12:30 SEANSI

By halapenobiberi

1.5M 98K 45.3K

[WATTYS 2022 KAZANANI] Parmağı omzumun üzerindeki belli belirsiz benlere dokundu. Ardından köprücük kemiğime... More

12:30 Seansı
1. Bölüm : Kapanmayan Yaralar
2. Bölüm : Acının Dikiş İzleri
3. Bölüm : Soğuk Duvarların Sıcak Yansımaları
4. Bölüm : Uçurumun Kenarındaki Gerçekler
5. Bölüm : Camdan İnsanlar
6. Bölüm : Kırık Parçalar
7. Bölüm : Yalancı Satırlarda Gizlenen Sırlar
8. Bölüm : Kırılmalar
9. Bölüm : Sessiz Çığlıklar
10. Bölüm: Başlangıç
11. Bölüm : İhanetin Tohumları
12. Bölüm : Yalanın Tadı
13. Bölüm: Geçmişin Sanrıları
14. Bölüm: Antikaların Fısıltısı
15. Bölüm: Yalancı Gerçekler
16. Bölüm: Hatıraların İzleri
17. Bölüm: Sonu Gelmeyen Doğrular
18. Bölüm: Kesişim Kümesi
20. Bölüm: Yakarış
21. Bölüm: Vazgeçiş
22. Bölüm: Beklentiler
23. Bölüm: Karanlığın Sonu
24. Bölüm: Aidiyet
25. Bölüm: Hayalötesi
26. Bölüm: Efsunkâr
27. Bölüm: Yirmi Bir
28. Bölüm: Geçmişin Gölgesi
29. Bölüm: Acının Yağmuru
30. Bölüm: Düğüm
31. Bölüm: Zamansız
32. Bölüm: Fasıla
Bir adım geride. (1. Yıl Özel Bölüm)
33. Bölüm: Kırık Anılar
34. Bölüm: Yeniden Doğmak
35. Bölüm: Cesaretin Bedeli
36. Bölüm: Sıfır Noktası
37. Bölüm: Sonsuz Zamanın Sınırı
38. Bölüm: Yangın Yeri
39. Bölüm: Zenit
40. Bölüm: Alacagöğün Yıkımı
41. Bölüm: Katil'in Mektubu
42. Bölüm: Batmayan Yıldız (FİNAL)
1. ÖZEL BÖLÜM | I. Kısım
1. ÖZEL BÖLÜM | II. Kısım
2. ÖZEL BÖLÜM
3. ÖZEL BÖLÜM
0. ÖZEL BÖLÜM

19. Bölüm: Yarım Kalışlar

32.1K 2.3K 1K
By halapenobiberi

Hoş geldiniz 🖤
Sonunda yeniden buluştuğumuza göre, hadi başlayalım o zaman🧚🏻‍♀️

Keyifli okumalar🌸

Edit; xmorbidezza 🧚🏻‍♀️

Bölüm şarkısı; Adele, Remedy.
Pinhani, Dön Bak Dünyaya. (Bölüm sonuna mutlaka açın, çok yakıştı.)

🗝

When the pain cuts you deep
(Acı seni derinden yaraladığında)
When the night keeps you from sleeping
(Geceler seni uyutmadığında)
Just look and you will see
(Sadece bak ve göreceksin)
That I will be your remedy
(Ben senin çaren olacağım)

🗝

"Hayır." dedi başını iki yana sallayarak. İfadesi oldukça katıydı.

"Ya neden?" dedim mızıldanarak. Bu ne demek, onu bile bilmiyordum ama şu an tam bir çocuk gibiydim.

"İşte. Olmaz dedim." dediğinde kaşlarımı çattım ve ayağımı yere vurma isteğimle çatıştım.

Elindeki yuvarlak kâsenin içinde bir şeyler çırpıyordu ve inatla beni reddediyordu.

"Ama nedenini söylemiyorsun. İşte, diye bir sebep yoktur."

"Yoo," dedi bana bakarak. Samimiyetsizce gülümsedi ve yeniden dudaklarını araladı. "Vardır."

Ellerimi tezgâha dayayıp hafifçe yükselirken gözlerine bakmaya çalıştım.

"Neden yüzmeye gidemiyormuşuz? Hemen şurası zaten, sahil dibimizde."

"Yüzebilirsin doktor, bahçede mis gibi bir havuzumuz var. İlla uzak bir yerlere gitmemiz gerekmiyor, değil mi?"

Tezgâhın üzerinde ritim tutan parmaklarım hareketine devam ederken cık'ladım.

"Evde yüzmek istesem yüzerim zaten, sorun o değil. Niye sahile gidemiyoruz, onu anlayamıyorum."

Cihangir elindeki çırpma telinin hareketini durdurdu ve kâseyi düz bir şekilde tezgâha bıraktı. Omzundaki havluyla ellerini kuruladıktan sonra kaşlarını kaldırarak bana döndü.

"Senin bu sahil merakın nereden çıktı, onu anlayamadım ben de." dedi sözlerime nispeten.

Sonunda pes ettiğimde kollarımı birbirine doladım ve onu mutfakta bırakarak bahçeye çıktım. Madem dediklerimi dinlemiyordu, ona gününü girdiğimiz iddiada kazanarak gösterecektim. Headstand denemelerimin sonuncusu, başarılı olmuştu ve 9 saniyeye yakın durabilmeyi başarmıştım. Ama 15 saniyeyi tamamlamadan bunu bir başarı olarak sayabilmem imkânsızdı.

Üzerimdeki kısa sporcu atletini düzelttim ve sakin bir nefes aldım.

Ellerimi birbirine bastırdıktan sonra tek bacağımı dizimden kırarak dizime yasladım. Tek ayak üzerinde dengede durarak bir süre gevşemeyi denedim.

Bir hafta.

Tam bir haftadır, Cihangir'den bir hamle bekliyordum.

Bir şey söylemesini, artık o eve gidip olan neyse öğrenmeyi istiyordum.

Yapmıyordu.

Bir haftadır, sanki o anahtar bize hiç gelmemiş gibi davranıyor, öyle yaşıyorduk.

Bir şey söylemiyordum ama içim içimi yiyordu. Saçma sapan bir şey yapmak istemiyordum ama... Hissettiğim duyguların da içimde birikerek bambaşka bir yola girdiğini görebiliyordum. Onları kendi başıma yönlendiremiyordum, gittikleri o yoldan döndüremiyordum. Bunu isteyip istemediğimi de gerçekten bilmiyordum.

