HALEF

By lemveli

910K 72K 46.2K

Ansızın bir fırtına başladı, tüm gerçekler saklandığı yerden çıkıp onların üzerine devrildi. Hikâyelerinin m... More

HALEF
I - ❝Rüyamdaki Gizemli Adam❞
II - ❝Geçmişin İkinci Kamçısı❞
III - ❝Düğümlenen Zihin❞
IV - ❝Gözlerimdeki Ceset❞
V - ❝Yağmurun Yıkadığı Ruhlar❞
VI - ❝Bataklıkta Açan Çiçek❞
VII - ❝Martıyı Umursayan Okyanus❞
VIII - ❝Rüyalarda Buluşuruz❞
IX - ❝Seni Kaybettim❞
X - ❝Hislerim Sakallarında Saklı❞
XI - ❝Sana... En Çok Sana.❞
XII - ❝Satırlara Hapsolan Karakterler❞
XIII - ❝Yanımda Kal❞
XIV - ❝Güzel Bir Şey❞
XV - ❝Parçalanan Güvenin Acıtan Kırıntıları❞
XVI - ❝Uçuruma Koşmak❞
XVII - ❝Yaşanmaması Gereken Gün❞
XVIII - ❝Adımı Söyle Bana❞
XIX - ❝İliklere Kadar İlk❞
XX - ❝Takvimin Veda Günü❞
XXI - ❝Acıya Mesken Ruh❞
XXII - ❝Güneş Batacak❞
XXIII - ❝Sönmüş Sokak Lambası❞
XIV - ❝Yüreğe Batmış Çiviler❞
XV - ❝Öpülen Avuçlara Düşen Kor❞
HALEF - II - DÜŞÜŞ
I - ❝Boğulmak ya da Ona Tutunmak❞
II - ❝Kuşunun Peşini Bırakmayan Kafes❞
III - ❝On İkiye Kadar❞
IV - ❝Filizlenmeden Tekrar Küllenen Ruh❞
VI - ❝Gemisini Bekleyen Sahil❞
VII - ❝Öfkenin Şefkate Yenilgisi❞
VIII - ❝Bir Yemin, Bir Yeni Sayfa, Tek Hayat❞
IX - ❝Sevdanın Vekâleti❞
X - ❝Takvimin Karanlık Günü❞
XI - ❝Mezarlar ve Doğumlar❞
XII - ❝Acının Tedavisi❞
XIII - ❝Yaralı ve Yâr❞
XIV - ❝Gerçekler ve Rüyalar❞
XV - ❝Düşler ve Düşüşler❞
TEŞEKKÜR & AÇIKLAMA & PLAYLİST
ÖZEL BÖLÜM 1
ÖZEL BÖLÜM 2

V - ❝Pişmanlıklar ve İhanetler❞

9.4K 931 678
By lemveli

"İhanet kaçınılmaz bir hakikat gibi beni çekiyor kendi bataklığına. Boğuluyorum. Elini her şeye rağmen bana uzatacağını umuyorum arsızca. Lütfen... Sonunda gururun değil, vicdanın galip gelsin. Çünkü ben senin vicdanına muhtaç, aciz aptalın tekiyim hâlâ."

V - "Pişmanlıklar ve İhanetler"

Küçükken kocaman parmaklarıyla benim elimi tutan ve bana verdiği değeri ela gözlerinde gördüğüm dedemi anımsadım. Beni insanlarla tanıştırdığı anlar, annesinin ismini taşıdığım için beni bambaşka yere koyduğunu belirten sözleri hâlâ kulağımda çınlıyordu. Belki de beni bu kadar çok sevmesinin sebebi torunu olmamdan ziyade annesinin adını taşımam, annem ile babam olmadan büyümek zorunda kalmamdı. Bilemiyordum. Çok zor bir bulmaca gibiydi ve ben, tanıdığımı iddia etsem de onu çözemiyordum.

İnancın ne olduğunu bilmedim ama ona inandım.

Güvenin ne olduğunu bilmedim ama ona güvendim.

Koşulsuzca. Fütursuzca. Pervasızca.

Şimdi ne değişmişti? Bu adam hangi ara beni tehditlerle bastırmaya çalışan birine dönüşmüştü? Gözümden tek damla yaş gelirse dünyaları yakacak olan bu adam, son zamanlarda neden yanaklarımın okyanusa dönüşmesine sebep oluyordu?

Odasına girip beni gördüğünde biçimsiz, beyaz ve gri karışımı kaşları çatıldı. Kapıyı arkasından kapatarak, "Buraya ben olmadan girmen yasak," dedi otoriter sesiyle.

Kaşlarım havalandı. "Yasak? Yasak mı kaldı?"

"Kalmadı mı?"

"Kalmadı!" dedim bir anda yükselen sesimle. Avucumu sertçe masaya vurup, "Ya şu an bana Kemal Demirhan'la olan düşmanlığının sebebini, onunla ilgili planlarını anlatırsın," diyerek duraksadım.

Bana meydan okudu. "Ya da?"

Geri adım atmadan gözlerimi gözlerine diktim. "Ya da kopyaladığım tüm kanıtları İstihbarata bizzat takdim ederim. Ne kuzenimin itibarı ne de Zamir'in kariyeri umurumda olmaz. Çünkü bunlardan daha önemli şeyler var! İnsanlar ölüyor! Silahlar patlıyor! Anladın mı? Sen ve Kemal Demirhan servetiniz içinde sefa sürerken onların içine kor düşüyor!"

"Mihrinaz!" dedi sertçe. "Kemal'in sattığı silahlar şu ana kadar hiç kullanılmadı. Anlaştığı örgütün planları günümüzü kapsamıyor."

"Bu mu sizin vicdanınızı rahatlatıyor? Ondan ne farkın var? O satıyor, sen susuyorsun. O öldürüyor, sen göz yumuyorsun. Üstelik beni bile buna alet ediyorsun! Bunca yıl prenses gibi büyütüp şimdi beni bir bataklığa mı atıyorsun, dede?"

