bu bölümün şaşkın jeongguk'u ise diyor ki; "elinden geliyorsa, azıcık sevsene beni. içinden geliyorsa, tutup öpsene beni.."
gram keyfim yok... nasıl kaçarım dedim, kendimi burada buldum. ortaya ne çıkacak epey merak ediyorum çünkü aklımda öyle ayrıntılı şeyler de yok; ufacık bir taslak sadece.
yüreğimden, onun yüreğine doğru uçuşan her kuşun vurulduğunu hissettiğim bir vakitte, saat gece yarısını kırk üç geçmekteydi. su sızdıran saksımın hemen yanında, sırtımı duvara yaslayıp ayaklarımı boyuna uzatmış biçimde kirlenen parkeyi izlerken; belki de dünyanın en çirkin hareketini uzuvlarıma zimmetlediğim, aşık bir adamın dudaklarına tutunduğum için kendimi berbat hissediyordum. üstüne üstlük tüm her şeyin yükünü tek hamleyle omuzlarına bıraktığım o adam, buhar olmuşçasına ortadan kaybolduğundan evrenin en berbat suçunu işlemiş insanlardan görüyordum kendimi, infazımı bekliyor olmalıydım.
taehyung'u dudaklarını adeta kazıyarak silerken görmek içimde tarifi imkânsız bir sancı yaratmıştı sıfırdan ve sırılsıklam olmuş bedenimle birlikte peşinden, tir tir titreyen adımlarımla arabaya binip yerleştiğimde; yeminler olsun tek saniye suratıma bakmamıştı. yol boyunca içim akıp gitmişti. aşıktım, gergindim, dudaklarını tatmıştım lâkin yaşadığımı hissetmekten çok uzaktım. onun ruh hâlindeki titreşimlere göre aniden hızlanan, yavaşlayan o arabayla apartmana varmıştık sonunda. konuşmak için ismini mırıldanmıştım korkakça, arabadan inmek yerine yerimde oturmaya devam etmiş, ismini zorla dudaklarımdan dökerek seslenmiştim ona. fakat o gözlerinde yanan alevlerle birlikte üzerime eğilerek benim yerime kapıyı açmış ve başıyla çıkmamı işaret etmişti. sonrasında bakışlarını yola çevirmiş, bir eli direksiyonda; ötekisi ile alnını ovuşturmuştu. konuşmamam gerektiğini anlayıp inmiştim arabadan. sonrasında da bir daha duyamamıştım tavanıma düşen adımlarını, açtığı müzikleri; ritimleri...
ötesindeki üç gün boyunca da hissedememiştim yaşamı. onun bulaşıkları yıkarken çıkardığı tabak seslerini, balkonda sigara içerken mırıldandığı melodileri duyamamış; üst kata çıkıp aramızdaki şifre ile kapıyı tıklattığımda hayaletli eve girmişimcesine ağır ağır aralanan kapı bu defa benim için açılmamıştı. korkunç bir pişmanlık sarmıştı bedenimi ve her saniye, onunla yüzleşemediğim her saniye arttıkça artıyordu. dudaklarımda başgösteren o zehirli tat; öncesinde dilimi uyuşturmuş, şimdi ise hiçbir uzvumu hareket ettiremeyeceğim kadar bitap düşürmüştü beni. insan düşünmekten yorulur muydu? ölecekmişim gibi hissediyordum, kafamın içinde kurduğum hiçbir senaryonun sonu bizim için iyi bitmiyordu ve ben, bu filmin sonunu önceden bilmekten hiç hoşlanmamıştım.
onu öpmem hataydı, taehyung'a karşı atabileceğim en yanlış; en olmaması gereken adımdı zira onun dudaklarına değen son dudak aşık olduğu kadının kırmızılarıydı ve bunun böyle olagelmesi yeryüzündeki son huzur kırıntısıydı belki de. bunu onun ellerinden almak benim için büyük bir vicdansızlık göstergesiydi çünkü kolaylıkla empati yapabilen biriydim. ben taehyung'a ölürcesine aşıkken, bir başkası dudaklarıma değirseydi kendi izini; paramparça olurdum muhtemelen. hele ki bu bir söz üzerine yayıştırılmış ise tepetaklak olurdum. ben, kim taehyung'a benden kaçması için fırsat vermiştim ve şimdi utanmadan acısına söylenemezdim.
tüm savunmasızlığımla birlikte, aklım inanılmaz uyuşuktu ve aralık balkon kapımdan içeriye uğuldayarak süzülen rüzgar iç sesimi bastıramıyordu. açık olan televizyon, kalbimin dışa vuran sesi dahi düşüncelerimin üzerine çıkamıyordu zira beni boğan şey kim taehyung'un sessizliğiydi. ne yapmalıydım? ne yapmıştım? taehyung neredeydi ve başına bir şey gelir miydi? jimin onu bulurdu, öyle değil mi?
gözlerimi hafifçe kapatmış ve kendimi sakin kılmaya çabalamıştım. oturduğum zemin sırtımı rahatsız hissettiriyordu artık lâkin kendime ötesini bile lâyık göremiyordum. bunun muhakemesini zihmine taşıyacak gücü aradığım sırada tahta kapımda bir "tık!" sesi işittim. gözlerim yavaşça aralanırken bunu takiben biraz hızlı, biraz yavaş biçimde iki kez avuç içiyle çalınmıştı sonrasında. zihnim anında evin dışındaki bedeni algılarken, olabilecek en hızlı şekilde doğrulmuştum zeminden. hatta öylesine hızlıydım ki, kafamı kitaplığımın köşesine çarpmış; dudaklarımdan bir küfre dolanmış soluğu döküvermiştim. peşi sıra ise ismini.
