Doğu Karadeniz Turu

By semanur_0833

8.9K 419 70

Hayallerimi gerçekleştirmek zordu. Özellikle de işin içine vicdanım girince bunu hak etmediğimi sanmıştım. Um... More

Radyonun Ritmi
1.Bölüm: Boşvermişlik Duygusu
2.Bölüm: Bisiklet
3.Bölüm: Yolculuk
4.Bölüm: Gezi Başlasın
5.Bölüm: Artvin Merkez
6.Bölüm: Ardanuç ve Şavşat
8.Bölüm: Ali ve Nino
9.Bölüm: Dönme Dolap
10.Bölüm: Hopa
11.Bölüm: Arhavi
12.Bölüm: Rize
13.Bölüm: Şeytana Dönüşen Ruh
14.Bölüm: İtiraf
15.Bölüm: Trabzon Ayasofya Müzesi
16.Bölüm: Sümela Manastırı
17. Bölüm: Orman Alanı
18.Bölüm: Boztepe
19.Bölüm: Uzungöl
20.Bölüm: Huzura Ulaşan Ruh
21.Bölüm: Ateşle Oynayan Oyuncak
Radyonun Kalbi

7.Bölüm: Borçka

320 18 4
By semanur_0833

Gözlerindeki derin, pişman ve yakıcı bakışları gözlerimi lazer ışığıymış gibi delip geçti. Bunu beklemiyordum. Daha çok ukala bir bakış, çapkın sanılan ama kendini küçük düşürmekten başka hiçbir halta yaramayan bir gülüş bekliyordum.

Birini sev veya sevme dibinde olması iğrençti. Hâlen daha dibimde olduğu için bacak arasına tekme attım.

"Ah!"diye iki adım geriye gitti.

"Tanımadığın insanları rahatsız etmeye utanmıyormusun?"diye sinirle sordum.

"Amacım rahatsız etmek değildi."diye acı içinde söylendi.

"Ama ettin. Söyle bakalım amacın ne?"diye sordum. Aileme baktığımda oturup bir şeyler konuşuyorlardı.

"Amacım konuşmak."dedi.

"Tanımadığın insanlarla konuşurmusun?"dedikten sonra  aşağılayıcı bir ifadeyle baktım. Kendini bir şey sanan ukalaya dönüşmüştü. Şaşırmışmıydım? Hayır.

"Evet. En çok tanımadığım insanlarla konuşurum ki bana fikir versinler."diye konuşmaya başladı.

Benden fikir almak istiyordu ama ben kendime bile fikir üretemiyordum. Başkalarına hiç üretemezdim.

"Ben fikir falan vermem. Hadi başka kapıya."diyerek onu tavuk kışkışlıyomuşum gibi kışkışladım.

"Daha ne olduğunu bile söylemedim."derken yüzünde tuhaf gülümseme vardı.

Aklıma yıldız parlamış, şimşek çakmıştı. Çocuğun kolunu sıkı bir şekilde tutup "Bana bak lan!" Uyararak beni dikkatli dinlemesini sağlattım. Yüzü aniden hayalet gibi beyazlamıştı.

"Yaylada olan şimşek çakmalar, siluetler falan senin parmağın olabilir mi?"diye sordum. "Yoksa niye benimle konuşmak isteyesin ki?"diye sordum.

Soruma karşı gülmeye başladı. Hem de kahkalarla. Yüzü kızarana kadar güldü.

"Komik bir şey mi söylüyorum! Aniden önüme çıkıyorsun. Bir şey soracaktım diyorsun."diye ona durumu izah edip sert gözlerle baktım. Beni aptal yerine koyması sinirimi bozdu.

"Aniden önüne çıkmanın sebebi kaymam."diyerek yerde yağmurdan dolayı su kayganlığı vardı. Bende dikkatli yürümüştüm. "Ayağım kaydı ve aniden tuvaletten çıkınca senle burun buruna geldik. Amacım seni rahatsız etmek değildi."diye kendini açıkladı.

"Benden ne fikri alacaktın?"diye sorarak dediklerini yok saydım. Çünkü utançtan yüzü kızarmıştı.

"Kuzenime küçük bir sürpriz yapmak istemiştim ama elime yüzüme bulaştırdım. Nasıl toparlayacağım diye düşünüyordum. Sonra seni gördüm. Kız kardeşin var ve sende kızsın. En iyi senden yardım alırım diye düşündüm." derken derin bir nefes aldı. Her şeyi hızlıca  söylemişti. "Hemcinsi olduğun için daha da iyi anlarsın diye düşündüm. Seni tek bulmam lazımdı. O yüzden tuvaletin önünde demek istedim."dedi.

"Amma uzattın."diyerek sıkıldığımı belirttim. Anlattığı zaman sıkılmıştım çünkü. "Ne yapmamı bekliyorsun?"diye konuştum.

Yanımıza Efra yaşında siyah saçı omzunda biten, kahverenkli gözlü, çocukla aynı boyda olan bir kız geldi. "Abi, burada ne arıyorsun?"diyerek gizlice uyarı yapmaya çalıştı ama fark ettiğim için gizli olmadı. Karşımdaki çocuk zorlama bir gülümseme ona sundu. Geldiğine mutlu olmamıştı.

