmazı gözlerinden anlayabiliyordum. Yine de oyununa ayak uydurdum, ona inanmayı değil, ona inandığımı ona göstermeyi seçtim. Onun gibi birine kimse inanmamalıydı. Gürültüden dolayı bana doğru eğildi, yakınlığı içimi sızlattı çünkü bedenin sahibi bir kadına eziyet ediyordu. O kadının halini ben görmüştüm. O kıza neler yaptığını çok iyi biliyordum. Boğazımda bir kadın tadıyla onun pahalı parfümünün kokusunu içime çektim, ciğerlerim asıl katilin kokusunu tanıdı ve geri çekilme isteğiyle yanıp tutuştum. "Ama insan senin kadar güzel bir şeyi görünce, öylece içip çekip gidemez, değil mi?" Sesi kulağımı iğrenç bir şekilde gıdıkladı, ürperdim ve bu onun ilgisini çekti ama ürpermemin sebebi ondan iğrenmemden kaynaklıydı. Muhtemelen bunun beni etkilediğini düşünüyor olmalıydı. "Biraz vaktin varsa sana bir viski ısmarlamak isterim. O sırada bana senden bahsedersin."

Ah, bu kadar kolay olmamalıydı. Yüzümü buruşturmamak için tırnaklarımı avuç içlerime batırarak kafamı kaldırdım, sempatik bir gülümseme yüzüme yayıldı; gözlerime muzip parıltılar ekledim ve bu onu heyecanlandırdı. Yener'in gözlerinin kalabalığı aşarak bana dokunduğunu hissettim ama kafamı çevirip kalabalığı yararak ona bakmadım. Gözlerinin bende olması kendimi güvende hissetmemi sağlıyordu.

"Aslında buraya arkadaşımla geldim," dediğimde yüzündeki denge bozulur gibi oldu, reddedileceği düşüncesi kaşlarını çatmasına neden olmuştu. Yumruğumu yüzüne oturtmak için deli olsam da ona iç gıdıklayıcı bir gülümsemeyle bakarak özür diler gibi dudak büktüm. Kahverengi gözleri dudaklarıma kaydı, çamur rengi bakışları dudaklarımda birkaç saniye geçirdikten sonra gözlerime tırmandı. Bakışları hâlâ sertti. "Ama bir içki içebiliriz. Sanırım beni bekler."

"Arkadaşınla mı devam edeceksin geceye?" Sorusunu yöneltirken kullandığı ses tonu sertti, başka bir zaman olsa iki bacağının arasına tekmeyi geçirirdim ama bunun yerine işveli bir kahkaha attım.

"Arkadaşımın bir erkek olduğunu düşünüyor olabilir misin?"

"Değil mi?" Kaşlarını kaldırıp bana sorguyla bakınca, sırıtarak başımı iki yana salladım.

"Hayır," diye fısıldadım. "Bir kadın."

"İçimi rahatlattın." Ilık bir gülümsemeyle baktı yüzüme. Ona kanmadım, içindeki canavarın tetikte olduğunu biliyordum; onun gibiler bir hayatı kolayca zindana çevirebilirdi. "Öyleyse arkadaşından seni çalmak isterim."

"Onu tek bırakamam," dediğimde tekrar bozuldu, anlaşılan bu gece yatağında istediği platin sarısı saçları olan esmer bir kadındı; yani bendim. Hayır, yani Naz'dı.

Düşünecek zamanım yoktu ama yine de kafamın içinde ilerleyen kelimeler birbirlerine çarparak düz bir sıra oluşturmuştu. Zihnimde büyüyen o canavarın dikenli gövdesinin gölgesi düşüncelerimin üzerine düşüyor, düşüncelerim karanlıkta kalırken canavarın kan kokulu nefesi saçlarımın arasına süzülüyordu; canavar, zamanın benim için ölüm getireceğini fısıldıyordu. Onu dinlemedim.

"Sanırım küçük bir kız, yalnız bırakamadığına göre," dedi kırgın kırgın, aslında bu kırgınlığın gerilerinde öfke olduğunu bildiğimden susup yüzünü izledim. "Pekala, öyleyse sadece bir viski?"

Düşünür gibi dudaklarımı büzerek gözlerimi mekanın diğer ucuna çevirdim. Yener'i gördüğümde yüzümdeki ifade sarsıntıya uğramadı. Kızıl saçlı kız göğsüne dokunuyor, bir yandan da elindeki martini kadehini dudaklarıyla buluşturuyordu. Yener ise hareketsizdi, büyük avucu kızın omuzlarında dolaşırken gözleri doğrudan bizi işaret ediyordu. Ona baktığımda gözlerini kıstı ama ben tepki vermedim. Tekrar avıma baktım.

"Peki," dedim i harfini bilerek uzatıp, şirin olma çabasına girerek. "Sadece bir içki ama?"

"Seni ikna etmesi zor sanırım," dedi burnundan sert bir nefes vererek. "Buna benimle bir içki içtikten sonra karar ver. Belki devamı gelir."

Cüretkâr konuşmaları onu yumruklamak istememden fazlasını getirmiyordu. Sırtımı ona dönerek olabildiğince dişi adımlarla kalabalıkta ilerlemeye başladım. Başta şaşırdığına emindim, sonra karşısında böyle dişli bir kadın görmek hoşuna gitmiş gibi gülerek beni takip etmeye başladı. Hadi ama! Ben dişli falan değildim, şu an tek istediğim Gurur'un koca kıçımla dalga geçmesiydi, çillerime laf atmasıydı, benimle uğraşması falandı. Bu sığırla vakit geçirmek ölümden öteydi, zulümdü.

Barın önüne geldiğimizde çantamı tezgahın üzerine bırakıp, başta gözümü korkutsa da kendimden emin bir şekilde yüksek sandalyeye yerleştim. At kuyruğumu omzumun üzerine alıp, oldukça gerçekçi saçımla oynarken göz ucuyla ona baktım. Birkaç saniye içinde yanımdaki sandalyeye oturmuş, bir kolunu tezgaha koyup bana doğru dönmüştü bile. Gözlerim gömleğinin açık duran yakasına kaydı, ilk iki düğmesi açıktı ve tüylü göğsünden sarkan gümüş rengi kolyeyi görmüştüm. Kolyenin ucunda küçük bir B harfi vardı. Takıntılı yavşak, diye iç geçirdim. Kıza hayatı zindan etmişti. Gözlerimin kolyede olduğunu fark eder etmez gömleğinin yakasını düzeltip bana özür dileyen gözlerle baktı. Ben ona hafif bir gülümsemeyle karşılık verdim, o sırada rahatlamışa benziyordu ama beni elinden kaçırmaktan korkuyor gibi bir hali de vardı. Kafamı karıştırmıştı.

Sonunda bize doğru yaklaşan tezgahın arkasındaki kumral çocuğa, "Bize iki viski," dedi ve gözlerini yüzümde gezdirdi. "Bana bol bol buz koy. Bu gece buna ihtiyacım olacak."

Seni sapık dürzü.

Tacizci yavşak seni.

Kaşlarımı kaldırıp alayla gülerek barmene doğru döndüm. "Ben de buzu severim," diye fısıldadım, barmen bana bakakalmıştı. "Harareti de alır, değil mi?" Ağzıma bir tane vursalardı, ne güzel olurdu.

"E, evet," dedi çocuk kekeleyerek. Yan tarafımdaki geri zekalı beni büyülenmiş gibi izliyordu.

Dirseğimi tezgahın üzerine sürterek yavaşça avıma doğru döndüm. Gözlerinde beğeniyle beni izlemeye devam ediyordu. Kafasındaki sapkın hayalleri düşünmek, kanımın içinde iğneler dolaşıyormuş gibi içimde batık bir hissin büyümesine neden oldu. Sakinleşme çabasıyla, "Anlat," dedim ona, gülümsemem dişlerimi açığa çıkardı. "Kimsin sen yabancı?"

"Beni merak etmeye başladın bile," dedi gizemli tutmaya çalıştığı sesiyle. Mikrofonumun kayıt aldığını bildiğim için daha geniş sırıttım, ne kadar bilgi, o kadar iyiydi ama madem onu gizemli bulmamı istiyordu, olurdu. Oyun oynamak istiyorsa, istediği oyunu onunla oynardım ama kârlı çıkan ben olacaktım.

"Kahverengi topazlarına bakınca, evet," dedim gözlerini kastederek. Etkilenmiş gibi gözlerini kıstı, dudağımı ısırıp kaşlarımı çattım. "Çok mu açık oldu?"

"Bu hoşuma gitti, devam et lütfen."

"Peki." Fısıldarken sesimde tutku vardı, sanırım öyleydi, çünkü bana başı dönmüş gibi bakmaya başlamıştı. "Gizemli erkekler beni her zaman çekmiştir," dedim, birileriyle kıyaslanmak nasıl oluyormuş görsün istedim ve evet görmüştü, birden yüzü düştü.

"Sadece bana özel değil sanırım."

Kıkırdadım. "Seni incittim mi?"

"Bilmem, belki biraz," dedi gülerek ama gülüşü solgundu.

İçkim önüme koyulduğunda iç çekerek ahşap tezgaha doğru dönerek viskiyi önüme doğru çektim. Kulak yangınımı başlatacak olan içkiye isteksiz gözlerle bakıyordum ama içmek zorunda olduğumu biliyordum. Kristal kadehi parmaklarımın arasına alarak dudaklarıma götürdüğümde, uzun bar sandalyesini bana biraz daha yaklaştırdığını fark etmiştim.

Kulağıma nefesini vererek, "Söylesene," diye fısıldadı. "İsmini."

Boğazımı parçalayan içkiyi yutup, dudaklarımı birbirine bastırarak birkaç saniye durduktan sonra birden ona doğru döndüm. Şimdi kirli nefesine bir adım sonrası ölüm olacak bir kadın kadar yakındım. Yüzlerimizin yakınlığından dolayı kalabalığın bizim öpüştüğümüzü düşündüğüne emindim. Bu yakınlık onu da heyecanlandırmışa benziyordu; çamur kahverengisi gözlerinin içinde yanan ihtiras alevini görebiliyordum ve bu karnımın acıyla dolmasına neden oluyordu.

"Naz," diye fısıldadım, fısıltım dudaklarına döküldü ve sıcaklığımı hissedip gözlerini daha da kıstı. Eğer kafamı birden çevirmesem beni neredeyse öpeceğine öyle çok emindim ki. Ellerim titremesin diye hızlıca içkiyi kavrayıp birkaç yudum daha alarak kısık sesle güldüm, gülüşüm onu şaşkına uğratmış gibi bir mırıltı çıkardı. "Ama sanırım sen bana ismini söylemeyeceksin."

"Okan," dedi yavaşça.

"Hım..." Göz ucuyla ona baktım. "Kaç yaşındasın? Genç görünüyorsun."

"Yirmi dokuz," dediğinde başımı yavaşça aşağı yukarı salladım.

"Sen?"

"Yirmi altı," diye yalan söyledim.

"Nerelisin?"

"Antalya," dedim, Isparta'ya yakın bir yerden geldiğimi düşünmesi daha iyi olurdu. "Peki sen? Nereden geldin?"

"Buranın yerlisiyim," dedi. "Eğlenmek için şehir değiştirmem ben, Naz. Benim eğlenmem için insanlar şehir değiştirir."

"Yapma ya?" Kaşlarımı kaldırırken alayla kurduğum soru cümlesi onu duraksattı ama sonra o da sırıttı.

"Evet," dedi. Sonra üzerine basarak fısıldadı: "Ben isterim ve benim olur. Ben ne istersem, nasıl istersem, ne zaman istersem, ne şekilde istersem."

"Benmerkezcisin demek," dedim. Hayır, yavşağın tekiydi. Hasta yavşak.

"Bilmem, öyle de denebilir."

"Nasıl söylesem..." Düşünür gibi bir mırıltı çıkarıp kadehime uzandım. "Esasen bunu söylemek benim için çok gülünç ama nedense paylaşmak istiyorum. Dominant erkeklere bayılırım."

"Vay," dedi, bunu beklemiyor gibiydi. "Daha çok dominant taraf sen gibisin."

"Yatakta gör," dedim sırıtarak.

Alt dudağını ısırdı. "Keşke görebilsem."