Yalnızca artık çok yorulmuştum. Gerçekleri öğrenmek, eve dönmek ve eskisi gibi olmak istiyordum. Annemle babamı kaybetmeden önceki halime dönmeyi, her şeyden çok istiyordum. Olmayacağını bile bile, yalnız kalacağımı bile bile evime gitmek istiyordum.

İçinde kavrulduğum çaresizlik, gittikçe büyüyordu ve bunu durduramıyordum.

Dudaklarımın arasındaki büyük nefesi yavaşça verdikten sonra ayağımı yere indirdim. Birkaç esneme hareketini de yaptıktan sonra hazır olduğuma karar verdim Yerdeki matı duvar kenarına çekerek dirseklerimden mata bastırdım. Vücudum aşağı doğru eğdikten sonra başımı mata sabitledim. Ellerimi başımın arkasına yerleştirerek birbirine sardım. Derin bir nefes alarak tek bacağımı kendime doğru çektim ve kırdım. Diğeri için de aynısını yaparken yerle temas eden tek noktam ellerimin sarılı olduğu başımdı. Nefesimi düzgünce alıp vermeye devam ederken bacaklarımdan birini kaldırarak dümdüz uzattım. Aynısını diğer bacağımla da yapmaya çalışırken dengemi sağladım ve pozisyonu tam anlamıyla aldım.

Heyecanlanmadım ve ani nefes vermedim. Dengemin bozulmasını istemiyordum. O iddiayı kazanacaktım. Ve bir gece, tamamen benim istediklerim konuşulacaktı.

Headstand pozisyonumu koruyarak saniyeleri saymaya başladım. Dikkatimi dağıtan bahçeye doğru ilerleyen adım sesleri olmuştu. 12 saniyeyi tamamladığımda sesler yüzünden odağımı kaybettim ve ayaklarımı indirerek yere bastırdım.

"Birileri iddiayla kafayı bozmuş anlaşılan?" dedi imayla.

Gözlerimi kıstım ve küstahça gülümsedim. "Seni hezeyana uğratacak olmak şimdiden modumu yükseltiyor canım, ondandır."

Asaf Cihangir dilini ağzının içinde yuvarlarken elindeki bezle bileklerini kuruluyordu. Bezi omzuna atarak hızlı bir hareketle kolunu kaldırdı. Yüzünde garip bir ifade vardı.

Eğleniyordu, hem de çok.

"Öyle mi dersin?" dedi kaldırdığı kolunu ters L şeklinde tutarak. Kaslarını göstermek için avcunu sıktığında dudaklarını da bükmüştü. Şişen pazılarına dikkatle baktığımda gözlerim bir süre orada oyalandı. Ellerimi belime koyarken başımı iki yana dallamayı unutmadım. Yüzümde beliren keyifli gülümsemeyi bu kez gizlememiştim.

Cihangir'in yanımda eğlenmesini gerçekten seviyordum çünkü ben de onun yanındayken mutluydum.

Üstünde yürüdüğümüz köprünün altından o kadar çok su akmıştı ki, kırgınlıkları ve yanlış tavırları arkamızda bırakacak kadar ilerlemiştik.

Aramızda Maral'ın hayali hâlâ yerini koruyordu ve onu nasıl yok ederim bilmiyordum. İddiayı kazanmayı bunun için istiyordum. Benimle itiraz edemeden konuşması için.

Ben Maral değildim ya da onun yerini almaya çalışmıyordum. Çalışmazdım da. Öyle bir amacım yoktu. Ama söz konusu, Cihangir'in yanında olmak olduğunda kendime verdiğim sözü çiğnemezdim.

Maral'ı, Cihangir'in kafasında da, kalbinde de bitirecek insan ben değildim. Kendisiydi. Maral'ın hatası, onun zihnindeki resmi tutan son çiviyi söküp atacaktı. Bunu hissediyordum.

Çünkü her insan hata yapardı. Seçimlerimiz bizi çeşitli yollara sürüklerken bu yolun doğru mu yanlış mı olduğunu, yaşayarak öğrenirdik. Yaşadıklarımız da kişiliğimizi ve düşüncelerimizi şekillendirerek hayatımıza yön verirdi.

Her şey birbirine bağlıydı yani.

Atkuyruğumu tutup sarkan saçlarımı avcumun içimden kaydırdım.

"Demek öyle? Peki, şeyin bundan haberi var mı..." diye mırıldandıktan sonra devam edemedim. Konuşmak için araladığım dudaklarımı tekrar kapatmak zorunda kaldım çünkü çalan telefonu ikimizi de durdurmuştu. Cihangir yüzündeki yamuk tebessümü silmeden başını eğdi ve işaret parmağını bana uzatarak geriye doğru adımladı.

"Lafını unutma."

"Unutmam!" dedim arkasından.

O içeri girip gözden kaybolduğunda ben de yerdeki matımı toparladım. Üzerimdeki ter soğumadan duşa girsem iyi olacaktı.

Ben üst kata çıkmaya yeltenirken koridorda gördüğüm telaşlı Cihangir duraksamama sebep oldu. "Luvi," diye mırıldandı. Adımlarım ona yöneldiğinde salonun köşesindeydi. Mutfağa giden koridorun ortasında durdum.

"Sesli mesaj var."

Kaşlarımı çatarak yanına gittim ve açmasını bekledim. Uzun süredir zihnimizin ortasına yerleşen o pürüzlü ses, yine kulaklarımıza doldu.

"Selam çocuklar. Beni dinlediğinizi görmek çok hoş. Ama hâlâ kalkıp adresinden anahtarlarına kadar yolladığım eve gitmemişsiniz. Çok kırıldım. Belki bu söylediklerim hevesinizi arttırır. Cihangir, senelerdir hayalini kurduğun şeyi hatırla. Şimdi de bu hayale ortak ettiğin kadını. O şu an yok ama sen, hayalinin kırıntılarını o evde bulacaksın bana inan. Fazla oyalanmayın. Gidin ve gerçekleri kendi gözlerinizle, canlı olarak görün."

Ardından pürüzlü ses kesildi ve kısa bir hışırtı duyuldu. Telefon bu seslerin hemen arkasından kapanmıştı. Gözlerim Cihangir'in mavileriyle yarı yolda buluştu. Bundan sonra ne yapacağımızı ikimiz de biliyorduk.

Peki, buna gücümüz var mıydı?

Benimle hiç konuşmadı.

Tek kelime bile etmeden gözlerini üzerimden çekip, işine geri dönmüştü. Mutfakta işlerini bitirmesinin ardından, odasına gidip kapısını da kapatmıştı.

Akşam yemeğine kadar içeriden çıkmamıştı, zaten yemeği de sessizlik içinde yemiştik.

