HALEF

By lemveli

937K 73.6K 46.4K

Ansızın bir fırtına başladı, tüm gerçekler saklandığı yerden çıkıp onların üzerine devrildi. Hikâyelerinin m... More

HALEF
I - ❝Rüyamdaki Gizemli Adam❞
II - ❝Geçmişin İkinci Kamçısı❞
III - ❝Düğümlenen Zihin❞
IV - ❝Gözlerimdeki Ceset❞
V - ❝Yağmurun Yıkadığı Ruhlar❞
VI - ❝Bataklıkta Açan Çiçek❞
VII - ❝Martıyı Umursayan Okyanus❞
VIII - ❝Rüyalarda Buluşuruz❞
IX - ❝Seni Kaybettim❞
X - ❝Hislerim Sakallarında Saklı❞
XI - ❝Sana... En Çok Sana.❞
XII - ❝Satırlara Hapsolan Karakterler❞
XIII - ❝Yanımda Kal❞
XIV - ❝Güzel Bir Şey❞
XV - ❝Parçalanan Güvenin Acıtan Kırıntıları❞
XVI - ❝Uçuruma Koşmak❞
XVII - ❝Yaşanmaması Gereken Gün❞
XVIII - ❝Adımı Söyle Bana❞
XIX - ❝İliklere Kadar İlk❞
XXI - ❝Acıya Mesken Ruh❞
XXII - ❝Güneş Batacak❞
XXIII - ❝Sönmüş Sokak Lambası❞
XIV - ❝Yüreğe Batmış Çiviler❞
XV - ❝Öpülen Avuçlara Düşen Kor❞
HALEF - II - DÜŞÜŞ
I - ❝Boğulmak ya da Ona Tutunmak❞
II - ❝Kuşunun Peşini Bırakmayan Kafes❞
III - ❝On İkiye Kadar❞
IV - ❝Filizlenmeden Tekrar Küllenen Ruh❞
V - ❝Pişmanlıklar ve İhanetler❞
VI - ❝Gemisini Bekleyen Sahil❞
VII - ❝Öfkenin Şefkate Yenilgisi❞
VIII - ❝Bir Yemin, Bir Yeni Sayfa, Tek Hayat❞
IX - ❝Sevdanın Vekâleti❞
X - ❝Takvimin Karanlık Günü❞
XI - ❝Mezarlar ve Doğumlar❞
XII - ❝Acının Tedavisi❞
XIII - ❝Yaralı ve Yâr❞
XIV - ❝Gerçekler ve Rüyalar❞
XV - ❝Düşler ve Düşüşler❞
TEŞEKKÜR & AÇIKLAMA & PLAYLİST
ÖZEL BÖLÜM 1
ÖZEL BÖLÜM 2

XX - ❝Takvimin Veda Günü❞

19.8K 1.7K 1.1K
By lemveli

"Hangi takvimin tek bir günü ayıracak bizi?

Söyle bana.

O sayfayı tamamen koparacağım."

XX- "Takvimin Veda Günü"

Her yıl anne ve babalar günü olurdu ve o iki gün benim için bir felaketle gelirdi. Dokuz yaşındaydım sanırım. Turan, Anneler Günü için mavi takım elbisesini giyerek komik göründüğünün farkında olmadan evde koşuşturuyordu. Kötü olmamam için annesine aldığı hediyeyi benden günlerce saklamıştı. Fakat biliyordum işte... Bugün o gündü. Benim mahrum olduğum iki günden biriydi.

Odamda yatağımın üzerinde oturup bebeklerime bakıyordum. Ben onların annesi sayılır mıydım acaba? Sayılmazdım sanırım.

Odamın kapısı çaldı, "Girin," dedim, güçsüz bir sesle.

Turan, çekinerek girmişti. Onun takım elbisesinin içindeki görüntüsü bile beni güldürmedi o an. "Kuzen?"

"Gitmediniz mi siz?"

"Senin de gelmeni istiyorum."

Gözlerime yerleştirdiğim ilgisiz ifadeyle ona döndüm. "Ben gelemem. Unuttun mu? Benim bir annem yok." Benim bir annem yok. Bunu ne zaman kabul etmiştim, bilmiyordum. Ama gerçek buydu. Yaşasa da ölse de benim bir annem yoktu.

"Ama dedem sana kendi annesinin ismini vermiş. Ve sana bazen anne diyor. Dedemin annesiymiş gibi gelsen olmaz mı?"

Keyiften yoksun bir şekilde gülerken, "Saçmalama," dedim. "Ben onun torunuyum."

Omuz silkti. "Yine de büyük babaannemiz Mihrinaz Akşahin'in ismini yaşatıyorsun."

Gözlerimi kıstım. "O zaman amcamın, halamın bana hediye alması gerekir değil mi? Onların babaannesiyim. Hatta senin de büyük babaannenim. Nerede benim hediyem Turan?"

Turan'ın gözleri belerdi. "Oha! Haklısın!"

Turan, koşar adım odamdan çıkarken söylediklerimi umursamadığını ve restorana gittiklerini sanmıştım. Fakat bir saat sonra odamın kapısını çalan Rana teyze bana giyinmem gerektiğini ve aşağı inmemi belirtmişti. Anlamasam da kendimden birkaç kat büyük olan dolabımın kapağını açmış ve beyaz dizlerime kadar gelen çorabı, beyaz şort ve yeşil tişörtü giymiştim. Beyaz spor ayakkabılarımı bulana kadar dakikalar geçmiş ama en sonunda onu da bulup giymiş ve saçıma yeşil toka takmıştım. Aynada kendime baktım, saçlarımın özgürlüğünü ilan ederek kabardığını gördüm ama pek umursamadım.

