Nutuk

By WattpadClassicsTR

16.7K 726 245

Mustafa Kemal Atatürk tarafından kaleme alınan Nutuk (Söylev) yeni Türkiye devletinin yazılan ilk tarihidir... More

Bölüm 1
Bölüm 2
Bölüm 3
Bölüm 4
Bölüm 5
Bölüm 6
Bölüm 7
Bölüm 8
Bölüm 9
Bölüm 10
Bölüm 11
Bölüm 12
Bölüm 13
Bölüm 14
Bölüm 15
Bölüm 16
Bölüm 17
Bölüm 18
Bölüm 19
Bölüm 20
Bölüm 21
Bölüm 22
Bölüm 23
Bölüm 24
Bölüm 25
Bölüm 26
Bölüm 27
Bölüm 28
Bölüm 29
Bölüm 30
Bölüm 31
Bölüm 32
Bölüm 33
Bölüm 34
Bölüm 35
Bölüm 36
Bölüm 37
Bölüm 38
Bölüm 39
Bölüm 40
Bölüm 41
Bölüm 42
Bölüm 43
Bölüm 45
Bölüm 46
Bölüm 47
Bölüm 48
Bölüm 49
Bölüm 50
Bölüm 51
Bölüm 52
Bölüm 53
Bölüm 54
Bölüm 55
Bölüm 56
Bölüm 57
Bölüm 58
Bölüm 59
Bölüm 60
Bölüm 61

Bölüm 44

45 4 0
By WattpadClassicsTR







Pontus Meselesi

Saygıdeğer Efendiler, genel konuşmamın başında bir Pontus Meselesinden söz etmiştim. Bu mesele, belgeleriyle herkesçe bilinmektedir. Ancak bizi de çok uğraştırdığından, burada, onunla ilgili bazı noktalara dokunacağım.

1840 yılından beri; yani üç çeyrek yüzyıldan beri, Anadolu'nun Rize'den İstanbul Boğazı'na kadar uzanan Karadeniz bölgesinde, eski Yunanlılığın diriltilmesi için çalışan bir Rum topluluğu vardı. Amerikalı Rum göçmenlerden Rahip Klematios adında biri, ilk Pontus toplantı yerini şimdi halkın "Manastır" dediği bir tepede İnebolu'da kurmuştu. Bu teşkilâta bağlı olanlar, zaman zaman biribirinden ayrı eşkiya çeteleri kurarak faaliyet gösteriyorlardı. Dünya Savaşı sırasında da, dışarıdan gönderilip dağıtılan silâh, cephâne, bomba ve makineli tüfeklerle, Samsun, Çarşamba, Bafra ve Erbaa Rum köyleri sanki bir silâh deposu durumuna gelmişti.

Ateşkes Anlaşmasından sonra, bütün Rumlar, Yunanlılık millî dâvâsı ile her tarafta şımardığı gibi, Ethniki Hetairia (Etniki Eterya) Cemiyeti'nin propagandacıları ile Merzifon'daki Amerikan kuruluşlarının manevî destekleri ile eğitilip yetiştirilen, maddî bakımdan da yabancı hükûmetlerin silâhlarıyla güçlendirilip cesaret verilen bu bölgedeki Rumlar da, bağımsız bir Pontus hükûmeti kurma emeline düştü. Bu maksatla genel bir ayaklanma hazırladılar. Dağlara çekildiler; Amasya, Samsun ve dolayları Rum Metropolit'i Yermanos'un idaresinde düzenli bir programla çalışmaya başladılar. Bir yandan da, Samsun'daki Rum komitecilerinin başkanı olan Reji Fabrikası Müdürü Tokomanidis, İç Anadolu ile haberleşme sağlamaya çalışıyordu. Bazı yabancı hükûmetler, Pontus hükûmeti'nin kurulması için yardımcı olacaklarına söz verdiler. Samsun ve dolaylarındaki Rum nüfusunu arttırmak için de, Rusya'daki Rum ve Ermenileri Batum'da topladılar. Onları, Türk Kafkas Ordularından alınıp Batum'da depo edilen silâhlarla donatarak, sahillerimize çıkarmaya başladılar. Çetecilik etmek üzere, sahillerimize çıkarılabilecek birkaç bin Rum'u Sohum'da Haralambos adında bir adamın başına topladılar. Batum'da toplananların da Haralambos'un etrafında toplananlara katılmaları sağlanıyordu. Bunlar, memleketimiz içinde, Samsun'daki bazı yabancı devlet temsilcileri tarafından korunuyor ve silâhlandırılıyordu. Kıyılarımıza çıkan bu çeteler, "göçmenleri besleme" maskesi altında, yabancı hükûmetler tarafından yedirilip giydiriliyordu. Yabancıların Kızılhaç kurulları arasında gelen subayların da örgüt kurmak, çetelerin askerî öğretim ve eğitimi ile uğraşmak ve gelecekteki Pontus hükûmetinin temelini atmakla görevlendirildikleri anlaşılıyordu.