Mutfağı toplarken onu dışarı çıkmaya zorlamıştım. Biraz hava almasını ve gökyüzüne bakarken sakinleşmesini istemiştim. Yıldızlara bakmak herkese iyi gelirdi. Tabakları bulaşık makinesine yerleştirdikten sonra ıslak bir bezle tezgâhı temizledim. Ellerime aldığım koyu kırmızı şalı tutarak mutfağın ışıklarını söndürdüm. Ev tamamıyla karanlığa gömülmüşken yalnızca bahçeyi aydınlatan beyaz ışıklar yanıyordu.

Birkaç adım attım. Şalı omuzlarıma örttükten sonra kollarımı da birbirine bağlamıştım. Bahçe mobilyalarından büyük koltuğu seçmiş, koltuğun kolunun üstüne yan bir şekilde oturmuştu. Kollarını birbirine kenetlemişti.

Ona yaklaşırken adım seslerim çimlerin arasında kayboluyordu. Bu kez, lafı dolandırmak istemedim. Hemen çaprazında durduğum sırada sordum.

"Oraya gitmeliyiz Asaf Cihangir, biliyorsun değil mi?"

Başını yukarı aşağı salladı.

"Biliyorum."

"Ama istemiyorsun."

Bu kez kafasını iki yana salladı.

"İstemiyorum."

"Tamam, biraz oturalım o zaman, konuşalım. Nefes almaya ihtiyacımız var belli ki. Kahve yapmamı ister misin?"

Başını salladı ve gözlerime minnetle baktı. "Çok isterim."

"Tamam, sen bir yere kımıldamıyorsun, beş dakikaya buradayım."

Ellerimi ona doğru uzatıp durduğundan emin olurmuş gibi baktım. Hafifçe güldüğünde sırtımı döndüm ve yolumu mutfağa çevirdim. Kahveyi çabucak demledikten sonra fincanlara boşalttım. Kendi kahveme biraz süt ekleyip yumuşattıktan sonra bardakları alarak yeniden dışarı çıktım.

Hava kararıyordu ve yıldızlar, şehirden uzakta, bu pozisyonda oldukça net bir şekilde görülebiliyorlardı. Cihangir havuzun yanına konumlandırılmış masanın önündeki sandalyelerden birine yerleşmişti. Elimdekileri, demir bahçe masasına bıraktım ve Cihangir'in hemen yanına oturdum. O da benim sağ tarafımda, tam çaprazımda sayılamayacak şekilde biraz önümde kalıyordu. Masanın üstündeki elleri kupasını kavradığında hafifçe esen rüzgârı hissettim. Minik esinti, saçlarımızı havalandırdığında rüzgâr ilk önce ona değdiği için kokusunu burnuma getirdi.

Cihangir'in kokusunu henüz tanımlayamıyordum. Çok farklı aromaların birleşiminden oluşan bir tonu vardı. Cihangir kokuyordu diyordum.

"Teşekkür ederim, kahve için yani." dediğinde hafifçe burnunu çektiğini hissettim. Ağladığı için mi böyleydi yoksa hafif esintili geçen mayıs akşamları yüzünden hasta mı oluyordu emin olamamıştım.

Cebimde duran peçetelerden birini çıkartıp ona uzattım. Parmakları parmaklarıma temas ederek peçeteyi aldığında başımı eğdim. "Rica ederim." dedim. Bana bir şey söylemesine gerek olmadığını belirtmek ister gibiydim. Omuzlarımdaki şalı hafifçe çekiştirip düzelttim. Üzerimdeki beyaz askılı ve çizgili siyah pantolon beni üşütmüyordu ama rüzgârlar insanı etkiliyordu. Biraz önce, Cihangir'in beyaz tişörtünün üstüne giymesi için koyu yeşil bir gömlek getirmiştim. Yine de üşümeye devam ederse deri ceketini getirebilirdim. Durumu gözleyecektim.

"Bilmiyorum." diye mırıldandı. Boğazını temizlediğinde ses tonundaki kırılmayı fark etmemek imkânsızdı.

"Ne yapacağımı bilmiyorum... Konuşsam dilim varmıyor, sussam içimde büyüyor. Bağırsam sesim yetmiyor, ağlasam içim rahatlamıyor. Ben ne yapacağım doktor? Nasıl yapacağım?"

"Yanında ben olacağım." dedim düşünmeden elini kavrayarak. Parmaklarımı avcuna doğru kaydırdım. "Elini böyle sıkıca tutacağım. Gücün biterse sana güç olacağım. Sesin kesilirse ses. Ama vazgeçmeyeceğiz." Son cümleyi söylerken başımı iki yana sallamıştım, gözlerim irice açıktı, kaşlarımı kaldırmıştım.

"Pes etmek yok demiştik, hatırla. Ne olursa olsun, birlikte çözeceğiz."

Elime düşen bakışları, yüzüme çevrildiğinde eli hiç hareket etmedi. Yalnızca dudaklarını araladı.

"Her adımda biraz daha dibe batıyoruz. Çıkış yolu bizden her seferinde daha da uzaklaşıyor sanki. Neyi fark ettim Devin biliyor musun?" dedi gözlerimin içine dikkatle bakarak. Başını iki yana salladı. Tüm dikkatim ondaydı.

"Bu işin bir sonu olmayacak. Bu iş, bizi bitirmeden bitmeyecek."

Başımı yana eğdim. Yeniden normal pozisyona gelirken tuttuğum elini daha da sıktım. "İyi o hâlde. Biz de gidebildiğimiz yere kadar gideriz Cihangir. Ne de olsa kaybedecek kimsemiz kalmadı..."

"Kalmadı." dedi o da parmaklarımı hafifçe sıkarak. Ardından ikimiz de ellerimizi çektik ve kahve kupalarımızı kavradık.

Bir süre sessizlik içinde kararmış gökyüzünü izlemeye devam ettik. Parmaklarımın arasındaki kupa hâlâ sıcacıktı.

"Konuşacağım aslında ama şimdi yine psikolog kafasına büründü demeni istemiyorum..."

Hafifçe güldüğünü duydum. Başını salladı. "Zaten hep o kafada değil misin doktor, sana boşuna mı doktor diyorum yoksa?"

Gülerek sırtımı demir sandalyeye yasladım. Şalı düzelttikten sonra hak verircesine başımı salladım.

"Bir açıdan doğru tabii..."

Kaşlarını kaldırıp kahve kupasını kafasına dikti.

"Aman neyse. Konumuz bu değil. Ben de bir anı anlatacağım o zaman, geçen sefer sen yaptın, şimdi sıra bende."

