OKYANUS KADAR MAVİ

De smellofthesky

5.6M 242K 80.6K

"Bir acı var kalbimin tam sol köşesinde. Hemen sen kokan satırların arasında beliriveren çok fazla acı var, s... Mai multe

Okyanus Kadar Mavi
Bölüm/1
Bölüm/2
Bölüm/3
Bölüm/4
Bölüm/5
Bölüm/6
Bölüm/7
Bölüm/8
Bölüm/9
Bölüm/10
Bölüm/11
Bölüm/12
Bölüm/13
Bölüm/14
Bölüm/15
Bölüm/16
Bölüm/17
Bölüm/18
Bölüm/19
Bölüm/20
Bölüm/21
Bölüm/22
Bölüm/23
Bölüm/25
Bölüm/26
Bölüm/27
Bölüm/28
Bölüm/29
Bölüm/30
Bölüm/31
Bölüm/32
Bölüm/33
FİNAL
Teşekkürler & Açıklama
Minnak Duyuru.
Epilog
OKM2/GÖKYÜZÜ KADAR MAVİ
DÜNYA'NIN DEFTERİNDEN SATIRLAR.
1 MİLYON!

Bölüm/24

93.3K 5.1K 947
De smellofthesky

Merhabalar! Diğerleri aksine kısa bir bölümle gelmiş bulunuyorum fakat yetiştirme telaşı içine girmiş bulundum ve oraya az çok böyle bir şey çıktı. Bundan önceki gecikme için çok üzgünüm. Sınav haftamdı, dönem sonuydu derken her şey üst üste geldi.

Bu gün, benim için gerçekten kelimelere sığmayacak birinin doğum günü. İyi ki de doğmuş, iyi ki de beni bulmuş. Elimden gelen tek şey kelimeleri birleştirmek oldu. Umarım siz de, o da beğenir.

Önceki bölüm yorumlarınız...Çok teşekkür ederim gerçekten. O kadar iyi geliyor ve gülümsetiyorsunuz ki. Bu bölümdeki düşüncelerinizi ve oylarınızı da eksik etmin lütfen. :3

Baştaki üç satırlık şiir Nazım Hikmet’e aittir.

İyi okumalar dileriiim!

“Ben o yazdıklarımı ancak sana yazabilirdim. 
çünkü şu kainat denen nesnenin içinde en çok sevdiğim yürek, 
üstüne en çok titrediğim insan kalbi senin göğsündekidir.”

-

“Sonra biz, beraber çaresiz olduk. Ama bilir misiniz, çarenin ta kendisi buydu.”

Lisede gördüğümüz Edebiyat dersinden bu yana Nazım Hikmet’ e karşı özel bir ilgim vardı. Belki aşkının satırlarda kelimeye bürünmüş hali yüzündendi, bilmiyorum.  Sadece aşkının acıya sığındığını; özgürlüğünün de soluğuna sıkıştığını düşünürdüm.

Binlerce aşkı olmuştu. Kimisi mahpusta olduğu dönemlerde olduğu için kalbinden çıkıp kalemine yayılmıştı. Kimisi ise bir anlık hevesti. Fakat bir tanesi vardı ki, bana göre bu güne kadar olan tüm aşklarının arasında en özel olanıydı. Kalbine en çok yakışandı. Belki de onda kendimi bulduğum için düşüncelerim bu yönde ilerliyordu. Emin değildim.

Adı Piraye’ydi. Boşanmasının hemen ardından iki çocuğuyla ortada kalmış ve Nazım’a rastlamıştı. Aşk anlayışı diğerlerine göre çok farklıydı onun. Duygularını açık etmekten hoşlanmazdı. Aşk onun için tek bedende bütün olmak değil, tek bir bedende kalp birliği yapmaktı. En başta Nazım’dan uzak durmuştu. İki çocuklu dul bir kadının bir aşka kapılmaması gerektiğini düşünmüştü belli ki. Eh, direnebildiği söylenemezdi.