Kendi görüntüme bakarak gülümsedim. Bugünü atlatacaktım. Diğer günler gibi...

Aşağı indim, gelen sesler merakımın artmasına neden oluyordu. Bu yüzden adımlarımı hızlandırarak merdivenleri indim ve büyük salona girdim.

Herkesin ağzından, "Anneler Günün kutlu olsun Mihrinaz Akşahin!" nidaları döküldü, şaşkın gözlerle onlara baktım.

Dokuz yaşındaydım.

Ve Anneler Günümü kutlayan bir sürü insan vardı.

Dedem elindeki küçük zarfla önüme gelerek dizlerini kırdı ve yere oturdu. "Günün kutlu olsun, annem." Gülümseyerek elindeki zarfı bana uzattı, heyecanla elindeki zarfı aldım ve açtım. İçinde bir kâğıt vardı.

Türkiye Cumhuriyeti.

Tapu senedi.

Başımı kaldırarak, "Tapu ne demek?" diye sordum.

Dedem ayağa kalktı, başımı kaldırarak onun gözlerine yetişmeye çalıştım. Ama boyu benden çok uzun olduğu için başını bana eğmesi gerekirdi bunun için. Bir dakika geçmeden dedem bana göz kırptı. "Bu ev on sekiz yaşından sonra tamamen senin."

Gözlerim kocaman açılırken, "Benim mi?" diye sordum. "Yani her yeri oyun alanı yapabilir miyim?"

"Yok artık!" Yengemin sesi kulaklarıma doldu, ona doğru döndüm. Kucağındaki Aysar'la bu durumdan memnun olmadığını belli ederken dedemin umurunda dahi değil gibiydi fakat amcam onun aksine bana gülümsemişti.

Turan yerinde zıpladı. "Oley!" Ardından dedesi Kemal amcaya döndü. "Dede ben de tapu istiyorum!"

Yengem hariç herkes yüksek sesle güldü, Kemal amca torununa dönerek, "Sen iste canımı da vereyim sana!" dedi ve Turan'a sarıldı.

Dedemin ayaklarıma sarıldım. "Teşekkür ederim! Bu harika bir Anneler Günü oldu."

Dedem, başımı okşarken halam, gelip bana aldığı elbiseyi vermiş ve beni öpmüştü. Ardından amcam, aldığı büyük bebeği bana verdi, bu kez ben onu yanağından öpmüştüm.

Dedemin en yakın dostu, Turan'ın dedesi ve halamın kayınpederi olan Kemal amca, beni başıyla yanına çağırdı, koşarak ona doğru gittim. Turan dedesinin dizinde otururken Kemal amca beni de diğer dizine oturttu.

Kemal amca, "Mihrinaz anayı çok severdim," diye başladı söze. "Hatta dedenden daha çok!"

Turan'la beraber kıkırdadık.

"Söyle bakalım, Küçük Hanımefendi. Ne hediye istersiniz?" Düşünürmüş gibi yaptım, Kemal amca yanağımı sıktı. "Haydi, ne istersen söyle bana."

"Turan'la Disneyland'e gitmek!"

Turan bana beşlik çaktı, Kemal amca kaşlarını çattı. "Orası nerede?"

Omuz silktim. "Uzakta. Uçakla gidiliyor."

Halam gülerek, "Hangisine gitmek istiyorsunuz?" diye sordu. "Amerika mı, Fransa mı?"

Kemal amca, "İkisine de gitmek ister misiniz?" dedi. Turan'la aynı anda "Evet!" diye kuvvetle bağırdık. Yaz tatili için Turan'la beraber program yaparken bizimle sadece halam ve Ertan Bey gelecekti. Ve tabii ki Leyla da.

İskenderun'un eski ama çok gittiğimiz bir restoranı vardı. Sonradan kapanmış ve yerine otel yapılmıştı. İsmini bile hatırlamıyordum ama İskenderun'un sahilindeydi ve denizin kokusunun burnumuza dolacağı mesafedeydi. Restoranda hep birlikte otururken, Leyla annesine döndü. "Büyük babaannemin adı neydi?"

Kemal amca, halamın yerine, "Sevil," diye cevapladı torununu.

Leyla dudak büktü. "Neden bana onun ismini vermedin?"

Hamza enişte, "Leyla ismini sana ben verdim," dedi. "Annene eskiden Leyla derdim ve sana çok yakışacağını düşündük."

Leyla omuz silkti. "Keşke büyük babaannemin ismini verseydiniz." Asılan yüzü eşliğinde dedesine döndü. "O zaman sen de bana annem diye hitap ederdin."

Bu defa ben hariç herkes gülmüştü.

Kemal amca keyifle gülerek, "Sanırım miniğin canı tapu çekti!" dedi. Dedem kahkaha atmıştı.

Turan kaşlarını çattı. "Sakın dede! Büyük ev benim!"

Herkes gülüyordu ama komik bir durum olmadığını o an anlamıştım. Biz çocuktuk ama her zaman bir savaş içerisindeydik. Sadece bebek ya da arabalarla oynamamız ve derslerimize çalışmamız gerekirken neleri konuşuyorduk böyle? Büyükler ise sadece gülüyordu. Ağlamaklı durumlarına kahkaha atıyorlardı.

Bu kadar bencil bir çocuğun bu dünyaya zarar vereceğinden bihaber gülmeye itinayla devam ettiler o gece.

Ben o geceyi unutmadım.