Dudaklarını birbirine bastırdıktan sonra başını bana doğru çevirdi. Yamuk bir gülüş belirdi suratında. "Vay, e anlat bakalım."

"Denize gidelim diye tutturdum ya bu sabah? Oradan bir anı."

Başını sallayıp anlatmamı ister gibi geriye yaslandı ve tek kolunu sandalyeye yasladı.

"Burada doğup büyüdüm ama bütün yazlarım Çanakkale'de geçti. Annem de babam da oralı. Zaten orada tanışmışlar, çocukluk aşkı... Neyse işte. Bir gün toplanmışız maaile. Teyzemler de bizimle. Böyle hepimiz doluşmuşuz sahile, vakit geçiriyoruz. Yanlış hatırlamıyorsam da 2016 yazı."

Kahve bardağımı sıkıca tutup bacak bacak üstüne attım. Şal hafifçe omzumdan koluma kaymıştı.

"Kuzenim Doğa var, aynı senin Berna gibi. Doğa'da benim kardeşim gibi büyüdü. Ben onun ablası gibi. Birlikte denize girmişiz. Şu şey vardır ya, 'Yemek yedikten en az bir saat sonra denize girin yoksa kramp girer.' diye. Hiç inanmam öyle şeylere ben. Doğa'da daha toy benden o zaten hiç şey yapmaz."

"Double trouble* yani." (Çifte bela*)

Kafamı salladım ve kahkaha attım. "Aynen öyle. Deliyiz ikimiz de."

İşaret parmağımı burnumun altına sürttüm. "Neyse işte yemeği yedik, beş on dakika dinlenip girdik biz, açıldık da biraz. Bizimkiler kıyıda, görüşümüz var ama yine de uzağız. Yüzdük böyle yavaş yavaş. Birbirimizle de oynuyoruz, su atıyoruz falan. Bir anda Doğa'nın yüzünde garip bir ifade gördüm. Yanındayım ben de, iyice dibine girdim. Kızın ağzı açıldı, yüzü kasıldı falan ama ne olduğunu anlayamadım. Doğa ne oldu falan diyorum ama Doğa'da tık yok. Kramp, diye bir kelime çıktı ağzından sadece. Hemen tuttum, onu yüz üstü pozisyonda sabit tuttum. Kıyıya bağırdım hemen, diğer kuzenime. Ne oldu dersin?"

Başını iki yana salladı, "Ne oldu?" dedi.

"Benim de bacağıma kramp girdi."

"Şaka. Şaka herhalde."

Cık'ladım. "Şaka gibi ama gerçek. Öyle olunca ben kendi canımı düşünmek bir kenarda dursun aklıma bile getirmedim. Doğa'yı tek elimle suyun üstünde tutuyorum, ben kaldım suyun altında. Nefesimi de öyle çok tutabilen bir insan değilim. Saniyeler içinde boğulacak raddeye geldim. Eğer onun krampı erken geçerse beni kurtarır artık yoksa gittik diye bekliyorum. Doğa'nın canı bana, benim canım Allah'a emanet."

"Deli cesareti."

"Hiç öyle söyleme, aynısını senin de yapacağına eminim." dedim işaret parmağımı ona doğru uzatarak.

Başını olumlu anlamda salladı.

"O sırada dayım yetişti imdadımıza, diğer kuzenimle beraber, söylemiştim. Birlikte tuttular bizi, kıyıya kadar çekerek götürdüler."

Kahve kupasını dudaklarıma kadar yaklaştırıp son kez mırıldandım.

"Ama bir daha o kadar açılamadım. Büyük ihtimalle Doğa'da açılmamıştır. Yemekten sonra kaç saat beklemiş olursam olayım hep kıyıda kaldım. Bazen sadece bacaklarımı geçecek kadar giriyorum. Korkmuşum ya bir kere..."

"Yani, psikolojik olarak da baya etkilemiştir seni. Gerçi siz bu konuları benden iyi bilirsiniz Doktor Hanım, değil mi?"

"Eh, biraz biliyoruz bir şeyler. Konu üzerine okumuşluğumuz var diyelim." dedim gülümseyerek.

Kahvelerimiz de sohbetin ardından yavaş yavaş bittiğinde oturmaya devam etmiştik. Karanlık gitgide artarken sessizlik de ona eşlik etti. Sessizliği bozan Cihangir oldu.

"Ben o evde gördüklerimle nasıl başa çıkacağım Devin? Üstelik... O evde beni nelerin beklediğini bile bilmiyorum."

"Bunu öğrenmenin maalesef yalnızca tek bir yolu var Cihangir..."

"Gitmek istemiyorum. Görmek istemiyorum. Yaşamak istemiyorum. Ama yapmam gerekiyor değil mi? Buna mecburum... Değil mi?"

Başımı iki yana sallayıp ona cevap vermek için dudaklarımı birbirinden ayırdım.

"Değilsin. Ama eninde sonunda gitmemiz gerekecek. Cihangir..."

Elimi omzuna yerleştirmek için kaldırdım ama geri çektim. Kendime engel oldum. Boğazımı temizleyip sırtımı yasladığım yerden çektim, öne doğru eğildim.

"Artık bir karar vermek... Ne bileyim, bir adım atmak zorundasın. Bunun senin için ne kadar zor olduğunu biliyorum." dedim gözlerinin içine bakarak. Bakışlarımız birbirine kenetlenmişti. "Ama bekledikçe geçmiyor. Biraz bile azalmıyor. Aksine artmaya ve canından götürmeye devam ediyor. Biliyorum..."

Bakışları bana döndüğünde, mavilerine yerleşen acıyı iliklerime kadar hissettim.

"Kolay mı sanıyorsun?"

Başımı iki yana salladım, devam etti. Kolay olmadığını biliyordum ama sözünü kesmedim.

"Birdenbire tüm hayatının yalan üstüne kurulu olduğunu öğrenmek kolay mı sence? Kalbini açtığın tek kadının yanında yalanlarla durduğunu öğrenmek..." diye sitem etti. "Kolay mı sence bu? Üstelik..." diye mırıldandı. Sesi sonlara doğru tonunu kaybederken hıçkırmıştı. Durmadı yine de. Burnunu çekti. Küçük bir çocuğa benziyordu. Kıyamadım.

"Üstelik karşıma alıp soramıyorum bile. Çünkü öldü!" dedi kendine ilk kez itiraf eder gibi. Yeniden hıçkırdı. "Maral öldü!" diye seslendi kendi kendine. Yaşlarla parlayan, şimdiden kızarmış olan gözlerini bana çevirdi. Ona bakarken içimde yanan yerlerin acısını görmezden geldim.

