the sixth book // yoonmin

By mikachu5417

14.7K 2K 1.4K

a priori isimli kitabın yoongi'nin gözünden anlatımı. yoonmin soulmate au. More

giriş
1; yara
2; луна
3; 죽지 못해서 살아
4; farklı gerçeklikler pratiği
6; hayat
7; hayal
8; companion
9; call out my name

5; caught in a lie

1.2K 184 110
By mikachu5417

  "Uzağı göremiyorsun, değil mi?" Meleğin mutfaktaki sessizliği aniden bozuşuyla bir an için olsa da duraksamış, en sonunda kendimi toparlayarak bakışlarımı bakışlarına dikebilmiştim. "Parlak yüzeyleri de bulanık görüyorsun." diye devam etti ama benden çok kendiyle konuşuyormuş gibiydi. Cevap vermeden yüzüne bakmaya devam ettim, tüm bunları nereden biliyordu? Madem bir melek olduğunun farkında değildi, madem onu Suga olduğuma inandırabilmek için bunca ter dökmem gerekmişti, nasıl olmuştu da benimle ilgili böylesine ayrıntılı bilgileri barındırıyordu o kalın kafasında? "Seni bir göz muayenesine götürmem gerekiyor." diye mırıldandı. "Gözlük takmanın vakti geldi de geçiyor ve- ah, kimlik." Kaşığını masaya bırakıp iç geçirerek avuçladı yüzünü. "Kimliğin yok."

Kaşlarım istemsizce çatılmıştı, benden sakladığı çok şey vardı ve ben bu bilgi karanlığında boğulmak üzereydim. Dudaksız gideli neredeyse bir saat oluyordu ve bu bir saat içinde melek beni görmezden gelmek dışında bir şey yapmamıştı, konuşmak istemiyordu çünkü konuşmaktan kaçındığı bir şey biliyordu.

"Namjoon-ie hyung bir şeyler yapabilir mi acaba?" diye, kendi kendine konuşmaya devam ederek ayaklandı, o şeytanın adını duymamla daha fazla dayanamayarak elimdeki kaşığı sert bir şekilde masaya bıraktım. Namjoon ondan, o benden saklıyordu. Mutfaktan çıkacağı sırada kaşığın masaya çarparken çıkardığı sesle yerinde sıçramış, çekingen bakışları omzunun üzerinden beni bulmuştu. "Nereden biliyorsun?" diye sordum yerimden yavaşça kalkarken. Onu gördüğüm ilk an öldürmeye çalışmıştım, şimdi de beni durduracak hiçbir şey yoktu; tanıştığım en güçlü melek olması dışında, hiçbir şey en azından.

Ağır adımlarla ona yaklaşmaya başladım, beni izliyor olsa da aklının bulunduğumuz anda olmadığı belliydi. Zihninde kopan fırtınaların rüzgarı yüzüme çarpıyordu sanki, onu bana bu kadar yaklaştıran ama aynı zamanda aramıza korkunç bir mesafe koymasını sağlayan şeyin ne olduğunu öğrenebilmek için cinayet işleyecek haldeydim. Suga olduğuma inanmadığı süre boyunca bana karşı öfkeli ve çokça alaycı olmuştu ama ne zamandı ki Suga olduğumu kabullenmişti, işte o zaman gözlerine izi hala geçmeyen bir hüzün çökmüş, dudaklarından çıkan her kelimeye anlamamı istemediğine yemin edebileceğim bir sevgi ve hayranlık bulaşmıştı. Ama neden? "Nereden biliyorsun?" diye bağırdım yüzüne.

Gözlerini korkuyla yumdu, iç organlarımın yer değiştirdiğini hissettim.