4 Mart 1919 tarihinde, İstanbul'da "Pontus" adıyla yayınlanmaya başlayan bir gazetenin başmakalesinde "Trabzon ilinde Rum cumhuriyetinin kurulmasına çalışmak maksadıyla yayınlandığı" ilân edilmişti.

Yunanistan'ın bağımsızlığını kazanma gününe rastlayan 7 Nisan 1919 günü, her yerde ve özellikle Samsun'da gösteriler yapıldı. Yermanos'un küstahça davranışları, Rumların düşünce ve emellerini açığa vurdu. Bafra ve Çarşamba dolaylarındaki yerli rumlar sık sık kiliselerde toplanıyor, örgütlenmelerini ve donatımlarını artırıyorlardı. 23 Ekim 1919 tarihinde, Doğu Trakya ve Pontus için merkez olarak İstanbul kabul edilmişti. Venizelos, İstanbul'un merkez olarak kabul edilme konusunun daha sonraki bir tarihe ertelenerek, bunun yerine Pontus hükûmeti kurulması düşüncesini ortaya atmış ve İstanbul Patrikhanesi'ne buna göre talimat vermişti. Aynı zamanda, İstanbul'da gizli bir Yunan polis teşkilâtı kurmakla görevlendirilen Albay Alexandros Zimbrakakis tarafından Pontus jandarma teşkilâtını düzene sokmak üzere Eiffel (Eyfel) adlı Yunan torpidosuyla, bir subaylar kuruluda gönderilmişti. Türkiye'de bu türlü işler olurken Batum'da da 18 Aralık 1919'da Pontus Rum Hükûmeti adıyla bir hükûmet kurulmuş ve teşkilâtlanmaya başlamıştı. 19 Temmuz 1920'de de Batum'da, Karadeniz, Kafkas ve Güney Rusya Rumları tarafından Pontus Meselesi ile ilgili bir kongre toplandı. Bu kongrenin raporu üyelerden biri aracılığıyla İstanbul'da Rum Patrikliği'ne gönderildi. Pontusçular 1920 yılının sonlarına doğru çalışmalarını büsbütün arttırarak iyiden iyiye ortaya çıktılar. Bizi, ciddî tedbir almaya mecbur ettiler.

Dağlarda kurulan Pontus teşkilâtı şöyleydi:

a) Birtakım çetebaşlarının emrinde silâhlı ve savaşçı kuvvetler,

b) Bunların beslenmesine hizmet eden üretici Pontus halkı,

c) Yönetim ve güvenlik kuvvetleri ile şehirlerden ve köylerden yiyecek sağlamakla görevli ulaştırma kolları.

Çetelerin çalışma bölgeleri birbirinden ayrılmıştı. Pontus eşkiyasının kuvveti başlangıçta 6.000-7.000 silâhlı idi. Daha sonra her taraftan katılanlarla 25.000'e yaklaştı. bu kuvvet yeterli küçük birliklere ayrılarak, çeşitli yerlerde barınıyordu. Pontus Çetelerinin bütün işleri, İslâm köylerini yakmak, Müslüman halka, karşı akıl ve hayale sığmaz zulümler yapmak, cinayetler işlemek gibi kan içici bir sürünün yaptıklarından başka bir şey değildi.

Biz, Anadolu'ya çıkar çıkmaz, Türk halkını dikkat ve uyanıklığa davet ettik. Doğabilecek tehlikelere karşı tedbirler almaya başladık.