Geçip karşımdaki koltuğa oturduğunda gömleğinin ilk düğmesini açmış, cebinden mendilini çıkararak terini silmişti. Bu hareketi daha çok gergin olduğunda yapardı. "Düşmanlığımızı mı merak ediyorsun?" Kafamı aşağı yukarı sallayarak onu onayladım. "Kemal'in Hamza'dan büyük iki çocuğu vardı." İç çekti. "Beni çok severdi ikisi de. O zaman sadece baban vardı ve halanla amcan henüz doğmamıştı. Bir gece onlardan çıkarken içkiliydim. Gençken arabayı kendim kullanırdım ve sadece babaannenin şoförü vardı. Neyse, çocuklar benimle beraber bize gelmek istedi. Kemal içkili olduğumdan dolayı buna izin vermedi ama mesafe yakın olduğu için onu ikna edip çocukları aldım." Yutkundu. "Bir kaza oldu. İçkiliydim ve hiçbir şekilde arabayı kontrol edemedim. Başka bir aracın yoluna çıktım ve çocukların olduğu arka kapıya gelecek şekilde çarpıştık. Sedat ve Nuray... O gece öldüler. Ben sağ kaldım."

Daha önce bahsinin dahi geçmediği, tahmin edemeyeceğim bu olayı bana anlatırken gözleri dolmuş, yüzü acı dolu bir ifadeyi sırtlanmıştı.

"O günden sonra düşman olduk. Hamza dünyaya gelene kadar asla benim yüzüme bakmadı ama Hamza doğduğunda bu sefer benden kaybettiği çocuklarını istedi. Ona bir oğul ve kız çocuğu borçlu olduğumu, Havva ile Hamza'yı vakti geldiğinde evlendirmek istediğini söyledi. Önce kabul etmedim ama sonra beni hapse attıracağını söyleyince ne yapacağımı bilemedim. Babaannen Serpil yeni ölmüştü. Üç çocuğumun benden başka kimsesi yoktu. Akrabalarımızla da aramız iyi değildi ve eğer ben hapse girersem üç çocuğum yetiştirme yurduna gidecekti."

"Mihrinaz Akşahin? Yani annen?" İsmini taşıdığım kadın ben doğmadan bir süre önce ölmüştü ne de olsa.

"Annem ben hapse girersem dayanamazdı. Kalbinden rahatsızdı. Hem benim üç çocuğuma da bakamazdı zaten."

Kaşlarım çatılırken, "Havva halamla kız çocuk borcunu ödedin. Peki, erkek çocuk?" diye sordum zorlukla.

Dudaklarını birbirine bastırdıktan sonra, "Turan doğduğunda o borç da kapanmış oldu," dedi donuk sesiyle.

Onun geçmişini sindirmeye çalışırken, "Bunları daha önce anlatabilirdin," dedim. Hâlâ içimde ona karşı biriktirdiğim cümleler vardı. "Eğer o zaman hapse girmekten çocukların için korktuysan şu an neden korkuyorsun?"

Bu sorum onu bozguna uğratmıştı. "Bu yaştan sonra hapse mi gireyim?"

"Bu yaştan sonra hain mi olmak istiyorsun? Susarak destekliyorsun! Anlasana!"

"Turan ne olacak? Beni boş ver ama o, bu yaşta ömrünü hapishanede mi çürütsün? Yargılanır, Mihrinaz! İstihbarata hiçbir şey ispatlayamazsın."

Histerik bir şekilde güldüm. "Turan eğer bu işlere bulaşmadıysa onu kimse tutuklamaz. Ha, eğer bulaştıysa bütün ömrü çürüyebilir. Umurumda bile değil!"

Gözlerini kısarak, "Anlamıyorsun," dedi sinirle. "O, dedesinin tüm işlerini üstlendi. Neyin ne olduğunu bilmeden ortalıkta koşuşturdu. İstihbarat isterse anında onu suçlayacak delil çıkarır. Hem sana dedim! Eğer Turan'ın başına bela açılırsa Zamir ve Baran'ın kariyerini yakarım."

"Bu yüzden onları yanımıza aldın. Beni susturmak için onları kullanıyorsun. Maksadın hayran olduğum dedemi içimde öldürmek mi?"

"Zamir sence bunları öğrenirse yüzüne bakar mı?" Gözlerim irileştiğinde içim bu cümleyle burkulmuştu. "O çocuğun tüm hayatını araştırdım. Babasını kendi elleriyle gömmüş. Babasının kanını dökenlere yardım edenin Turan'ın dedesi olduğunu, bunu bildiğin hâlde sustuğunu öğrendiğinde seni affeder mi sanıyorsun?"

Mideme tekme yemişim gibi bir etki yaratan cümleleri yüzümü buruşturmama sebep olmuştu. Yüksek ihtimalle bu olacaktı. Zamir'in beni affetme ihtimali çok azdı çünkü bu büyük sırrı ondan neredeyse bir aydır saklıyordum. Bir ay. Bu kadar uzun bir süreye göz yumar mıydı?

Öte yandan Baran telefonuma nasıl sızmıştı, bilmiyordum ama artık videoyu o da izlemişti ve olayı çözmüş olmalıydı. O benden önce davranıp Zamir'e anlatır mıydı?

Zorlukla yutkunduğum sırada, "Bir gün ya ben seni affetmezsem?" diye sordum. "Çok korkuyorum. En sevdiğim adam, ondan beklemeyeceğim şeyler yapıyor."

"Beni bir gün zaten affetmeyeceksin," dedi tekdüze şekilde. "O zaman geldiğinde her şeyi sizin için yaptığımı sakın unutma."

Tüm ömrümü bir gül gibi onun kitabının sayfaları arasında kuruttum.

14 Mart. Azim dedemin doğduğu tarih buydu.

Tutunduğum, gölgesinde büyüdüğüm o ağaç bugün ölüme bir adım daha yaklaşıyordu.

Kimse aslında tüm yaşamı boyunca ölümün ansızın geleceğini düşünmezdi ama sanırım yaşlanmak, her şeyi unutup sadece bunu hatırlamak demekti.