"Hızlı gidiyorsun, Okan," dedim yapmacık bir kınamayla. "Ama dominant bir tarafın var gibi." Sandalyenin üzerinde kayarak ona doğru dönüp, uzun tırnaklarımı yavaşça takımının pahalı ceketi boyunca sürtüp, gözlerimi kaldırarak herife baktım. "Eğer Elçin'e sözüm olmasaydı... Seninle kaynaşmak müthiş olurdu."

"Böyle söylersen arkadaşına yalvarırım," dedi heyecanla.

"Hadi ya?"

"Kesinlikle," diye fısıldadı, fısıldamadı hırladı. "Seni bağlamak için her şeyi yapardım."

Her şeyi duyduklarını bildiğim ekibin tepkilerini düşününce yanaklarımın içine kan nehri doldu. "Sadece bağlamak mı?" diye sordum isteksizce. "Bu biraz... Eski moda."

"Sen ne istiyorsun?"

Yavaşça ona sokuldum ve fısıldadım: "Benim daha karanlık isteklerim var, Okan."

"Nedir?"

"Belki bir gün vaktimiz olur ve sana bundan bahsederim." Gülümsedim. Gözlerinde yeniden hayal kırıklığı vardı.

"Seni kaçırmak istemiyorum, benimle olmalısın."

Tam dudaklarımı aralayacaktım ki, gözlerim taş merdivenlere kaydı ve bir anda soluğum kesildi. Orada, bir ölüm meleğinin kanatları sırtının iki yanından yükselerek iki yana açılmış halde dikilirken, göğsü cennetten taşan rüzgârı taşıyormuş gibi hızla inip kalkıyordu. Gözlerinde, mekanın diğer ucunda olmasına rağmen alev gibi yanan bir öfke vardı. Gurur oradaydı ve kanatları ölüm için açılmıştı. Kulağının tekinde asılı duran kulaklığı fark ettim.

Okan, "Bir cevap ver," diye fısıldadı bana iyice yaklaşarak. Nefesi dudaklarıma çarpınca bir an irkilerek geri çekildim. Şimdi Gurur'a değil, Okan'a bakıyordum ama kalbim öyle bir hızla çarpmaya başlamıştı ki, Okan betimin benzimin attığını fark etmiş gibi duraksadı. "Bebeğim, yanlış bir şey mi söyledim?"

Her şeyi duyan bir ölüm meleği, ölümü kanatlarına asarak onun için gelmişti. Kelimelerin gücü, bu kez ölümle karşı karşıyaydı ve ölüm meleğinin kanadındaki her tüy ölümcül bir bıçaktan oluşuyordu.

"Hım," diye mırıldanarak geri çekilip yutkundum. "Ama senin boynunda bir kolye var," dedim. İncindiğimi düşünmesini istiyordum çünkü korkumu fark ederse bir şeylerden şüphelenebilirdi. Gözlerim kısaca kalabalığa kaydı, Nihan'ın hızla bana doğru geldiğini, Yener'in de kalabalığı yararak taş merdivenlere ilerlediğini gördüm. Ortalığın karışmasına toplam kaç saniye kalmıştı?

"Ah." Okan duraksadı. "Şey..."

"Şaka yapıyorum," dedim göz kırparak. "Bu tarz oyunları severim. Sahipli erkekler çekici görünüyor." Birden kurduğum cümle onun üzerine kusacak kadar iğrentiyle dolmama neden oldu.

"Seni incittim sandım," dedi şaşkınlıkla.

Gözlerim yeniden kalabalığa kaydı ve o anda, Nihan, "Hey!" diye bağırarak çantasını sertçe ortamıza koydu. "Seni beklerken ağaca dönüştüm, neredeydin?" Şaşırmış gibi bir bana bir Okan'a baktı. "Merhaba," dedi sertçe, sonra yeniden bana baktı. Açık renk gözlerini örten siyah lensleri yüzünü çok daha farklı kılıyordu; makyajını anlatmama gerek bile yoktu. "Sürtük, burada birilerine kuyruk sallarken beni o masada onlarca ihtiyarın arasında yalnız bırakıyordun, öyle mi?"

Gözlerinin içine hafif bir sorguyla baktım ve gözlerinde beni yatıştıran bir şeyler gördüm. Gözlerini yavaşça açıp geri kapattı, bu hareketi bana güven aşılamıştı.

"Ona hayır diyemedim," dedim sırıtarak.

Okan böbürlenir gibi ceketini düzeltip, Nihan'a doğru döndü. "Elçin olmalısınız?"

"Evet," dedi Nihan, ardından bana doğru döndü. "Beni yakışıklılarla oynaşmak için sik gibi bıraktın yani, vay be." Yan tarafımda duran viski kadehine uzanıp, kadehi kafasına dikerek sert gözlerle bana baktı. "Düzüşmek için burada mı kalacaksın yoksa benimle otele mi döneceksin? Seçim senin."

"Aslında düşünmüştüm ki," alt dudağımı ısırarak yavaşça Okan'a baktım. "Sen, ben, Okan," diye fısıldadım.

Okan duraksadı, kaşları havaya dikilmiş, gözlerini hayret bürümüştü.

"Tatlını benimle bölüşeceksin?" Nihan kaşlarını kaldırıp indirdi. "Bunu düşünebilirim." Gözleri Okan'ı buldu, onu süzer gibi uzun uzun izledikten sonra, "Aslında bazen şu küçük oyunlarından hoşlanıyorum, Naz," dedi kısık sesle. "Ama öncesinde makyajımı tazelesem iyi olacak. Hem düşünmek için şansım olur."

Nihan yanımızdan ayrılır ayrılmaz bakışlarım tekrar Okan'ı buldu. "Elçin çok güzelmiş," dedi, sesi kısıktı. "Ama ben seninle yalnız kalmak istiyorum. Bu gece başkasını değil, seni istiyorum."

İtirafı, bir ormandaki tüm ağaçların birdenbire üzerime yıkılmaya başlaması, toprağın üzerime yıkılması, gökyüzünün başıma geçmesi gibiydi. Gözlerimdeki şaşkınlığı gördüğüne emindim, bunu lenslerin ardına bile gizleyemedim. Bakışlarındaki ciddiyeti kavramak, bir cesedin soğuk elini kavramak gibiydi. Bana biraz daha sokulunca nefesinden dökülen içki kokusu tenime yayıldı. Gözlerinin içine büyük bir dikkatle baktım ama beni öpmesinden korkuyordum. Bunu yapacak olursa onu yumruklardım, bunu gerçekten yapardım.

"Beni duydun mu?" diye sordu. "Sana ne söylediğimi duydun mu, Naz?" Sesindeki duygular elle tutulur, gözle görülür cinstendi. Başımı aşağı yukarı sallarken gözlerimdeki ifadeleri düzenlemeye çabalıyordum. "Seni istiyorum. Bu gece sadece sen ve ben olmalıyız. Bir başkası değil." Kulağıma doğru eğildi, dudaklarının sürtünüşünü kulağımda hissetmek elimi sertçe bacağıma koymama neden oldu. "Ben senin karanlık yönlerini seninle yalnızken öğrenmek istiyorum, Naz."

"Bu konuyu Elçin ile konuşmam gerekecek," dediğimde bana anlamayan gözlerle baktı. Başım dönüyor, midem bulanıyor, kulaklarım hissettiğim duygunun iğrençliği yüzünden büyük bir baskıyla zonkluyordu. Kalabalığın sesi uğultulara dönüşmüştü, müziğin sesiyse artık silinmiş bir cümle gibiydi; duyamıyordum. Oturduğum yerden güçlü bir şekilde kalktım ve ona göz kırptım. "Elçin'i atlatmamı istiyorsan, beni biraz beklemek zorundasın. O inatçıdır ve onu tüm gece yalnız bırakabilmem için geçerli bahanelere ihtiyacım var. Üstelik o da bizimle oynamak istiyordu..."

"Sadece seni istiyorum," dedi yeniden. "Onu ikna et ve benimle gel, Naz." Beni birden kolumdan tutup kendine doğru çekince eğilmek zorunda kaldım. At kuyruğum yüzüne sürtünürken fısıldadı: "Seni sabahın ilk saatlerine dek becermek istiyorum, beni anladın mı?"

Gözlerim şeytanın yuvasına dönüştü, ruhum ise şeytanın avuçlarında büyüyen alevlerin sahibi gibiydi; ateşler her yanımı sarsa da beni değil, bana yaklaşmak isteyenleri yakacak güçteydi. Tırnaklarımı sertçe omzuna batırdığımda, tırnak köklerime yapışan takma tırnağın acısını hissettim. Bu hareketim onu boğuk bir şekilde inletti, bulantım çoğaldı; kendimi koruma içgüdüsüyle yaptığım bu hareket onu etkilemişti. Birden olduğum yerden koşarak uzaklaşma isteğiyle doldum ama kendimi tutmayı başarıp hafifçe kahkaha attım. "O zaman beklemeyi bil, Okan."

Çantamı tezgahtan almamla, hızlı bir şekilde kalabalığın arasına karışmam bir oldu. Bir süre gözleri biliyordum ki bendeydi, hislerimde yanılmazdım, beni izlediğini biliyordum ve karanlık kafasında bedenimle ilgili kurduğu birçok fantezi geçiyor olmalıydı. İnsanlara çarpmamak için ekstra çaba sarf ederek hızlıca tuvaletlerin olduğu koridora saptım. Birkaç kadın duvar kenarında konuşuyordu, aralarından birinin elinde küçük şeffaf bir poşet tuttuğunu, poşetin yarıya kadar beyaz bir tozla dolu olduğunu görmüştüm. Kumral kadın beni görünce gerildi, uzun boylu ve etine dolgun olansa kaşlarını çatarak bana baktı ama bakışları uzun sürmedi. Onları görmezden gelerek koridoru aşıp tuvaletlerin kapısına ulaşmamla, biri bileğimi yakaladı ve tuvaletin kapısını ileri doğru iterken beni sertçe içeri doğru çekti. Bağırmama fırsat bile tanımayan kişiyi tutuşundan tanımıştım.

Beni sertçe içeri doğru çekmesini sindirememişken, sırtımı birden soğuk mermer duvara yaslaması gözlerimin yuvalarından fırlayacak gibi açılmasına neden olmuştu. Kulağındaki kulaklığı çıkardı, buz sıcağı gözlerini yüzüme diktiğinde şimdi gözleri buzdan bir yangına benziyordu. İki kolumu tutarak havaya kaldırdı, duvara bastırdı ve bir elimde çantamı tutarken kaşlarımın ortasında beliren yarıkla kafamı kaldırarak ona bakakaldım. Nefesini yüzüme verdiği an, alkolün o boğukluk hissi veren kokusunu soludum. Hangi arada bu kadar içtiğini anlayamamıştım ama gözlerindeki patavatsız öfke beni şaşkına uğratmıştı.

"Ne yaptığını sanıyorsun?" diye sordum dehşet içinde.

"Devran'a bırakmam," dedi, boğuk sesi yüzüme bir dalga gibi çarpıp, gri kayalıkları anımsatan yüzümü koyu renge boyadı. Nefesim hızlandı ama konuşamadım. Yüzüme doğru eğilmesi, kalbimin sıkışmasına neden olurken sadece yutkunabildim. Ayağımdaki topuklularla bile onun göğsünün üzerine zor geliyordum. "Onu ben öldürürüm," dedi, sesinde filizlenen cinayet kalbime ilk yaprağını düşürdü. "Beni duydun mu, Dağ Gelinciği?" diye sordu üzerine basa basa. "Kimseye bırakmam, onu ben öldürürüm. O gece orada, o veterineri öldürdüğüm gibi, yine senin için orada durur bu defa onu öldürürüm."

Gözlerinden yalan söylemediğini anlamak mümkündü. Bakışları bir kibritin ucunda can bulan alev gibiydi; kendini bitiriyordu ama kendi bitecekse, bitmeden öncesinde birini daha bitireceği kesindi. Dokundu ve alev aldım; beni yakmaya başladı, onunla bitmeye başladım.

"Beni duydun mu?" diye tısladı. "Onun ağzını mermiyle doldururum, seni kenara çekip sana söylediği her kelime için, her kelimedeki tek bir harf için bir kurşun sokarım onun ağzına. Onun ağzına sıkarım. Belimdeki silahta kaç kurşun varsa, sana yemin ederim kendiminkini bitirir, diğerlerinin belindeki silahlarını alır sıkmaya devam ederim. Beni anlayabildin mi?"