"Abin burada bir yardım istedi."diyerek ona konuyu açıkladım. Bunu beklemiyordu. "Sanırım seni üzecek bir şey yapmış. Açıkçası bu beni ilgilendirmiyor. Aranızda halledin ama insanın kızacak ailesi bile olması güzel. Abinin kıymetini bil."dedikten sonra çocuğa bakarak "Tabi o da senin bilsin."dedim.

"Elbet bir gün buluşuruz yine."diye benim duyacağım şekilde söyledi. Adını bilmediğim bu çocuk bana el salladı. "Hiç sanmıyorum. Seninle benim yolum bir daha kesinlikle karşılaşmaz."diyerek ona baktım. Yüzünde okuyamadığım ve gereksiz bulduğum birkaç duygu geçti ama yabancılarla işim olmazdı.

Yakınlarınla işin çok mu oluyor küçük hanım! Sadece kendini umursayan bencil bir insansın. Kimse umurunda değil. İnsanlar senden yardım isterken bile kimsenin yüzüne bakmadan çekip gidiyorsun. Ne derdin var? Bir yabancı bazen hiç ummadığın tarzda akıl danışmanlığı yapabilir.

Annemlerin yanına gittiğimde kalkmak için hazırlanıyorlardı. Bende onları beklemeye başladım.

Efra "Şu kumral çocuk"diyerek az önce konuştuğum çocuğu gösterdi. "Kim o? Ne istiyor senden?"diye sordu. Bir şeyi görmese etmese şaşarım. Allah'tan annemle babamın gözü Efra gibi keskin değildi de pek görmüyorlardı.

"Bana adres sordu. Bende bilmiyorum dedim. Ayrıca her konuştuğum erkeği hayatımın aşkı sanma gerçekten bir gün ağzının ortasına felaket çarpacağım. Anladın mı beni küçük hanım?"diyerek acıtmayarak kulağını çektim.

"Of! Tamam be! Zaten çocuğun yüzünü göremedim, sana yakışıyor mu bilmiyorum o yüzden soru sormayacağım." diyerek annemlerin yanına gitti. Bir gün beni deli edecekti. Ben birine aşık olmak istemiyordum ki!

İnsanlar kendilerinde olmayan bir özelliği başkasında görünce o kişiye aşık oluyorlardı. Çok yücelttikleri aşk bile kendilerini manipüle etmek içindi.

Gerçek aşka inanmıyordum ama kitaplardaki aşklara bayılıyordum. Bu da kitapların güzelliği gerçek hayatın iki yüzlülüğüydü.

Annemlerin yanından hemen yanıma gelip "Ne olur ilk aşkını bulsan artık! Hem ilk aşklar unutulmazdır."diyerek bana dil uzatıp maymun hareketleri yaparak gitti. Bu kız 18 yaşında mı gerçekten! Sanki 13, 14 yaşındaki ergendi.

İlk aşkın unutulmaz olduğuna inanmıyorum. İlk aşkın önemli olabilmesi için ilk ve son olması gerek. İlk aşklar unutulmaz zırvalıkları boş geliyordu. Bir insan kimi çok severse o kişi unutulmazdır.

Aşk bencillik, sevgi fedakarlıktı ama kimsenin fedakar edecek yüreği olmadığı için herkes aşka yüklendi. Bencillik asil kanlarımızdan durmadan akıp mutsuzlukla zehirlenmemizi sağlıyordu.

Bende arabaya binmeden önce daha demin ki çocukla kızın konuştuğunu gördüm. Onlara daha fazla bakmadan arabaya binip otelin yolunu aldık. Bugün oteldeki son günümüzdü.

🥀🥀

Genç adam, "Şükürler olsun! O günü kafasına takmamış ve güzel bir şekilde hayallerine devam ediyor."diye kendi kendine konuştu.

Yüzünden bile belliydi mutlu olduğu. Konuştuğu zamanda her zamanki Meftun'luğunu yapmıştı. Onun insanları bu kadar takmaması çok iyi bir şeydi.

Yanına kuzeni geldi. " Abi, sen iyi misin?"diye yüzünü sinirden buruşturdu. "Meftun'a niye kendini gösteriyorsun?"diye sordu. "Ya o güne bağlarsa bir şeyleri."diyerek endişeli gözlerle bakmaya başladı. Genç adam onun endişesini takmadı.

"Boşver. O kadar zeki değil anlamaz."dedi.

Siz öyle sanın! diye içinden düşündü genç adam.  O kız her şeyi birbirine bağlayıp çözecek zekâya sahipti. O da zaten Meftun'un bazı şeyleri erkenden anlasın diye karşısına çıkmıştı. Önemli olan bu düğümleri birbirine bağladıktan sonra olacaklardı. Meftun ya yeri göğünden inletecek ya da kılını bile kıpırdatmadan çekip gidecekti. O anki ruh haline bağlıydı.

Genç adam kuzeni sussun diye Meftun'un zeki olmadığını söylemişti ve amacına ulaşmıştı ta ki kız tekrar konuşana kadar. "Patronun bu yaptığımızı duyarsa ne yapacağını biliyorsun değil mi?"diye sordu. Genç kız endişeliydi çünkü abisine bir şey yapmasından korkuyordu.