Küçükken onu sonsuza kadar yaşatmanın hayalini kurardım. Sonra büyüdüm. Bu sefer onun için yaşamaya çalıştım. Onun torunu oldum, onun soyadını taşıyan halefi, varisi oldum. Kendim olamadım. Olmak istediğimde ise onunla ters düştüm.

Şimdi olduğu gibi.

Bahçemiz ilkbaharı çoktan karşıladığı için organizasyon ekibi burayı güzelce hazırlamıştı. Dedem, doğum günlerini evde kutlamayı sevdiği için asla başka bir yerde kutlanmasına izin vermezdi.

Lacivert tonlarının hâkim olduğu dekorları, masaları son kez kontrol ettiğimde, "Bir şey lazım mı?" demişti İbrahim.

Gözlerimi tüm bahçede gezdirip, "Her şey hazır gibi," dedim kısık sesle. "Zamir Bey, ondan istediğim paketi gönderdi mi?" Zamir, dün On Sekiz adlı ajanla gitmiş ve gece geri dönmemişti. Bana işinin olduğuna dair mesaj attıktan sonra hediyeyi bir şekilde ileteceğini söylemişti.

Arif diğer taraftan, "Paketi Büşra Hanım'a verdim," dedi aceleyle.

"İyi yapmışsın," diyerek salona girdim. O an ön kapıdan eve dâhil olan Turan, birkaç saniye duraksamama sebep olmuştu. Hızlıca kendimi toparlayıp yanından geçip gitmeye yeltendiğimde önüme geçerek buna izin vermedi.

"Dayanamıyorum bu dargınlığımıza." Gözlerimi onun bal rengi gözlerine sertçe diktiğimde mahcup bir ifadeyle başını eğmişti. "Özür dilerim. Çok özür dilerim. Öyle demek istemediğimi sen de biliyorsun."

"Bana iğrenç bir imada bulundun!"

"O herife tahammül edemiyorum. Anlasana!"

Dişlerimin arasında, "Doğru konuş onun hakkında!" diye hırladım. "Onun adı Zamir."

Çenesini dikleştirerek, "Onunla gerçekten sevgili misiniz?" diye sordu merakla. "Onu seviyor musun?"

Burun kıvırarak, "Bu kimseyi ilgilendirmez," dedim hemen. "Önce onu kabullen, sonra geç karşıma ve insan gibi özür dile."

Ben hareketlenmeden önce cebinden çıkardığı şeyleri bana uzattığında kaşlarımı çatarak bir adım geriledim. Bu, bana lansmana gittiğimiz gün durduk yere hediye ettiği kolye ve küpeydi. Kaybolmasın diye bunları çantama atmıştım ama o, çantamı Yılmaz'la aldırmıştı. Bu zamana kadar kayıp oldukları hiç aklıma gelmemişti. "Bugün bunları takar mısın?"

"Nedenmiş?"

"Çünkü ben de senin hediyen olan saatle kravatı takacağım."

"Bana ne bundan?"

İç çekerek, "İnat etmesen olmaz mı, güzel Mihrinaz'ım?" diye sordu. Elini uzatarak başımı okşadı. "Küçük Hanımefendi, bugün beni üzme. Tak şunları, ne olur?"

"Cimri misin sen? Bari yenisini alsaydın!" Sitemime içten bir kahkaha attığında arkama geçip kolyeye uzandı. Saçlarımı ona yardımcı olmak adına topladığımda seri şekilde kolyeyi takmıştı.

Küpeleri de kendim takmaya başladığım sırada, "Güzel olmuşsun yine," diye mırıldandı. Ardından saatine baktı. "Az kalmış. Her şey hazır mı?"

Başımı onaylarcasına aşağı yukarı sallayıp, "Hazır," diye yanıtladım sorusunu. "Halamlar da geldi mi?"

"Gelirler şimdi," dedi ve omuz silkti. "Leyla, kuaförden bir türlü çıkamadı. Saçlarını kıvırcık yaptıracakmış. Yine sana özendi."

Homurdanarak, "Yokluğumda dolabımda tek bir etek bırakmamış," dediğimde gülmüş ve beni kendisine doğru çekmişti.

"Barıştık, değil mi?"

Onu kendimden uzaklaştırmaya çalıştım. "Sırnaşma bana! Barışmadım tabii ki!"

O sırada adım sesleri duyduğumda başımı çevirmiştim ve elindeki hediye paketiyle bize doğru gelen Büşra görüş açıma girmişti. Turan onu fark ettiğinde yine çapkın bir şekilde güldü. "Güzel anne adayımız da geldi. Sahi, doğuma ne kadar kaldı?"

"Az kaldı," diye yanıtladım sorusunu ve sinek kovar gibi onu kovmaya çalıştım. "Şimdi git buradan."

Başını uzatarak Büşra'nın elindeki kahverengi hediye paketine baktı. "Ne aldın dedeme?"

"Sana ne?" Büşra'nın kabaca verdiği soruya karşılık Turan kaşlarını havalandırmıştı. Büyük ihtimalle birinin onunla böyle konuşmasına alışkın değildi. Büşra ise en başından beri ona oldukça ters davranıyordu. Ve bu onun dikkatini çekiyordu.

Gözlerini kısıp, "Patronunla bu şekilde konuşmamalısın, asistan kız," diye ona yukarıdan bakış attığında gerilen sinirlerimle onu ittirdim. Etraftaki birkaç çalışan bize dönüp baksa da bunu umursamadım.

"Sen onun patronu değilsin! Hiçbir şeyi değilsin. Onu rahatsız etmekten vazgeç."

Turan beni sakinleştirmek isteyerek omuzlarımdan tuttu. "Onu rahatsız etmek değil niyetim. Gerçekten ondan hoşlanıyor olmama neden ihtimal vermiyorsun?"

Bal rengi gözlerini gözlerime dikerek beni söylediği cümleye inandırmaya çalıştığında, "Buna inanmamı bekleme," dedim. "Senin tek maksadını biliyorum." Bu zamana kadar hiç ciddi ilişkisi olmamıştı ve bundan sonra da olacağını sanmıyordum. Onun ilişkileri en fazla birkaç gece sürerdi.