Lena ardından Piraye ile evlenmişti fakat evliliklerinin 13 yılı boyunca mahpusta geçirmişti ömrünü. Şiirler yazmış, aşkını mektuplara çizmişti. Aşkın yan yana gelerek bir şey ifade ettiğine inanmıyordum açıkçası. Nazım Piraye’yi, Piraye de Nazım’ı aralarına girmiş demirlere rağmen sevmişti. Bense, Atlas’la aramızdaki binlerce kilometre yanında aşkımın karşılık bulmasını önemsememiştim.

Nazım hapisten çıkmıştı fakat bir başkasına aşık olmuştu. Piraye’yi kalbinde bir Nazım’la bırakmıştı. Gitmişti. Belki aşkı sönmüştü fakat onun sönen aşkının alevleri, Piraye’nin kalbini yangın yerine çevirmişti. Piraye Nazım’a çok kırılmıştı. Günlerce hasta yatmıştı. Donuklaşmıştı. Çevresindeki her şey bir anda siyah beyaz oluvermişti. Bir süre ardından Nazım’ı sevmediğini söylese de bir başkasıyla evlenmeyi istememişti hiç. “Nazım’ın üzerine bir başkasıyla yaşayamam.” demişti.

Piraye, aşkından ölmüştü. Ama bir daha Nazım’a dönmemişti.

Onun adına karalanmış mektupları okuyunca, ve ardından böyle bir acının aşkı üzerine gölge düşürdüğünü gördükçe benim canım acıyordu. Ve bazen, kendimi onun yerine koyarak düşünüyordum. Belki de aşkımdan ölecektim. Ama bir daha dudaklarıma Atlas kelimesini sindiremeyecektim.

Aramıza neyin girdiğini bilmiyordum.

Bir başka kalp mi, sırlar mı yoksa daha fazlası mı? Emin değildim. Atlas karşımda başını elleri arasına sıkıştırmış bir biçimde yere bakarken neyin ne olduğunu bilmiyordum.

Yerde içinde papatyalar olan vazo kırılmış bir şekilde duruyordu. Sandalye devrilmiş, üzerindeki kıyafetler yere saçılmıştı. Bu tablo bana annemin krizlerini anımsatmış ama ses çıkartmamıştım. Atlas’ın fırtınası esiyordu şimdi. Benim yağmuruma ne gerek vardı?

Ellerim hafifçe titriyordu. Stresten bacağımı sallıyor ve ne söyleyecek diye düşünüyordum. Sinirliydi. Oldukça sinirliydi. Beyaz teni kızarmış ve yere attığı vazonun camı yüzünden elini kesmişti. Sarmak istemiştim, izin vermemişti. Ve kırk beş dakikadır burada böylece oturuyorduk.

Açelya’nın yanına gitmemişti.

Böyle düşündüğüm için kendime kızmam gerekiyordu, farkındaydım. Ama yapamıyordum. Bir tarafım bencildi ve onun hala burada durmasından dolayı mutluydu. Benim yanımdaydı. Nefes alıyordu, daha önemli olan bir şey var mıydı?

Sessiz kalabilirdik burada. Aylarca, yıllarca. Fakat ne olur gitmesindi.

En sonunda duraksadım ve böyle bir şeyin gerçekleşmeyeceğinden emin bir şekilde dişlerimi sıkarak kendime kontrollü olma talimatını verdim. Bir şeylere son vermek zorundaydım, zorundaydık. Burada sonu belli olmayan bir film çevirmek istemiyordum artık.

“Benden bir şeyler saklayarak canımı acıttığını biliyorsun,” diyerek tekrarladım. Bunu o vazoyu yere fırlatmadan önce bağırarak söylemiştim ve o da buna sinirlenmişti. Şimdi neden tekrarladığımı bilmiyordum.

“Ortada bir şeyler dönüyor. Ve ben saf aşık kız rolünde durarak bir şeyleri görmezden geliyorum. Atlas, yetmiyor. Yetmiyor, yemin ederim bu yetmiyor.”

Parke zemin üzerinde hareket ettirdiği bacağı zihnimin içindeki çarklar gibi ses çıkartırken aldığı derin soluğun aldığı ağırlığı göğsümde hissederek yutkundum. Faydası olmayan cümleleri tekrar mı etmeli yoksa buradan gitmeli miydim? Allah aşkına, hangi filimin kaçıncı perdesini oynuyorduk biz?