"Ögrenemeyeceği için bir şey diyemeyecek. Hem senin burada işin yok, yarın gidiyorsun. Patronum seni istemedi hatırlarsan."dedi.

"Sağol abi, kafamı çok rahatlattın."dedi yarı alayla gülerek.

"Seni otogara bırakayım."dedi. Onun rahatladığını biliyordu. Bu işlerde çalışmak kızın hoşuna gitmiyordu. Aynı şekilde onun da hoşuna gitmiyordu ama iblise ayağı bağlı ağzı bantlıydı. Vicdan sesinin kapağını kapatamadığı için her şey ağır geliyordu. İnsanın yapmak istemediği bir şeyi zorla yapması kadar kötü bir şey yoktu. Bunu dibine kadar yaşıyordu. Patronun yanına gittiklerinde çoktan genç kızı otogara bırakmıştı.

Patronun birkaç emirlerini dinledikten sonra uyumak için odasına geçti.

🌲🌲

Sabah kalktığımızda dün akşam hazırladığım bavulu elime aldım asansöre binip aşağıya indim. Babam ve Efra arabanın oradaydı. Babam elimdeki çantayı alıp bagaja koydu. İlyas ve annemde indi.

İlyas "Berkan abi ve tayfası gelmiyor mu?"diye sordu. Efra "Hayır, gelmiyorlar. Onlar bugün buraları gezeceklermiş."dedi.

"Ay!"diyerek ağzımı telefonumla kapadım. "Buna çok üzüldüm."diyerek sevinçten dans ettim.

"Bu kadar üzüldüğünü belli etmeseydin keşke."diyen Efra'ya baktım. "Of! Onlarsız daha iyi. Ben sizin aksinize daha mutluyum."diyerek saçlarımı savurarak arabaya bindim.

İlyas"Baba, Karagöl'e gitmeden önce zipline yapsak olur mu?"diye sordu. "Artvin-Borçka yolundaymış."dedi.

"Olur, yaparsınız."diyerek arabayı çalıştırdı.

İlyas "Karadeniz'den gittikten sonra buraları unutabilecek miyiz?"diye sordu.

"Aidiyet duygusuna ihtiyacım olduğu zaman Karadeniz'in ormanları bana kendilerini açtılar. Bu ormanlar, bana insanlardan daha yakın ve samimi davrandı."Geçtiğimiz ağaçlara bakarak söyledim. "Şimdi sen söyle, sence unutabilir miyim buraları?"diye ona cevabı belli olan soruyu sordum.

İlyas ondan sonra başka bir soru sormadı ve herkes sessiz sessiz yolu incelemeye başladı.

Bazen annemle babamın başına gelebilecek en büyük cezaymışım gibi hissediyordum. Onlarla birlikte kurduğumuz hayalleri çöpe atıp kendimi kaybetmiştim. Benim için hâlen daha çabalıyorlardı ama ben istemediğim için geri çekilip duruyordum. Benim gibi bir evladı hak edecek ne yapmış olabilirlerdi ki? Sanırım birinin çok kötü bedduasını almıştılar.

Hayatımda olan çoğu kişi benim için çabalamaya çalışıyordu ama ben onların hepsini kapı dışarı edip kapının önünde ağlıyordum. Elimden bir şey gelmiyor ve aklımı kara boşlukta kaybediyordum. Kara boşluktan çıkmak o kadar zordu ki çıkayım derken daha da dibe battım. Keşke çoğu şey istediğimize göre hareket edip ümit verseydi. Ne yazık ki öyle bir şey yoktu.

Elinde olsun olmasın bazı şeyler istesende düzelmiyordu. Yıllar geçse de acısı kalbine kök salıyor ve bu kökü koparmak için kalbinin derinlerine inmen gerekiyordu. Bende onu yapmaya çalışıyordum ama bazen yolumu kaybedip kökten çok uzaklaşıyordum.

Nerede hani bizi bekleyen o güzel günler? Bir ben mi kaçırıyordum o günleri?

Niye istediğim gibi olmuyordu?

Bu kadar imkanım varken neden istediğim gibi yürüyemiyordum?

İnsanları hayal kırıklığına uğratmakta usta olan dilim, kalbim ve beynim beni de yok etmeye hazırlanıyorlardı.
Çıkışı bulamadığım için bu yangında bende küle dönüyordum. Anka kuşu olmadığım için küllerimden tekrar doğamamıyordum.

Hayat bir şeyler yaşatıp o şeylere zorunlu bıraktıktan sonra tek başına yapayalnız kalıyordun. Bazen sevdiklerin bile yabancıya dönüşüyordu. Herkesi umutsuzluk çölünde aç susuz bırakıp öldürüyorsun, diye fısıldadı içimden gelen bir ses.

Kalbimi yine daraltmıştım ama bu daraltma kendini baş gösterip ruhumu sıktı, sıktı, ve patlamasını sağladı. Keşke bir şeyleri düzeltme şansım olsaydı. İşin ucunda ölüm yoktu ama kalbim yorgundu.

Kendimi mahçup hissediyordum, mahçup ve işe yaramaz. Ne zaman işe yarar olmaya başladım desem yine kötü bir şeyler olup yaptığım işi de mahvediyordu. İsyan etmek istemiyordum ama bazen ağzımı zor kapatıyordum.