Yüz ifademin dağılmaması için, kızgın görünmeye devam etmek için o kadar büyük bir çaba harcamam gerekmişti ki canım acıdı. Karşımdaki varlık korkunun en ufak kırıntısını bünyesinde barındırdığı an benim bünyemde kontrol edemediğim bir koruma mekanizması devreye giriyor, kollarım bedenimin iki yanında ona sarılmanın hasretiyle sızlıyordu. Ve ben bu histen nefret ediyordum. Onu daha kaç gündür tanıyordum ki? Onu aylardır tanıyor olsaydım da düşmanım olmaktan çıkmayacaktı, ne diye ırkı hayatımı mahvetmiş bir varlığa karşı böylesine korumacı hissediyor, onu sahiplenmeye ihtiyaç duyuyordum?

Gözlerini açtı yavaşça. Yalnızca bir saniye için duraksamış, ardından da dolgun dudaklarını aralamıştı. "Sen bu dünyada zaten varsın."

İstemsiz bir şekilde nefesimi tutarken beynimden vurulmuşa dönmüştüm, kurduğu cümle Soona'nın şimdiye kadar anlattığı ve benim portaldan düşüp de vardığım yeri kabullenmemi sağlayan her şeyle ters düşüyordu. Burada zaten vardıysam burası farklı bir gerçeklik değildi, burada vardıysam burası paralel bir evrendi. Ki bu da demek oluyordu ki karşımdaki varlık kendi dünyamda da kanlı canlı bir şekilde yürüyordu. Belki de benim süründüğüm kaldırımlarda. "İmkanı yok," dedim kısık sesle, onunla tanıştığımdan beri bu cümleyi ne kadar da sık kullandığımı fark etmiştim. Bildiğim her şey birer birer yanlış çıkıyordu, bu hissi en son hayal dünyasına sıkışıp kaldığımda tatmıştım ve karşımdaki meleğin, benim meleğimin bir hayalden ibaret olduğu ihtimali beni anlam veremeyeceğim kadar büyük bir boyutta üzmüştü.

"İmkanı yok," diye tekrarladım gözlerine bakarken.

"Özür dilerim..."

"Beni tanıyor musun?" diye sordum, omuzlarımın istemsizce çöktüğünü hissediyordum. Hayatından biriydim, ömrünün bir noktasında deneyimlerine karışmış biriydim; bu yüzden bana attığı bakışlarında gizlemeye çalıştığı bir sevgi ve hayranlık vardı. Sevip hayran olduğu ben değildim, benim bu dünyadaki yansımamdı.

Birkaç saniye boyunca sessiz kaldı, ifadesi değişmişti; o kadar küçük bir değişimdi ki onu böylesine dikkatli süzüyor olmasaydım farkına bile varmazdım. Aklında bir şeyleri yoluna koymuş, bilip benden gizlediği şeyleri bir plana oturtmuş, beni sinirlendireceğini düşündüğüm bir karara varmıştı. "Namjoon-ie hyung sana bir kimlik ayarlayabilir." dedi ve benim bir şey söylememe fırsat tanımadan mutfaktan çıktı. Peşinden gitmedim, bu dünyada var olduğumu kabullenmek onu sarsmış gibiydi, derin bir nefes alıp bir kereliğine de olsa ona karşı gelmemek ve onun istediği planı takip etmek istedim. İçimde, bana ait olmayan ses meleğin ne yapar eder, bir yolunu bulur, diye fısıldadı. Jimin ne yapar eder, senin yürüdüğün kaldırım olur.

**

Hayatımın en garip yolculuklarından birine çıkmış gibiydim, melek taksi yolculuğumuz boyunca kendini o kadar kasmıştı ki yüzünün rengi değişmişti. Konuyla ilgili bir yorumda bulunmaktan kaçınıp Namjoon'un evi olduğunu tahmin ettiğim adrese vardığımızda, sağanak yağmurun altında daha fazla ıslanmamak adına beni kolumdan yakalamış ve hızlı adımlarla peşinden sürüklemişti. Zili çaldı, birkaç saniye bekleyip yeniden çaldı, endişeli ve sabırsız görünüyordu; bu duygular yüzünden düşünceleri bulutlanmış gibiydi zira şeytanların bile bu saatte uyuyor olduğunu tahmin edemiyordu.