“O akşam,” diye lafa başlayarak öksürdüm. “Annemle yemeğe geldiğimiz akşam.”

O günün görüntüleri hala hafızamın silinmeyen köşelerindeydi. Annemin tavırları, Açelya’nın oraya gelişi, Atlas’ın bakışları ve sonra yanıma gelişi…Her şeyi bildiğini söyleyişi.

Her şey o kadar anlamı olmayan bir şekilde ilerliyordu ki.

“Annemin ne yapacağını düşünmekten seni düşünmeye fırsat bulamamıştım. Kafam bulanıktı. Tek düşündüğüm eve gidip yorganın altına girmek ve oturup ağlamaktı. Ama sonra sen geldin. Tam en azından bir şeyler yoluna girecek çünkü Atlas geldi diye düşünürken yanında birini soktun içeri. Güzel biriydi hem de. O kadar güzeldi ki Atlas, oturup neden diye düşünmedim bile. Ben aşkı acizlikle yaşamayı tercih edenlerdenim. Büyük ihtimalle Açelya aşkı tutkuyla yaşamayı tercih edenlerdendi.”

O, bakışlarını yukarıya kaldırıp gözlerini bana dikinceye dek sesimi kesmedim. Tek bir soluk aldım ve ardından parmaklarımı kenetleyerek bakışlarımı pencereye yönelttim. Ona bakarak bir şeyler düzelmezdi.

“Senin de öyle olduğunu biliyorum, Atlas. Seni yüzerken izlerdim ve denizle yaşadığın aşkı görürdüm. Kollarının suya dokunuşunu ve bedenin suyun içinde ne denli özgürleştiğini…Denize tutkuluydun. Keşke bana olsaydın.”

“Onu seviyor gibiydin. Yani seviyordun. Ona bakışın, ona gülüşün ve onun sana sahip olduğunu onaylıyor gibi ona dokunuşun…Emindim. Onu gerçekten sevdiğine emindim Atlas. Bir şeylerin gerçekten bittiğine inanıyordum. Bu zaman kadar hissettiklerimi içimde saklamıştım. Bundan sonrası da böyle devam edebilirdi, sorun yoktu. Ama sonra yanıma geldin, Atlas. Parmakların yanağıma dokundu ama daha dokunuşuna alışamamışken elini çektin. Daha önce kimsenin bilmediklerini bildiğini söyledin. Ve o zaman, yine bir şeyleri alt üst ettin. Bu güne kadar kimseyle paylaşmadığım bir şeyi biliyordun. Acımı biliyordun. Sevdiğim adamın bunu bilmesi ne ifade ediyordu biliyor musun? Yalnız olmadığımı. Koskoca bir yalandı. Ama güzel bir gerçekti.”

İç çektim. Ağlamıyor oluşum tuhaftı. Bazı şeylere alışmıştım. Ve artık sadece konuşuyordum. Konuşurken hissettiklerimin üzerini örterek sadece kelimelerin görevlerini yerine getirmelerini bekliyordum.

Başımı ona çevirdim ve hislerimin ağırlığı ile gözlerinde soluğumu aldım. Bana bakışı…o kadar adı konulmazdı ki. Ne hissediyor, ne düşünüyor bilmiyordum. Ama hissettiğim her şeye rağmen, onun hislerini devralmak istiyordum. Onun bakışları ardında gizlenen tüm gerçeklerin acısını çekmeye razıydım. Onu bu kadar sevmek yanlıştı. Fakat kalbe söz geçirmek mümkün olsaydı, büyük ihtimalle şu an bu konuşmayı yapıyor olmazdım.

Üzerimdeki pijamanın kumaşını avuçlayarak kendimi sıktım. Yüreğim, kalbim, göğsüm; Atlas’a dair olan kırıkların bulunduğu her yer öyle bir sıkışıyordu ki. Kelimelerim bu anlatmakta güçlük çekiyordu. Düşündükçe, onun konuşmasını bekledikçe bir şeyler daha çok batıp batıp duruyordu içime.

Bir elini saçları arasından geçirip ensesine kaydırdığını gördüğüm sırada, dudaklarının keskin mührünü ortadan kaldırdı ve duymak istediğim sesini her bir hücremin tatmasına izin verdi.