Merkezi Sivas'ta bulunan 3. Kolordu, yalnız, çeşitli bölgelerde gözüken çeteleri takip ve ortadan kaldırmakla uğraştı. Trabzon bölgesinde dolaşan Köroğlu adındaki Rum çetesiyle, Eftalidi Çetesi ve öteki çeteler, merkezi Erzurum'da bulunan 15. Kolordu tarafından takip edilerek ortadan kaldırılıyordu. Bir taraftan da Pontus eşkiyasının dönüp dolaştığı yerlerde, halk silâhlandırılarak millî teşkilât kuruldu.


Anadolu Ortasında Yeniden Çıkan Bir Takım İç İsyânlar

Efendiler, Sivas'ın kuzeyinde ve Yozgat'ta çıkan ve sizlerce de bilinen iç isyan olaylarından başka, 1920 yılı sonlarında yeniden Anadolu'nun ortasında, Zile taraflarında Küçük Ağa, Deli Hacı Aynacıoğulları, Erbaa yakınlarında Kara Nâzım, Çopur Yusuf; başka yerlerde Deli Hasan, Küçük Hasan gibi birtakım serserilerle Yozgat Çayözü Çerkezlerinden kurulu çeteler; 1921 yılı başlarında da Koçkiri Aşiretinin beylerinden Haydar Bey; İstanbul'da Seyit Abdülkadir'den aldığı talimat üzerine, Alişan ve akrabasından Naki, Alişir ve daha başkaları ile birlikte isyan hareketlerine başladılar. Birçok kuvvetimiz bir taraftan Pontusçuları diğer taraftan da bu âsileri izleyip ortadan kaldırmakla uğraşıyorlardı.


Merkez Ordusu'nun Kurulması ve Nurettin Paşa'nın Komutanlığa Getirilmesi

Efendiler, hatırlarsınız ki, Nurettin Paşa, Yunan ordusunun ilk defa saldırır gibi görünmesi karşısında, birtakım boş ve mantıksız düşünceler ileri sürdüğü için, kendisine görev verilmemiş olduğundan, bir mektupla, bizimle çalışamayacağını bildirerek ve izin alarak Taşköprü'ye gitmişti. O tarihten beş ay sonra, bazı kimseler, Nurettin Paşa adına gerek Fevzi Paşa Hazretleri'ne gerek bana, kendisine bir görev verilirse, bunu ciddiyet ve samimiyetle yapacağını söyleyerek aracılık ettiler. Biz de Anadolu'nun orta kesiminde güvenliği sağlamakla görevli bulunan kuvvetlerimizi bir komuta altında birleştirmekte yarar gördüğümüzden, 9 Aralık 1920'de Sivas'taki 3. Kolordu'yu kaldırarak onun görevini yeni kurduğumuz Merkez Ordusu'na verdik. Bu ordunun komutanlığına da Nurettin Paşa'yı getirdik.

Nurettin Paşa, merkez bölgesinde bir yıla yakın görev yaptı. Fakat, milletvekillerinin, kendi yetkisi dışına taşarak bazı yurttaşların haklarına el uzattığı yolundaki şikâyetleri ve İçişleri Bakanlığı'na soru önergeleri vermeleri, Bakanlığın da şikâyetleri haklı bulması üzerine, Meclis'in isteği ile Kasım 1921 başlarında görevden alındı. Meclis, Nurettin Paşa'nın yargılanmasına karar verdi. Bu durum benimle Bakanlar Kurulu arasında da bir anlaşmazlığın çıkmasına yol açtı. Ben, Nurettin Paşa için uygulanması istenen işleme katılmadım. Fevzi Paşa Hazretleri de benim görüşüme katıldı. İkimizle Bakanlar kurulu arasında doğan anlaşmazlık Meclis'çe çözüldü. Meclis'te Nurettin Paşa'yı savundum. Kendisi için ağır bir işlem uygulamasının önledim.

Nurettin Paşa'yı bundan sekiz ay kadar sonra, 1. Ordu Komutanlığı'nda göreceğiz.