"Öldü Maral..." dedi fısıltıyla. Kim olduğu önemli değildi. Bir insan ölmüştü. Hayattan ve sevdiklerinden kopmuştu.

Benim gözümde Maral değildi ölen, suçsuz bir kadındı.

Çaresizce başımı salladım. "Biliyorum." diye mırıldandım. "Ama sen yaşıyorsun."

"Yaşıyorum." dedi elleri kucağına düşmüşken. Parmaklarına bakarken, kocaman bedeni küçücük kalmıştı sanki. Burnu kızarmış, gözleri yaşlıydı.

"Ve bu bir armağan. Senin varlığın. Yaşaman. O yüzden her şeye rağmen güçlü durmalısın. Kendine bu iyiliği yap Asaf Cihangir. Kimse için yapmıyorsan da..."

İçimden devam ettim. Benim için yap.

Kendimi toparlayıp ona baktım. Sesimi yeniden kazanmıştım. "Kendin için. O da olmaz dersen, annen için yap. Yaşa. Sana verilen bu hayatı doyasıya yaşa. Hâlâ buradaysan elbet vardır bir sebebi."

Hafifçe gülümseyip elimi omzuna yerleştirdim ve destek olurcasına sıktım.

Bu saatten sonra, hiçbir şey bizim için eskisi kadar basit olmayacaktı, bunu hissediyordum ve bu hislerin hiçbirine engel olamıyordum.

Cihangir'in gözleri, karanlığa bürünmüş ağaçlarda gezinirken onun da hissettiklerini tahmin edebiliyordum.

Kafası karışıktı, ne yapacağını bilmiyordu ama yaşamaya çalışıyordu. Onun gücü her bittiğinde ona destek olacağıma söz verdim, kendime.

Bunu dile getirmedim ama kendini benden uzaklaştırmasına fırsat vermeyecektim.

Sabahın ilk ışıklarıyla uyanmak, bunun üstüne de doyurucu bir kahvaltı yapmak günlük rutinimiz hâline gelmişti. Cihangir her sabah üşenmeden bir sürü çeşit hazırlıyordu. Anlıyordum ki bu onun için yalnızca iş değil, bir tutkuydu.

Üzerimdeki sporcu atleti ve yarım taytımla denediğim headstand pozisyonunda sonunda istediğim başarıya ulaşmaksa benim için beklenmedikti. Ayaklarımı yere basıp dengemi sağladım ve sakince kalktım. Yüzümde başarmanın haklı gururunu taşıdığımı söyleyebilirdim.

Cihangir elindeki kahve kupasıyla bahçeye açılan kapıdan çıktığında gözleri yüzümdeki gülümsemeye takıldı. Bir süre orada oyalanan bakışları sonunda gözlerime çıktığında kaşlarımı kaldırdım. Balıksırtı ördüğüm saçım, alnımı gergin tutuyordu.

"Hayrolsun diyeceğim ama zaten olmuş herhalde, güldüğüne göre?"

Hafifçe güldüm. Ona doğru birkaç adım attım. Önünde durduğumda başımı kaldırıp yüzüne baktım ve gözlerimi kısarak gülümsedim.

"İddiayı kazandığımda," dedim ve işaret parmağımı göğsüne bastırdım. "yapacağımız seansları düşünüyordum da..." Omuz silktim ve gözlerimi açarak tek kaşımı kaldırdım. "Keyfim yerine geldi."

Bana aynı şekilde bakıp kaşlarını kaldırdı. Yüzünde eğlenceli bir gülümseme belirdi. Düne göre çok daha iyiydi. Toparlanmıştı.

"Demek öyle..." Elindeki kupayı kenara, çarpmayacağımız bir noktaya bırakırken gözlerinde çakan kıvılcımları dikkatle izledim.

"O zaman şu iddiayı sonucuna kavuşturalım, ha doktor?"

"Kavuşturalım şefim, buyurun." dedim elimi öne doğru uzatarak.

Sanırım spor aletlerinin olduğu odaya inmemiz gerekecekti. Evin yeraltı katını, kapalı bir havuz ve büyükçe bir spor odası kaplıyordu. Cihangir bu sayede tüm ihtiyaçlarını, sadece bu evde kalmasına rağmen giderebiliyordu.

Ultra lüks bir yaşam aynen böyle oluyordu ama onda zenginim havaları hiç yoktu. İmkânlarını kullanıyordu ama bunlarla övünmüyor ya da kendini göz önüne atmıyordu.

Cihangir'i takip ederek alt kata indiğimde koyu duvarlar, penceresiz olduğu için karanlık bir koridora açılıyordu. Spor aletlerinin olduğu odaya girdik.

"54 kiloyum, sen sormadan söyleyeyim. 135 kilo kaldıracaksın demek. İki buçuk katı demiştik."

"Sen onu yuvarla, 140 diyelim." dedi ellerini beyaz bir toza buladıktan sonra.

Ellerine ince sargı bezlerini sardıktan sonra ağırlıkların bulunduğu köşeye geçti. Uzun demirden çubuğun iki yanına da ayrı ayrı, büyük ağırlıkları yerleştirdi. Buradan bakıldığında bile oldukça ağır görünüyordu. İddiadan vazgeçmek üzereydim çünkü böyle bir şeyle onu zorlayıp kendini sakatlamasını istemiyordum.

"Cihangir," dedim çekingen bir sesle. Son beşer kiloluk ağırlığı yerleştirirken omzunun üstünden bana döndü. Bir anda donakaldım. Üzerindeki siyah sporcu atleti, neden gözüme şu anda çarpmıştı? Bakışları üzerimden çekilip ayağa kalktığında sırtındaki kasların gerilişi nefesimin boğazımda tıkanmasına sebep oldu. Bacaklarını saran o şey, dizlerinin hemen üstünde biten gri bir sporcu şortu muydu?

Cihangir sonunda ayağa kalkıp bana döndüğünde açık kalan ağzımı sonunda kapatıp gözlerimi kırpıştırdım.

"Iı... İddia... Ağırlık?"

Tek gözünü kısıp anlamadığını belirtircesine kaşları çatıldığında başımı sağa çevirdim. Boğazımı temizledikten sonra ellerimi belime yerleştirdim.

"Şey..." Yeniden öksürdüm. Kaşlarım çatıldı. "Yap-masak-mı acaba?"

"Neyi, iddiayı mı?"

"Hıı." dedim ensemi kaşırken. "Yani fazla ağır oldu, kaldırma o kadar, kendini incitmeni istemiyorum."