"Sakinleş," diyebildim, gözlerim iri iri açılmıştı ama sesim onun öfkeli sesinin aksine oldukça durağandı.

"Sin kimsin yibinci," diyerek beni taklit etti öfkeyle. Ellerimi daha sıkı kavradı ve beni bırakmak yerine duvar ile arasına aldı. Birden ellerini geri çekince ellerim boşluğa düştü, ben daha ne olduğunu anlamadan çenemi tutup havaya kaldırdı; bu hareketi oldukça yavaş ve düşünülerek yapılmış bir hareketti, beni incitmemişti. Gözlerimin içine dağın eteklerinde esen tüm rüzgârları gözlerine alarak bakınca, duygular esip üzerime yığıldı. "İstemiyorum," dedi hiç anlamadığım bir hırıltıyla. "Duydun mu? Kafasında seni canlandırmasını, seni istemesini, seninle ilgili hayaller kurmasını istemiyorum. Kafasına sıkarım. Seninle ilgili belleğine ne girmişse, kafasıyla birlikte dağılır, parçalanır. Bunu yaparım."

"Lütfen," dedim, "bu geceyi mahvetme." Ona dişlerimi geçirebilirdim ama yapamadım. İnadın ve kavganın sırası değildi. Kalbimi böyle bir karmaşaya sokmasının da sırası değildi. Bana bunu neden yapıyordu? Bana böyle bakmasını istemiyordum. O gözler bana bu şekilde bakmamalıydı.

"Tek gidemezsin," dediğinde gözleri dudaklarıma inip, gözlerime geri tırmandı. "O seni tekken istiyor, her şeyi duydum. Bu olmayacak."

Kabinlerden birinin kapısı açıldı, Nihan derin bir nefes alarak, "Bu defa Gurur haklı," dedi. "Seni tek başına istemesi çok korkutucu. Sana kafayı takmış gibi bakıyordu."

"Sen sus," diye hırladı Gurur. "En başında onun karşısına sen çıkmalıydın, o değil. Onu istiyor." Ellerini saçlarına götürüp, saçlarını sertçe dağıttı. "Lan nasıl konuştu onunla? Nasıl öyle konuşabilir ki? Onun suratını öyle bir beceririm ki hayatı boyunca beni unutamaz; aynada becerdiklerimi görür." Birden bana doğru döndü. "Bu oyun bitti, gidiyoruz."

"Gurur," dediğimde sus işareti yaptı, bana bakmıyordu. "Beni dinle!"

Bana doğru döndü.

"Onunla gidemezsin."

"Siz yanımda olacaksınız," dediğimde ikna olmuşa benzemiyordu. "Dinle beni, bunu Biricik'e borçluyuz. Onu kurtarmamızın tek yolu bu."

"Senin saçının teline demiyorum," dediğinde ciddiydi, "kafanda duran peruğun bile tek bir teline zarar gelirse, Kayısı." Gözlerimin içine baktı. "Kafasına sıkılmadık adam bırakmazsam, ben de Gurur değilim."

Yüzündeki ciddiyeti görebiliyordum. Sözlerine de bulaşan o ciddiyet, beni korkutacak kadar esaslıydı. Ondan uzaklaşmak için harekete geçeceğim sırada önümü keserek kafasını indirip gözlerimin içine baktı: "Onu bu kadar heyecanlandırma," dedi uyarırcasına. "Anladın mı?"

"Bana aptalmışım gibi sık sık anladın mı diye sorup durma," diye tısladım, gergindim, yaşananların etkisi sadece onda değil, hepimizde vardı ve bunu görmesini istiyordum. Gözlerimin içine sadece kendisiyle ilgili bir sorun varmış ve bunu çözemedikçe daha da öfkeleniyormuş gibi sabırsız gözlerle baktı. Gözleri floresanların altında koyu sarı görünüyordu, hatta kehribar tonlarındaydı. Kaşlarını çatınca, saçlarından daha koyu renk olan kaşlarının aldığı şekli destekleyen derin çizgileri izledim.

"O zaman sen de bir aptal gibi davranma," dedi, bu kez sesinde öfke yoktu, sitem vardı. Anlam veremeyen gözlerle baksam da anlamlar zihnimdeki yerini çoktan almıştı.

"Şu an aptal gibi davranan tek kişi sensin," dediğimde Nihan çıkışa ilerliyordu, tuvaletten çıktı ama kapıda bizi beklediğini biliyordum. Başımı iki yana sallayarak boş tuvaletin içinde volta atmaya başladım, bu sırada sakin gözlerle beni izliyordu. İçeri birilerinin girip çıkması an meselesiydi, bu kadar dikkatsiz olduğu için Muşta onu çok sağlam yumruklayacaktı. "Buraya öylece giremezsin. Az daha her şeyi berbat edecektin. Seni gördüğümde kan beynime sıçradı, betim benzim attı. Adam yüzümün kireç gibi olduğunu anlayınca şaşırdı. Anlayabilirdi!"

"Yüzünde bu kadar koyu bir fondöten tabakası varken ne kadar rengin atsa da kireç gibi görünmezsin," diye homurdandı, makyajımdan pek memnun değil gibiydi; hatta daha çok, karşısında başka biri gibi görünüyor olmamdan rahatsız oluyora benziyordu. "Tek başına onunla gideceğini mi söylüyorsun?" Sorusu bu defa netti, pürüzsüz bir öfkenin kucağından kopup parçalara ayrılarak ayaklarımın önüne düşmüştü.

"Başka şansım yok," dedim ciddiyetle. "Beni tek istiyor."

"Şu cümleyi kurarken iki kez düşün," dedi üzerine basa basa, koyu renk kirpikleri açık renk gözlerinin üzerinde öfkeyle titreşiyordu. "Bana neler hissettirdiğini bilsen kurmazdın."

"Artık gitmem gerek," diyebildim.

"Peşinde olacağım," deyince ona inanamayan gözlerle baktım. "Tek bir an arkandan ayrılmayacağım. Öyle çok peşinde olacağım ki, gölgeni ben sanacaksın ve belki de gölgen sandığın aslında ben olacağım."

Kelimeleri, bana gerçeği beni yaralayarak veren bir adamın kalp atışları gibiydi. Avucumu onun sert göğsüne koymasam da avucumun içinde onun kalbine ait atışları hissetmişim gibi öylece ona bakakaldım. Çenemi birden kaldırınca, gözlerimin içinde duran lenslere rağmen ona kendi gözlerimle, Zeliha'nın kahverengi gözleriyle baktım.

"İnsan yere düşerse ilk gölgesi hisseder," dedi nefesimi kesecek kadar ciddi, tok bir sesle. "Ben gölgen olup önünde, arkanda, düştüğünde yere şiddetli çarpmaman için altında olacağım."

Kaşlarımı çatarak, "Benimle oynuyor musun?" diye sorduğumda kaşlarını çattı, bu sorduğum onu öfkelendirmişe benziyordu.

"Oyun oynadığım hiçbir şeyin gölgesi olmam ben," dedi ve birden çenemi bırakıp gözlerini yere indirdi. "Seninle bir defa oynadım diye hep oynayacağımı mı sanıyorsun?" Ağzımdan laf alabilmek için bana anlattıklarını hatırladım, bir an sustum; bunu kendisi için de yapar mıydı? İçimden bir ses yapmayacağını savunuyordu.

"Dürüstsün," dedim sakince.

"Evet. Şimdi git, arkandan geleceğim."

Başımı aşağı yukarı sallayarak, "Tamam," diye mırıldandım. Tam tuvaletin çıkışına yöneliyordum ki, uzun güçlü kolu beni beklemediğim bir anda belimi sararak kendine doğru çekti. At kuyruğum yüzüne kırbaç gibi çarparken sırtım onun göğsüne sürtündü ve sonra beni kendine doğru çevirdi. Yüzlerimiz birbirine yakın konuma geldiğinde, kafasını indirmiş yüzümü izliyordu; göğsüm göğsüne yapışmıştı.

Kulağına taktığı kulaklığı işaret etti, bizi dinlediklerini gözlerinden anladığımda o da ben de konuşmuyorduk. Yavaşça yaklaştı, sesimi bile çıkarmadım, sesini bile çıkarmadı. Dudakları dudaklarıma dokundu, gözlerimi yumdum ve ona engel olmadan beni öpmesini bekledim. Öpücüğü kısa, ısrarlardan uzak, hassastı. Dudaklarımız birbirinden ayrıldığında tüm bu nahifliğe rağmen başım pervane gibi dönüyordu; gözlerimi onun gözlerinden geri çekemedim. Buz sıcağı gözleri bir süre donmuş bir güneş gibi yüzümün göğünde asılı kaldı.

Bizi duymamaları için dudaklarını oynattı. "Peşindeyim, Zerda."

Gözlerim gözlerinden söküldü, yavaşça çıkışa doğru yürümeye başladım. Onu arkamda bırakarak oradan ayrıldığımda kendimi çok daha güçlü hissediyordum. Birazdan o herifle yalnız kalacak olmama rağmen güçlü hissediyordum. Nihan, kapının önünde beni bekliyordu. Lensin örttüğü gözlerine baktığımda endişeyi orada gördüm; lens, endişeyi gizlemeye yetmiyordu. Başımı yavaşça aşağı yukarı salladım ama konuşmadım, o da aynısını yaparken konuşmak istiyor gibi duruyordu ama beni daha da zora sokmamak için konuşmadı. Çantamı omzuma asarak Nihan'ın önüne geçip ışıkların bir yanıp, bir karanlığın kollarına esir ettiği koridorda ilerledim ve yeniden kalabalığa çıkıp dans edenlerin arasında yürümeye başladım.

Gözlerim keskin bir manevrayla kalabalığı aşarak localara kaydı. Yener oradaydı, elinde bir viski kadehiyle oturuyordu. Artık yanında sadece kızıl saçlı bir kız değil, aynı zamanda uzun, düz ve siyah saçları beline kadar uzanan deri elbiseli kız da vardı. Oldukça diğerleri gibi görünüyordu ama gözleri direkt beni kavramıştı. Siyah saçlı kız dans ederek onun boynuna sokuluyor, kızıl saçlı kız ise siyah saçlının varlığından pek de memnun görünmüyordu. Gözlerimi yavaşça kırpıp açarak, kimsenin fark edemeyeceği kadar yavaş bir şekilde başımı sallamamla, Yener'in de gözlerini yumarak başını yavaşça sallaması bir oldu.

Barın önüne kadar Yener'in gözlerinin bende olduğunu bilerek ama ona tek bir an olsun bakmadan kararlı adımlarla yürümüştüm. Okan beni gördüğü an yüzüne beğeni dolu, rahatlamış bir ifade çizdi. Muhtemelen bir süredir burada olmayışımın nedenini onu ekmeme bağlamıştı ama şimdi buradaydım ve gerçekten mutlu görünüyordu.

"Sanırım izni kopardım," dedim at kuyruğumu geriye doğru savurarak. "Birlikte eğlenebiliriz, Okan."

"Beni ektiğini düşünmüştüm."

"Elçin ikna edilmesi zor bir kadındır."

"Senin gibi öyleyse," dedi çapkın gülümsemesiyle.

"Beni kolayca alt ettin," dedim sahte bir gülümsemeyle onun sinir bozucu gülümsemesine karşılık vererek.

"O zaman çıkalım mı?"

Birden kanım donsa da doğal bir tavırla, "Ne bu acele?" diye sordum. "İçmeyecek miyiz?"

"Yeterince içtim, burada senden daha kaliteli bir şey görmüyorum."

Kadınlara bir şişe içki gözüyle bakması kanımın öfkeyle fokurdamasına neden oldu ama buna rağmen sanki duyduklarım beni hoşnut etmiş gibi sırıttım. "Beni nereye götüreceksin?" diye fısıldadığımda, sesimi bilerek çekici kılmak için çabalamıştım. Gideceğimiz yere kadar izlenecek olsak da, tam olarak nereye gideceğimizin sözlü olarak onun ağzından duyulması bana kendimi daha güvende hissettirecekti.