Allah'ım ne olur bir mucize yarat, beni bu boşluktan, hiçlikten, umutsuzluktan kurtar yarabbim. Ne olur ailem için çabaladığım şeyler iyi sonuçlar alsın. Başarılarımı, Evereste değil ama küçükte olsa bir dağa çıkartayım. İşe yarar biri olayım.

Kendimi yine ve yine mutsuz edecek şeyler bulmuştum. Nerede kendinden emin Meftun? Balon olup uzak diyarlara gitti. Üstelik kendini geri getirmek niyetinde de değildi. Uzaklarda mutlu, bu bedendeki halinden kat ve kat daha iyiydi.

Araba durduğunda hızlıca indim. Zipline biraz korkutucu ve heyacanlıdırıcı duruyordu. Yüksekte olması zihnimi rahat bırakacağım anlamına geliyordu. Kafamdakileri Çoruh Nehri'ne bırakıp akıntının götürmesini istiyordum.

Efra ve İlyas direkt görevliyle konuşmaya gittiler. Bir şeyler diyorlardı. Babam "Biz gelmeyeceğiz."dedi.

Annem de arkasından "Eğlenmenize bakın çocuklar."diyerek babamla bir yere oturdular ve bize bakmaya başladılar. İkiside eğlenirlerdi aslında ama canları istemiyordu demek ki.

Bende görevlinin yanına gittim. Bize kask gibi koruyucu şeyleri taktı. Sonrada "Kamera istiyor musunuz?"diye sorunca benle İlyas istemedik.

Gerçekten de şu heyecanı dibine kadar yaşamak varken neden kamerayla uğraşayım ki? Zaten içimde atamadığım şeyler vardı ve onları atmakla uğraşıyordum. Bir de aptal bir kamerayla uğraşamazdım. Ben ne kadar böyle şeyleri yapmayı sevmesem, Efra da bir o kadar bayılırdı. Bu kızla frekanslarımız uyuşmuyordu ama fikirlerimiz benzerdi. Bu çok saçmaydı.

Ben ne kadar karamsarsam, o bir o kadar iyimserdi. Hayata toz pembe gözlükleriyle bakıp kendini ve etrafındakilerini mutlu edebiliyordu. Ben daha çok kötü gözlerle bakıp insanları geriyordum.

Zipline'a önce Efra, onun ardından İlyas ve en sonda ben bindim. Efra çığlık atıp giderken ben ve İlyas sessizdik. Ben böyle şeylerde korkulmadığı sürece bağrılmasını saçma buluyordum. O an bunun keyfini çıkarmak varken ne diye başımı ağrıta ağrıta bağırayım ki? Başım zaten her şeyi içine alıyordu. Bir de bağırarak başımdaki balonu üfleyip büyütemezdim.

Zipline, rüzgarı yüzüme çarptırıp tüm vücudumu ele alıyordu. Adrenalin tutkusu, Eros'un oku gibi kalbime saplanmış, beni mutlulukla ve arzuyla sarhoş etmeye başlamıştı.

Sanki Çoruh Nehri ve rüzgar birlikte çok büyük bir aşk yaşıyor, ben de buna şahit oluyorum. Aşka acayip açtılar hep birbirlerine bulaşıyor ve mutlu oluyorlardı. Saçlarımın uçuşu hoşuma gitti. Kızıl saçlarım Çoruh Nehri'ne görsel şölen oluşturuyordu. Saçlarım daha fazla güzel gözükmek için elinden geleni yapıyordu. Öyle bir andı ki asla bu anı unutmayacaktım. Benim için çok farklı bir deneyimdi. İlk başta ne kadar korkutucuysa yapması bir o kadar eğlenceli ve güzeldi. Her gelenin yapması gereken bir deneyimdi.

Karagöl'e giderken bizimkiler konuşmaya başladı. Birbirlerine şiir alıntıları yapıyorlardı. Onlara odaklanamıyordum çünkü pata küte gittiğimiz yollarda hafiften başım dönüyordu. Karadeniz ne kadar güzelse yolları bir o kadar beterdi.

Annem "Karagöl'e geldik."dediğinde hemen arabadan indim. Doğasını bulmuş hayvan gibiydim.

Öyle bir manzaraydıki burası, tüm kartpostallık manzaralara taş çıkartırdı. Gölün üzerinde ki iskele tam gölün ortasında duruyor. Tahta yerlerine basınca ki o hışırtı bir annenin bebeğine verdiği şefkati gibi beni sardı. Sanki 70'lerde yaşayan biriyim de bu tahta yerde geziyorum. İskelenin başına doğru yürüdüğümde  göl bana  hoş geldin diyor ve bana kendini göstermeye çalışıyor. Zorlada yapmıyor bunu. İsteyerek yapıyor ve bende aşık oluyorum.

Fotojenik olan bu iskelede fotoğraf çekilmeye başladık. Yeşilliklerin arasında kızıl saçlarım nasıl duruyor bilmiyorum ama kir ve pas tutmuş ruhuma yeşilin her tonu olan bu yer çok iyi geliyordu. Kafamdaki şeyleri oturtmama beni, bana kazandırmama yardımcı oluyordu.