“Üç yıl önce, oldu.” diye başladı Atlas. Gergin sesinin dolaştığı her bir hava taneciğinin büzülüp sıkıntıyla kaplandığını hissettim. Kalbim, göğsümü tekmelemeye fırsat bulamadan devam etti. Korkuyordum, ses çıkartmadım.

“B-bir yarış öncesiydi. Önemli bir yarıştı. Gerçekten önemli bir yarıştı. Eğer yarı finali atlatırsam yurt dışına gönderilecektim. Çeşitli okullarda çeşitli imkanlarım olacaktı. Ve…eğer başaramazsam…bunu anlıyorsun değil mi?”

Anlamıyordum.

Onayladım.

“Kafam yerinde değildi ve yapabileceğimden emin değildim. Rakibim Ege’ydi. Kim bilir onun yüzücü olduğunu bile bilmiyorsundur. Aptallık olacağını biliyordum ama…a-ama birkaç doping aldım, Dünya. Sonrasında ne olacağını düşünmedim bile. Yarışları halledip gitmek istiyordum. Sen İzmir’e taşınmıştın ve hiçbir halttan haberim bile yoktu. Defolup gitme fikri cazipti.”

Akıl almaz, karşı konulmaz cümleler zihnim içinde akıp giderken benden habersizce aralanan dudaklarım göğsümü kaplayan korkunun sadece bir örneğiydi. Boğazım düğümleniyordu. Ve düşüncelerim engel tanımaz bir şekilde ilerliyordu. Ona bir şeyler söylemek istedim. Ne hissettiğimi, ne düşündüğümü söylemek istedim ama yapamadım.

“Yarışlar iyi geçti. Finale kaldım. İyi hissediyordum. Uzun zamandır iyi olmak kelimesinin yanından bile geçmediğimi bilmiyorsun. Her şey siktiriboktan bir şekilde ilerliyordu ve ben…iyi hissediyordum, anlayabiliyor musun? Salondan çıktım. Kafayı bulmuştum ama farkında bile değildim. A-araba kullanıyordum.”

Sonlara doğru çatallaşan sesiyle beraber yüreğimde bir kuşun kafese tıkıldığını hissettim. Boğazımda çözülmeyen bir düğümün daha fazla karıştığını tekrar tekrar hissettim.

O…o karşımda böyle konuşup böylesine titrerken bir kez daha ölümün ucunda olduğumu hissettim ve Tanrım, burada keşke sonsuzlukta yok olsaydım dedim. Yanına gitmek istiyordum. Onu kollarım arasına almak istiyor ve beni teselli etmesini diliyordum. Beraber ağlayalım ve göz yaşlarımız birbirine karışarak içimdeki yangını söndürsün diliyordum.

“Birine çarptım.”

Bir kazazededen farkım yoktu.

“V-ve,” sesi öylesine titrekti ki. “Ve birini öldürdüm.”

Sonra sesler, kesildi bir anda. Aynı içimdeki karanlıkta yaktığım mum ışığının söndüğü gibi. Onun titrek nefesine karışmış kelimeleri arasında sönen soluğu gibi. Her şey kesildi. Her şey.

Oda, etrafımda dört dönmeye koyuldu. Sanki dünya büyük bir fırtınanın kurbanıydı ve herkes ölmüş; sadece bize bunu hissetmemiz için fırsat tanımıştı. Kendimi uçsuz bucaksız bir galakside düşüyor, düşüyor ve yok oluyor gibi hissediyordum. Bu sefer ölmüyordum. Ama ölümü yakından hissediyordum. Ve inanın, bu her şeyden daha acıydı.

Bir iç çekiş, dört bir yanı sardığı sırada bakışlarım hızla kalktı. Bakışlarım hızla kalktı ve ona döndüğü sırada dolan gözlerini gören gözlerim, hiçbir şey için direnmedi. Yaşlar, hızla akmaya başladı. Neden akmaya başladıklarını sorgulamadım. Neden üç dakika önce değil de şimdi ağladığımı düşünmedim. Çünkü biliyordum.