Başını şiddetle iki yana salladı. "Yanılıyorsun." Gözlerini üzerimden çekip Büşra'ya dokunduğunda tebessüm etti. "Bu seferki gerçek bir hoşlanma. Belki de daha fazlası."

Büşra'nın öfkelendiğini hissettiğimde Turan'la daha fazla dalaşmamak için onun koluna girip bahçeye götürdüm. "Onu umursama, lütfen. Saçmalıyor."

Hiçbir şey söylemeden paketi bana doğru uzattı. "Zamir akşama gelemeyebilirmiş."

Boğazım düğümlenirken, "Sorun değil," diyebildim. Gece mesaj atmış, sabaha karşı gelmiş ve beni görmeden yeniden gitmişti. Sabah bana uğramaması yetmiyormuş gibi bir de telefonunu evde bırakıp gitmişti ve bu yüzden onu arayamıyordum. Baran'a sormuştum ama o da hiçbir şey bilmiyordu. Fakat benim aksime merak da etmiyordu. Aralarında gizli görev denilen şeye büyük bir saygı vardı ve bunun için birbirilerini pek sorgulamıyorlardı.

Dudaklarım bükülmüş, gözlerim dolmuştu. Daha bir gün olmuştu ama onu özlemiştim ve bu özlem, bende ağlama isteği yaratıyordu.

Ona ilk defa birlikte bu şehirden çıktığımda kapılıp gitmiştim.

Aylarca onu tekrar burada beklediğimde etkisinden çıktığımı düşünmüştüm ama sönmüş sokak lambasının altında parlayan varlığı bu düşüncemi ezmişti.

Zamir Hancıoğlu'na her defasında daha çok kapılacaktım. Her defasında daha çok bağlanacak, bağlandıkça ona sağlam bir şekilde düğümlenecektim.

Bir ihtimal, bu benim kaderimdi.

Belki de o, kaderimin ta kendisiydi.

Hayatım, semasında hiçbir kuşun kanat çırpmak istemeyeceği kadar kasvetliydi ama buna rağmen çok parlak görünüyordu.

Işıltı... Sanırım evimin bahçesindeki insanları bu şekilde tanımlayabilirdim. Hepsi çok parlaktı ve hepsi ışıldıyordu.

Ben de ışıldıyordum.

Çürüyen ruhuma, kararan kalbime, parçalanan vicdanıma rağmen ışıldıyordum. Üzerimde şahane bir sarı elbise vardı. Makyajım abartılı değildi ama yüzümün belirli noktaları karanlıkta bile parlayabilirdi. Saçlarım... Siyah saçlarımdan gelen şampuanımın kokusunu yanımda duran herkes duyabilirdi. Parfümüm bile bu kokuyu bastıramıyordu.

Ben çok güzeldim.

Ben çok çirkindim.

Ben çok parlaktım.

Ben çok karanlıktım.

Ben çok güçlüydüm.

Ben çok acizdim.

Ben Azim Akşahin'in en gözde torunu, onun varisi, namıdiğer halefiydim.

Ben hiç kimseydim.

"Mihrinaz?" Ben Mihrinaz'dım. Sadece Mihrinaz. Bakışlarım bana seslenen kişiye döndüğünde kendimden nefret etmem için oldukça yeterli bir sebep daha bulmuştum. "İyi misin?"

Gerçekçi olmasını umduğum bir gülümseme takındım. "İyiyim." Ela gözlerim etrafta gezinmeye başladı. "Çok güzel bir gece, değil mi?"

Cihan elindeki kadehten yudum alırken, "Senin eserin," diye mırıldandı. "Ama sen, bu geceden daha güzelsin."

Elimi önümdeki kristal kadehe uzattığımda göz bebekleri endişeyle büyümüştü. Koyu sarı viskinin olduğu kristal kadehi dudaklarıma götürüp içtiğim anda bedenim gevşemişti. "Sarhoş olmam. Endişelenme."

"Turan'ın verdiği ilaçları kullanmıyor musun?" Başımı hafifçe iki yana salladım. "Barışmadınız mı hâlâ?" Büyük ihtimalle olanlardan haberi vardı. Turan her şeyi ona anlatırdı çünkü.

Boğazımı temizleyerek, "Bana söylediği şeyi nasıl affetmemi bekliyorsun?" diye sordum merakla. Açık kahverengi gözlerinin üzerine yerleşen utanç ifadesini gördüğümde omuz silktim. "Boş ver."

"Boş vermedim elbette."

Dudaklarım aralandı. "Onu dövdün mü?"

Onaylayan mırıltı eşliğinde, "Yüzündeki kapatıcıyı fark etmedin mi?" diye sordu.

"Her sorununu şiddetle çözemezsin, Cihan." Bu şimdi olmasa bile ileride onun hayatını kötü etkileyecekti. Cihan'ı eskiden hiç sevmesem de benimle Antakya'da kaldığı zamanlar içerisinde onu anlamıştım. Ona artık gerçekten değer veriyordum. Ve üzülmesini istemiyordum.

Cihan kadehteki sıvıyı tamamen tüketip masaya bırakırken, "Seni üzen kim olursa olsun ona acımam," dedi sert bir sesle. "Seni mutlu eden birine asla dokunmam. Ona dokunmadığım gibi. Senin gözünde vahşi herifin tekiyim belki de. Ama inan, ben her zaman hisleriyle hareket eden biri oldum."

Gözlerinin karşımda dolmasına daha fazla dayanamayıp, "Bana kendimi suçlu hissettiriyorsun," dedim çatlayan sesimle.

"Suçlu değilsin," dedi anında. "Benim gibi problemleri olan birini sevmek zorunda değildin. Hem ben seni üzerdim. İyi ki sevmedin beni."