Panaromik olarak izlediğim bu göl; bana, temiz bir ruhun bedenden ayrılmış ve  mahşere doğru gitmesi gibi huzur veriyor ve beyin dünyamı açmaya başlıyordu. Dedikleri gibi burası huzurun şekil bulmuş haliydi. Bende bundan fazlasıyla üstüme düşeni alıyordum. Hatta eminim ki Karagöl, buradaki çoğu insandan daha çok bana yaramıştı.

Arabadaki semaveri alıp ahşap oturma yerlerden birine oturduk. Karagöl'ün huzurlu atmosferine kendimizi kaptırıp hakkında mükemmel yorumlar yapmaya başladık.

"Yeşil renginin her tonu, bir ressamın fırçasını paletten alıp tuvale iz bıraktığı gibi Karagöl'e de iz bırakmış. Bu yer gerçekten de çok muazzam. Sanki burası bir hayal alemi. Ben de bu hayalin kurucusuyum. Burası da mekanım." diye Karagöl'e aşkımı belirttim.

Ben yorum yaptıktan sonra Efra da bir şey söyleyecekti ama ses tonu yüksek bir adam konuşmaya başlayınca onun sesi adamınkinin yanında kedi mırıltısı gibi kaldı. Biz de mecburen adama kulak verdik.

"...Cağ Kebabı, eskiden eşkıya kebabı olarak biliniyormuş. İşlediği suçlardan ötürü dağlara çıkarak yaşamını sürdüren suçluların ayakta kalmak için kuzu yakalayıp, pişirmesinden aldığı, eşkıyanın imkansızlıktan iki taş arasına bir şiş uzatarak eti çevirip pişirerek ortaya böyle bir şey çıkarmışlar.  Dağlardaki eşkıyaların yok olmasının ardından yöredeki düğünlerde bu gelenek hüküm sürmeye devam etmiş. Cağ kebabıda yine Anadolu'da kadınların örgüde kullandığı şişlere verilen isim. Ünü Türkiye sınırlarını aşan Cağ Kebabının patentinin Erzurum’da olduğu bilinmekle birlikte bu kebap Artvin ve Erzurum yöresinde yapılıyor. "dedi.

Adam biraz nefes verdikten sonra "Çağ kebabının asıl doğuş yeri Artvin/Yusufeli ama o zamanlar Yusufeli Erzurum'a bağlıymış. O yüzden patenti Erzurum'da ama dediğim gibi bu kebap Erzurum'da da Yusufelin'de de yapılıyor."dedi.

"Peki Artvin ne zaman il oldu?"diye sordu karşısındaki çocuk.

"Artvin 24 Nisan 1924'de il oldu. Sonrada Yusufeli Artvin'e bağlandı."dedi.

Ne yalan söyleyeyim ben böyle bir şey beklemiyordum. Şaşırmıştım.

İlyas "Evet, böyle bir şey duymuştum. Erzurumlular cağ kebabının doğuş yeri Oltu ilçesi, Artvinliler ise Yusufeli ilçesi diyorlar. Bence ikisininde tadı güzel olduktan sonra bunun bir önemi yok." dedi. Sonra babama dönüp "Baba, burada da Cağ Kebabı yiyelim mi?"dediğinde babam onu onayladı.

Efra da "Sen anca boğazını düşün. Başka bir şey düşünme."dediğinde İlyas "Hadi oradan."dedi. Annem de"Başlamayın yine. Kafam kaldırmıyor."dediğinde ikiside çenelerini kapattı.

Aslında annem katı biri gibi gözükse de öyle değildi. Sadece dışarıdan yüzü sert duruyordu. Ha birde herkese gülmüyor diye insanlar ona sert bir kişiliğe sahip  diyorlardı. İnsanlar dış görünüşe, sahte gülümsemelere takıldıkları için gerçek kişilikleri yok sayıyorlardı. Gerçi annem onları pek takmıyor. Çünkü günlerini işte ve bizimle geçirdiği için onun hayatında yer edinmeyen kişilerin söylediği gereksiz şeyleri duymuyor ve umursamıyordu.

Çalışmaya mahkum insanlar çevresindeki aptal sözleri umursayacak zaman bulamıyordu. Çünkü köpek gibi çalışıp eve ekmek parası getirmek zorundalardı. Dedikodu yapmıyorlar, araya fitne fesat sokmuyorlar çünkü sadece çalışmaya odaklanmaları gerek. Hayat herkese adil davranmıyordu.

İnsanlar hayatları boyunca her şeye bir şeyler söylerlerdi. İnsan karakteri hatalarla doluydu. Herkes hatalarına yönelip kendini düzeltmeye çalışsa hiç  kimseye karışmaya zaman bulamazdı. Tabi ki kendini düzeltmek yerine başkasına laf atmak, kimseyi yormadığı ve basit olduğu için herkes bu yolu tercih ediyordu. Yanlış yollar dostmuş gibi dursada aslında düşmandan başkası değildi.

Karagöl'de sandal turları vardı. Annem "Gelmişken bir sandal turu yapalım." dediğinde biz de hevesli hevesli kabul ettik. Efra, gözüne rengi canlı bir mavi olan sandalı kestirdi. Ona bindik.