Kapı bir süre sonra açıldı, Namjoon uykulu haliyle bakışlarını üzerimizde gezdirmiş ve burada ne işimiz olduğunu sormuştu. Kendimi tamamen meleğin fikrine bırakıp onun bir şey söylemesini bekledim, yalvaran bir ses tonuyla "Hyung, yardımına ihtiyacım var." dediğinde göğsümün orta yerinde yoğun bir öfkenin biriktiğini hissetmiştim. Kendini bu kadar ezip karşısındakinin merhametine teslim etmesi beni deli ediyordu. Yardıma ihtiyacı olan bendim, o değildi; ve ben bile ondan yardım isterken böylesine umutsuz bir imaj çizmemiştim.

Ellerim iki yanımda yumruk biçimini almak istercesine kıvrandı, bunu kendine neden yapıyordu?

"Üşüyeceksin, hadi gel." Namjoon bizi içeri davet edercesine kapının önünden çekildiğinde meleğim hemen arkasına dönüp beni kolumdan yakalamış ve kendiyle birlikte evin içine sokmuştu. Namjoon dış kapıyı kapatır kapatmaz onun tarafındaki kolunu meleğin beline attı ve ben ne olduğunu anlamadan onu en yakındaki odaya çekti. Suratıma çarptığı kapıyla olduğum yerde sallandım, öfkeden görüşüm bulanıklaşıyordu. Namjoon-ie hyung'u bana kimlik çıkaracakmış, hah, iç organlarının yerini değiştirdikten sonra çıkarır, tabi.

"Bu çok ayıp, bu çok ayıp..." Kendi kendime fısıldarken derin bir nefes alıp kapıya doğru bir adım atmış ve yüzümü buruşturarak kulağımı yüzeye yaslayacak şekilde öne doğru eğilmiştim. Çoğu inanış sistemi meleklerin insanları koruduğunu savunsa da bizim durumumuzda benim meleğim benim korumama muhtaçtı, bu konu masaya yatırılıp da tartışılması gereken bir başlık bile değildi. Dudaksızın bilgisayarında gördüğü şeyden sonra bu dünyanın beni yok etmeye çalıştığını anlayıp benim için üzülmesi ve buraya gelmeden önce mutfaktayken konuştuğumuzda hayatından biri olduğumu itiraf edip benim için kendini feda etmeye karar vermiş olması – ki ikinci kısmı anlamamak için aptal olmak gerekiyordu, beni anlam veremediğim bir koruma mekanizmasının ortasında bırakıyordu. Benim onu yok edemeyeceğim kadar güçlüydü, ama benim için kendini yok edecek kadar zayıftı. Namjoon ondan bir şeyler saklıyordu, Namjoon ondan tüm benliğini saklıyordu, bir yalan devamında romanlar doğururdu; o şeytanın bu kapının arkasında ona zarar vermeyeceğinin garantisi yoktu. Ona bakışlarında şefkat barındırıyordu, buna şahit olmuştum ama meleğimi gerçekten sevseydi onu böyle bir durumun içinde bırakmazdı. "Bu çok ayıp," diye tekrarladım kulağım kapıya yapışırken. "Ve umurumda değil."

Duyduklarım birkaç saniyeliğine de olsa mırıltılardan ibaretti ama ne zamandı ki Namjoon "Jimin!" diye bağırmıştı, işte o zaman parmaklarım kapı kolunu kavramış ve kırarcasına kaldırmıştı odayla aramdaki engeli. Koltuktalardı, Namjoon meleğimin üzerindeydi, parmakları kollarını sıkıca kavrıyordu. Yüzündeki korkmuş ifade beni deli etti, şeytanı kolundan yakaladığım gibi geriye savurdum. O kadar kolay olmuştu ki ben bile şaşırmıştım, acaba hiç güç kullanmıyordu da ben mi yanlış anlamıştım?