"taehyung!"
beynimin her bir kıvrımı, alarmlar ötüyormuş gibi kıpır kıpırken sızlayan başımı elimle ovuşturmuş; şaşkınlıkla ve korkuyla aralanan dudaklarımı kapatmaya vakit dahi yaratamadan; belki ışıktan da hızlı biçimde karadeliğime kapımı aralamak üzere girişe koşmuştum. buz kesen parmaklarım kolu kavrayıp aşağıya indirdiğinde, kapının dili yuvasından kurtulmuş ve zihnimde yankı yapan bir ses çıkarmıştı. adeta konuşmuştu benimle. demişti ki; "açtığın bu kapıyı senin suratına çarparsa?" korkmuştum, irkilmiştim lâkin durmamıştım.
görünen, irislerimin sezdiği bedeni sonunda görüşüme karıştığında ciğerlerime nefes gönderemediğimi hissetmiştim. sanki onun tapılası parmakları boğazımı kavramıştı da; soluk borumu kullanamıyordum artık refleksen dahi. panikle karışık günlerdir göremediğim kusursuz yüzüne olan özlemim gün yüzüne çıktığında, gerçeklikte olup olmadığımı kavramak için gözlerimi kırpıştırmış ve başımı ovuşturmayı kesmiştim.
"jeongguk." demişti. aldığı derin nefeslerin arasında, sayıklar gibi çıkan ismimle durulmuştu tüm akıntılarım, serin sulara atılmıştı cesedim ve kıyıya vurmuştum hemen sonra. öylesine toslamıştım ki yumuşak kumdan birikintilere; canımın izi çıkmıştı adeta. "taehyung," diye karşılık vermiştim ona. dışarıdan bakan birine göre sadece birbirimize sesleniyorduk isimlerimizle, hiçbir sıradışılık bulamazlardı belki lâkin biz konuşmalarımızı hep böyle başlatırdık. söylemiştim, ismi konuşma çizgim, ismim tırnak işaretiydi ve taehyung gelip de konuşmak istiyorum, demezdi. bunun için kestirmelerimiz varken, kafamızı tersten kaşımak deli saçmasıydı.
"minik," seslenmişti bir kez daha fakat ismimle değildi. konuşmak istemiyor muydu? zihnim bulanıktı ve sanki ağır çekime almıştı tanrı bizi, detaylı izlemek; kaderimizle oynamak istiyor gibiydi. izin vermeliydik, değil mi?
taehyung, bana doğru adımlamış ve incecik parmakları yanaklarımla birlikte başımı iki yandan kavramıştı. henüz daha olan biteni anlamama kalmadan, vücudundaki etkileri izlememe vakit tanımadan vermişti tanrı kararını. taehyung, bu defasında cayır cayır yanan dudaklarını büyük bir kararlılıkla benimkilerin arasına bıraktığında; bittiğim anın tam da şu nokta olduğunu anlamıştım.
başımın iki yanındaki elleri narince, baskı yapmadan beni en yakınında tutarken; kurumuş olmasına rağmen yumuşaklığını tamamen yitirmemiş ıslak dudaklarını benimkilerin üzerinde oynatmıştı. hissettiğim sıcaklığı ile birlikte hemen yanımda salınan ellerimi ürkekçe ensesine çıkarmış ve dudaklarımı aralamıştım ona. belki hata yapıyordum kimine göre. kendimden verdiğim tavizler yeterliydi, gurursuzluk ediyordum belki lâkin benim açımdan görülene göre; kim taehyung kendi yasağını çiğneyerek beni öptüğü bu an ile her şeyin telafisini yapmıştı zira bu da onun taviziydi.
taehyung başını sola yatırıp öpüşüne derinlik kattığında, daha nasıl derinleşebilirdik aklım almıyordu zira bu okyanusta alabora olmaya öylesine yakın bir gemiydim ki ben; bir kez daha dudaklarımı ağzının içerisine alırsa hıçkırıklara boğulacak ve kendi gözyaşlarımla doldurduğum bu gemiyi batıracaktım. okyanusta izinsiz gezinmiş bir korsandım ve gemiye hüzün almak uğursuzluk getirirdi. biz ise öylesine acıyla doldurmuştuk ki güverteyi, tahta kuruları tüm her yeri kırpmıştı çoktan.
dizlerim daha fazla beni ve taehyung'un daha da dibe çektiği aşkımı taşıyamayıp düşeyazmama sebep olduğunda; taehyung'un kusursuz elleri belimi bulmuş ve dudaklarımızı birkaç saniye ayırarak çok yakından, fazlaca yakından gözlerime bakmıştı. bakışları yüzümde ilgiyle gezinirken irislerinde gördüğüm yansıma bana aitti, şiş dudaklarımı hissedebiliyordum ve bittiğini düşünmüştüm. pişman olacak mıydı?