Saygıdeğer Efendiler, Sakarya Savaşı'ndan sonra, Başkomutanlık ve Genelkurmay Başkanlığı görevini Ankara'da yürütüyordum. Ben, aynı zamanda öteki vazifelerimle de uğraşıyordum. Üç dört ay geçmemişti ki, Meclis'te Sakarya Zaferini unutanlar, muhalefette ileri gitmek isteyenler, kendilerini göstermeye başladılar, Sakarya Savaşı'ndan önce başlayıp, birbiri ardınca gelmiş olan Malta tutuklularından bazılarının bu muhalif akımlarda kışkırtıcılık ettiği anlaşılmıştı. Bu noktayı izninizle biraz açıklayayım.


Malta'dan Yeni Dönen Bayındırlık Bakanı Rauf Bey'le Kara Vasıf Bey Güdülen Askerî Siyaseti Öğrenmek İstiyorlardı.

Rauf Bey, 15 Kasım 1921'da Ankara'ya gelmişti. Rauf Bey'i, 17 Kasım 1921'de, boşalan Bayındırlık Bakanlığı'na seçtirdik.

Rauf Bey'den sonra, Ankara'ya gelen Kara Vasıf Bey'i de Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Gurubu'nun Yönetim Kurulu Üyeliğine seçtirdim. Bu iki şahsın birinden hükûmette, diğerinden gurupta yararlanmayı düşünmüştüm. Çok geçmedi, birgün Rauf Bey'in Bakanlar kurulu'nda bir konunun açıklanmasını istediği haber verildi. Aynı günde, Kara Vasıf Bey'in de gurup kurulunda aynı konuyu öğrenmek istediği bildirildi. Bu iki zatın aralarında önceden kararlaştırdıkları anlaşılan konu şuydu: "Güdülen askerî politika nedir?" Bu sorudan nasıl bir anlam çıkarılabilirdi? Neyi anlamak istiyorlardı? Bizim yürütmekte olduğumuz siyasî ve askerî politika belli olmuştu. Geleceğimiz tam olarak sağlanıncaya kadar, düşmanlarla vuruşmak ve onları yeneceğimize olan kesin bir inançla savaşa devam etmek... İşte ortaya atılan soru ile demek isteniliyordu ki, ne olursa olsun savaşa devam etmekle sonuç almak mümkün müdür? Mümkün olmadığı ihtimalini hesaba katarak daha şimdiden daha başka tedbir ve çarelere - anlatmak istediklerine göre, siyasî çarelerdir - başvurarak içinde bulunduğumuz tehlikeli duruma son vermek yerinde olmaz mı?

Elbette, ne Bakanlar Kurulu'nda ne de Gurup Yönetim Kurulu'nda böyle bir konunun görüşme ve tartışma konusu edilmesine izin vermedim. Bunun üzerine Rauf Bey Bakanlıktan, Kara Vasıf Bey de Gurup Yönetim Kurulu'ndan çekildiler. 13 Ocak 1921 tarihinde Meclis'te Rauf Bey'in istifası okunurken, aynı tarihli bir istifa yazısı daha okunmuştu. Bu istifa yazısı, Millî Savunma Bakanı olan Refet Paşa'nındı.

Efendiler, Refet Paşa'nın istifa sebebini birkaç kelime ile açıklayayım: 4 Ocak 1922 günü, Meclis'in bu gizli oturumunda şöyle bir konunun tartışması yapılmıştı. Başkomutanlık ve Genelkurmay Başkanlığı Ankara'da oturuyormuş. Cepheden uzak bulunuyormuş. Bundan şu sonuç çıkarmış ki, benim hem Başkomutan hem de Meclis Başkanı olmam sakıncalı imiş. Ordu işleri iyi gitmiyormuş. Meclis bir savaş komisyonu kurarak, ordunun durumunu icelemeliymiş. Genelkurmay Başkanı, aynı zamanda Bakanlar Kurulu Başkanı olduğundan, Genelkurmay işleri de iyi gitmiyormuş. Fevzi Paşa Hazretleri yalnız Bakanlar Kurulu Başkanlığı'nda kalsın, Genel Kurmay Başkanlığı ile Millî Savunma Bakanlığı birleştirilsinmiş.