Karadeniz'in en bakir doğal güzelliklerinden olan bu yerde sandal  yapmak çok keyifli ve ferahlatıcıydı. Ağaçların arasında çiçekler mutlu mutlu bizi karşılayıp gülüyorlar. Ağaçlar ise selam vermek için yapraklarını döküp göle güzel görüntü veriyordu.

Beklediğimden daha iyi olan bu sandal turu sona erince kalbim ağrımadı değil. Cennetin bahçelerinde geziniyormuşcasına yaptığımız bu gezi, bir daha bu kadar huzurlu olamayacağımı bana fısıldıyordu. Bende ona hak veriyordum ama ne yapabilirim ki? Burada kamp kuracak halim yoktu.

Bulutlar ben üzüldüm diye dayanamayıp kendi kendileri çarpışıp ağlamaya başladılar. Şu an da Karagöl kendini tam gösteriyor ve bize güle güle diyordu.

Yağmur doğal bir şekilde yağmaya başladı. Yapay yağmuru sağolsunlar bana öğretmiştilerdi. Yağmur, saç diplerime iyi geliyordu.

Ailemi iyi açıdan şaşırtmak istiyordum ama Kötülükler Tanrıçası beni kuşattığı için bunu yapamıyordum. Düşüncelerime su vuran yağmura binlerce kez teşekkür ettim. Çoğu insan yağmurdan kaçmaya çalışmıyordu. Efra hanım ise nefret ettiği için hemen arabaya bindi. Annemle babamda benimle birlikte yağmuru izlemeye başladılar. İlyas, Efra'nın yanına gitti.

Babam "Meftun, insanlardan kaçarak yaşayamazsın."diye ifadesiz bir şekilde söyleyince içimdeki sönen volkanı tekrar patlattı.

"Bunu seviyorum, sizin gibi onlara yakın olmadığım için mi suçlu oluyorum? Ayrıca onlarla konuşuyorum. Hep sessiz kalıp onlara bir şey demiyormuşum gibi konuşuyorsunuz."diye sitemli söyledim.

Babamın yanında duran annem de "Biz sana biraz daha ılımlı davran diyoruz, bazı şeyleri atlatman gerekir bunu biliyorsun."dediğinde ona bir şey demekle demememek arasında kalmıştım ki arabada olan  Efra yanımızda bitip lafa girdi.

"Evet, abla ben senin eski halini özledim. Gerçi bu halinde aşırı havalı ama yine de eski halinki gibi olsan daha sevimli olursun."diye tatlı bir şekilde söyledi.

Onlara laf söylemek istemediğim için küçük bir çocuğun ailesine alındığı zaman küsüp bir yerlere saklanması gibi ruhum bir yerlere saklandı.

İlyas suratımı görünce ne konuştuğumuzu az çok anlamıştı. "Hadi gidelim. Yağmur biter az sonra."dedi. Karadeniz'de yaz yağmurları aniden başlayıp aniden diniyordu. Karadeniz insanları huyunu yaşadıkları havalardan alıyordu.

Babam "İsterseniz önce Murgul'a gidelim."dedi.

Annem "Yolumuza ters kalıyor. Geç olmaz mı?"diye sordu.

İlyas "Oradaki Şelaleyi çok övmüştüler. Lütfen, gidelim!"dediğinde bana göz kırptı. Şelaleleri sevdiğimi biliyordu. Şu an annemle babama bir şey diyemeyeceğim için kendi söyledi. Beni anlayan kardeşim olduğu için kendimi şanslı hissediyorum.

Babam "İyi gidelim o zaman. Sonra Borçka'daki pansiyona gideriz."dedi.

Gezdiğimiz yerler çok güzelken, yolları virajlı ve taşlıydı. Hayallerimize ulaşırken zorlu yollardan geçiyorduk ama bir şekilde ulaşıyorduk. Kalbim buna dayanamıyor, beynimde aptal olma diyordu. Hayatımda ilk defa kalbimi dinlemek istedim. Kalbimi dinlemenin bedeli ağır olmazdı inşallah.

Murgul, Delikkaya Şelalesi'ne geldiğimizde arabadan inip şelaleye doğru yürüdük.

Delikkaya Şelalesi, kayanın içinden akan su ile oluşan harikalar diyarının başkentinde olan bir şelale.

Şelale, tortul kayaç üzerinde 7 m yükseklikten kireç ve kıl taşının suyu zamanla aşındırmasıyla adeta dans eder gibi 4 m çapındaki doğal bir yüzüğe benzer delikten aşağıya düşüyor.

Suyun sesi, küçük bir çocuğa okunan ninni gibi beni sakinleştirdi ve uykunun gelmesini sağladı. Su sesi, beni her zaman kendime getiren bir sesti.

İlyas "Ormanın yüzüğü diye de geçiyor."dediğinde ne kadar doğru bir tabir olduğunu gözlerimle görüyordum. Kahverengi ağaçların, yeşil ağaçların arasından akan şelalenin önünde durup ünlü bir ressamın tablosuymuş gibi inceliyordum.