"Bence epey seveceğin bir yere," dedi. "Lüks yerleri sever misin?"

"Ben tamamen lüksüm, oğlum," diye dalga geçtim.

"O zaman benim malikanem tam da sana göre," diye fısıldadı. "Dağların arasında, oldukça yüksekte, oldukça güzel manzarası var." Kulağıma eğildi. "Manzarayı izleyerek seks yapmak çok farklı oluyor. Kimsenin bizi göremeyeceğini, duyamayacağını bildiğin bir yerde..."

Birden Biricik'e yaptıklarını hatırladım.

Kimsenin bizi göremeyeceğini, duyamayacağını bildiğin bir yerde... Gözlerimi yumup dişlerimi sıkarken gülümsemek için bir neden arıyordum. Tek bir neden. Bir kadını mahvetmişti. Onun en karanlık sırlarını öğrenmek için onun gibi olmaya karar verdim.

Dişlerime kan doluyormuş gibi bir acıyla, "Çok seksi," diye fısıldadım. "Senden kaçmaya çalışsam bile kimse beni kurtaramaz."

"Siktir," dedi hırıltılı bir sesle. "Evet."

"Ama daha iyi bir fikrim var," dediğimde şaşırdığını hissettim. "Neden beni eve kadar götürüp, evde değil, o dağlık alanda becermiyorsun?" Bu soruyu sorarken, içimde susturduğum bir yanım dizlerinin üzerine çökmüş, avuç içlerindeki çizgileri ruhsuz gözlerle izliyordu. Onun evine girmeyecektim, böylece izlerim o evde olmayacaktı; onu dışarıda tutmak daha iyiydi. Alacağım her bilgiyi alırdım. Sonra da beni kurtarırlardı. Kurtarılmadan önce bu adama yapacaklarım vardı.

Söylediklerimi bir süre düşündü, yüzünden tahrik olduğunu anlayabiliyordum. Gözlerimin içine tutkuyla bakınca, ne kadar etkilendiğini kendim de görmüştüm oldum. Bana yırtıcı bir hayvan, kanıma susamış bir cani gibi bakıyordu. "Sende aradığım her şeyin olmasından korkuyorum, Naz," dedi birden. "O lanet çığlıklarını duymak için sabırsızlanıyorum."

"Götür beni buradan," dedim ciddi gözlerle ona bakarak.

Gurur tüm bu konuşmaları duyuyordu. Öfkesinin artışını, katlanışını, içindeki o dürtünün arşa çıkışını ona göremiyor olmama rağmen hissedebildim. "Gel benimle, Naz," diyerek beni kolumdan tutup kaldırınca, bir an gerildiğimi hissettim ve localardan birinde oturan Yener'in de boynunun bir yılanın saldırıya hazırlanırken kabarttığı boynu gibi kabardığını gördüm. Gözlerimi yeniden yumup geri açtıktan sonra duraksadı ama yine de tetikte duruyordu. Okan beni kalabalığın içinde kolumdan tutarak dışarı doğru ilerletmeye başladı.

"Elçin'e bir veda etmeme bile izin vermeyecek misin?" diye seslendim müzikten dolayı beni duyamayacağını düşünerek.

"Onunla vedalaşmışsındır," dedi aceleci bir tavırla. "Hemen istiyorum." Birden kabalaştığını hissetmiştim, bileğimi tutuşu da ciddi manada tenimi sızlatacak kadar sertti. Gurur'un bir yerlerde tüm bu olup bitenleri izlememiş olmasını diledim. Mekandan çıkar çıkmaz tenime karanlık ve soğuk çarptı. İçimi en umulmadık anda saf bir öfke doldurdu; keşke, dedim içimden. Keşke tam şu an onun kafasını dağıtacak olan silahı tutan ben olsaydım.

Büyük, gösterişli cipi mekanın önünde duruyordu. Bu her zaman Biricik'i içinde okula getirip götürdüğü araba değildi. Lacivert cipi izlediğim sırada kolumu bırakmış, sürücü koltuğunun kapısını açmıştı. "Hadi," dedi davetkâr bir sesle. "Seni bekliyorum, Naz."

"Aceleci," diye gülerek ön yolcu koltuğunun kapısını açıp, ağır erkek parfümüyle boğulmuş aracın içine bindim. Emniyet kemerimi bağlamadım, çünkü olabileceklerden tam olarak emin değildim. Kendimi güvende hissedebileceğim her şeyi yapmak istiyordum. Emniyet kemerimi bağlamamam Okan'ın dikkatini çekmedi, hatta bunu hiç umursamadı çünkü o şu an bir an önce beni altına almak istiyordu.

Kendimi ilk defa böyle bir şeyin ortasında bulmuştum. Bu yüzden hissedebileceğim her şey gölgeye geçmiş, sanki onlar bile kendilerini güvende hissetmek istiyorlarmış gibi kalbime uğramıyorlardı. Karmaşık bir duygu fırtınası tarafından ele geçirilmiş olsam da, yüzüm de ellerim gibi taş kesilmişti. Cip harekete geçtiğinde içimdeki huzursuzluğu kırmak için ona sorular sormaya karar verdim. Yol boyunca ondan öğrenebileceğim her şey onun aleyhinde kullanılacaktı.

Mantığımı zihnimin içine çekip, korkuları geri plana aldıktan sonra, "Hımm," diye mırıldanarak yavaşça ona doğru döndüm, keskin gözlerle önümüzde akıp giden yolu izliyordu. "Şu B," dediğimde kolyesini kastettiğimi biliyordu; gerildiğini hissettim. "Karın mı? Evde saçımı başımı yolacak biri yoktur umarım."

Yüzünü buruşturarak güldü. "Biricik birinin saçını yolabilecek bir kadın değil," dedi alayla. "O çok kırılgandır."

"Karının ismi bu mu? Yoksa ona biricik diye mi hitap ediyorsun?" Kaşlarımı şaşırmış gibi yaparak kaldırdığımı fark edince bana mahcup gözlerle baktı. Alınmamı istemiyor gibiydi.

"Biricik karım değil, nişanlım ve evet, onun ismi bu."

"Rahatladım," dedim sırtımı koltuğa yaslayıp önümüzde akıp giden, trafiğin ışıklarıyla yıkadığı yolu izleyerek. "Tamamen yalnız olacağız sanırım."

"Evet," dedi hevesli hevesli. "Ne demiştin? Seni dağlık alanda becereceğim."

Gözlerimi devirmemek için kendimi sıkarak, "Çok heyecanlı olacak," diye fısıldadım. "Yanlış anlama, sana asılmıyorum ama seni tanımak da istiyorum," dedim yüzümü buruşturarak. "Bu benim için garip. Yani..." İyi rol kesiyordum. "Her neyse, boş ver."

"Beni mi merak ediyorsun?"

"Boş ver," dedim gülerek.

"Bu hoşuma gitti," diye fısıldadığında biraz daha zorlarsam sabaha kalmadan bana yıldırım nikahı kıyacakmış gibi bakıyordu. "Babam önemli bir adam," dedi. Gözlerimi kıstım. "Önemli bir aileden geliyorum." Bana yan gözle baktı. "Öğrenimim İstanbul'da gördüm."

"Biricik'le nasıl tanıştınız?"

"Bunun cevabı kalbini kırmaz mı?"

"Hım... Ama doğruyu bilmek iyidir, değil mi?"

"Biricik'i gördüğüm an benim olmasını istedim," dedi samimiyetime güvenerek. Aracın direksiyonunu sertçe kavradı. "O benim için belirsizlikti, ne hissettiğimi bilmiyordum. Sanırım takıntımdı, zaafımdı." İmreniyormuş gibi gülümsedim ama sadece iğreniyordum. "Benim yaptım."

"Vay be, kötü adam," dedim gülerek.

"Ben gerçekten kötü adamım," diye gülerek cevapladığında caddeden çıkmış, toprak bir yolda ilerlemeye başlamıştık. Yolun bir tarafı sık ağaçların yükseldiği eğimli bir ormandı, bir tarafı ise kayalıkların yuvarlanarak deldiği derin bir uçurumdu. Yolda sokak lambası olmadığından önümüzü aydınlatan tek şey araçtan dökülen farın ışığıydı.

"Biricik seni çok seviyor olmalı," diye fısıldadım ağzını yoklama isteğiyle.

"Bilmem, bence onu zorlamamı seviyor ama," dedi, dişlerini bir canavarın siyah dikenlerini gösteriyormuş gibi göstererek bana baktı. "Bence kadınlar zorlanmayı, hırpalanmayı seviyor." Kaşlarımı sertçe çatmama engel olamadım, bir an duraksayıp bana bakakaldı; sanırım söylediği şeyin doğruluğunu tartıyordu.

"İçimde kıskançlık oluştu," diye yalan söyledim, çünkü çevirmenin başka bir yolu yok gibiydi. "Onu zorla, sertçe..." Cümleyi tamamlayamadım ama o sebebini kıskançlık sandı; sadece midem allak bullak olmuştu.

"Zorlaydı, evet," diye itiraf etmesini hiç beklemiyordum. "Tek bir an bile benimle kendini bırakarak birlikte olmadı. Onu her seferinde zorla, kaçmasına engel olarak..." Bana bakıp sustu, kıskanmamı istemiyor gibi görünüyordu ama sadece kenara çekmesini istemek istiyordum; sonra dilediğim gibi kusardım.

"Ne kadar şanslı..."

"Ona göre bu cehennemmiş," dediğinde gözlerimi kıstım.

"Neden ki?"

Başını iki yana salladı. "Tecavüz ediyormuşum. Ben? Sadece naz yapıyor işte."

"Tecavüz mü?" Ona doğru baktığımda, bana baktı. İçim sızlarken, dilim parçalanıp dağılarak ağzımda küle dönmek isterken fısıldadım: "Bu gece bana ona ettiğin gibi..." Onu öldürecektim, onun hayatını bitirecektim, onu insan içine çıkamaz hale getirecektim. Onu öyle çok şey haline getirecektim ki, her şey olabilecekti ama bir daha bir insan olduğuna kimseyi ikna edemeyecekti.

"Tecavüz ettim," dedi birden bundan zevk aldığımı düşünüyormuş gibi hırsla. "Onu öyle çok seviyordum ki ona tecavüz ettim. Beni bir an olsun istemedi, kendini bıraksa isterdi." Burnundan sert bir nefes bırakarak yola doğru baktı. "Bu gece sana da tecavüz edeceğim, istediğin bu, değil mi?"

"Ne kadar kaldı?"

"Geldik sayılır," dedi yavaşça. Sık sık matarasını çıkarıyor, büyük yudumlar halinde konyağı kafasına dikiyordu. İçki matarasından aldığı her yudumda, dili daha da çözülüyordu. Bir süre sonra yol daha da kısaldı, geleceğimiz yere varmak üzereydik ve artık o kadar çözülmüştü ki, Biricik'e nasıl sahip olduğunu, ona neler yaptığını, ailesinin durumunu anlatmaya başlamıştı. Muhtemelen kanında dolaşan tek şey alkol değildi, damarlarında madde de dolaşıyor olmalıydı; başta fark etmemiş olsam da, şimdi çok net bir biçimde anlaşılıyordu bu.

Anlattığı her şey ona olan öfkemin anbean çoğalarak katlanmasına neden oluyordu. Açık sözlü olması iyiydi, kendi kuyusunu kazdığının farkında bile değildi. Bir süre sonunda konuyu güç gösterisine çevirdi ve ne kadar güçlü olduğunu kanıtlamak ister gibi babasının yaptığı yolsuzluklardan bahsetmeye başladı. Elimi güçlendiriyordu. Her şeyi bir bir, isim vererek, yapılan çoğu şeyi açıkça anlatarak beni şoka sokmuştu. Bunları anlatırken kendini dünyanın hakiminin oğlu gibi hissediyor olmalıydı. Kayıttaydık ve şu an her şeyi duyan tek kişi ben değildim. Kendi sonunu getiriyordu ve bu olurken onun yanında ben vardım.