Olduğum yerde hızlıca kalkarak onun yanına ulaştım. Bacaklarım titriyordu. Aramızdaki iki adımlık yeri koşarken bile düşecek gibi hissediyordum. Sanki o bir anda kaybolacak ve ben onun göz yaşlarını öpemeyecek gibi hissediyordum.

Hızla koltuğa çıktım. Ellerim, bu sefer utancı sorgulamadan onun uzun parmaklarına ve kollarına sarılırken yüzüm ensesine yaslanmıştı. Kalbim titriyordu.  İliklerime kadar titriyordum. Karşımda, sevdiğim adam ağlarken ve ben çaresizlikle sadece dudaklarımla onu iyileştirmeye çalışırken titriyordum.

“Ağlama,” dedim göz yaşlarından ıslanmış yüzümü ensesine gömerken. Halbuki onu ağlamaması için uyarırken burada ağlayan bendim. Bunu neden yaptığımı bile bilmiyordum. Sadece…Atlas ağlıyordu ve bu canımı yakmak için başlı başına bir sebepti.

Dudaklarımı ensesine, saçlarına ve omzuna bastırdım. Parmaklarımla ellerini okşuyordum. “Ağlama,” diye tekrarladım burnumu çekerek. Ona var gücümle sarıldım. Sanki…sanki benim çelimsiz kollarım bir şeye yardım edebilecekmiş gibi sarıldım ona. Tüm dünyamın o olduğunu gösterecek şekilde sarıldım. Elimde olsa içime çekerdim onu. Tüm göz yaşlarıyla beraber.

Eli, ellerimden kayıp gözlerine giderken sinirliydi. Yaşları sertçe kovuyordu. Sinirliydi. Ben onun önünde binlerce defa çaresiz kalmışken o benim önümde bir defa çaresiz kaldığı için kendisine sinirliydi.

Elimi hızla yüzüne sardım ve başını sertçe kendime çevirdim. Bir anda, onun böylesine kendisine kızgın olması beni alevlendirmişti. Bakışlarını bana çevirmedi fakat çeneme dikti. Bana bakmaktan kaçınıyordu ve bu beni deli ediyordu. Başını direnerek yukarıya kaldırdım ve dudaklarımı göz yaşları üzerine bastırırken serçe fısıldadım. “Ağlama diyorum. Ağlama, canım acıyor.”

Ama o benim ne söylediğimi bile önemsemedi. Sadece devam etti.

“Ege’ye çarptım. Açelya’yı yaraladım ve annesini öldürdüm, Dünya. Açelya hafızasını kaybetti ve tek bildiği şey annesi ve babasının ayrılmış olduğu. Kendimi nasıl hissettiğimi hatırlamıyorum bile. Onu hastaneye kaldırdığımızı…Açelya’nın hiçbir bok hatırlamadan uyanışını ve onun bana aşık oluşunu…Hiçbir şeyi hatırlamıyorum Dünya. Ama ne biliyorum, biliyor musun?”

Titreyen sesi, cümlesini noktaladıktan sonra dudaklarını ısırdı. Bacağını hızla sallıyor ve elini durmadan gözlerine bastırarak küfür ediyordu. Başımı iki yana sallayarak bilmediğimi söyledim. Sessizce ağlamaya çalışmak canımı acıtıyordu.

“Bir daha tam anlamıyla hiçbir şey gerçek olmayacaktı. Yalandan bir hayatın peşindeydim çünkü. Açelya, Ege…Her şey yalandan ibaretti. Bunca şey arasında senin gerçekliğinin ne önemi vardı ki? Aptallık, aptallık, aptallık.”

“Bana gerçekten aşık oldu. Beni seviyor ve durmadan aklında bizim hakkımızda yeni bir şeyler kurarak bana hatırladığını söylüyor. Dünya, bunca şeye rağmen hala sana aşığım ve bir şeylere engel olmaya çalışıyorum. Her şey…her şey…”