Masal kitaplarından fırlamış Karadeniz'in şelaleleri hoşuma gidiyor, kalbime ip takıp oradan çıkıyordu. Etrafta çok fazla insan olmaması daha fazla huzur veriyordu. Bazı insanlar buralara kamp kuruyordu. Karadeniz, kamp yapmak için efsane bir yerdi.

Efra "Üst tarafta yürüyüş yolu var. Biraz yürüyelim. Sonra da gideriz."dediğinde hepimizi yönlendirdi.

Mis gibi toprak kokulu patika var. Patikanın bir tarafında şelaleye giden dere bir tarafında ağaçlar vardı. Ayağımızın altındaki kurumuş yapraklar, her bastığımızda çok güzel ses çıkarıyordu ve kafamı dağıtıyordu.

Dünkü gördüğüm kumral çocuk geldi aklıma. Benimle konuşmak için mi çabalamıştı yoksa gerçekten kardeşi için mi konuşmuştu? Elbet bir gün buluşuruz derken ne demek istemişti? Acaba yine yollarımız kesişirmiydi?

Annem,babam ve Efra önde yürürken benle İlyas arkadan gidiyorduk. İlyas "Annemle babamı da anlamaya çalış, seni tekrar kazanmak istiyorlar."diye yüzüme bakmadan konuştu.

"Onları anlıyorum,sadece kendime güvenmiyorum. Anlamıyorsunuz her gece savaş veriyorum ama içimden bir şey yapmak gelmeyince yapamıyorum. Kendimi zorluyorum ama bir level ileri gidemiyorum." Daha fazla ne diyeceğimi bilemediğim için sustum. Daha fazlasını anlatmaya gücüm yoktu. Anlasın istedim, beni anlasın istedim. Çok zor bir şey istemedim. Anladığını biliyordum ama yine de anlamaz diye ödüm kopuyordu.

Arkamızdan bir çatırdama sesi geldi ve İlyas'la aynı anda döndük. İstemsizce onun kolunu tutmuştum. Bir anda kolunu tutmam onu şaşırtsada bir şey demedi ve sesin geldiği yere baktı. Bende bakıyordum. Sanki gaipten ses duymuştum ve izi yok olmuştu.

İlyas'a "Bakalım mı? Merak ettim."diyerek etrafa baktım. "Başımıza iş almayalım abla, durduk yere."dedi.

"Korku filminde değiliz. Hadi ya!"diyerek onu sürükledim. Annemle babam gözüküyordu onları kaybetmezdik en azından.

İlyas'la sesin geldiği tarafa gidince ikimizi de boğazımızdan tuttular. Bir anda bozguna uğramak afallattı. Öksürmeye çalışıyordum ama olmuyordu. İlyas'a baktığımda o da benimle aynı haldeydi.

Bizi tutan kişiler siyah giyinmiştiler ve tüm yüzlerini kapatarak korku filmlerindeki maskeyi takmışlardı. Kim oldukları belli olmuyordu ama kalbim, heyecandan küt küt atıyordu.

Ormanların arasına sürüklendiğimizde İlyas'la aynı anda bizi tutan kolları ısırdık ve dirseğimizle burunlarına vurduk. Aynı savunma derslerini aldığımız için hareketlerimiz aynıydı. Yere devrilen bedenlerin yüzünü İlyas açmaya çalıştı. İki kişide buna izin vermedi. Hatta biri kalkıp kulağıma eğilip "Tartaros'dan sana mesaj var."diyerek kağıt parçasını cebime sıkıştırdı. Sonra yüzüme yumruk attı. İki maskeli yerden hızlıca kalkıp gözden kayboldular.

İlyas "Az önce biz ne yaşadık?"diye bana tuhaf bir şekilde baktı. Kumral saçları dağılmış ve yeşil gözleri kısılmıştı.

"Bilmiyorum."dedim. Delinin biri bana mektup vermek için böyle oyunlar oynuyor diyemedim.

Efra yanımıza gelip "Yanlış yanlış yollara sapıyorsunuz."diyerek bizi annemgilin yanına götürdü. Biraz daha ormanda gezdik ve Murgul'a veda etmek için arabaya bindik.

Babam "Meftun ve İlyas sizin suratınızın hâli ne?"diye ikimizede bağırdı. Konuşmayınca biraz daha bağırdı ve bir şeyler dedi. Onu duyacak hâlde değildim. Kafam karışmış ve kendimi çok kötü hissediyordum.

Arabada gergin hava oluşmuştu ve camımı ful açtım. Kolumun üstüne kafamı koydum ve yolu izlemeye başladım.

Annem "Murgul'da Eti Bakır madeni varmış. Bakırı buradan çıkarıyorlarmış."diyerek bir şeyler okuyordu. Onu dinlemek huzur sokağında yaşam bulmamı sağladığı için dinledim.

Efra "Berna teyzenin eşi eskiden bakır fabrikasında çalışmıştı değil mi? Sanki bahsediyordu."dedi.

"Evet."dedi.

Borçka'nın Beyazsu yaylasına geldik. Yollar her zamanki gibiydi. Eğer kusabilseydim bunu yapardım ve rahatlardım ama çok nadir kusardım. Yediklerim ağzıma kadar gelir sonra yine geri giderdi ve genzimi alevlerin arasında bırakırdı.