Sonunda araç önü çayır gibi boş olan bir arazinin önünde yavaşlamaya başladı. Arazinin sonunda, yükselen dağın eteklerinde epey lüks görünen büyük bir ev vardı. Ev bembeyazdı, ormanın kalbinde bir peri kızı serili duruyordu ama aslında bu ev, ormandaki kötü cadıydı. Bu evde yaşanan şeyleri düşündükçe kanım bile damarımın içine çizikler atacak kadar keskinleşiyordu. Okan aracı büyük, boyum kadar yüksekliğe oluşmuş çalılıkların arasında var olan dar patikaya doğru sürdü, çayıra çok bir şey kalmamıştı. Artık kendimi gergin hissediyordum. Arkamızda araba yoktu, canlılık yoktu, sanki beni öylece onunla bırakıp gitmişlerdi. Paniğe kapılmak istesem de Gurur'un beni burada öylece bırakmayacağını düşünüyordum.

"Heyecanlı mısın, Naz?" diye sordu kısık tuttuğu sesiyle beni ürperterek. "Birazdan sana neler yapacağımı tahmin bile edemezsin."

"Kendimi küçük bir ceylan yavrusu gibi hissetmeye başladım," diye yalan söyledim. "Anlatmaya devam et, bu beni kışkırtıyor."

"Ne duymak istiyorsun?" Sırıtarak yan gözle bana baktı. "Bende sandığından daha çok güç, para ve zevk var."

"Babanın yediği haltları anlattın," dedim gözlerimi devirerek. "Üstelik beni hiç tanımıyorsun."

"Ağzını açacak olursan ölürsün, buna güveniyorum," deyince bir an yüzümdeki tüm kan çekildi. Ona dehşet içinde baktığımı görür görmez gülmeye başladı. "Ne? Öyle. Seni tehdit etmiyorum, olanı söylüyorum. Bilmemen gereken şeyler bilirsen ve ağzın kapalı kalmazsa, sonunda ağzının içi kurşunlarla dolar."

"Vay be, size bulaşılmaz," diye söylendim. "Üstelik sadık biriyimdir, biliyor musun?" Ona sırnaşır gibi yaklaştım çünkü canımı güvende tutmanın tek yolu buydu. Anında gevşediğini gördüm. İstediğinin bu olduğunu zaten biliyordum, ona istediğini şimdilik verecektim. "Hem nasıl desem, epey taşşaklı birisin." Kaşlarımı kaldırıp indirdim. "Böyle adamlarla takılmayı seviyorum."

"Peki başka nelerden hoşlanırsın? Sana kendimi açtım, sen de bana," dedi. "Artık bir şeyler yaşamak istiyorum. Seni sertçe..."

"Araba kullanırken bu kadar açık konuşursan kaza yaparız," diye mırıldandım acımı içime gömmek için yutkunduktan hemen sonra. Onunla bu kadar yalnız olmak, bu şekilde konuşmak, bana bakışlarını izlemek iğrenti hissinden sonra bir şeyi daha doğurmuştu; korkuyu...

"Pekala..." Arabayı çayıra yakın, dağın eteğinde durdurdu. Birden kalbim öyle sert çarpışlarda bulunmaya başladı ki, eğer tek başıma olsam paniğe kapılır ve kalp krizi geçirdiğimi düşünmeye başlardım. Bir kolunu arabanın koltuğuna atıp bana doğru dönünce nabzımın daha da hızlandığını hissettim.

Şimdi bir katilden daha tehlikeli bir adamla soluklarımız birbirine çarparken baş başaydım.

Çok küçükken, babamın parmakları daima saçlarımda dolaşır, saçlarımdan kopardığı hüzünler parmak uçlarında küle dönüşürken sakinlik tüm ruhumu sarıp sarmalardı. Bir adamın kalbinde gümüş gibi asılı duran iyiliği ilk babamın kalbinde yaşarken keşfetmiştim. Babama baktığımda tüm adamların iyi olabileceğine inanmıştım, dışarıdaki her yabancıyı babam gibi sanmıştım. Oysa karanlık sadece güneş batınca ortaya çıkmazdı. Karanlık bazen aramızda, güneş tepemizde parlıyor olmasına rağmen yanımızdan geçip giden adamların içinde yaşardı.

"Arabanın kilidini aç," dedim sert bir sesle, emrivaki yaparak kurduğum cümle onu şaşırttı ama sinirlendirmedi. "Kim bilir, belki de senden kaçan bir kurbanı oynamak istiyorumdur." Alt dudağımı ısırarak ona beklentiyle bakınca, birden eli düğmeye gitti ve cipin bütün kilitleri açıldı. Okan yavaşça bana doğru eğilince geri çekilip, ona masum olduğunu düşündüğüm gözlerle baktım. Bu onu hırlatmıştı. "Bana ne yapacaksın?" diye sordum ağlamaklı bir sesle.

"Seni paramparça edeceğim. Benim olacaksın. Hiçbir yere kaçamazsın."

Evet, ekstra olarak bu ses kayıtlarına da sahip olmak fena olmazdı.

"Ama sen..." Korkar gibi sesler çıkarsam da bakışlarım onu yırtıcı bir hayvana dönüştürüyordu. Küçük oyunum onun hoşuna gitmişti. Farkında değildi ama kendi sonunun altına imzasını atıyordu.

Aramızda benim korktuğumu düşündürecek, onun ise gerçek bir saldırgan olduğunu tescil edecek türden konuşmalar geçmeye başladı. Bana dokunamadığı her an daha da çılgına dönüyordu. Kapının kilitleri açıktı ama ses kaydında bunu kimse bilemezdi; bu iyiydi çünkü her şeyi aklasa da saldırı anının olduğu kayıtları aklayamazdı. Üstelik birçok görüntü kaydettiğime de neredeyse emindim. Sonunda elini enseme attı ve birden nabzım sessizliğe gömüldü. Kendi kalbimin atış sesleri göğsümün içinde koca bir hiçliğe karıştığında, sanki artık kalbim çarpmıyordu. Beni kendine doğru çekeceğini hissettim ama uzun süre gözlerimin içine baktı. Toprak yolu çiğneyen lastik seslerini duydum, muhtemelen o duymamıştı çünkü dudaklarından ahlaksız sesler dökülüp duruyordu. Karanlıkta beliren her bir gölgeyi hissettim, o hissedemedi; beni tam kendine doğru çekeceği sırada gözlerim cama doğru kaydı ve karanlıkta dikilen uzun boylu, kar maskeli adamları gördüm.

Okan beni boynumdan öpmek için atakta bulunuyordu ki, arka yolcu kapısı minimum gürültü çıkararak açıldı. Gözü dönmüş saldırgan bunu fark etmedi, dudaklarını boynuma bastırmak için hazırlandığı sırada kar maskesinin arkasında gizlenen yüzün sahibini elinde tuttuğu silahın sapını saran altın yüzüklerinden tanıdım. Yener... Adamın ensesine soğuk silahın namlusunu bastırmasıyla, Okan yüzü boynuma yakın bir yerde donup kaldı.

"Yerinde olsam," dedi Yener daha önce hiç duymadığım kadar sert bir ses tonuyla. "Hemen ondan uzaklaşırdım."

"Ne..." Sesi titriyordu Okan'ın. "Neler oluyor?"

Birden arabanın etrafını beş büyük gölge çevreledi. Uzun gölgelerin yüzleri görünmüyordu, Okan'ın dehşet içinde geri çekilip ön konsola uzandığını fark edince tırnaklarımı sertçe boğazına saplayarak onu sürücü kapısına yapıştırdım ve Yener ulur gibi keyifli bir ses çıkardı.

"Seni küçük..."

"Devam et," dedim sertçe. "Bildiğim her şeyi biliyorsun, bunları kulaklarım duymadı yalnızca." Birden elim kafamdaki at kuyruğuna kaydı. Tırnaklarımı pervasızca at kuyruğunun dibine bastırıp mikrofonlardan birini çekerek çıkardım. "Vücudumda bunlardan onlarcası var, biliyor musun Okan? Yarın Türkiye seni ve babanın haberleriyle uyanacak!"

"Ne?" Okan'ın gözleri dehşetle parlıyordu. Yener ön tarafa uzanarak silahı çenesinin altına sokunca, hızla aracın kapısını açarak dışarı çıktım.

Karanlık gölgelere doğru yürümeye başladım ama titriyordum. Ayağımdaki ayakkabılar yüzünden bu kadar taşlık bir alanda yürümesi imkansızdı. Gölgelerden biri beni belimden kavrayınca, dehşet içinde o gölgenin bedenine sıkıca sarıldım. Onu kokusundan tanımıştım; dağın soğuğunun kokusu değildi bu, onun tenindeki buzun kokusuydu.

Adnan'ı sesinden tanıdım. Kapıyı hırlayarak açmış, kar maskesinin altına saklanan korkunç yüzünü göremesem de adamı titreterek dışarı çekmişti. Birkaç yumruğu yüzüne patlattı ve Okan taşların içinde sürüklenerek yerde yuvarlandı. "Uzun süredir gözümüz ailenizin üzerinde," dedi profesyonel bir yalanla. "Artık eminiz. Senin gibi bir tecavüzcünün haberlerde boy göstermesini istemiyoruz. Babanı da seni de bitireceğiz, beni duydun mu lan?"

"Evde kimse yok!" diye bağırdım Gurur'un kollarının arasındayken. "Bu evi sadece o tür işleri için kullanıyormuş, ev başkasının üzerine. Kara para aklıyorlarmış, her şeyi kaydettim!"

"Yalvarıyorum," dedi Okan, olanların şokunu üzerinden atlatamamıştı. "Ne istiyorsanız yaparım, bırakın beni gideyim. Babamı bu meseleye katmayın! Beni mahveder, öldürür!"

"Sen bu gece hayatta kalacağını falan mı sanıyorsun?" İşte uzakta duyulan o sesin sahibini tanıyordum. Devran oradaydı. Arkasına aldığı büyük cipin ışıkları sırtına çarpıyor, bu yüzden yüzü ve bedeni tamamen karanlıktan oluşuyordu. Başını sağ omzuna doğru eğdi. "Sen zaten ölüsün."

Boğazımdan bir yutkunuş geçti. Şimdi bir yazar, tüm cümleleri önüne koymuş, dirseklerini yasladığı masaya indirdiği gözlerinde karmaşayla kendi kelimelerini izliyordu. Ve Devran, o satırlardan kopup gelen bir adam gibi, roman sayfalarının içinden uzattığı bakışlarını yazarın gözlerine dikmişti. Kalbimin atışları hızlandı, olabilecekleri düşündüm, olacaklardan çok olabilecekleri düşündüm çünkü ihtimaller olacağını sandığım şeylerden daha güçlü geliyordu şu an.

Okan'ın korku dolu gözlerini Azrail'ine çevirdiği ânı izledim. Bu an içimdeki korkuyu yatıştırdı, ona duyduğum öfkenin alevleri gecenin bağrından yükselerek gökyüzüne dağıldı. Yıldızlar köşeye çekilmiş, yıldızları örten karanlık bulutlar alevlerim tarafından esir edilmişti. Devran'ın yüzü yoktu, sesi ve kelimeleri ise ölümden ağırdı; yüzünü görse bile kelimeleri ile sesinden etkilendiği kadar etkilenmezdi kimse. Ölüm, arkasında rüzgâr olmuş ve tüm ağaçları dallarından etmek istiyormuş gibi sallamaya başlamıştı.

Gurur beni yavaşça çekerek oradan uzaklaştırmak isteyince, onu durdurup, "Biricik diye birinden bahsetti," diye yalan uydurdum, Biricik'i tanımadığımızı düşünmesi lehimize olurdu. Hem böylelikle Biricik'i bir daha rahatsız da edemezdi. Bizim onun için burada olduğumuzu bilmemesi her açıdan iyi olacaktı. "Kıza tecavüz etmiş, nişanlısıymış. Kızla ilgili bir sürü şey anlattı, kızı tehdit ve şantajla yanında tutmuş!"

"Lanet olsun!" diye bağırdı Okan. "Lütfen, ne isterseniz yaparım. Susun. Bu geceyi babam duyacak olursa..."

"Evet?" Devran bir iki adım sonrasında artık Okan'a daha yakın bir yerde, tehditkâr bir şekilde duruyordu. "Söyle, baban duyacak olursa ne olur?"

"Beni öldürür, lütfen," dedi Okan. "Def olur giderim, bir daha beni hiçbir haber kanalında görmezsiniz. Bir daha adımı bile duymazsınız."