Ben dedemin beni şımarttığı hiçbir anı unutamadım.

Annesizliğimin parayla satın alınmaya çalışğı hiçbir Anneler Gününü silmedim hafızamdan.

Mağlup olacağım bir savaşın içerisinde rüzgârda savrulan ama dalından düşmemekte ısrarcı olan güz yaprağı gibiydim sanki. Eninde sonunda o ağacı terk etmeye mecburdum ama çaresizce mücadele ediyordum. Dilhun ruhumun kan ağladığını bilerek devam ediyor, yolun sonuna kadar gitmekte ısrar ediyordum. Bu yolun sonunu görmeye ihtiyacım vardı çünkü. Yolun sonundaki o ışık belki de bana çarpacak araba farlarının ışığıydı. Bilmiyordum. Belki de gerçekten aydınlık olan bir yola geçecektim. Bunu da bilmiyordum.

İlerleyecektim. Ne pahasına olursa olsun, öğreneceklerim ne kadar canımı acıtsa da vazgeçmeyecektim.

Dakikalar üzerime yağmur gibi çiselerken Zamir, karşımda suskunluğunu koruyordu. Tüm arazinin kedi ve köpeklerini besleyene kadar dolaşmış, sonrasında ise eve gelmiştik. Birazdan konuşacağı her hâlinden belli olsa da dakikalardır dudaklarını kilitlemişti.

"Ben küçükken bir arkadaşım vardı. Benden üç yaş küçüktü. Hep onunla birlikte oynardık. Annelerimiz bizi parka götürürdü. Salıncağı çok severdi. Bir gün salıncakta onu sallıyordum. Daha hızlı itmemi istedi. Defalarca. Ben de o mutlu olsun diye tüm gücümle ittim salıncağı. Sonra tekrar itmek istedim ama o içinde yoktu. Düşmüştü. Gökten yere çakılmıştı. Kafasını büyük bir taşa çarpmıştı. O an, annesinin haykırışı hâlâ kulaklarımda. Yeşillik bir alandı ve bir anda kan gölüne dönüşmüştü."

Zamir başını eğdi. Anladım. O çocuk ölmüştü. Çünkü Zamir devam edememişti. Boğazıma oturan yumruğa rağmen, "Salıncaktan korkar mısın?" diye sordum.

"Çok korkarım."

"Çocuktun Zamir. Bu seni katil yapmaz."

Dolan gözlerle, "Yapar," dedi. "Yaptı da. Katil oldum ben. Küçücük bir bedenin, kocaman bir geleceğin katili oldum. Bunu hiçbir şey değiştiremez." Suskunluk tekrar bizi esir aldı, sabırlıydım. Onun için zordu geçmişini anlatmak. Bunu biliyor ve anlayışla bekliyordum.

Geçmişimiz geçmemişti.

Aslında geçmişimiz geleceğimizde alayla bizi bekliyordu.

Çünkü her daim karşımıza çıkıp duvar örmesinin başka bir anlamı olamazdı.

"Anne ve babanı tanıyorum. Hayalindeki gibiler. Annen siyah saçlı, beyaz tenli bir kıvırcık, baban da sapsarı saçlı ve bal renkli gözlü bir adam. Gözleri hariç dedenin âdeta bir kopyası." Cümlelerini sindirmek adına birkaç derin nefes aldım. "Babamın işi yüzünden çok şehir, il ve ilçeler gezdik. Ankara her zaman son durağım oldu. Orada komşularımızdı anne ve baban."

Boğazımda oluşan yumruya rağmen, "İsimleri?" diye sordum. Dedem beni nüfusuna aldığı için isimlerini dahi bilmiyordum.

"Derya ve Bekir." İsimleri buydu. Anne ve babamın ismini yirmi dört yaşıma birkaç hafta kala öğrenmiştim. "Seni ilk onların evinde gördüm. Fotoğrafın çerçeve içinde televizyonun hemen yanında duruyordu. O kadar saçma görünüyordun ki. Gözünde güneş gözlüğü bir perdenin önünde durup poz vermiştin. O zaman bile anlamıştım şımarığın teki olduğunu. Ama bu şımarığın anne ve babası yoktu. Yalnız bir çocuktu o."

Âşık olduğunu söylediği o fotoğraftaki kız bendim.

"Annen ve baban benden seni takip etmemi istedi. Sen mezun olmadan bir müddet önce seni takip etmeye başladım, sana bileklik yolladım, rüyalarına girmeye çalıştım. Sana bir şekilde ulaştım. Gerektiği zaman ise aldım ve hayatımın tam ortasına yerleştirdim."

Gözlerini gözlerimden çekip beni bir boşluğa itti, derin bir nefes aldım. Ne hissedeceğimi bilmiyordum. Sanki içimdeki damarlar birazdan yanıp tutuşacaktı. Fakat hem de üşüyor gibiydim. Sıcak ve soğuk aynı anda hissedilebilir miydi? Ben her ikisini de hissedebiliyordum.

Kuru bir sesle, "Devam et," dedim. Şakaklarını ovdu birkaç saniye.

"Ömer'i annen ve baban tuttu. Uyuşturucuyu küçük kahve paketlerinde içeri soktular. İlk liman olan Karataş'a gemi vardığı an polisler ve eğitimli köpekler didik didik aradı gemiyi. Her kahve paketinin içinden bol miktarda kokain bulundu tabii. İhbarı da kendileri yaptı. Yoksa Azim Akşahin'in gemisini kim didik didik arar ki?"

Kısılan sesimle, "Bana rağmen mi?" diye sorabildim zorlukla.