Boğazıma oturan kocaman yumru yutkunmamı engellediğinde, "Yeniden başladı mı tedavin?" diye sorabilmiştim. Cihan bazı zamanlar öfkesi, şiddete olan düşkünlüğü ve tepkilerini kontrol edemediği için tedavi görürdü. Bu hâllerinin tetiklendiği anlar daha çok onunla kavga ettiğim, uzaklaştığımız zamanlara denk gelirdi.

"Başladı," diye mırıldandı sessizce. "İlaçlarla daha sakin kalabiliyorum."

Dudaklarımı ıslattım. "Her şeyin güzel olacağına inanıyor musun?"

"Her şeyin daha beter hâle geleceğine inanıyorum." Uzanıp benim kadehimi aldı ve tek dikişte içti. "Mutlu sonlar sadece ana karakterler için vardır. Ben hiçbir kurgunun ana karakteri olamam."

"Herkes kendi hayatının ana karakteridir."

Keskin tonla, "Ben değilim," dedi. "İstenmeyen karakterim ben. Şiddete düşkün, kıskanç herifin tekiyim. Ben kendi babama vuracak hadde geldim, Mihrinaz. Anneme kızıp hemen yanındaki duvarı yumrukladım. Bir tek sana kıyamadım ama senin için herkese kıyardım. Bu normal değil. Anlıyor musun? Seninle olsam, seni sadece severdim ama ya hayatımda başka bir kadın olursa? Ya ben ona öfkelenip vurursam? Bu bana yakışır mı? Yakışmaz. Benim kendimi kontrol etme sınırım sadece sendin. Ama ben seni hep üzecektim. Kıskançlığım bile seni üzmeye yeterdi."

Gözlerim yaşardığında onun sol gözünden çoktan bir damla yaş yuvarlanmıştı. "Tedavin olumlu sonuç verecek." Destek verircesine elimi omzuna koydum. "Başka birini seveceksin. O da seni çok sevecek. Daha uzun bir ömür var önünde."

Sağ gözünden de yaş aktığında, "Anlamıyor musun, değil mi?" diye sordu kırgın sesle. "Sen benim ilk aşkımdın. Ben seni gördüm ve sonra herkese kör oldum. Ama beceremedim. Kendimi sevdirmeyi beceremedim çünkü seni güldürmek için herkesi üzmeye kalkıştım. Kaç adam dövdüm senin için ama sadece bu bile seni benden soğutmaya yetti."

Kendimi ağlamamak için sıktığımda, "Arkadaşım olamaz mısın? Bunu eskiden olsa sana söylemezdim. Ama uzun süredir sana değer veriyorum, Cihan. Gerçekten," dedim onu inandırmak adına.

"Arkadaş demek." Diliyle dudaklarını ıslattı. "Peki ya o? Onunla ilişkin ne boyutta?"

"Bir boyuta sığmıyor." Hiçbir kalıba da girmiyordu. Zamir ve ben. Hiçbir ilişki evresinde değildik. Belki en başındaydık. Belki de en sonunda. Bunu sanırım hiçbir zaman bilemeyecektim.

Burnunu çekerek, "Arkadaş olmamıza izin verir mi?" diye sordu merakla.

"Zamir beni kısıtlamaz," dedim hemen. "Bizim aramızda izin almak gibi bir saçmalık yok. O bana saygı duyuyor." Beni Cihan'dan kıskansa bile bu konuyu da konuşarak halledebileceğimi biliyordum.

Kaşları alaylı biçimde havalandı. "Kıskançlığım bile büyük bir problem, değil mi?"

"Evet," diye yanıtladım sorusunu. "Birini kısıtlamak pek doğru değil. Hiçbir kadının senden önceki hayatını özlemesine sebep olmamalısın. Gerçi ben de ara sıra haddimi aşıyorum ama yine de dikkat etmek lazım."

"Doğru," diyerek iç çekti. "Ben seni kardeş gibi büyüdüğün Turan'dan, dostumuz Fatih'ten bile kıskandım. Bunun adı kıskançlık olamazdı."

Bir anda bu konuşmaya son vermek, ona kendisini iyi hissettirmek istedim. Ve bu yüzden ona sarıldım. Ellerimi boynunun arkasından yukarı doğru sabitlediğimde bedeni donup kalmış, bu yaptığıma şaşırmıştı. "Sen çok iyi birisin," diye fısıldadım. "Bir gün çok mutlu olacaksın ve ben de seni izliyor olacağım. Her şey güzel olacak. Bana inan, lütfen." Cihan'ın kolları çıplak sırtımda birleştiğinde kısık hıçkırığı kulağıma dolmuştu. Hıçkırığını duyduğum an ona daha sıkı sarıldım. "Bir gün bu yaşadıklarımız sadece acı tecrübeler olacak."

"Umarım," dedi. Yavaşça kollarımı geri çektiğimde yüzündeki ıslaklığı temizlemiş ve ona gülümsemiştim. Aynı şekilde bana karşılık verdi. "Teşekkür ederim."

"Ben teşekkür ederim."

Etrafta bize bakan birkaç kişinin olduğunu fark ettiğimde ondan biraz daha uzaklaşmıştım. O sırada Cihan'ın telefonu çalmıştı. Yüzünü temizledikten sonra telefonunu açıp başını arkaya çevirdiğinde onun baktığı noktaya baktım ve Fatih ile Hazal'ı gördüm. Geçen sefer Hazal'ın teknede yaptığı imalar ve Zamir'in ona çıkışması aklıma geldiğinde oraya gitmek istememiştim. Fakat Cihan koluma girdiğinde artık iş işten geçmişti.

Onların yanına vardığımda Fatih'e sarılmış, Hazal'a ise göz ucuyla bakarak geri çekilmiştim. Cihan anında, "Sizin aranız mı bozuk?" diye sorduğunda ona hiçbir yanıt vermedim.

Hazal dudak bükerek, "Sevgilisi olunca beni dışladı," dedi.

"Saçma sapan konuştuğun için seni dışladım."

"Ben ne dedim ki?"

"Seninle tartışmayacağım," diye kestirip attım konuyu.

O an omzumda bir el hissettim. Ardından, "Seninle tartışamaz çünkü o sadece benimle kavga edebilir, Hazal," demişti Turan'ın sesi.