Millî Savunma Bakanı olan Refet Paşa, bu tezi kürsüden bizzat savunuyordu. Bu görüşlere şu yolda cevap verdim:


Benim Şahsen Ankara'dan Uzaklaşmam İsteniyordu

Başkomutanlık ve Genelkurmay Başkanlığı pek yerinde olarak Ankara'yı merkez edinmiştir. Görevini en iyi bir şekilde buradan yürütmektedir. Gerektiğinde, ne vakit nereye gideceğine kendisi karar verir. Cephe ile bizzat uğraşan cephe komutanı vardır. Gereksiz yere, benim şahsen Ankara'dan uzaklaşmamı istemenin anlamı yoktur. Genelkurmay Başkanlığı ile Millî Savunma Bakanlığı, Başkomutanın emri altında, Başkomutanlık Komuta Merkezini oluşturur. Ayrı ayrı değildir. Genelkurmay Başkanı olan Fevzi Paşa Hazretleri'nin Ankara'da bulundukça Bakanlar Kurulu Başkanlığını da yapması, bugün için bir zorunluluktur. Çünkü, onun yokluğunda, Refet Paşa ona vekâleten, Bakanlar Kurulu Başkanlığı görevini de yapmıştı. Başaramamıştı. Bakanlar Kurulu'nda karışıklık başladı. Bakanlar toplanmaz oldular. Fevzi Paşa Hazretleri'nin dönüşü, bakanların şikayeti üzerine oldu. Ordu ile ilgili olarak yaptığımız işlerin denetlenmesi için Meclis'in bir komisyon kurmasını sakıncalı görmem. Ancak bu komisyon benim başkanlığım altında olur.

Gerçekten, bu komisyon, dediğim şekilde kuruldu. Eski Harbiye Nâzırı Cemâl Paşa'da komisyona üye olarak seçildi. Öteki hususlarda Refet Paşa ve diğerlerinin görüşleri benimsenmişti. İşte bunda dolayı istifaya hazırlanan Refet Paşa istifasını Rauf Bey'in istifasıyla aynı günde vermiş oluyor.


İkinci Gurup Kuruluyor

Efendiler, yeri düşünce bilginize sunmuştum ki, Meclis'te kurduğumuz Müdafaa-i Hukuk Gurubu, Meclis görüşmelerinin iyi gitmesini ve Bakanlar Kurulu çalışmalarının aksamadan yol almasını sağlama bakımından sonuna kadar yardımcı oldu. Fakat bir taraftan da muhalif duygu ve düşüncede olanlar, her gün biraz daha taraftar buldukça, Gurub'un çalışmasını güçleştirmeye başladılar. Muhalefet düşüncesinin ana kaynağı, Müdafaa-i Hukuk Gurubu tüzüğünün temel maddesindeki ikinci noktaydı. Yani hükûmet kuruluşunun Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'na uygun olarak yapılması meselesi..

Programın ilk maddesinin son fıkrası, duygu ve düşücelerde tam bir uyuşma sağlanmasına sürekli bir engel olarak kaldı. Bu sebeple gurup içinde de görüş ayrılıkları ve disiplinsizlik başgösterdi. Birtakım kimseler guruptan ayrıldı. Ayrılanlar dışarıdakilerle birleşerek gurubu yıkmaya çok çalıştılar. Alınan tedbirler buna engel oldu. Sonunda İkinci Grup adıyla yeni bir grup oluştu. Bu grubu oluşturanlar, memleketteki Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nden ayrılmadıklarını, onun kongrelerde tespit edilen gayelerinin takipçisi bulunduklarını iddia ediyorlardı. İkinci Guruba önayak olanlar görünüşte Salâhattin ve Hüseyin Avni Bey'lerdi. Birinci derecede faaliyet gösteren ve kışkırtanların ise Rauf ve Kara Vasıf Beyler olduğu anlaşılıyordu.

Bu gurubun faal ve inatçı üyelerinden olan Samsun milletvekili Emin Bey, son zamanlarda bir vesileyle Ankara'ya gelmişti. Bütün gerçekleri anlamıştı; kışkırtıcı ve bozguncuları lânetliyordu. Bu kişi bana şunu anlattı: Rauf Bey, İkinci Gurubu kışkırtıyor ve aşırı davranışlara sürüklüyormuş. Emin Bey, Rauf Bey'e demiş ki: "Bizi sürüklediğiniz bu iş darağacına kadar gider... O zaman bizimle beraber bulunacak mısınız?" Rauf Bey, şu cevabı vermiş: "Beraber bulunmazsam, alçağım!"