Kısa bir bakıştan sonra gözlerini yere indirdi. "Azim Akşahin'in seni kurtaracağından eminlerdi. Ki zaten öyle de oldu. Tutuklandığında tek bir arama hakkı vardı ve avukatı arayıp talimatları verdi. Viyana'da olduğuna dair belgeler bir saate polisin elindeydi. Bu da seni şüpheli konumuna dahi sokmadı." Taşlar yavaş yavaş yerine otururken anne ve babam olan insanların neden dedeme bu denli düşmanlık beslediğini anlamakta zorluk çekiyordum. Dedem neden onları silmişti? Neden onların ismini dahi bu zamana kadar anmamıştı?

"Beni aldığın gün peşimdekiler kimdi?"

Başını iki yana salladı. "Bilmiyorum. Seni oradan alıp gittiğim için izlerini süremedim ama onlar da dedenin düşmanlarıydı büyük bir ihtimal."

"Ekin?"

Elini saçlarından geçirerek gözlerini gözlerime kilitledi. "Orası biraz karışık aslında."

"Anlat her şeyi."

"Ben safımı değiştirdim Mihrinaz. Azim Akşahin'in safına geçtim. Bu yüzden deden benimle kalmana müsaade etti. Bu yüzden anne ve baban, Ekin'in adamlarını üstümüze saldı ve seni almak istediler. Turan ise her şeyden habersiz şekilde sadece seni korumak istiyordu. Gizlice sana mesaj çekti ve o gece götürdü seni. Dedeni takip etti, bana silah çekti. Ama sen bayıldığında her şeyi anlattım ona ve beni dinledi, itiraz etmedi birlikte gitmemize."

Kaşlarımı çattım. "Onları yarı yolda bıraktın yani."

Güldü. Gülüşü acımasızca ruhumu kamçılarken dudaklarından dökülen cümleler canımı yaktı. "Senin anne ve baban insan değil. Ruhları yok, kalpleri yok. Deden neden sildi onları biliyor musun? Çünkü onlar organ mafyası. Küçücük çocukları kaçırdıkları bir depoyu buldu deden, sen doğmadan önce. O zaman ilk kalp krizini geçirmişti. Nefret etti kendi oğlundan, gelininden. Ama yine de baba yüreği işte. Vazgeçmelerini istedi, her ikisini affetti. Sonra öğrendi ki hâlâ devam ediyorlarmış. Bu sefer sessizliğini korudu ve senin doğmanı bekledi. Sen doğduktan sonra seni aldı, kendi nüfusuna geçirdi. Baban ve anneni bir eve kapattı. Tüm o öldürdükleri ya da organlarını sattıkları çocukların ailelerine gizlice yardımlar etti. Oğlunun günahından kurtulmak için aylarca çabaladı ama öleni geri getiremedi. O organları alıp yerine koyamadı. Acizliğini hissetti deden, belki de ilk defa."

Titreyerek, "Sus," dedim. "Duymak istemiyorum!"

Kulaklarımı kapatıp onu duymazlıktan gelirken Zamir, ayağa kalkıp önümde çöktü ve ellerimi kulaklarımdan çekti. "Bu zamana kadar neden sustuğumu anladın mı şimdi?"

Ağlayarak, "Sus!" diye yakardım. Dudaklarından dökülen her cümle beni ateşe atıyor, yakabildiği kadar yakıyordu. Fakat ben artık bir avuç külden ibarettim. Küllerimi de yakmasını istemiyordum.

Ellerimi tutup aşağı çekti. "Susamam artık!"

"Acı bana. Anlatma ne olur?"

Ellerimi tutarak dizlerimin üzerinde sabitledi. "Anlatmak zorundayım. Sen de dinlemek zorundasın." Titreyen ellerimi ısrarla dizlerimle sabitlerken yaşlı gözlerimle ona baktım. O da bana baktı uzun uzun. Tüm acılarımı sırtlanmak istiyormuş ama yapamıyormuş gibiydi. Onun en büyük cezası aylardır susup her şeyi şimdi anlatmasıydı. Benim cezam mı? İğrenç insanların kızı olmaktı sanırım. Ve böyle bir geçmişimin olması...

Boğuk bir sesle, "Deden binlerce kanıt topladı ve onları tehdit etti. İtibarı bile umurunda değildi ve her ikisini ifşa etmekle korkuttu. İskenderun'dan kovdu her ikisini," dedi. "Deden sana da zarar vereceklerini düşünmüş. Para için kendi çocuğuna da zarar verecek insanlar olduğu aşikâr zaten."

Dudaklarım seğirirken, "Beni almak istemediler mi?" diye sordum.

"Hayır."

"Peki, neden yıllar sonra seni gönderdiler?"

"Sence?"

Yutkundum. "Halef olduğum için."

Başını onayla salladı. "Aynen öyle. Seni dedenden koparıp ondan intikam almak istiyordu ikisi de. Deden haberlere çıkmadan bir gün önce serbest kalmıştı aslında. Çantandaki takip cihazıyla bizi buldu ve benimle buluştu. Bana tüm bunları anlattığı an safımı değiştirdim. Ona seni koruyacağıma dair söz verdim. Ertesi sabah Ekin'in adamları bize bu yüzden saldırdı. Anne ve baban anlamıştı, Azim Akşahin'le birlik olduğumu. Ama biz bunu tahmin ettiğimiz için Azim Akşahin'le plan kurmuştuk. Çantanın çalınması bizim planımızdı. Turan, tam olarak ne olduğunu bilmiyordu ama dedene yardım etti ve çantayı eski bir çalışanla aldırıp doğrudan dedene götürdü. Bu sayede annen ve baban hâlâ onların tarafında olduğumu sandı. Sonra Turan senin o evde olduğunu anladığı için gece gelip seni aldı ama bu sefer dedenin haberi yoktu bundan."