"Çek elini," diye tısladım. "Yılışık."

Turan, sinirlendiğimi anladığında elini çekmiş ve masadaki kadehe uzanmıştı. Hazal elindeki kadehe uzanıp, "Hızlı içilmez bu!" demişti. Yüzümü buruşturarak birkaç saniye ona baktım. Bu kızın derdi neydi? Sarhoş olduğu zaman Turan'a âşık olduğunu söylemişti. Sonra ben İskenderun'a döndüğümde bu sefer de Cihan'a ilgi duyduğunu anlamıştım. Yeniden Turan'la mı ilgileniyordu yani?

Onun için sevdiği, hoşlandığı, ilgilendiği kişilerin sadece soyadları sağlam, cüzdanı dolu olmalıydı. Bu düşüncesine bir şey diyemezdim ama biri tutmayınca hemen diğer seçeneği düşünmek bana göre doğru bir hareket değildi.

Turan ona göz kırpıp, "Beni de düşünürmüş," dedi. "Tatlı kız."

"İçtiğin zaman tam bir Casanova'ya dönüşüyorsun." Cihan'ın cümlesine başımla destek verdiğimde Turan omuz silkti.

"Benim yapım bu. Hayatımda biri olsa da fark etmezdi," dedi serseri bir tavırla. "Bazıları sadıktır, bazıları çapkın."

Fatih araya girip, "O olay öyle değil, kardeşim," dedi. "Bazıları adamdır, bazıları şerefsiz."

Cihan'la aynı anda Fatih'i alkışladığımızda Turan bozulmuştu ama buna rağmen sarhoş olduğu için sırıttı. "Şerefsiz olduğumu öğrendim bugün. Bu da bir şey."

"Leş gibi kokuyorsun," diyerek onu hafifçe itti Cihan. "Neden bu kadar içtin?"

Elini Cihan'ın omzuna atarak tekrar ona yapıştı. "Hep Mihrinaz mı içecek? Bir kere de ben dağıtayım, o beni toplasın."

Tam ağzımı açacağım sırada mikrofondan duyulan ses buna engel olmuştu. Herkesin dikkatini üzerinde toplayan ses şüphesiz Azim Akşahin'e aitti. "Hepiniz hoş geldiniz, değerli dostlarım." Dost sözcüğünün anlamı neydi? Sevilen, güvenilen arkadaştan öte kimseydi bildiğim kadarıyla. Oysa burada öyle birinin olduğunu sanmıyordum. "Yeni yaşımda burada olduğunuz, bu kutlamayı sizinle yaptığımız için ailem ve kendi adıma her birinize teşekkürlerimi sunarım. Gönderdiğiniz hediyeler, her zamanki gibi sizden önce ulaştı. Hepinize minnettarım. Lütfen eğlencenize bakın. Umarım bundan sonraki yaşlarımda da görüşürüz."

Umarım...

Umarım çok yaşını kutlamak nasip olur, dede.

Dedem bahçenin ortasındaki masada, halamla eniştemin yanındaydı. Onların yanına gittiğimde Büşra, yetişip hediye paketini bana vermişti. Ona başımla teşekkür edip dedemin yanına vardığımda hepsinin gözleri bana döndü.

"Çok güzel olmuşsun."

"Sen de öyle, hala." Gerçekten güzel görünüyordu. Koyulaşan sarı saçlarını tepeden topuz yaptırmıştı. Üzerinde kapalı sayılabilecek, koyu gri, düz bir bir elbise vardı. Halam, yengemin aksine çok sade giyinirdi. Yüzük ve küçük küpesi haricinde aksesuar kullanmaz, topuklu ayakkabı giymezdi. Makyajını kendisi yapar ve asla aşırıya kaçmazdı.

Elimdeki paketi masaya bıraktım. "Hediyen."

Dedem yanağımdan öptükten sonra kahverengi paketi üst kısmından açtı ve içerisindeki gümüş çerçeveyi çıkardı.

Bu fotoğraf yıllar önce çekilmişti. Dedem, tahta benzeyen sandalyesinin üzerindeydi. Bir dizinde ben, diğer dizinde Turan oturmuştu. Sağ tarafta halam ve kucağında tuttuğu Leyla vardı. Onların yanında Hamza eniştem duruyordu. Sol tarafta yengem ve kucağındaki Aysar kameralara gülümsüyordu. Anıl ise amcamın kucağındaydı ve daha bebekti. On üç yıl öncesine aitti bu fotoğraf. Buna rağmen dedem ben ve Turan'ı kucağına almış, küçükleri ise annelerine vermişti.

Fakat burada başka bir detay daha vardı.

Fotoğrafa baktığımızda her ikimizin de odaklandığı nokta kenarda duran, dört yaşındaki Ufuk'tu.

Elinde ayıcığıyla kameraya bakan Ufuk bu fotoğrafa montajlanmıştı.

Çünkü olması gereken yer tam olarak bu kareydi.

Dedemin ellerinin titrediğini hissettim.

Halam eğilerek fotoğrafa baktığında, "Bu çocuk kim?" diye sormuştu. Demek ki ne dedem ne de Turan ona hiçbir şey anlatmamıştı.

Buruk bir tebessümle, "O benim kardeşim," dedim. "Annemin beni terk ederken hamile olduğu küçük kardeşim Ufuk Akşahin." Dedem ben doğduktan sonra annemle babamı bir müddet başka eve kapatmıştı. O sırada annem hamile kalmış olmalıydı. En sonunda da karnındaki bebeğiyle çekip gitmeye karar vermiş, beni terk etmişti.

Halam ve eniştemin şaşkınlığını gördüğümde ondan gerçekten de kimsenin haberi olmadığını anlamıştım. Bu yüzden, "Dört yaşında bir kaza sonucunda öldü," dedim.

Dedem, titreyen eliyle çerçeveyi sıkıca tutarken, "Bilseydim," dedi kesilen sesiyle. "Bilseydim onun da doğumunu beklerdim."