Devran, belinden birden bir tabanca çıkarınca, bir adım geri çekildim ve sırtım sertçe Gurur'un göğsüne çarptı. Devran, sadece birkaç saniye sonra adamın önünde dikiliyor, yerde oturan adam kafasını kaldırmış korkuyla, büyük bir dehşetle Devran'ın karanlığa gizlenmiş suratına bakıyordu. Yargı, elindeki silahın namlusunu adamın ağzına sertçe sokunca korkuyla titredim ama gözlerimi olanlardan ayırmak istemedim. Bu ânı kafamın içine, derinliklerine kazımak istiyordum. Bu kez beni korkutmuyorlardı; bu kez kimsenin sağlayamadığı o adaleti sağlıyorlardı.

Adamın boğuk iniltisini duydum. Ağzının içinde soğuk, tetiği çekilmek üzere bir parmak tarafından baskıyla itilen silaha rağmen boğulacak gibi sesler çıkarıyor, yalvarmaya çalışıyordu. Devran için bu yalvarışların, yakarışların, imdat çağrısının bir önemi yoktu; Devran onun ruhundaki pis kokuyu alabiliyordu. O kokuyu sadece birkaç saat içinde tüm ciğerlerimde, ruhumda hissetmiştim. Şu an biri onlara dışarıdan bakınca, kötü adamın elinde bir silahla bir adamı öldürmek üzere olduğunu görebilirdi; oysa kötü adam yerde, dizlerinin üzerindeydi ve iyi olan, silahını onun ağzına dayamıştı.

"Biricik kim?" diye sordu Devran sertçe, içimi titreten sorusu, biliyordum ki onun da göğsünde bir enkaz yeriydi. Adamın gözlerinden akmaya başlayan yaşları karanlığa rağmen görüyordum. Nefesi titriyor, yaralı bir yırtıcı gibi sık soluklar almaya çalışırken inliyordu. Yargı, elindeki silahı daha derine iterek, "Ağzının içine kurşunları boşaltmamı istiyor musun? Öyle çok istiyorum ki bunu yapmayı. Kanının son damlası da bedenini terk edene kadar oturmak, cesedinin başında kuruduğun ânı izlemek istiyorum."

Silahı birden adamın ağzından çıkarınca, adam sendeleyerek geriye doğru düşüp, ellerini çakıl taşlarına koyup inledi. Kafasını kaldırıp korkuyla Devran'a baktı, diğerleri etrafı kollayan gölgeler halinde çayıra dağılmıştı. Gurur'un nefesinden akan alkolün kokusunu saç diplerimde hissettim, zihnime kelimeleri kazıyan nefesi beni ürpertti. Ellerini yavaşça belime sardı, beni kendine yaslarken o da bu görüntüden zevk alıyor gibiydi ama bir yanı tüm bunlara şahit olduğum için tedirgindi.

"Biricik kim?" diye sordu Devran, bu kez sesi dağa çarpıp bir yankı oluşturdu.

"Nişanlım." Okan kan öksürdü, bunu göremedim ama kanın metalik kokusunu soludum; hassas burnuma dolan kokuyla yüzümü buruşturdum. "Nişanlımdı. Yemin ederim bırakacağım onun peşini. Diğerlerini de." Diğerleri de mi vardı? "Bir daha kimseyi bir şey için zorlamam, çeker giderim buralardan. Ne olursunuz bu olanlar babamın kulağına giderse beni yaşatmaz." Okan birden Devran'ın ayaklarına kapanınca, Devran öfkeyle hırlayıp Okan'ın karnına bir tekme attı ve Okan acı iniltisini tüm dağlara kazıyarak yerde yuvarlandı. "Yalvarırım," dediğinde sessizce ağlıyordu. Babasından korkuyordu. Hayır, babasının servetinin ve gücünün bu tür şeylerle basına servis edilecek olmasından korkuyordu. Babası onu yaşatmazdı, bunu biliyordu. Ama şu anda da yaşıyor sayılmazdı.

"Seni öldüreceğim," dedi Devran, sesi toktu. Eğilip adamın saçlarını avuçlarının arasına alarak tüm saç tellerini kafasından derisiyle birlikte ayırmak istiyormuş gibi çekti. Adam kafasını kaldırdığında canının acısını belirten o çığlık da dudaklarından dökülmeye başlamıştı. "Seni öldürdüğüm zaman baban bana minnettar olacak. Sen önemsizsin. Babanın parasıyla var olan bir ucubesin. Yetersizsin. Yetersiz olduğun için, ezik psikolojini tamir edebilmek için, o zavallı egonu biraz olsun diriltebilmek için bunları yapıyorsun, değil mi ha?" Tane tane kurduğu cümlelerin sonuna yerleştirdiği soru işaretinden zehir sızıyordu.

"Lütfen," diye fısıldadığında hüngür hüngür ağlıyordu. Devran, saçlarını parmaklarının arasında kökler gibi sıkıca asılırken silahın sapıyla sertçe Okan'ın yüzüne geçirdi; fışkıran kanın sesini duydum ama zihnim kendini kapattı ve Okan'ın acı çığlığı düşüncelerimin derinliklerine ulaşamadan silindi. "Beni öldürecek misin?"

"Babana bir iyilik yapmış olurum," dedi Devran sertçe, psikolojisiyle bir kuklayla oynuyormuş gibi oynaması dikkatimden kaçmamıştı. "Hayatın boyunca tek bir an sevilmedin, biliyor muydun?" Devran kahkaha attı. "Tabii ki de biliyorsun lan."

"Gerisi Devran'ın özeli," dedi Gurur, alkol kokan nefesi kulağıma aktı ve sonra birden beni bırakıp, onlara doğru yürümeye başladı. "Ama benim de yapmak istediğim bir şey var." Devran'ı sertçe iterek, Okan'ı boğazından tuttuğu gibi havaya kaldırınca, dudaklarımdan şaşkınlığın nidası döküldü. "Piç," dedi kelimelerin üzerine basa basa, parmaklarını da Okan'ın boğazına bastırıyordu. "Karabasan nedir, bilir misin?" Tıslayarak konuşuyordu. Ellerimi aceleyle karnıma koyup güçlükle yutkundum. "Gözlerime bak." Diğer eliyle kar maskesini kaldırdı, kalp atışlarım hızlandı. "Her gece uykundan önce, bundan böyle bu yüzü göreceksin." Fısıldadı: "Sana ölümü dileteceğim." Sırıttı. "Ama öyle kolay ölmeyeceksin."

"Ben ben... Üz..."

Gurur birden onun nefesini kesecek hareketi yaptı ve hırladı: "Benim nazlı çiçeğime olmaman gerektiği kadar yakındın," dedi, kalbim kasıldı. "Bundan sonra." Her kelimesinde alkolün izleri vardı. "Her gece kabuslarında dibindeyim."

Birden adamı bırakmasıyla, adam dizlerinin üzerine düştü ve Gurur bana doğru döndü. O an, gözlerinin gözlerime bir bıçak gibi saplandığı andı. O an, onun gözlerinde ölümün bekçiliğini yapan o canavarı gördüğüm andı. Bakışlarımı gözlerinden uzağa götüremedim, çok uzun süre birbirimize bakmışız gibi hissetmiştim. Yüzü karanlığın içinde bir yabancıya ait gibi dursa da, gözleri Gurur'un gözleriydi. Bir karmaşa çıktı, belki Okan'ın ölüm fermanı yazılıyordu belki de kader baştan yazılıyordu, bilmiyordum. O an bununla ilgilenmek istemedim. Sadece onun gözlerinin içinde çanları çalmaya başlayan o ateşlere teslim olmuş kiliseyi izledim; kilisenin tüm camlarında ölümü görüyordum. İçeride ölüm dolaşıyordu.

Hızlı adımları bana yöneldi. Uzakta, büyük aracın içinde bizi izleyen Hakan abiyi gördüm, sessizce aracın camından dışarıyı izliyor, gözleri bize dokunuyordu. Kendini tutuyor olmalıydı. Muhtemelen ben gittiğimde, Okan'ın kâbusu yeni başlamış olacaktı. Gurur beni birden bileğimden kavrayınca sendeledim, üzerinde kara zorla durduğum topukluların birinin topuğu kırılacak gibi yamuldu ama Gurur beni kendine çekince bunu umursamadım. Arkama bakmama izin vermedi, beni çevirdi ve büyük cipe doğru yürütmeye başladı. Cip, çayırın sonundaki patika yolda, karanlığın altındaydı. Büyük tekerleklerinin izlerini bırakamayacağı şekilde çalılıkların içinde duruyordu.

Vurma sesleri inleme seslerine karıştı, acı dolu çığlıklar duydum ama burada kimse yoktu. Evde bir çalışan, başka bir nefes dahi yoktu. Etrafta kameralar, güvenliğe dair tek bir iz yoktu. Okan bu gece burada yalnızlığın koynunda, yaptıklarının vebali boynunda, geçmişiyle yüzleşiyordu. Hatta geçmişi değil, şu anıyla yüzleşiyordu. Gurur beni cipe kadar sürükledi ama tutuşu beklediğim gibi değildi, hafifti, incinmemden korkuyor gibiydi. Oysa dışarıdan biri onun beni sürüklediğine inanırdı.

Cipin ön yolcu kapısını açmasıyla birlikte kafamı kaldırıp ileriye baktım. Çayırda, dağın ikiye böldüğü o alanda çakıl taşlarının arasına sürükledikleri Okan'a vurmaya devam ediyorlardı. Devran'ın bir ölüm meleği gibi adamın başında dikildiğini görebiliyordum. En büyük öfkenin sahibi oradaydı, ölümü giyinmişti. Devran'ın bir gölge şeklinde silahın namlusunu yeniden Okan'ın ağzına sokmasıyla, Gurur beni başımdan tutarak aracın içine yerleştirdi. Kapıyı kapatıp hızla önümden sıyrılıp geçti, kendi kapısını açtı, cipe atladı ve ben daha ne olduğunu kestirememişken cipin güçlü motorunun çalışırken çıkardığı ses kaburgalarımı yerinden oynattı. Cipi arazide geri geri sürerek dağ yoluna çıkardığında görüntüler yavaşça silinmeye başlamıştı. Bir süre sonra ilerideki tüm görüntüler yok oldu ve Gurur direksiyonu sağa kırarak bizi dar dağ yolunda ilerletmeye başladı.

Ayağımdaki topukluları çıkarmak için ön konsola doğru eğildiğim saniyelerde bana baktığını hissedebiliyordum. Muhtemelen bu gecenin yangınından ne kadar ciddi yanıklarla kurtulduğumu anlamaya çalışıyordu. Ayakkabıları ayaklarımdan bir bir çıkarıp aracın altına fırlatarak kafamı kaldırıp, buz tutmuş ellerimi deri pantolonuma sürterek ona baktım. Temkinli gözlerini benden çekmedi, nefesindeki alkolün kokusu aracın içindeki sıcaklığa karışarak boğucu bir hale gelmişti.

"Her şey yolunda mı?" Sorusuna benimle alay edip etmediğini anlamak istiyormuş gibi çatık kaşlarla baktığımda burnundan sert bir nefes vererek gözlerini yola çevirdi. "Hay ağzımı..."

"Bok gibi içmişsin," dedim, sonra bunu umursamıyor gibi davranmaya çalıştım. "Okan'ı öldürmeyecekler, değil mi?" Çünkü bundan pek emin değildim.

"Hayır. Yeterince korkutacaklar, böylelikle dediğin olacak ve yurt dışına kaçacak." Bunu sakin söylemişti, oysa alkol kelimelerinin üzerine devrilmiş bir gölge gibiydi. "Biricik'i bir daha aramaya cesaret bile edemez. Elimizde babasının da kendisinin de sonunu getirecek ses kayıtları, bu seslerin ona ait olduğunu belli eden görüntüler var." Birden durdu, aydınlanmış gibiydi. "Şu siktiğimin mikrofonlarını ve kameralarını çıkaralım mı?" Onu öptüğümde mikrofonu düşünmüştük ama kameralar kayıttaydı, bunu hatırlamak boğazımın yanmasına neden oldu. O da bunu hatırlamış gibi uzun uzun yüzüme bakıyordu ama buna rağmen direksiyonu ustaca kontrol edebiliyordu. "Kayıt almayı durdurmuşlardı gerçi." Gözlerini hızla yola çevirince boğazımdaki kuruluk hissiyle profiline bakmaya devam ettim.