Beyazsu yaylası sırtını Karçal dağlarına dayamış, rahat bir şekilde gülüyordu.

İlyas "Yayladaki bir kayadan çıkan su köpürerek aktığı için bu bölge Beyazsu olarak adlandırılmış."dedi. Bu çocuk bu kadar bilgiyi nasıl hafızasında tutuyordu. Gerçi ben arabada uykuya dalarken o internetten araştırma yapıyordu. Önceden yapmıştık ama bilgilerini tazeliyordu. Akıllı çocuktu ve bu konuda bana çekmişti. Ben akıllıydım ama kendimi aptal gibi göstermeyi seviyordum. İnsanların aptal beklentileri hoşuma gitmiyordu.

Pansiyona geldiğimizde babam önceden ayarladığı için görevliyle konuşması uzun sürmedi ve görevli bize odamızı gösterdi. Bavullarımızı odaya koyduk. Yıldızlı göle gidecektik. Yarın sabah ise erkenden kalkıp gezi kulübündekilerle buluşacaktık. Beyazsu yaylası çok övüldüğü için buraya da gelmek istemiştik.

Yürümeye başladığımızda kendimi dağcılık sporunda gibi hissettim. Karadeniz hep inişli çıkışlıydı. Benim gibi Akdeniz'e alışkın biri buralarda zorlanıyordu. Hayallerim olmasaydı buralara kadar gelmezdim sanırım. İnsanlarının bu kadar çilekeş olmasına şaşırmamak gerekirdi. Tanıdığım bazı Karadenizli insanlar, yerine göre sıcak ve naif yerine göre de soğuk ve kabaydılar.

Karadeniz insanlarında kendini bulman ne kadar hoş Meftun! En azından onların hayat şartları zor, hava durumları hep inişli çıkışlı olduğu için hırçınlaşıyorlardı peki ya senin? Her şeyin mükemmel ve basitti. Sadece şımarıklık ediyorsun.

Yıldızlı göle zor bela ulaşmıştık. Efra'nın bir ara öleceğini sandım. Utanmasa ağlayarak çıkacaktı. Ona takılırdım ama nefes nefese kalmıştım. Bir de ben sporcu olacaktım.

Ayağımı suyun içine daldırdım. "Amanın!"diye aniden ağzımdan çığlık kaçtı. Su bana göre oldukça soğuktu. Benden sonra hepsi ayağını soktu ama aralarında bir tek Efra benimle aynı tepkiyi verdi.

İlyas "Çok güzelmiş."diyerek keyfini çıkarmaya devam etti. Göl, hayal kapısından girinceki ilk yerdeydi ve kendimi yeşil ve maviliğin içine bıraktım. Cebimdeki tokayı çıkarıp saçımı topuz yapıp önden iki tutam açık bıraktım.

Efra fotoğrafımı çekti. Değişik pozlar vermeye başladım. Hatta bir ara ayağımı suya sokup da bir poz verdim ama üşüdüğüm için çok durmadım. Ortaya salak saçma pozlar çıkmıştı ama aşırı eğlenmiştim. Efra'nın ve İlyas'ın da fotoğrafını çektim. Annemle babam İlyas onları çektikten sonra tesise gidip çay içmiştiler. Sonradan tekrar yanımıza geldiler ve ailecek selfie çekildik.

Hava tam karardığı zaman artık gitme vaktimiz gelmişti. Şimdi sıkıntımız geldiğimiz yolu geri dönmekti çünkü yollar eğimli ve taşlıydı. Etraf  izlediğim gotik filmlerdeki gibi korkutucu olmadan gitsek güzel olurdu.

İlyas "Hemen gitmemiz gerek. Yoksa yolu bulamayız."dedi ve hepimizi sözleriyle çekiştirdi. İnternette burayı bilen biriyle çıkın diyordu keşke bizde öyle yapsaydık. Gerçi bir iki aile de bizim gibi gidiyordu, o yüzden çok sıkıntı olmazdı sanırım.

Çıktığımız yerden yavaş yavaş inerken bir anda her yer karanlık oldu. Annemle babam gözümden kayboldu. "Sakin ol! Panik yapma!"diyerek yavaş yavaş inmeye başladım.

Ta ki karşıma Barbie ve onun sevgilisi Ken'i andıran bir kızla erkek çıkana kadar.

Continue Reading

You'll Also Like

FİRUZE By Nisa

Teen Fiction

7K 147 11
Abisinin ekibinde olan yüzbaşıyla, kaderleri birleşecek olan bir kızın hikayesi. Bir tarafta geçmişi onu yaralarken, yaralarını yüzbaşı sarabilecek...
6.5K 792 23
"Kaç estağfirullah kurtarır ziyanda kalmış hâlimizi, şükürler aldığımız nefese dahi yetmezken?"
32.4K 1.4K 20
Bu hikâye bana aittir. Konunun kopyalanması ya da kitabın devamının getirilmesi durumda hak ihlali nedeniyle gerekenler yapılacaktır.
304 50 9
Hayat bize iki seçenecek sunar, önemli olan hangisini seçeceğimiz, Mahalleye yeni taşınan hayaller ülkesinde yaşayan güzeller güzeli Yasemin. Mahall...