Efendiler, bildiğiniz üzere, o zaman yürürlükte olan kanuna göre, Bakanlıklar için, ben Meclis'e aday gösterirdim. Milletvekilleri, gösterdiğim adaya olumlu veya olumsuz oy verirler yahut da çekimser kalırlardı. İkinci Gurup, benim adaylarımı dikkate almadan, kendi gurupları adına ortaya attıkları adaylara, kanuna aykırı olarak oy vermek şekliyle, hükûmetin kurulmasını engellemeye başladılar.

Efendiler, Meclis'te ordu aleyhine de bir hareket yaratılmıştı. Diyorlardı ki, Sakarya Savaşı'ndan sonra aylar geçtiği halde, ordu niçin saldırıya geçmiyor? Mutlaka saldırmalıdır. Hiç olmazsa, sınırlı, belirli bir cephede saldırı yapılmalıdır ki, ordumuzun taarruz yeteneği olup olmadığı anlaşılsın! Bu harekete karşı direndik. Maksadımız, bütün hazırlıklarımızı tamamlayarak genel ve kesin sonuca götürücü bir saldırı yapmak olduğu için, sınırlı bir cephede saldırı görüşünü benimseyemezdik; bunda bir yarar yoktu.

Muhaliflerde uyanan anlayış, ordumuzun saldırı gücünü kazanamayacağı noktasında toplandı. Bunun üzerine, ordunun saldırıya geçirilmesi yolundaki hücumlarını durdurdular. Hücum sistemini değiştirerek başka bir görüş ortaya attılar. Bu defa dediler ki, bizim asıl düşmanımız Yunanlılar, Yunan ordusu değildir. Zaten Yunan ordusunu tamamen yenmiş olsak da iş bununla bitmez. İtilâf Devletleri'ni, özellikle İngilizleri savaşla yenmek gerekir. Bunun için Yunan ordusuna karşı bir perde hattı bırakmak, asıl orduyu Irak'ın kuzey sınırına yığıp, İngilizlere saldırmak gerekir. Dâvâmızın savaşla halledilmesi görüşü benimseniyorsa yapılacak iş budur.


Ordu Saflarına Kadar Yayılan Bozgunculuk Telkinleri

Efendiler, bu kadar anlamsız ve mantıksız olan düşüncelere iltifat etmedik. Bunun üzerine muhaliflerin elebaşları yeni bir propaganda çıkardılar: Nereye gidiyoruz? Bizi kim nereye sürüklüyor? Meçhullere?.. Koskoca bir millet, belirsiz, karanlık hedeflere akılsızca sürüklenir mi? Bu propaganda, Meclis binasından, Ankara çevrelerinden ordu saflarına kadar yaydırıldı. Orduya her araç ile bu bozguncu telkinler yapılmaya çalışılıyordu.

Rauf Bey, sık sık gizlice diyordu ki: "Hiç olmazsa gerçek durumu bana söyle, ordu ne durumdadır? Gerçekten saldıramayacak mı?

4 Mart 1922 günü akşamı, cepheyi kontrol etmek üzere, Ankara'dan ayrılmaya karar vermiştim. Dolayısıyla o gün Meclis'teki gizli oturumda, bazı açıklamalarda ve ricalarda bulundum. Kendilerine anlattım ki, Sakarya Meydan Savaşı'ndan sonra, düşman ordusunu Eskişehir - Seyitgazi - Afyonkarahisar kesimine kadar kovalayan kuvvetlerimiz, bütün ordu olmayıp yalnız süvarilerimiz ve süvari birliklerimize destek olmak üzere ileri sürülen bazı tümenlerimizdi.


Ordumuzun Kararı Saldırıdır

Ordumuzun kararı saldırıdır. Ama bu saldırıyı erteliyoruz. Sebebi, hazırlığımızı iyice tamamlamak için biraz daha zaman gerekmektedir. Yarım hazırlıkla, yarım tedbirle yapılacak saldırı, hiç saldırmamaktan çok daha kötüdür. Bekleyişimizi, saldırı kararından vazgeçtiğimiz veya bunu başarmaktan ümidimizi kestiğimiz şeklinde anlamak ve yorumlamak yersizdir.