"Babasıyla ilgili ne yapacaksınız?"

"Benim ya da Devran'ın yapabileceği bir şey yok. Şu an sadece o göt herifi uzaklaştırabiliriz. Ki bence bu hafta bulduğu ilk uçak biletini satın alıp Antalya'ya, oradan da yurt dışına gidecek."

Ellerimi dizlerimin üzerinden çekmeden önümüzde kıvrım kazanan dağ yolunu izledim. "Beni hayatı boyunca her gün görecek bile olsa tanıyamaz," dedim, bu konuda kendimden emindim. "Şu an kendime hiç benzemiyorum."

"Evet," dedi. "Hem de hiç."

Sustum ama o susmadı.

"Üstelik seni görmeyecek, çoktan kaybolmuş olacak."

"Nereye gidiyoruz?"

"Yüzünü yıkayıp çilli kıza dönebileceğin bir yere." Sesinde anlaşılmayan bir tını vardı, sanki sarhoşluğu kelimelerine yansımıştı. Bazen harfleri dilinin altında geveliyor, bir aksanı varmış gibi çıkan sesi başımı döndürüyordu.

"Bu ne demek? Eve gitmem gerek."

"Eve gidiyoruz zaten," dedi, bir an algılayamadım. "Yüzünü yıkayabileceğimiz bir eve."

"Kendi evimi istiyorum," dediğimde sesim yorgundu.

"Yakında evin evim olacak," dedi, belirsiz sesine yerleşen hisler kalbimi yaktı. Cip, avına saldırmak üzere olan bir yırtıcı gibi ani manevrasıyla öne doğru atılınca, sessizce başımı koltuğa yasladım; yutkundum. "O yüzden şimdilik seni evim olarak götürdüğüm bir yer, evin olsa, olmaz mı?"

Kelimeler dilime toparlanamadı. Gecenin yükü ruhumu kambur bırakmıştı. Şu an sadece yüzümü kaplayan makyajdan, bedenime yerleştirilmiş mikrofonlardan kurtulmak istiyordum. Kafamı cama yaslayıp karanlığın üzerine sindiği ormanı izlemeye başladım. Cevap vermediğim için kendi kafasına eseni yapacaktı, biliyordum. Kafamın içinde cevapsız sorularla akıp giden yolu izlerken içimde yoğun bir ağlama isteği vardı; bu gece yaşananlar, normal şartlarda beni çok etkileyebilecek şeylerdi ve ben hiçbir şey olmamış gibi sakince duruyordum. Artık kendime bile akıl sır erdiremez olmuştum.

Beni yıkacak şeyleri bile kucaklayarak karşılıyordum.

Gurur büyük cipi dağlık alanda ilerletmeye devam etti. Yüksek kayalıkların ardında gizlenen şehir, ileride küçük bir ışık topu gibi parlıyordu. Saatin epey geç olması, şehirdeki ışıkların sim parçaları gibi parıldamasına engel değildi. İlerlediğimiz yolda hiç araç yoktu, sokak lambaları da yoktu, ara sıra beliren küçük barakalar ve terk edilmiş kapısız, camsız yapılar vardı. Yapıların çoğunun kireci kavlamış duvarlarında grafitiye çok da benzemeyen özensiz yazılar, şekiller vardı. Sanırım birileri içip içip duvarları karalamayı alışkanlık haline getirmişti.

Konu hakkında bir şeyler söylememesi dikkatimden kaçmamıştı. Sarhoştu, bu gece bana oldukça kızgındı ama buna rağmen sessizdi. Sanırım o da yaşananları sindirmem için bana vakit tanıyordu. Sonunda iki çayırın arasındaki dar otobanda ilerlemeye başladığımızda büyük baş hayvanların gecenin karanlığına rağmen otluyor olduklarını görmüştüm.

Gurur aracın camını indirince soğuk içeriye dahil oldu ve dağın, şehirden bin kat daha soğuk olduğu gerçeğini hatırladım. Bana ait olmayan at kuyruğu rüzgârla salınarak uçuşurken, rüzgâr kirpiklerimin ve lensimin gözlerime daha da çok batmasına neden oluyordu. Görüş alanım puslu hale gelmişti.

Gurur bir sigara yakınca gözlerim ona çevrildi. Sigara içtiği nadir anlardan birini daha yaşıyorduk. Sigarayı parmaklarının arasında sıkıca tutarken dudaklarından dökülen duman rüzgâra karıştı ve yüzüme savruldu. Gurur elini camdan dışarı sarkıttı, şimdi rüzgâr sigaranın ucundaki turuncu alevi harlıyor, âdeta nar gibi kızartıyordu. Araç aynı hızla ilerliyor olsa da cam açık olduğu için artık çok daha hızlı gittiğimizi düşünmeye başlamıştım.

Bir iki fırtın sonunda, sesi rüzgârla boğulurken, "Bu geceden sonra artık Biricik özgür olacak," dedi. Kirpik diplerimdeki sızıya aldırış etmeden omzumun üzerinden ona doğru dönüp profiline uzunca bir süre baktım. Uzun, kıvrımlı kirpikleri bir evin dışarıdan ışık almasını engelleyen koyu renk perdeleri gibiydi. Gözleri ise o evin içinde doğan bir güneşti. Kemikli yüz hatları zihnime oturarak kendini oraya kazırken sessizdim, söyleyeceklerinin bitmediğini biliyordum. "Ona imreniyor musun? Özgür kalacağı için. Nasıl olsa sen özgür değilsin."

Kaşlarımı çattım, birden böyle bir cümle kurmasını beklemiyordum. "Biricik'in özgür kalması beni mutlu ediyor," dedim. "Durumum onunkiyle kıyaslanamaz bile."

Araç birden kükredi, cip öne doğru atıldı ve bir yokuşun kıvrımlarını kolayca aşarak inmeye başladık. Bedenim öne doğru kaykılmıştı, emniyet kemerim olmasaydı ön cama yapışacağıma neredeyse yüzde yüz emindim.

"Sen de özgür olabilirdin," dediğinde sesi pusluydu. "Eğer biraz akıllı olabilseydin."

"Aptal olduğumu hissettirip durma."

"Hissettirmiyorum." Bana omzunun üzerinden baktı. "Öylesin."

"Biliyorum," diye kabullenmemi beklemiyordu. Alkol onun damarlarını kıstırdığı için memnun olmalıydı, çünkü ayık bir kafayla konuşmak zordu; o ise çok kesintisiz bir şekilde düşüncelerini açıkça dile getirebiliyordu. Şu an onun kadar şanslı değildim. Gözlerimi uzun tırnakların saplı durduğu parmaklarıma indirip, umutsuz bakışlarımı kısarak derin bir nefes aldım. "Ama Biricik'in hayatı imrenilecek bir hayat değildi. O uzun zamandır eziyet çekiyor."

"Haklısın," dedi, bunu söylerken ona bakmasam da kaşlarının çatık olduğunu biliyordum. "Ama bu senin özgür olduğun anlamına gelmiyor. Kafesteki kuş gibi hissediyor olmalısın. Yani benimleyken." Bunu anlam veremediğim bir öfke harbinin tam ortasındaymış gibi söylemişti. Çatık kaşlarla yan gözle ona baktım ama artık bana değil, önümüzde akıp giden karanlık yola bakıyordu. Çok geçmeden sokak lambalarının belirli aralıklarla yol kenarında gardiyanlık yaptığı daha aydınlık bir yolda ilerlemeye başladık.

"Niye böyle düşünüyorsun?"

"Çünkü öyle," dedi, omuz silkse de omuz silkerken hissettiğinin umursamazlık olmadığını biliyordum. Ruhuna kılık değiştirtse de, ruhunun bedenine sardığı hiçbir yeni kıyafet, ruhunun gözlerine gömdüğü gerçeği değiştiremezdi. O sandığı kadar kötü biri değildi; o sandığım kadar kötü biri de değildi. Bunu artık biliyordum, bu yüzden içim daha da rahattı. Artık suçladığım tek bir kişi vardı, o da bendim. Yalnızca kendimi suçluyordum.

"Kendimi kafesteki kuş gibi hissetmiyorum," dedim. "Hem kafesteki kuş doğasına o kadar yabancılaşır ki, bir gün kafesinin kapısı açılınca özgür kaldığını sanıp uçtuğu yerde çok dayanamaz, ölür." Bu cümlem onu duraksattı, duraksadığını altındaki koca cipi bile sarsacak kadar ani bir manevranın sonrasında cipe çöken o durağanlıktan anladım. Araç anlık hararetlenmiş, sonra da tam gaz yola devam etmeye başlamıştı.

"Ne zamandan beri böyle düşünüyorsun? Bir süre öncesine kadar böyle düşünmüyordun," dedi, neden bu cümleyi kurduğunu anlayamadığım için bir süre susup ruhumun sesini dinlemek istedim. Oysa ruhum, elinde tuttuğu bıçağın ucunu bana doğru sallarken onu dinlememi değil, rahat bırakmamı istiyor gibi hırçın görünüyordu.

"Farkına vardım," diye mırıldandım buzdan bir duvardan açtığım oyuğun içine kafamı uzatıp ona bakarak. Sonunda bir duvarın değil, birbirimizi görebileceğimiz bir oyuğun önünde konuşabiliyorduk. Duraksadığını hissettim. Bakışları bir kış meltemi gibi anlık bana doğru esti, ruhumu sarsarak tüm benliğime yayıldı ve içimi titretti. "Senin beni hiçbir şeye zorlamadığının farkına vardım. Asıl seni tüm bunlara benim mecbur bıraktığımın farkına vardım." Kendimi suçladığımı fark edince saçlarından daha koyu duran kaşları sertçe çatıldı ama konuşmadı; dudakları kaderin ipliğiyle dikilmiş gibi sımsıkı kapalı duruyordu. "O gecenin yaşanması gerektiğinin farkına vardım."

Son cümlem, ona da bir şeylerin dank etmesine neden olmuş gibiydi. Ruhuna çöken o sakinliği hissettim ama düşünceleri ona bıçak çekiyor olmalıydı. Gurur'un iç dünyasıyla ilgili pek bir tahmin yürütemiyordum, o bana kapalı bir kutu gibi geliyordu. Sanki ağzına kadar kanla dolu bir nehrin önünde oturmuş küçük bir çocuktu, o nehrin içine attığı oltanın ucunu sıkı sıkı tutarken misinasının ucundaki çengele saplanacak gerçeği bekliyordu. İçinde bir yerlerde, kendinden bile sakladığı bir sırrı olduğunu fark etmiştim. Bir an duraksadım, gözlerim hızla onun kemikli yüzünden sıyrıldı ve nehrin önünde oltasını sıkıca tutarken parmaklarına kan oturmuş küçük erkek çocuğunu düşünmemeye çalıştım.

"O gecenin yaşanması gerekiyordu, öyle mi?" Sorusunu bana değil de kendisine sormuş gibiydi. "Neden böyle?"

"Ne neden böyle?"

Çatık kaşlarla, "Siktir et," dedi birdenbire. "Seninle konuşmuyordum."

"Anlamıyorum," diye ısrar ettiğimde göğsünü şişirecek kadar derin, sesli bir nefesi içine depoladı.

"Son soruyu kendime sormuştum, sana değil."

"Cevabını buldun mu peki?"

"Bir süredir sorup duruyorum," dediğinde bana bilerek bakmıyor gibiydi. Sanki kafasını karıştıran bendim. "Ama hiç cevap alamadım. Cevaplayamadım. Tuhaf."

Çantamın içindeki telefonun tüm sesi kesilmiş olmasına rağmen her nasılsa titrediğini hissettim. Çantayı koluma astığımı şimdi fark ediyordum, o karmaşada onu bir yerde unuttuğumu bile düşünmüştüm ama buradaydı, kolumda asılı duruyordu. Gurur aracı hızlandırıp merkeze doğru sürdüğünde telefonu çıkarıp bildirim ekranına baktım. Hiç bildirim yoktu. Sanırım bana öyle gelmişti. Tam ekranı karanlıkla süsleyecekken bir anda ekranda bir bildirim belirdi.