"Her şeyi bilemezsin, Azim Akşahin. Her şeyi hesaplayamazsın. Beni onlardan uzak tutmak isterken kardeşimi onlarla göndermişsin. Beni kurtarıp onu mahvetmişsin." Fotoğraftaki masum ifadesine bakıp dudak büktüm. "O, annemiz ve babamızın günahları yüzünden öldü." Bir adım geri çekilip, "Doğum günün kutlu olsun, dede," dedim ruhsuz bir sesle.

Bana doğru dönüp, "Anne ve babanın fotoğrafını gösterdi mi sana?" diye sordu dan diye.

Kafamı iki yana salladım. "Hayır. Onları görmek, tanımak istemiyorum."

Gergin ifadesi bir rahatlamaya döndüğünde hiçbir şey söylemeden tekrar ela gözlerini çerçeveye indirmişti. "Hep sorardın kime benzediğini. Hatırlıyor musun?"

"Evet."

Halam, dedeme müsaade etmeden, "Annene benziyorsun," dedi. "Gözlerin hariç aynı annensin."

"Ufuk kime benziyor?"

Dedemin gözlerinin dolduğunu fark ettiğimde cevap vermeyeceğini sanmıştım. Fakat beni yanıltarak, "Aynı benim çocukluğum," demişti. "Aynı ben."

Kalbim göğüs kafesimin içerisinde sıkıştığında geri adım atarak ışıltılı insanların arasından geçtim ve eve girdim. Salonda gördüğüm tanıdık simalar bana selam verirken oyunculuk yeteneğimi konuşturarak onlara kocaman gülümsedim. Ayaklarım beni ön bahçeye götürdüğünde gözlerime değen o bedene doğru koşarken bulmuştum kendimi.

Baran beni fark ettiğinde çoktan ona sıkıca sarılmıştım. Başımı göğsüne gizleyerek, "Kardeşinim değil mi ben senin?" diye sordum ağlamaklı sesle. Ellerimi sırtında kavuşturduğumda Baran'ın şaşkınlıktan kilitlenen bedeni açıldı ve bir elini başımda, diğerini ise sırtımda hissettim.

"Kardeşimsin," dedi inandırmak ister gibi. "İyi misin sen?"

Başımı göğsünden çekmeden iki yana salladım. "Bilmiyorum." O fotoğraf karesinin gerçek olması için şu an hiçbir şey yapamamak çok berbat bir histi.

"Naz," dedi ciddi tonla. "Dün gördüklerin yüzünden mi bu hâldesin?" Dün... Dedemin odasında Kemal Demirhan'la ilgili kayıtları telefonuma kopyaladığım an beni aramış ve silmemi istemişti. Bir şekilde telefonuma erişmişti. Bunun için ona kızmıyordum fakat bu sırrı benim gibi taşımaya gönüllü olup olmadığını merak ediyordum.

Başımı göğsünden çekerek, "Neredeyse bir aydır biliyorum," dedim utançla. "Turan'a zarar gelmesin diye söylemedim. Sonra dedem, eğer her şeyi ifşa edersem sizin başınıza bela açmakla tehdit etti beni. Zamir ve senin kariyerini yakabilirdi."

Baran iç çekerek sırtımdaki elini omzumda sabitledi. "Seni anlıyorum."

Gözlerimin umutla parladığına yemin edebilirdim. Yüzümde tuhaf bir tebessüm peyda olduğunda, "Zamir de anlar mı beni?" diye sormuştum.

Baran'ın gözleri gözlerimden çekildiğinde, "Sanmam," dedi kısık sesle. "Ona söylemelisin."

"Benden vazgeçer," diye fısıldadım acıyla. Buna katlanamazdım. Üç ay yolunu beklemiştim. Yıllarca beklemeye de razıydım ama gidip gelmeme ihtimali beni mahvederdi.

Baran beni kendisine çekip sıkıca sarıldığında ağladığımı yeni fark ediyordum. Bana hiçbir cevap vermemesi canımı daha fazla acıttığında kollarımı ona doğru uzatacak gücüm bile kalmamıştı. Bedenim tamamen ona yaslanırken, "Ağlama," dedi yatıştırıcı sesle. "Lütfen..."

"Aksini söylemiyorsun," diyerek hıçkırdım. "Çünkü sen de biliyorsun. Zamir, bu ihaneti kabul etmez." Elini başıma getirerek saç diplerimden öptüğünde başımı omzuna gömmüştüm. "Beni kurtar." Sesimdeki yalvaran ton aramıza döküldüğünde hıçkırığım da havaya karışıp kaybolmuştu. "Ağabey, beni kurtar bu bataklıktan."

Ağabey.

Bu sözcüğü ilk kez dile getiriyordum.

Benden bağımsız şekilde dudaklarımdan dökülen bu sözcük her ikimizi de şaşırtmıştı. Baran'ın bedeninin kaskatı kesildiğini, ardından gevşediğini hissettim. Beni şu an her şeyden kurtaracakmış gibi omzuna bastırırken kolları, etrafımda güvenli bir çember oluşturmuştu.

Başımı omzuna rahat bir şekilde yatırdığında kesilen nefeslerimi solumaya çalıştım. "Çok korkuyorum," diye mırıldandım. "Kaybetmekten çok korkuyorum."

"Ben yanındayım."

Baran Çakır. Zamir için beni dedeme teslim edeceğini dile getiren, Turan aradığında onlarda kaldığımı doğrulayan ve gitmeme yardımcı olan adamdı. Beni sert bir dille uyarmış, Zamir'e âşık olmamamı söylemişti.

Sonra pişman olmuştu.

Sonra da ağabeyim olmuştu.

Ben frenleriyle oynanan bir arabanın içinde ölüme giderken kurtarılmama yardım etmişti. Benim için endişelenmişti. Beni beraber büyüdüğüm Turan'ın karşısında savunmuştu.

Oysa ben ondan sevdiği kadının sadakatini saklıyordum. Hâlâ bir ihanete inanmasını, Büşra'nın her gün büyüyen karnına bakarak kahrolmasını izliyordum.