Başım döndü ama konuşmaya çalıştım: "Büşra ve Baran her zaman dedemin sana zarar vereceğini söylemişti. Hatta Nart'la seni dinlemiştim. O da endişeliydi. Sonra telefonla konuşurken yakaladım seni bir keresinde."

Gözlerimin içine bakarak, "Baran ile Büşra, anne ve babanın safında olduğum kısımları biliyordu sadece. Nart ise neredeyse hiçbir şey bilmiyor. O telefonda da babanla konuşuyordum. Azim Akşahin'e oyun oynadıklarını sanıyorlar ama aslında piyon olduklarından bihaberler," dedi.

Başımı ovarak, "Peki, ben kimden kaçtım? Kimdi peşimdekiler?" diye sordum.

"Biri bendim," dedi çekinerek. "Azim Akşahin'in korktuğu isimlerden biri bendim. Fakat diğerlerini tanımıyorum. Büyük ihtimal dedenin başka düşmanlarıydı."

"Ama dedemin düşmanı yok ki!" diye itiraz ettim. "Hiç kimseyle münakaşamız dahi yoktu bizim."

"Büyük ihtimal o çantada USB vardı ve içinde de görüntüler. Deden görüntülerin kopyalarını ve seni aynı anda uzaklaştırdı. Annen ve baban senin peşindeydi ama diğerleri sırf o görüntüler için istiyordu seni. Bu yüzden çanta gittiğinden sonra kimse düşmedi peşine."

Dediğini düşündüm. Çanta gittikten sonra Turan beni alıp bir eve yerleştirmişti. Evin karşısında bir polis oturuyordu ve onun haricinde tek bir korumam dahi yoktu. Çünkü artık çanta yoktu ve tek tehlike annem ve babam olan insanlardı. Fakat onlar da bana sadece Zamir aracığıyla ulaşabilirdi. Turan sadece beni Zamir'den koparmak istiyordu çünkü dedemle arasındaki anlaşmadan haberi yoktu. Tek maksadı beni korumaktı ve ben defalarca onu suçlamıştım... Ama o da çantadaki belleği istemişti benden. Dedemin dediği gibi o da içinde ne olduğunu bilmiyordu demek ki.

"Turan'a neden silah çektin o zaman?"

"Eğer biri bana silah çekiyorsa ben de ona çekerim. Bu bir reflekstir."

"Hiçbir suçu olmadığını bile bile onu vuracak mıydın?"

Burnundan sert bir nefes verip, "Ben neden onu vurayım?" diye sordu. "O beni vursaydı bile ben senin önünde sevdiğin birine zarar vermezdim. Bunun için senden özür dilemiştim."

"Özür dilerim," diye fısıldadım. Oturduğum yerden kendimi dizlerimin üzerinde yere attım ve onunla diz dize bir pozisyona geçtim. Elim sakallarına giderken alnımı çenesine yasladım. "Özür dilerim..."

İri elleri omuzlarımı kavrarken, "İyi misin?" diye sordu.

Başımı köprücük kemiğine doğru indirdim. "Hayır."

Elleri belimde kavuştu, beni kendine doğru çekti. "Geçecek hepsi."

"Sen de mi geçeceksin?"

"Geçmem. Kalırım istersen."

Beni kendisine yaslarken nefes almamı engelliyordu ama durumumdan şikayetçi değildim. Mahvolmuştum belki ama kollarında teselli bulmak az da olsa güzel bir durum sayılmaz mıydı?

Geçmişimin, geleceğimin mezarını kazdığını, beni oraya gömdüğünü daha yeni öğreniyordum. Beni gömdüğü yerde geçmişimi öldürmek, onu aynı bana yaptığı gibi acımasızca toprağın altına itmek istiyordum. Geçmişimin katili olup geleceğimi kurtarmaktı niyetim fakat bu mümkün değildi... Beni doğuran kadını ve buna neden olan adamı değiştiremezdim.

Kimim ben? Hiç kimse.

Evim neresi? Koskoca evrende tek bir nokta bile bana ev olmak istemiyor. Bu yüzden hiçbir yer.

Yolum nerede? Karanlıktan görünmüyor. O aciz ışık bile söndü. Son ışığımı Zamir söndürdü. Son umudumu Zamir aldı ellerimden.

Zamir tekrar ellerimi tuttu, tüm yolun saniyelik de olsa aydınlandığını hissettim. Parmakları usulca parmaklarımın arasına girerken tamamlanması mümkün olmayan bir yapbozun son parçasını yerleştirmiş gibiydik. Elimin üzerindeki yeşil damarı okşadı. Yeşil damar elimin üzerindeki ona ait topraklara giden bir yoldu sanki. Öylesine aşinaydım ki kocaman ellerine. Sanki parmaklarımın varoluş sebebi onunkilerle kenetlenmekmiş gibi hissediyordum bazen.

"Keşke bunları yavaş yavaş anlatsaydın bana," dedim kısık bir sesle. "Hepsi üst üste gelmezdi." Beni sıkıca sarmaya devam etti. Titreyen ellerimi ellerinden çekip sakallarına götürdüm. "Bundan sonra ne olacak?" diye sordum.