"Ne oldu doktor? Endişendin mi?" Kaşlarını kaldırdı. "Korktun mu yoksa?"

"Evet." dedim hiç çekinmeden. "Senin için korkuyorum. Sakatlanmanı istemem."

Başını hafifçe eğerek gülümsediğinde gözlerimi yüzüne sabitledim.

"Merak etme. Seni gayet rahat yeneceğim. Endişelenmene gerek kalmayacak. Ama..."

"Ama ne?" diye sordum. Yine de hiç emin olamıyordum.

"Biri benim için endişelenmeyeli uzun zaman olmuştu. Unutmuşum nasıl hissettirdiğini, teşekkür ederim."

Başımı sallayıp utanarak kollarımı birbirine bağladım. Bir şey söylemedim. Bence o da söylememi istemezdi. Aramızdaki duvarlardan biri daha, şu an itibariyle paramparça olmuştu.

Bizi en çok yarım kalışlar yormuştu. Cihangir önce babasından, sonra da sevdiği kadından yarım kalmıştı. Ben de ailemden.

İkimizin de tamamlamaya çalıştığı boşluklar vardı ve bunu yaparken birbirimizin karşısına çıkan ilk kişiler biz olmuştuk.

Kim bilirdi?

Belki de tüm boşluklarımızı birlikte tamamlardık.

"Sen bana kazanmam için avantaj sağlamış olabilir misin? Çünkü ne kadar ağır olsa da senin için çocuk oyuncağı gibi görünüyordu en başta..."

Omuz silkti ve dudaklarını büktü. "Niye yapayım bunu ki, bir sebebim var mı bunun için?" dediğinde ona hak verdim. Birlikte spor odasından çıkıp mutfağa gelmiştik. Suyu bitirdikten sonra bardağımı tezgâha bıraktım.

21 saniyelik headstand duruşumla iddiayı ben kazanmıştım. Cihangir ağırlığı kaldırmıştı ama on bir ya da on ikinci saniyede pes ederek ağırlığı yere ayaklarının dibine bırakmıştı. Kazanmama izin verip vermediğini bilmiyordum ama kendisi kazandığında benden bir şey isteyecekti. Neden öyle kolay kazanmama izin versindi ki?

21 saniye bu, boru mu canım? diye cevapladı bunu iç sesim. Ona da hak verdim.

"Öyle tabii de, bana bakıp bi' güldün, sanki özellikle bırakmışsın gibi geldi."

Elindeki havluyu omuzlarından aşağıya kaydırdığında gözlerim havlunun hareketine takıldı.

"Elindeki kronometreyi tutarken nasıl hissedeceğini şaşırmış gibiydin. Kazanacağım diye düşünüp gülüyordun ama gözlerinde kaybedebilirim stresi de vardı. Öyle bakınca, hırsın gözlerini karartmış gibi geldi. Eğlendim yani..."

"Öyle mi?" dedim gözlerimi kısarak.

İnci gibi dişleri gözlerime çarptığında gülümsemesine baktım. "Öyle." dedi karizmatik bir tonlamayla.

"Umarım seanslara başladığımızda da böyle neşeli olursunuz Cihangir Bey, o zaman da eğlendiğinizi görmek isteriz." diye cevaplayıp gülümsedim ve mutfaktan çıkmak için arkamı döndüm.

Merdivenlerin başına geldiğimde o da arkamdan mutfaktan çıktı. Beni durduran arkamdan duyduğum kelimeleri oldu. Ona doğru döndüm. "Yenilginin hezimeti... Gerçek bir kaybedenim bugün. Seansların eğlencesine kendimizi kaptırmadan önce... Sahil boştur, hadi git hazırlan. Gidelim de biraz daha keyfin yerine gelsin. Burada bekliyorum."

Cihangir, hayatımda gördüğüm en iyi adamlardan biriydi ve benim ona kapılmamak için kendimi tutmam, tamamen aptallıktı. Zaten artık duygularımı tutacağım bir durumun kaldığını da düşünmüyordum. Zira şu an dörtnala koşan benim kalbimden başkası değildi.

Başımı hızlıca salladım ve bir şey söylemeden üst kata çıktım. Hızlıca üstümdekileri çıkarıp saçımı açtım. Üzerime siyah, önden bağlamalı bikinimi ve plaj elbisemi giydikten sonra minik bir çanta hazırladım. Havlu, güneş kremi ve gerekli birkaç ihtiyacımı daha aldıktan sonra getirdiğim hasır şapkayı kafama taktım. Ben resmen plaj hazırlığı yapıp gelmiştim farkında olmadan. Gökçe'nin belki lazım olur diye çantaya attığı her şey kurtarıcım olmuştu.

Aşağıya indikten sonra güneş gözlüklerimi plaj elbisemin geniş cebine yerleştirdim. Sahilde gezebilecek bir terlik getirmemiştim ama evde giyerim diye getirdiğim sandaletlerimi giyip arabadan indiğimde çıkarabilirdim. Saat akşamüstüne yaklaşıyordu ve şu saatlerde sahil fazla sıcak olmazdı. Rahatça kumların üstünde gezinebilirdim.

Merdivenlerden indiğimde Cihangir vestiyere yaslanmıştı. Üzerinde başka bir sporcu atleti vardı ama bu kez basketbol forması gibi salaştı. Dümdüz, beyaz renkteydi. Altında da siyah bir şort ve ayaklarında plaj terlikleri vardı. Onun da elinde minik bir piknik sepeti ve sporcu çantası vardı.

"Gidelim mi?" diye mırıldandım gözleri telefonundayken. Ben benimkini bırakmaya karar vermiştim. Odamda şarja takmıştım. Nasıl olsa, Gökçe'den başka arayacak kimse olmuyordu.

Başını kaldırıp beni süzdü ve onayladı. "Gidelim."

Elimdeki çantayı aldıktan sonra beni koltuğa yönlendirdi ve her şeyi bagaja yerleştirdi. Birkaç dakikalık yolculuğun ardından sonsuz maviliği gözler önüne seren bir kıyıya yaklaştık. Cihangir kumsalın hemen yakınlarında bir noktaya arabayı park ettikten sonra arabadan indim. Sandaletlerimi çıkarıp elime aldım. Tam koşacağım sırada duraksadım. Arabanın arkasına doğru yürüyen Cihangir bagaj kapağını açarken güldü. Heyecanımı hissetmiş gibiydi. "Hadi git sen." dedi gülerek. "Ben alır gelirim bunları."