Bundan sonra şu görüşleri dile getirdim: Osmanlılar, yapacakları askerî harekâtın genişliği ölçüsünde hazırlıklı ve tedbirli davranmadıkları ve daha çok duygu ve hırslarının etkisi altında hareket ettikleri için, Viyana'ya kadar gittikleri halde, geri çekilmeye mecbur olmuşlardır. Ondan sonra Budapeşte'de de duramadılar. geri çekildiler. Belgrat'ta da yenilerek geri çekilmeye mecbur edildiler. Balkanları terk ettiler, Rumeli'den çıkarıldılar. Bize, içinde daha düşman bulunan bu vatanı miras bıraktılar. Bu son vatan parçasını kurtarırken olsun, hırslarımızı, hislerimizi bir yana bırakarak dikkatli olalım. Kurtuluş için... Bağımsızlık için, eninde sonunda düşmanla bütün varlığımızla vuruşarak onu yenmekten başka karar ve çare yoktur ve olamaz!

Sinir gevşetici sözlere, telkinlere önem verilmemeli ve güvenilmemelidir. Osmanlı yönetim ve siyasetinin yarattığı bu türlü zihniyetler reddedilmelidir. "Ordu ile savaşla, inatla bu işin içinden çıkılmaz" şeklindeki dış kaynaklı öğütlere uymakla, bir vatan, bir millet bağımsızlığı kurtulamaz. Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir. Bunun aksini düşünerek hareket edeceklerin çok acı sonuçlarla karşılaşacaklarına şüphe yoktur. Türkiye işte bu yoldaki yanlış düşüncelere, yanlış zihniyetlere sahip olanlar yüzünden, her asır, her gün, her saat biraz daha gerilemiş, biraz daha çökmüştür. Bu çöküş, yalnız maddî alanda olsaydı, hiçbir önemi yoktu. Ne yazık ki, çöküş ahlâki ve manevi değerleri de içine almış görünüyor. Hiç şüphe yok ki, bu büyük memleketi bu koca milleti dağılıp yok olmanın uçurumuna sürükleyen başlıca sebep bu olmuştur.

Efendiler, bilirsiniz ki, Meclis'te bu anlattığım dönemde en çok olumsuz ve karamsar rol oynayanlar, vaktiyle, Türk Milletinin kendi kendine bağımsızlığını elde edemeyeceği görüşünü ileri sürmüş olan kimselerdi. Şunun bunun mandasını istemekte direnenlerdi. Onun için görüşlerime şunları da ekledim ve dedim ki: "Efendiler, maddî ve özellikle manevi çöküş korku ile.. güçsüzlükle başlar...

Güçsüz ve korkak insanlar, herhangi bir felâket karşısında, milletin de uyuşukluğa düşmesine ve çekingen bir duruma gelmesine yol açarlar. Güçsüzlük ve kararsızlıkta o kadar ileri giderler ki, âdeta kendi kendilerine hakaret ederler. Derler ki, biz adam değiliz ve olamayız! Kendi kendimize adam olmamıza imkân yoktur. Biz, kayıtsız ve şartsız olarak varlığımızı bir yabancıya teslim edelim. Balkan Savaşı'ndan sonra milletin ve özellikle ordunun başında bulunanlar da başka türlü, fakat yine aynı zihniyeti benimsemişlerdi.

Türkiye'yi, böyle yanlış yollarda çökme ve yok olma uçurumuna sürükleyenlerin elinden kurtarmak lâzımdır. Bunun için bulunmuş bir gerçek vardır. Ona uyacağız. O gerçek şudur: "Türkiye'nin düşünen kafalarını yepyeni bir imanla donatmak... Bütün millete taptaze bir manevî güç vermek.

Continue Reading

You'll Also Like

7.7K 672 16
Şeytanın bataklığına çekiliyorum.. 22.05.2020 - 22.05.2020 Tamamlandı ✔️✔️
473 59 4
Ormandaki evinde yalnız yaşayan Jennie'nin yaralı bir kurt bulması ile başlayan bir öykü.. [taennie]
121K 7.1K 13
Hepimiz çok okunmak isteriz. Daha iyi nasıl yazarım diyorsanız bu kitap tam size göre.
659K 40.8K 26
"Benim adım yok Narin, gölgem yok, ayak izim yok." dedi umutsuzca. "Olsun!" dedim omuz silkerek. Onun aksine umarsız çıkıyordu sesim. "Adını dilim...