Diğer elim göğsünde yanan kalbine giderken sıcaklığını hissedebiliyordum. Zamir başını eğerek bana baktı. Göz bebekleri zerre oynamadan doğruca ela gözlerime dikilmişti sanki. Kirpiklerimden atlamak isteyen gözyaşlarımı zorlukla tuttum kendimi, kolları arasında olmama rağmen sıkıyordum.

"Ağlamak mı istiyorsun?"

Başımı salladım. "Kızar mısın ağlarsam?"

Yüzünü yüzüme doğru yakınlaştırdı. "Ben sana kızabilir miyim?"

Sanki bu cümleyi bekliyormuş gibi yaşlar gözlerimden yanaklarıma doğru düşmeye başladı. Zamir beni izledi. Dakikalarca kollarımı sararak yüzüme baktı ve ağlamamı izledi. Şimdi kendini sıkma sırası ondaydı sanırım. Çünkü dolan gözlerine rağmen tek yaş akıtmıyordu siyah kuytularından.

Başını bana doğru eğdi, "Sana yeni bir yasak koyayım mı?" diye sordu fısıltıyla.

"Ne?"

Gözlerini yumup açtığında ifadesi değişmişti. Kararlı gözlerini gözlerime dokundurdu. "Bir daha beni öpmeyeceksin." Yüzüm söylediği cümleyle düşerken bana iyice yaklaştı. "Çünkü ilk ben seni öpeceğim, Kıvırcığım."

Hiçbir şey söylememe izin vermeden dudaklarını dudaklarımın üzerine bastırdı, beni ilk defa öptüğünün bilincine varan beynim kalbime komutlar verdi ve kalbim kasılmaya başladı. Zamir ve benim kalp atışlarımız âdeta birbirileri ile yarışıyormuş gibiydi. Her ikisini tüm bedenimde hissedebiliyordum.

Benim aksime Zamir, ustalıkla dudaklarımı dudaklarının arasına yerleştirmiş ve tüm yapbozu tamamlamıştı. Beni öpüyordu. Acılarımı dindirmek adına, duyduklarımı unutturmak için beni şefkatle, özenle, saf tutku ve sevgiyle öpüyordu.

Gözlerimiz aynı anda kapandı, kendimi ona tüm benliğimle teslim ettim. Gözyaşlarım yüzlerimizi ıslatırken Zamir, bana bu sefer hiç kızmadı. Ağladığım için beni azarlamadı. Aksine dudaklarımın üzerine düşen yaşları beni öperken şerbetmiş gibi içti.

Sanki mümkünmüş gibi ona daha fazla sokuldum. Dudakları tümüyle dudaklarımı talan ettiğinde bundan şikâyetçi değildim. Aksine başımı eğerek ona daha çok yer açmış ve daha derin öpmesini sağlamıştım.

Zamir Hancıoğlu'nu arzuluyordum.

Bana dokunmasını seviyordum.

Ona dokunmayı seviyordum.

Ben sanırım onun kendisini de seviyordum.

Zamir Hancıoğlu'nu sevmek bir depremi, bir volkanı, bir tsunamiyi sevmeye denk değil miydi? O hayatıma girdiği günden itibaren ben yıkılıyordum. Tüm ruhum enkazlar içerisinde kalırken yine de ondan medet umuyordum.

Biz onunla birbirimizin hiçbir şeyiydik.

Ama neden birbirimiz için her şeydik?

Üst dudağımı çekiştirdi, bana yabancı olan bir duyguya teslim oldum ve inledim. Zamir, buna karşılık tuhaf bir hırlama sesi çıkardı ve bu sefer beni daha sert öpmeye başladı. Şiddeti yüzünden yerimde kıpırdadım, beni büyük elleriyle anında durdurdu. Dudaklarıma doğru, "Kıpırdama," dedi.

Saf saf ona baktım. "Neden?"

"Tahrik oluyorum çünkü."

Beni tekrar öperken bu sefer hiç kıpırdamamış, dediğini yapmış hatta nefesimi bile tutmuştum. Gülümsediğini görür gibi olmuştum ama bu sanrı da olabilirdi. Dakikalar sonra dudakları dudaklarımdan ayrıldı, her ikimiz nefessiz kalmıştık. Nefes nefese, "Bunca zaman bu tattan nasıl da mahrum bırakmışım kendimi," dedi. "Böyle hissedeceğimi bilseydim ilk gördüğüm günden itibaren öperdim seni."

Gözlerimi kısarak kendimden emin bir sesle, "İzin vermezdim!" dedim.

Başını eğerek boynuma nefesini üfledi. "Ben izin almak konusunda bir ustayım." Boynuma öpücükler kondurmaya başladı, tüm bedenim ilkel bir hisle kasıldı. Tüm yaşadıklarımı, yaşamadıklarımı, acılarımı, itiraflarını unuttum. Aklımı başımdan alan öpücükleri boynumda kendi haritasını çizerken elimi boynuna getirerek başını boynuma daha fazla bastırdım. Durmasını istemiyordum. Şu an her şeyi bana unutturabilirdi. Teni, tenimi yakardı belki ama ben unuturdum en azından. "Mihrinaz," dedi can çekişir gibi. İsmim nedense kulağıma güzel gelmişti? Sıcacık nefesi boynuma ve omzuma yayılırken yutkundum. Aklımı kanatlandırıp uçurmayı başarmıştı. Bedenimin ona verdiği tepki tuhaftı. Kasılan ve âdeta ateş topuna dönüşen bedenim Zamir'e daha yakın olmak istiyordu deli gibi.

Kasıklarıma giren tuhaf ağrı eşliğinde şuh bir sesle, "Sanırım durmanı istemiyorum," diye itiraf ettim.