Söylediklerinden güç alarak kocaman gülümsedim. Arabanın kapısını kapattıktan sonra kumların üstüne bir adım attım. Sıcak kumlar ayaklarımın her tarafına yayılırken içim sıcacık oldu. Bu hissi iş temposundan dolayı iki senedir yaşayamadığımı fark ettim.

Ve koştum.

Uzun zaman sonra, aklımda hiçbir düşünce ve kimse olmadan koştum. Güneş yavaş yavaş batıyordu. Gökten inmeye başlamıştı. Kumlar da bu yüzden soğumaya adım adım yaklaşmışlardı. Ayağımı yakmıyorlardı, aksine hafif soğuk halleriyle güzel bir dengede tutuyorlardı.

Adımlarımı yavaşlatmadan koşmaya devam ettim. Biraz daha ilerledikten sonra durdum. Güzel gölgesi olan bir yer seçip orada bulunan şezlonga oturdum ve Cihangir'i beklemeye başladım. Bir yandan gözüm batan güneşin manzarasındaydı. Cihangir birkaç dakika içinde yanıma ulaştığında eşyalarımı bana uzattı ve yanımdaki şezlonga oturdu. Şezlonglar ikili dizilmiş, iki şezlongtan sonra diğer ikisine geçerken arada boşluk bırakacak şekilde sahilde düzgün bir biçimde sıralanmışlardı. Sahil beklediğimden daha boştu. Tek tük insanlar vardı, olanlar da gidiyor gibiydi.

Denizi öyle çok seviyordum ki, ne kadar hayatım İstanbul'da geçerse geçsin, çocukluğum Çanakkale'ye aitti. Mavi deniz gözlerimin önünde çarşaf gibi uzanıyordu. Derin bir nefes alıp verdiğimde sevdiğim o koku içime doldu.

Cihangir üzerindeki beyaz atleti çıkardıktan sonra siyah güneş gözlüklerini gözüne indirdi. Gözlerim çok kısa bir an karnından şortunun içine doğru uzanan dikiş izine takıldı. Ardından saniyeler içinde onu kapattı ve ellerini birbirine bağladı. Boğazımı temizleyip bakışlarımı onun gibi denize çevirdim. Bir gün bana anlatacaktı, biliyordum. Ama şimdi, bunun zamanı değildi.

"Sen gir, ben bugün ıslanmaya niyetli değilim. Beklerim seni. Buradayım." dedi güneş gözlüğünün ardından bana bakarak. Başımı salladım ve şezlongun ucuna kaydım. Gözlüğümü kenara koyduktan sonra üzerimdeki plaj elbisesini çıkardım. Oturduğumuz şezlonglar denizin hemen dibindeydi. Oldukça yakın olduğu için rahatça ilerleyebilirdim. Birkaç adım attıktan sonra suyun dalgalanarak bana çarpacağı şekilde yere oturdum. Bacaklarımı kırıp ayaklarımı suyun içine doğru uzattım ve gözlerimi kapattım. Dalgaların sesini duyuyordum, güneşin kızıl ışıkları yüzüme vuruyordu. Nefes aldığımı hissediyordum.

Ellerimi yere bastırdıktan sonra kıyıya vuran küçük dalgaların altında kalışlarını izledim. Dalgalar ellerimin kenarlarından yükselen kumları da alıp beraber götürdü. Bir süre sessizce, suyun tadını çıkarırcasına oturdum. Ayaklarım da, neredeyse baldırlarıma kadar bacaklarım da denizin içindeydi.

Arkamdaki hareketliliği hissettiğimde başımı geriye çevirdim. Cihangir gözlüğünü saçlarının üstüne çekmiş ve şezlongta oturur pozisyona gelmişti. Bakışları üzerimdeyken çenemi omzuma yasladım. "Bir şey mi diyeceksin?"

"Evet," dedi gözlüğünü saçlarından çıkarıp. Elinde gözlükle denizi işaret etti, bakışları denize çarpıp geri bana döndü. "Girmeyecek misin?"

Başımı yavaşça iki yana salladım. "Yok."

"Neden? Çok mu soğuk?" derken kaşları çatılmıştı. Gözlüğünü çantaya bırakırken elindeki telefonu da şezlongun ucuna bıraktı. Başımı yeniden salladım ama o bunu görmedi. Denize doğru birkaç adım atıp beline kadar suya girdi. "Değil," dedi bana doğru seslenerek. "Alışırsın girer girmez, gel." diye devam etti.

Elini uzatmıştı.

"Gelemem." dedim. "Anlattım ya. Gelemiyorum."

Çünkü korkuyorum hâlâ. Yanımda biri olmadan giremiyorum. Tek başıma donup kalıyorum, adım bile atamıyorum.

Cihangir'in adımları bana doğru düşmeye başladığında ellerimi kollarımda gezdirdim. Elini bana uzattığında önce büyük avcuna, sonra da iri bedenine baktım. Güneş arkasından tenine vuruyordu ve kızıl gölgeler saçlarına karışıyordu. Parmakları kıpırdadı.

"Beraber girelim, gel hadi."

Çekinerek elimi eline uzattığımda parmaklarımı hızla sardı ve elim avcunun içinde kayboldu.

Asaf Cihangir, ilk kez elimi tuttu ve bunu benim için, kendi isteğiyle yaptı. Korkumu anladı, yenmem için bana destek oldu.

"Yavaş ama tamam mı?" dedim. Adımlarımız yavaş ve temkinliydi. Cihangir elimi tutarak ilerliyordu. Su baldırlarıma ulaştı. Dalgalanmaya başladığında telaşlandım. "Cihangir... Cihangir yavaş... Tamam, tamam yeter dönelim."

Beni duymuyormuş gibi ilerlemeye devam ettiğinde iki elimle koluna sarıldım. Aslında yapıştım demek çok daha doğru olurdu. Bundan sebep ki, Cihangir durdu. Gözlerimi kapatmıştım. Ayaklarım yere değmesine rağmen ilerleyemiyordum. Su, şu an kalçalarımı geçerek alt bikinimin üstüne ulaşmıştı. Karnıma yakındı.

Saçlarım hafif esinti yüzünden dağılmıştı. Güneş her an batabilirdi ve işte o zaman her şey daha korkunç bir hâl alırdı. Bunu istemiyordum.

"Dönelim mi? Hadi, hadi dönelim." dedim hâlâ koluna yapışmışken. Başımı kısa bir an sert omzunun biraz aşağısına yasladım. "Korkmuyorsun, korku yok." diye mırıldandım derin nefesler alırken.