Kelimelerinin sonu gelmeyip beni kendisine çektiğinde kollarımı hızla ona doladım ve dudaklarımı omzuna geçirirken onun bana sarılıp ağlamasına izin verdim. Kollarımda, ilk defa onu tanımama izin verirken güçlüymüş gibi yapmaya çalıştım. Ona sarıldım. Savunmasız büyük bir adamın, küçülüşünü izledim kollarımda. Bu sefer ölüyor olan ben değildim. Bu sefer, benim bir önemim yoktu. Bilmediğim her şey adına, ondan özür dilemem gerekiyordu ama buna bile bulacak kelimeler tükenmişti sanki. İçimden kendimi yerden yere atmak geliyordu. Parkeleri dövmek ve karmanın benimle derdi olup olmadığını sorgulamak istiyordum. Neden böylesine acımasız bir döngünün kurbanı olduğumu öğrenmek istiyordum. Sevdiğim adamın yaşadıklarını şimdi öğrendiğim için tüm bencilliklerim adına kendimden utanmak istiyordum.

O, burada benim kollarım arasında ağlarken göz yaşlarına sebep olan herkesin canını yakmak istiyordum.

“Özür dilerim,” dedim fısıldayarak. “Özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim.”

Göğsü daha fazla titreşmeye başlarken gözlerimi sıkıca kapattım. Ne olacağını ve ne biteceğini bilmez bir şekilde sadece karanlığa karışmak istedim. Ve ilk defa karanlıkta kaybolurken onu da kendi karanlığıma çekmeyi diledim. Böylece karanlıkta birbirimize karışırdık. Acıya bulanmazdık. Ve karanlığın zulmüne katlanırdık. Önemi bu sefer yoktu. Karanlık bu sefer güvenli olabilirdi.

“Ege bir şeyler planlıyor ve bunu bilmiyorum. Aklımı kaçıracağım, Dünya!”

Parmaklarımı sırtında dolaştırarak temkinli şeyler fısıldamaya çalıştım. Onu yatıştırabilecek herhangi bir şey yoktu fakat en azından denedim. Saçlarını okşadım. Göz yaşlarını öptüm. Ve ağlayan koca bir adamı teselli etmeye çalıştım. Ardından kendime lanetler okumayı ihmal etmedim.

Kollarını benden çekti ve ıslak yüzünü yüz hizama getirdi. “Seni incitmek istemedim,” dedi soluklanarak. “Yemin ederim ki istemedim Dünya.”

Parmaklarım yukarıya çıkıp hızla sakallarını okşarken kokusunu içime çektim. “Önemi yok,” dedim hızla. “Birini sevmek, birine binlerce defa ölmeyi kabul etmektir. Ben baştan incinmeyi seçtim, Atlas ve şikayetçi değilim, tamam mı? Önemi yok. Buradayım. Burada olacağım.”

Burnunu çekip başını geriye atarak yutkundu. Kalbinin atışını duyabiliyordum. Kaslı göğsü ardına sığınmış bir kalbi vardı. Kimselere göstermediği, kimseleri kabul etmediği fakat binlerce kalbe konuk olduğu bir kalbi vardı orada.

Ellerini ellerime doladı ve eklem kemiklerimin üzerine titrek bir öpücük bıraktı. “Gitmek zorundayım,” dedi. “Ama geleceğim. Bu sefer gerçekten geleceğim, sevgilim.”

Continuă lectura

O să-ți placă și

402 105 35
Merhaba benim adım Blas ben büyük ve saygıdeğer bir ülke,nin kraliçesiyim bu hikayede nasıl köylü bir kiziyken bir kraliçe olduğumu öğreniceksiniz en...
VERA De Rumeysa KAYAALP

Ficțiune adolescenți

203K 12.1K 88
*Herkes gülüşünden öpebilir, ben gözyaşından öpüyorum. Acılarını bana bulaştır.* "Sana o kadar kaybettim ki Vera." Üşüdüğümü hissettim. "Seni o kad...
1.7M 88.5K 48
En yakın arkadaşının hattını değiştirmesi sonucu, ona yeni numarasından mesaj atmaya çalışan Ada, aslında mesajı attığı kişinin bir yıldır hoşlandığı...
12 VE 14 (Texting) De kahvesekeri_

Ficțiune adolescenți

1.7M 101K 62
Ulaş: Ev alma, komşu al demişler. Işık: Öyle mi demişler. Ulaş: Öyle demişler. Alacağım seni kendime. Mecburuz.