"Unutmak için istiyorsun."

"Zamir," diye itiraz etmek istedim. Başını boynumdan çekti ve yüzünü yüzümün hizasına getirdi. Bir eli kabarık olan kıvırcık saçlarıma daldı, artık durduğuna yemin edebilirdim.

Şefkatle yüzümü avuçlarken, "Bu şekilde olmasına izin vermem," dedi. Ardından alnıma bir öpücük kondurdu. "Çillerin belirginleşmiş. Çok mu yandın sen?"

Dişlerimin arasından, "Dalga geçme," dedim.

"Dalga geçilmeyecek gibi değilsin, çilli keçi."

Kendimi ondan uzaklaştırdım, "Bunu bir fotoğrafıma âşık olan adam mı söylüyor?" diye sordum.

Zamir afalladı. "O zaman çocuktum."

"Çocukluk aşkınım ha?"

Belimi kavrayarak, "Öylesin sanırım," dedi. "O fotoğrafı ilk gördüğüm an kalbim yerinden çıkacak gibi çarpmıştı. Sonra gizlice fotoğrafı alıp kopyaladım kendim için."

"Hani o güzel, ben çirkindim?"

Dudakları kıvrılırken serseri bir edayla, "Seni kıskandırmak için söylemiştim," dedi.

Omuz silktim. "Kıskanmamıştım."

Burnumu sıktı. "Yalancı."

Aceleyle ayağa kalktım. Turan arıyordu. Telefonu hızlı şekilde açıp kulağıma götürdüm, "Kuzen?" dedi.

"Turan," dedim iç çekerek. "Döndün mü?"

"Evet. İskenderun'dayım. Bir şey mi oldu?"

Bir anda telefon elimden alındı, afallayarak Zamir'e baktım. Zamir ise beni umursamadan, "Yarın Mihrinaz'ı alabilir misin?" diye sordu. Birkaç saniye Turan'ı dinledi. "Tamam." Telefonu kapatıp yatağa fırlattı, şaşkınca ona bakıyordum.

"Zamir?" Bana döndü. "Bu ne demek?"

"Kuzeninle kalman daha doğru olur."

Kaşlarımı çattım. "Şaka mısın sen?"

Bana birkaç adım attı. "Sana bu kadar acı veren bir adamla mı kalacaksın? Seni öperken bile ağlatıyorum ben."

Dolan gözlerle, "Senin bana anlatmadığın bir şey kalmış," dedim. "Onu söylememek için kendini zor tutuyorsun. Bu yüzden beni gönderiyorsun." Gözlerindeki perde indiği an haklı olduğuma emin oldum. Onun bana anlatmadığı ayrıntılar vardı. Ve bunları söylememek adına beni gönderiyordu. "Ben senin oyuncağın değilim!" diye bağırdım. "İstediğinde alıp istediğinde dönmemi bekleyemezsin! Dedeme ne diyeceksin? Ha? Ben bu kadar korudum, şimdi de Turan korusun mu diyeceksin?" Zamir'in omuzları inerken, "O zaman Cihan'la kalırım!" dedim. Sırf damarına basmak için. "Turan'ın işleri çok ama Cihan seve seve kalır benimle."

Başını ağır ağır kaldırdı.

Bana baktı.

Keşke bana bakmasaydı.

Katilin kurbanına attığı son bakışı taşıyan gözleri ela gözlerimin üzerine çöktü. Zamir bana doğru adım attı. Geri adım attım. Yine bana doğru adım attı, ben de geri gitmeye başladım. Ben duvara toslayana kadar Zamir üzerime gelmiş, en son göğsüm göğsüne değdiğinde durmuştu.

Bumbuz sesle, "Ne dedin sen?" diye sordu. Yutkundum ve gözlerimi kaçırdım. "Gözlerime bak."

Başımı kaldırarak sesinin aksine alevlenip yanan gözlerine baktım. "Ne dedim?"

Delirmiş gibiydi. Bıçak kadar keskin tonla, "Tekrarla," diye diretti.

Ben ise onun aksine sakindim. Gözlerim çıkıntılı köprücük kemiğine ilişirken tam o kemiğin üzerinden öpme isteğini zorlukla bastırıyordum. Şu an bunun sırası değil... "Cihan," dedim.

Bana doğru eğildi. O an alnındaki ter tabakasını hissetmiştim. "Sana onun ismini kullanma demedim mi?"

"Dedin." Nefesim onun dudaklarına çarptı.

Tek kaşı havalandı. Gözleri gözlerimi âdeta ezdi. "O kim ki seninle kalacak? Kim o?" diye sordu. Burnundan içeri derin nefes aldı, bu kadar yakınımda olması tüm ciddiyetimi sarsıyordu. "Cevap ver." Bedenini bana bastırıp sırtımı duvara yapıştırmama neden oldu, kendimde konuşacak gücü dahi bulamıyordum.

"Gönderme işte beni hiçbir yere," diye mırıltı döküldü dudaklarımdan. "Sen sar yaralarımı. Seninle kalmak istiyorum." Arsızca sarf ettiğim cümleler aramızdaki duvarı yıkacak sanmıştım ama öyle olmamıştı.

"Katil bir adamla kalmaya razı mısın yani?"

Teselli edici bir tonla, "Çocuktun," dedim.

Gözlerinde oluşan ölümün ağıtları buğulandı ve tüm yüzü gölgelendi. "Turan'a silah doğrulttuğumda korkudan bayılmıştın. Neden?"