"Devin..." diye seslendi sonunda. Başımı kaldırdım. Şimdi kısık açtığım gözlerimle ona bakıyordum.

"Gözlerini açar mısın?" dediğinde tek elimi kolundan çektim. Ama elini tutmaya devam ediyordum. Biraz gevşettim. Cihangir elimi bırakıp arkama geçmeye yeltendiğinde gideceğini düşünüp korku dolu gözlerle ona tutunmuştum. "Bir şey yok." dedi elimi tutup sakince indirirken. "Lütfen gözlerini açıp şu gün batımına bakar mısın artık?"

Vücudu arkama geçtiğinde hafifçe üşüdüğümü hissettim. Bedeni hemen arkamda duruyordu. Dirseklerimden tutup yönümü döndürdü. Sıcaklığını hissederken başımı sonunda kaldırıp gökyüzüne baktım.

Güneş, tam ufuk çizgisinde, yarısı kaybolmuş bir hâlde parlıyordu. Öyle güzel bir renge dönüyordu ki, turunculuğu gözlerimi aldı. İlk kez güneşe bu saatlerde bakabiliyordum ve gözlerimi acıtmıyordu. Bulutlar, güneşin hizasına uzunca dizilmişlerdi ve renklerini o turunculuğun aynından almışlardı. Yukarıdan mavileşmeye başlayan gökyüzü, bu turunculukla birleşmişti. Aynı manzara denize de yansıyordu ve ortaya çıkan bu tonlar öyle güzeldi ki, iç çekmeden edemedim.

Bu sırada bir anda su dalgaları karnıma çarptı ve ben Cihangir'in bedenini arkamda hissedemedim. Bedenimi yüz seksen derece döndürdüğümde gözlerim büyüdü. Cihangir kıyıya gitmiş, elindeki telefonla uğraşıyordu.

"CİHANGİR!" diye çığlık atarcasına bağırdım. "Beni nasıl burada bırakırsın?" Yavaşça ilerlemeye başladım. Su dalgalandıkça olduğum yerde donakalıyordum.

"Buradayım doktor. Kıyıya gel de bana hesap sor hadi!"

Ellerim suyun üstündeyken sinir katsayımın yükseldiğini hissettim. "Bir gelebilirsem, soracağım hesap ben sana." dedim gıcık bir şekilde.

"Devin!" diye seslendi yeniden.

"Ne var?!" diye cırladım. Beni nasıl burada bırakırdı?

"Bir şey olmayacak, sana söz veriyorum." dedi kollarını iki yana açarak. Kollarını öyle iki yana açmasına gerek var mıydı? Hem de üstü çıplakken... Amacı destek olmaktan çok, dikkatimi dağıtmakmış gibi geliyordu. Başarılı da oluyordu.

"Buradayım, izin vermem." dediğinde dudaklarımı birbirine bastırdım. Bunu benim için yaptığını daha ilk anda anlamıştım aslında. Yine de gözümün önüne suyun altındaki çırpınışlarım geliyordu ve bunlardan kurtulamıyordum. Gözlerimi kapatmadım. Bakışlarım denize düştüğünde yansımamı seyrettim. Adım atmaya devam ettim. Dalgalanan su gittikçe azalırken, su seviyesi yavaş yavaş düşmeye başladı. Bacaklarım sudan kurtulurken geriye hiçbir şey kalmamıştı. Kıyıdaydım işte.

Cihangir gülerek bana baktığında bu kez inci dişlerine kanmadım. Karnından aşağıya akan su damlalarına ya da eliyle dağıttığı saçlarına da. Kaslarına hiç kanmadım.

"Seni öldüreceğim." dedim elimle göğsüne bir yumruk sallarken. "Ölüyordum az daha korkudan." Sonra bir yumruk daha. Sert göğsüne çarpan yumruklarım onun değil, benim canımı yakıyordu daha çok.

Yumruk yaptığım ellerim sızladığında beni dirseklerimin biraz yukarısından kavradı ve sabit tuttu. "Hey," dedi. Vücutlarımız birbiriyle uyumlu bir temas içindeydi. "Dur." dedi nefesini yüzüme doğru bırakarak. Gülerek nefesini benimle paylaşıyordu.

"Başardın doktor. Kendi başına geldin."

Başımı sallayıp güçlükle yutkundum.

"Yeneceğiz demiştik. Birlikte zorlukları da, korkuları da yeneceğiz. Söz verdik. Bu yolda birlikteyiz. Unuttun mu?"

Bu kez başımı iki yana salladım. "Unutmadım. Hiç unutmam."

Dirseklerimdeki baskısı çekilirken vücutlarımız arasına mesafe girdi. Yüzündeki güzel ifade, aklıma kazınmış gibiydi.

"Unutma." dedi. Ardından şezlonga doğru ilerlerken eline telefonunu alıp mırıldandı. "Ben de bugünü hiç unutmayacağım."

🗝

Cihangir orada telefonuyla uğraşırken, Devin tam ona döneceği sırada bu fotoğrafı çekmişti. Devin bunu ilerleyen bölümlerde öğrenecek ama siz, şimdi🧡

🗝

Çok özlemişim, öyle böyle değil😍

Nasılsınız, iyi misiniiz?😍

Umarım seversiniz bölümü, ben çok severek ve içime sinerek yazdım.🧡

Yazdığım ufak şeyleri umarım fark ediyorsunuzdur, çünkü bazı şeyler paramparça oluyor, iki taraf için de😚

En sevdiğiniz sahneyi alalım buraya

Yeniden görüşene kadar çok çok sevgiyle kalın♥️

twitter // halapenobiberi
twitter hashtag // #onikiotuzseansı
instagram // onikiotuzseansi

Continue Reading

You'll Also Like

6.8M 318K 89
Pelin İzmir'de yaşayan yarı Alman yarı Türk bir kızdır. Dedesiyle büyümüş, ne intihar eden annesini ne de Alman babasını tanıyabilmiştir. Bir gün baş...
48.5K 493 71
"Baba, ben geldim, küçük kızın. Hani hasta olduğunda başında beklediğini söylediğin, dokunmaya bile kıyamadığın kızın. Baba biliyor musun? On beş yaş...
16.5K 6.2K 33
**Watty2022 Kazananı (Gizem/Gerilim)** İllegal bir tarihi eser kaçakçılığı ve kendisini bu bataklıkta aksiyon halinde bulan bir genç kız... Bataklık...
183K 22K 35
Reva Devran, yaşadığı acı tecrübeleri sadece geçmişinde bırakmış soğuk yüzüyle her şeyi maskelemişti. Sadece yaşıtlarından değil, bütün kadınlardan d...