Yener Açıkgöz: YENGE

Yener Açıkgöz: MİKROFON VE KAMERALARI KAPATTIM BEN

Yener Açıkgöz: TAKILIN YANİ SİZ <3

Zeliha Özdağ: Her şey yolunda, değil mi?

Yener Açıkgöz: Yes

Yener Açıkgöz: Öpüşür mööpüşürseniz diye diyorum

Yener Açıkgöz: DEVREDIŞI BIRAKTIM BEN TAKKKKILIIINNN

Zeliha Özdağ: Tam olarak ne zaman devredışı bıraktın?

Yener Açıkgöz: :D:D:D:D:D:D:D:D:DD:FG:H:GF:D:D:Ddddxdxdxdxdxd

Zeliha Özdağ: ?

Yener Açıkgöz: Çekirdek çitlerken Gurur neyi anlayamıyor Matmazel, Zeliş'le ne ilgisi var diye sorduğumda sizi dinlediğimi anlayan Muşta zorla kapattırdı

Yener Açıkgöz: İki dakika falan olmuştur yani

Yener Açıkgöz: ADJASHSAHSHSHASHAHAGHAGHAHGS

Yener Açıkgöz: Neyi anlayamıyorsa söyle o hıyara alkollüyken çok konuşursa o dışında herkes anlayacak ahdfhahsgsgsgsagsgs

Zeliha Özdağ: Bizi dinlemeyi kes.

Yener Açıkgöz bir çıkartma gönderdi. 

Yener Açıkgöz: Üstüme iyilik sağlık.

Zeliha Özdağ: Devran nasıl

Yener Açıkgöz: Birazdan ananlar nasıllar diye soracaksın tamam öpüştüğünüzü görmedim ben ne gerildin ya

Yener Açıkgöz: :D:DFG::DS:SFŞŞDLFKDKJDJKDJDJJD

Zeliha Özdağ: İyi geceler

Yener Açıkgöz: Sahiden iyi mi geceler?

Yener Açıkgöz size bir çıkartma gönderdi.

Gözlerimi devirerek telefonu çantanın içine tıkıştırdım. Önce izbe denebilecek bir sokaktan geçtik. Yan yana dizilmiş çöp konteynırlarının arkasındaki çocuk parkında gül şeklindeki sokak lambaları yanıyor, iki sarhoş banklara oturmuş içkilerini içerken birbirlerine omuzlarıyla vuruyordu. Çöp konteynırının içinden sarman, şişman ve kirden rengi ağarmış bir kedi zıpladı. Kilosundan dolayı zorlanarak zıplamış, tüm tüyleri ve derisi sallanmıştı. Gözlerini cipe çevirince bir an kediyle göz göze gelmişim gibi hissettim. Gurur aracı hızlandırdı, parkı geride bıraktık ve karanlık bir yolda ilerlemeye başladık. Yoldaki kaldırımda büyük, dalları yere sarkan ağaçlar vardı ama sokak lambaları birbirlerinden yüzlerce metre uzağa yerleştirildiklerinden sokak çok karanlık ve ruhsuz görünüyordu.

Askeri bir alanda olduğumuzu fark etmiştim. Muhtemelen yakınlarda askerlik şubelerinden biri vardı. Bu sokağı hayal meyal hatırlıyordum. Ayça ile en yakın Starbucks'ı bulmak için telefonun haritasını kullanırken sürüklendiğimiz karanlık sokaktı burası. Eve çok uzak olmadığımı o zaman anladım. Bu sokakta Ayça ile köpekler tarafından kovalanmıştık. Kestane'den selam getirdiğimi söylesem de peşimi bırakmamışlar, muhtemelen kıçıma esaslı bir ısırık izi bırakmak istemişlerdi.

Sokaktan çıkmamızla evime uzanan ana caddede olduğumuzu fark etmem bir oldu. Işıklar gözümü almaya başladı ve Isparta'nın nefesini içine hapseden ciğerlerinin ortasında durduğumuzu fark ettim. Süleyman Demirel heykeli hemen orada, yolun ortasında gösterişle dikiliyordu. Araç birden gürültüyle öne atıldı. Evime kıvrılan yola sapmak yerine, dümdüz ilerledi ve o sokağı geride bıraktık. Kafeler Caddesi'ne uzanan yolda ilerliyorduk ama istikametimizin orası olmadığını biliyordum.

Beni gerçekten başka bir eve götürüyordu.

Başımı cama yasladım, konuşmadım, o da sessizdi; ikimiz de suskunduk. Alkolün ne kadar baskın bir şekilde kanına sindiğini bilmesem de bazen başını havaya dikiyor, gözleri anlık yoldan kopuyordu ve o anlar da onun gerçekten sarhoş olduğunu iliklerimde bile hissediyordum. Sonunda yüksek binaların olduğu bir sokağa girdik, sokak lambaları bomboş öksüz kalmış sokağı aydınlatıyordu. Yolun ortasında karşıdan karşıya geçen siyah köpeği izledim, sonra köpeği arkada bırakacak şekilde yanından geçip gittik. Dört bir yanım binalarla çevriliydi. Yukarıda elektrik direklerine bağlanmış bir ipten aşağı sarkan bayrakların ve Atatürk fotoğrafının altından geçtik. Araç gürledi, turuncu sokak lambalarının ışıkları gözlerimin önünde büyük kollar şeklinde parçalara ayrılarak görüş alanımı daralttı ve sonunda yavaşladık.

Büyük bahçesi olan, bahçesinde kısa boylu gül ağaçlarının yaşadığı binanın önünde durduğumuzda, binadaki tüm ışıkların kapalı oluşu dikkatimden kaçmamıştı. Çevredeki binaların çoğunun pencerelerinden ışık sızsa da bu binada tek bir ışık kırıntısına bile rastlamamıştım. Bakışlarım bir süre sesini yitiren aracın içinden binaya doğru tutundu.

"Geldik," dedi anlam karmaşası barındıran bir sesle.

"Burası sizin eviniz mi?"

"Bizim mi?" Karmaşayı gözlerine taşıdı ve o karmaşayla bana baktı. "Ben hiç 'biz' olan bir evde yaşamadım." Duraksadım, bu cümlesi kalbimi acıtmıştı. "Ama bazen erkek kardeşim burada kalır."

"Erkek kardeşin," dedim başımı sallayarak.

"Evet, Cesur." İsmini ilk duyuşum olmasa da başımı salladım tekrardan.

"Şu an evde biri yok mu?"

"Güvenliği için Eylül'ü tesiste kalmaya zorluyorum," dedi dürüstçe, sonra emniyet kemerini çözüp aracın kapısını açtı. Soğuğu yadırgamadım çünkü tüm yolu bir cam açık şekilde gelmiştim. Yeterince donduğum doğruydu. Kapıyı açarak dikkatli bir şekilde araçtan indiğimde ayağımda hiçbir şey yoktu. Sadece çoraplarım vardı. Tam içeri uzanıp ayakkabılarımı alacaktım ki, ben ne zaman geldiğini bile anlayamamışken Gurur beni bacaklarımın altından kavradığı gibi sırtına attı.

Şaşkınlık göğsümü patlatmak isteyen bir bomba gibi içimde geri sayımına başladı. Gözlerim iri iri açılırken artık dünyayı ters görüyordum. Binalardaki insanların dikkatini çekmekten korktuğum için çığlık atamadım ama şaşkınlık dolu homurtumu duyduğunu biliyordum. Çırpınmak yerine, "Buna gerek yok," diyebildim, sakinliğim onu yine şaşırttı biliyordum ama bir tepki alamadım.

"Kalçan parlıyor," dedi birden, ses tonundaki erkeksi hırıltıyı yok sayamadım ama söylediği şey beni daha da şaşkına çevirmişti. Altımdaki deri taytın varlığını hatırladığımda ne diyeceğimi bilemiyordum. "Vay canına," dedi kısık sesle ama bunu sanki beni rahatsız etmek için söylememişti, o an bu tepkiyi durduramadığını düşünmüştüm.

Beni kısa gül ağaçlarının olduğu bahçeye soktu. Kucağından indirmeden binanın girişine ilerledi, şifreyi girdi, kapı açıldığında beni indireceğini sandım ama yanılmıştım. İçeri girdiğimizi algılayıp etrafı ışığa boyayan sensörlü lambanın altında çırılçıplak hissettiğim saniyeler, onun kucağında merdivenleri aştığım saniyelere denk düşüyordu. Hiç zorlanmadan, nefesi biraz olsun daralmadan, damarlarında dolanan içkiye rağmen hızlı adımlarla birçok merdiveni tırmanmıştı. Sanki kucağında değildim, kucağında olsam bile en fazla beş kiloymuşum gibi davranıyordu.

Sonunda durduğunda, zaman da onunla birlikte durdu ve bir kapının kilidini açarken beni omzundan indirmedi. Anahtarın sesini, kapının kilidinin açılırken çıkardığı sesi, hepsini zihnime mühürledim. Kalbim bir daha hiçbir yüz yılda şu an attığı kadar şiddetli atmayacakmış gibi bir hisse kapılmıştım ama sebebi neydi, bilmiyordum.

Hole adım attığımız an, beni yavaşça indirdi ve at kuyruğum yüzüme salınırken karanlık hole baktım. Işığın etrafı aydınlatması için nefesimi tutmuş bekliyordum; ama karanlık daha da büyüdü çünkü Gurur kapıyı kapatmıştı.

"Şimdi," dediğinde sarhoşun elleri beni bel boşluğumdan yakaladı; beni yavaşça kendine doğru çevirdi ve sırtım duvara yapıştırılmış aynayla buluştu. "Yeniden Zeliha'ma benzemeni istiyorum."

Kalbim bir ihtilalin eşiğindeydi.

Sağcı bir his, soluma vurgun yapıyordu.

Gözlerinin içine baktım. Nefesini hissettim. Nefesim nefesine karıştı, nefesini nefesim zannettim.

Sarhoşun elleri usulca bel boşluğumdan ayrılarak uyluk kemiklerime kadar indi.

"Çıkar şu şarlatan mavisi lensleri. Tam şu an Zeliha'ma bakmak istiyorum."

🌧

Tam şu an, Zeliha'ma bakmak istiyorum yani xd xd xd

Hep böyle isteklerin var mıdır Gururcuğum? :D

Öncelikle bu bölümü sadece iki, üç gün gibi bir sürede yazdım, 15.000 kelime sürdü -bu arada İhtilal'in en uzun bölümlerinden biri diyebiliriz- ve o gece çok uykusuz kalıp tt çalışması yaptığınız için kıyamadım; hemen yayımlama kararı aldım. Hatta o kadar kıyamadım ki on yedinci bölümü de yazmaya başladım... On yedinci bölümün geliş tarihi belirsiz, o da uzun bir bölüm olacak diye düşünüyorum ki zaten bilirsiniz, kısa bölüm yazmam.

Bu arada haberiniz var mı? İhtilal'de diğer kitaplarıma yaptığınız gibi bölüm gelmeden gündeme girdi... Sizi çok seviyorum. Twitter'da #ihtilal tagını kullanarak siz de sevdiğiniz replikleri ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz! Severek okuyorum.

Beni sosyal medyadan da takip etmeyi, iletişimde kalmayı unutmayın!

Instagram: binnurnigiz

Twitter: binnurnigiz

SEVİLİYORSUNUZ! 

Continue Reading

You'll Also Like

14.2K 1.4K 16
Buket Ayaz, Kraliçe takma adıyla popüler olmuş bir yazardır. Türkiye'nin en başarılı yazarları arasında parmakla gösterilir. İşinde başarılı olmayı k...
621 157 5
Karlar dağılmış kimliğimin altından sızan kanımla erirken, Yanağım soğuk betonda üşürken, Gözlerimi dikip izlediğim gelecek; geçmişimin iplerinden k...
1.2M 11.3K 6
Kahramanlığa giden yol bazen çok karanlık ve kanlıdır... Talek Shaknar Darak'ın ışık adına verdiği savaş cehennemin içinden geçmek gibi olacaktı. He...
ELIYS (+18) By Duru

Mystery / Thriller

153K 9.1K 53
Asırların içerisinde daha kaç kez öldürecekti kendisini? Kaç yüzyıl daha acı çekecekti? Bir yandan ölesiye nefret ettiği, öte yandan da, yüzyıllarca...