Baran Çakır. Mersin'de bana ilk kez kapıyı açtığında hayatıma bu derecede dâhil olacağına, benim için değerli birine dönüşeceğine ihtimal dahi vermediğim adamdı.

Yirmi dört yıllık kuzenime bir kere bile ağabey diyememiştim. Bunu defalarca düşünmüştüm ama seslendirememiştim. Oysa şimdi dudaklarımdan düşen bu kelime aylar önce tanıdığım Baran'ın üzerine oturmuş ve ona yakışmıştı.

Daha önce tatmadığım ağabey kucağının hakkını veriyordu.

Kaybettiğim ve hiç sarılamadığım kardeşimin acısı onun kollarında hafifliyordu sanki.

"Hep yanımda ol," dedim muhtaç bir ses tonuyla. O an tüm acizliğim içimden çıkıp gözlerimde taht kurmuş; ellerimi, bacaklarımı titretmişti. "Hep senin kardeşin olayım. Çünkü benim artık birisinin kardeşi olmaya ihtiyacım var. Benim koşulsuz sevgiye ihtiyacım var. Dedem ve Turan tüm sevgimi alacak elimden, Baran. Sen alma. Seni seveyim ben."

Baran kolumu sıvazlayıp, "Zamir?" diye sordu. "Onunla birbirinizi çok seviyorsunuz."

"Seviyoruz ama dile getirmedik hiç," diyerek dudak büktüm. "Sence neden beni sevdiğini söylemedi?"

Baran'ın derin nefes aldığını işittim. "Çünkü bazı şeyler dilden döküldüğünde değil, insanın içinde kaldığında güzel oluyor. Aşk gibi, sevgi gibi, güven gibi."

"Ona ihanet ettim, Baran."

"Turan'ı korumaya çalıştın. O senin önceliğindi ve ben seni anlıyorum."

"Turan yargılanır mı?"

"Eğer en ufak bir işte parmağı varsa," dedi ve yutkundu. "Kimse onu kurtaramaz."

"Sen de benim gibi susacak mısın?" diye sordum. Kaşlarım çatılırken bunu yapmasının ne kadar büyük bir fedakârlık olduğunu düşündüm. Benim için Zamir'in karşısında susacak mıydı? "Zamir öğrenirse seni de siler."

Baran'ın ifadesi değişmedi. Biçimli kaşları sabit kalmış, gözleri ise kısılmıştı. Elini yanağıma getirerek, "Seni silmemesi için her şeyi göze alırım, kardeşim," dedi beni sakinleştirmek ister gibi. "Korkma. Çünkü ağabeyin hep yanında olacak, herkese hatta Zamir'e karşı bile seni savunacak. Bu süreçte Turan'ın telefonlarını kontrol edeceğim. Bir şey çıkarsa seni karıştırmadan onu İstihbarata teslim etmem gerekecek."

Yaşaran gözlerle, "Neden?" diye sorabildim. Bu denli merhametli davranmasının, bana tüm kalbini açmasının nedeni neydi?

"Seni bu bataklıktan çıkarmak istiyorum."

"Ben bataklıktan çıkamam, Baran," dedim. Aynı anda gözlerimden yaşlar yuvarlanmış, yanaklarıma yağmurlar düşmüştü. "Ben bataklığa aitim. Lotus çiçeğiyim ben. Bunu bana Zamir söyledi. O bile kabullendi bataklığa ait olduğumu."

"O zaman ben o bataklığa hep yağmur yağdıracağım, Nazçe'm. Sen hep tertemiz kalacaksın. Bana güven."

Hiç düşünmedim, tereddüt dahi etmedim. "Sana güveniyorum."

"Ben de sana güveniyorum." O an içimin bir hançerle sıyrıldığını sandım. Hançerin ucu kalbimin orta yerine saplanırken boğazımdaki kocaman yumru yine konuşmamı engelledi. Zihnimde Büşra'ya verdiğim lanet olası Akşahin sözü yankılandı, nabzım hızlandı.

Bana güvenmemeliydi.

Ben güvenilecek biri değildim.

Ben her şeye susan, herkese ihanet etmek zorunda kalan ve her gün biraz daha batmaya mecbur kalan biriydim.

Lotus çiçeği, üzerinde tek bir toz zerreciği görmeye tahammül etmezdi. Hemen yapraklarını sallar, toz taneciklerini üzerinden kovardı.

Ben ise aksine tüm kötülüklerin üzerime gelmesine müsaade ediyordum. Hangi yağmur temizleyebilirdi üzerimdeki bu tozları?

Beni, sadece onun vicdanı affedebilirdi.

Ama ya vicdanı, bu kadar büyük bir ihaneti bağışlamazsa?

Pişmanlıklarım önüme yığıldığında ardımda bıraktığım tek şey ihanetti fakat bu ihanetler büyüyüp şu an önümde kocaman bir taşa dönüşmüş, adım atmamı engelliyordu.

Pişmanlıklar ve ihanetler onunla arama girdiğinde ikimizi de yüksek bir uçurumdan atacaktı. Zamanı geldiğinde, her şeye rağmen düştüğümüzde elimden tutar mıydı?

Yükseklerden düşmeye razıydım. Nitekim o an bile elimden tutma ihtimali yeterince güçlü bir teselliydi benim için.

Continue Reading

You'll Also Like

1.5M 89.7K 41
UYARI: hikayede 18+ sahneler, kan, vahşet ve birçok rahatsız edici öğe olacaktır. Rahatsız olanlar uyarı bıraktığım yerleri okumasınlar Serinin 1, 2...
93K 5.7K 36
Bir suçlu ile mektup arkadaşlığı...
53.7K 2.5K 21
Tesadüfen yolları kesişen avukat kızın ve askerin yaşadıkları zorluklar, aynı zamanda beraber geçirdikleri güzel vakitler... Kitaptaki olayların hiçb...
10.6M 47.5K 11
"Eğer olur ya, olması imkansız da; hani olacağı tutar. Gökyüzünden papatyalar yağarsa, bu senin yüzünden olmalı. İşte o an; zamanı durdurarak ölümlüy...