"taehyung," ismini anmaya cüret ettiğim esnada; yeniden şaşkınlıkla kalmama sebep olmuş ve kuvvetli kollarıyla birlikte beni kucağına çekerek dizlerimdeki tüm gücün çekildiğinin bilincinde; beni ayakta tutmaya çalışmak yerine kendisiyle birlikte zeminde kaymama neden olmuştu. ayaklanmama müsaade etmek yerine, kendisini de dibe batıracağına dair en büyük söylemiydi bu onun zira her harekete anlam yükleyen biri olduğumu en iyi o bilirdi.
sırtını, dakikalar önce olduğum vaziyetteki gibi duvara yaslamış ve onun hemen en yakınındaki dudaklarıma arka arkaya üç tane kelebek kondurmuştu. kirpiklerimin ıslandığını ve parmak uçlarımın dahi bunun gerçek olmadığını iddia ederek uyuşarak hissiyatımı kaybetmemi sağladığı bu anlarda, taehyung dudaklarına yerleştirdiği buruk tebessümle; şaşkınlık taşıyan yüz ifadem dağılana dek dudaklarıma minik minik öpücükler bırakmıştı. en sonunda derin bir nefes alıp ağlamaklı yüz ifademle gözlerine diktiğimde gözlerimi, dizlerinde oturuyor vaziyetteydim ve göğsündeydi ellerim.
bana bağırmasını, lanet etmesini ve belki de taşınacağını söylemesini hayal ettiğim bir yüzleşmenin bu vaziyete dönüşmesi; beni, bana bağırmasından daha da yıkmış, darmaduman etmişti zira beklenmedikti. belki de ondan beklemediğim tek hareket buydu. dudaklarını tekrar benimkilere sarması tahmin edebileceğimin dışındaydı ve beni defalarca şaşırtmaya devam ederken büyülenmiş duruyordu.
darmadağın saçları, kirli tişörtünün açıkta bıraktığı tenine sarkan davut kolyesi, şişmiş dudakları ve odaklanamayan; yüzümde hızlıca gezinen simsiyah irisleri ile beni kendi hatrına dua etmeye itiyordu. tanrım, diyordum. ölüm meleğin sahiden de bu mu?
"neden?" diye mırıldanmıştım en sonunda. dudaklarım ilk kez böylesine kutsal hissediyordu, tüm mucizeler bu anda işlenmiş gibiydi sanki lâkin merak ediyordum. nedendi? gözlerini kırpıştırmış ve iç çekmişti. yorgun görünüyordu, fazla yorgun görünüyordu ve ben artık konuşmak istiyordum. o kadar çok neden duymak istiyor fakat bir o kadar da korkuyordum ki ters köşe yapmasından; koyu kahve gözlerime dahi işlediğine emindim bunun.
ben, kim taehyung denen adamın gelişinde bile gidişlerini izleyen bir oğlandım zira. vedalar en büyük korkum, en berbat kabuslarımdı.
"konuşmasak," demişti. sesi pürüzlü ve kısık çıkmış; başını duvara yaslayarak yukarıdaki yüzüme bakmıştı gözlerini hafifçe irileştirerek. "öpüşsek sadece.." kirpiklerim, ıslanmalarını en az istediğim anda bana karşı gelirken alt dudağımı ağlamaklı bir ifadeyle sarkıtmış, konuşmak istediğim hakkında itiraz cümleleri toparlıyordum ki; yüzüme yanaşarak sarkıttığım dudağımı dişleri arasına alıp sonrasında dudaklarına zimmetlemişti. burnumdan titrek bir nefesi dudak üzerine doğru üfürdüğümde ona boyun eğmekten başka çarem olmadığının bilincindeydim ve belki de ben de en az onun kadar, hatta ondan fazla denebilecek kadar tatmak istiyordum dudaklarını.
zeminde geçen birkaç dakikanın ardından bedenlerimiz yatağıma taşınmış ve birbirimize dönük biçimde, sarılmadan yatarken ne zaman konuşma girişiminde bulunsam beni susturan ve yer ile göğü tepetaklak eden dudaklarını tatmıştım.
çok fazla soru işaretim olsa da, dudakları da buradaydı. tahammül edebilirim sanmıştım. ama sanırım bu kadar kolay olmamalıydı.
─
hiç sevmedim bu bölümü çünkü kafam fena dolu.. siz de görüşlerinizi söylerseniz belki boş vakitte yeniden düzenlerim hm?