Önce duraksadım ama sonra, "Onu vurmandan korkmuştum," diye itiraf ettim ona.

Meydan okuyan sesle, "Turan'ın beni vurmasından korkmadın mı?" diye sordu.

Başımı şiddetle iki yana salladım. "Onun seni vurmayacağından emindim."

"Ya onu vursaydım?"

Gözlerimin ışığı aniden söndü, "Seni silerdim," dedim. Hiç düşünmeden. Bunu düşünmeme bile gerek yoktu. Zamir, dedeme ya da Turan'a az da olsa zarar verse onu sileceğimden emindim çünkü.

Zamir geri çekildi. Kara gözleri yıkıcı ifadelerle gözlerimin üzerinde tepinirken, "Beni silme vaktin geldi o zaman," dedi. "Öldürdüğüm arkadaşımın ismi Ufuk'tu." Ona boş boş baktım, ekledi. "O çocuk senin öz kardeşindi. Sırf bu yüzden ailene yardım ettim. Bir çocuklarını öldürdüm. Diğerini yaşatacaktım ama beceremedim. Bu da son itirafım olsun."

Gözlerim bir an olsun beni aylardır mayınlarının üzerinde durduran ve şu an ayağımı çekip paramparça olmama göz yuman Zamir'in harelerinden çekilmedi. Göğsüm şiddetle inip kalkarken saniyeler içerisinde şaka yaptığını söylemesini bekledim. Benim hiç sahip olmadığım bir annem ve babam vardı fakat onlar kötüydü. Ama bir de kardeşim vardı: O ise ölüydü. Eğer bu, bir kurguysa biri yazarın elinden neden şu lanet olası kalemi almıyordu?

Ben ne yaşıyordum? Benim yaşadıklarım kimin eseriydi? Yazarın mı, dedemin mi, anne ve babamın mı, yoksa Zamir'in mi? Kim bu hâle getirmişti benim hayatımı?

Kuyunun en dibine inerken onun bana uzattığı halata inancım sonsuzdu. Fakat o, en dibi görmemi sağlamış, beni tüm gerçekliklerimle yüzleştirmiş, sonra ise halatı kesmişti.

İşte bu gerçek geçmişin Mihrinaz.

Yüzleşme vaktin gelmişti.

Bir Akşahin olmak sana ayrıcalık değil, sadece acı getirdi. Gördün mü?

Seni diri diri toprağa gömen bu soy isim kardeşine, anne ve babanın günahlarını ödetmiş. Küçük kardeşin onların kefaretini ödemiş...

Uzunca bir sessizlik yaşadık. O an birbirimize iki yabancı insan olduğumuzu fark ettim, bedenim buz kesmişti âdeta. Tüm geçmişimi bir anda önüme döken Zamir, şu an ifademi ölçüyor gibiydi. Tuhaf olanı ise hiçbir ifade vermiyor, tepkisiz bir şekilde önünde dikiliyordum.

"Birazdan güneş doğacak." Turan'ın beni gelip alacağı anlamına geliyordu bu. Gözlerimi yerden kaldırarak ona dokundurdum.

"Aya ne olacak?"

"Ayı söndürdüm, yıldızları da."

Burnumun ucu sızlarken gözlerim dolmuştu. "Tüm ışıkları nasıl bir anda kapatabilirsin?" Göğsüne vurdum yaralarını umursamadan. "Nasıl beni karanlığa gömersin sen?"

Zamir'in sol gözünden yaş akarken, "Özür dilerim," dedi pişmanlıkla.

"İkimiz de yalancıyız," dedim tükürür gibi. "Birbirimizi iyileştiremedik."

Göğsüne vurmaya devam ettim. O an aklıma bu yaralara dokunmak istediğimde söylediği cümle gelmişti: "İyileştirmeyi beceremeyeceğin yaralara dokunup daha da acıtma beni." Haklıydı. Yarasını, yarasının yerini biliyor ve bunu kullanıyordum. Her insan yapmaz mıydı bunu? Zaafını bildiği insana saldırmak istediğinde kullanmaz mıydı o zaafı?

Bana başka ne demişti? Sanırım net hatırlıyordum. "Kirpikleri daima ıslak olan küçük kız, seni iyileştirmek bana borç olsun." Fakat iyileştiremedi beni. Tüm geçmişimi bıçak hâline getirip, o bıçağı tam göğsüme sapladı.





Ay sönmüş, yıldızlar ölmüştü.

Çünkü bir kadın geceye gömülmüştü.

Fakat buna rağmen her defasında olduğu gibi şafak umursamazca sökülmüştü.

Continue Reading

You'll Also Like

606K 34.4K 47
Mavi gözlü bir dev, Yeşil gözlü ruhu güzel katil bir kadın. "Bir hikaye başlıyor; okursan ölürsün. Ölürsen, ölürüm." Kor adam, yanık bir hanın mahzen...
114K 5.6K 55
"Bana sadece bir erkek bebek vermeni istiyorum sonrasında özgürsün" +18 bir hikaye olacak hikayenin gidişatına göre diğer her şeye karar vereceğim
7.9K 508 33
Sosyal anksiyetesi olan kıza kayıtlı olmayan bir numaradan gelen bir mesaj, kızın hayatını ne kadar değiştirebilirdi? 0532*******: Korkuyor musun? Ad...
KABURGA ARASI By S.

Teen Fiction

2.8K 186 8
Kimse gözlerine bağladığın güvene değmez demişti bana, çünkü en güvendiğin, yeri gelir intihar ipini satın alır sana. Yakın olan ırak, dost olan düşm...