Şok geçiriyor gibiydi, gözleri irileşmiş, dudakları aralık kalmıştı. "İyi misin?" diye sorarak çöktüm yanına. Birkaç saniye boyunca sessiz kalıp beni izlemeye devam ettiğinde "Melek?" diye fısıldayarak üstelemiştim. Canı mı acıyordu? Bakışlarım bütün bedeni boyunca dolaşıp herhangi bir hasar olup olmadığını kontrol etti. "İyi misin?" diye tekrarladım bakışlarımız yeniden buluşunca.

Gözlerini benden ayırıp omzumun üzerinden Namjoon'a baktı. "Be-ben stüdyodayım..." diye mırıldandı Namjoon, dönüp ona bakmaya zahmet etmedim bile. "Ben çağırana kadar gelme." Sonra da odadan çıktığını duydum.

Melek çok ama çok üzgün duruyordu, az önce karşılaştığım manzara için kendini suçluyormuş gibiydi ama ne yapmış olursa olsun böyle bir durumda suçlanması gereken son kişi kendisiydi. Soona bir prenses olduğu için arkadaşlarım ondan ayrılmam gerektiğini bana asla söyleyemezdi ama bakışlarında benim için nasıl endişelendiklerini görürdüm. Bana zarar veriyordu, ilişkimiz oldukça toksikti ama yılların getirdiği alışkanlık ve belki de beni gerçekten sevdiğini düşünmem, ailesiz olup beni kabul edecek tek kişinin o olduğunu sanmam, bu ve daha nice sebep beni onun yanında kalmaya itmişti. Onu gerçekten seviyorum sanmıştım, her şeyin başındayken onu sevmesem de o beni sevdiği için onu sevebilirim sanmıştım; beni seven birisi mutlu olsun diye kendimi feda edebilirim sanmıştım. Hayattan bir beklentim yoktu, hayatta bir yerim yoktu. Yanlış bir sisteme doğmuş gibiydim, eksiktim. Kendimi sevmem için hiçbir sebebim yoktu, Soona'nın beni sevmesine izin verdim. Bana iyi gelmedi. "Ayrıl ondan." dedim kesin bir sesle. Meleğimin bakışları bana döndü. "Bu hiç sağlıklı değil, ayrıl ondan." Bu cümleleri kimseden duymamıştım, belki de Soona'dan ayrılmam bu yüzden bu kadar uzun sürmüştü çünkü başka bir seçeneğim olduğunun farkında değildim. Şimdi kelimeler dudaklarımdan taşarken kendimi bu kadar güçlü hissetme sebebim buydu, kendini suçlu hissedip Namjoon'un önünde bu kadar taviz vermek zorunda olmadığını bilmeliydi. Elimi kaldırdım, ne yaptığımı fark edince panik olup hemen karnıma bastırmıştım. Neredeyse kolunu okşayacaktım! "Hadi eve gidelim, burası sana iyi gelmez."

"Bize yardım edecek." diye mırıldandı üzgün gözlerle.

Ondan yardım istediğim için bu haldeydi, hayatındaki Suga nasıl biriydi bilmiyordum ama kendini yok sayacak kadar seviyor olmalıydı. Bu sevgiden bana da pay düşmesine öfkeliydim şimdi de, kendine öylesine düşmandı ki olmayan yenilgiyi kabul ediyordu. "Bize yardım etmesi için başına böyle bir şey gelmesi gerekiyorsa seni de, verdiğin sözü de istemiyorum."

Ve mahvettim.

Gözleri dolmaya başladı, nefes alamıyormuş gibiydi. Engelleyemediğim bir panik duygusunun damarlarımda gezindiğini hissettim, üzmüştüm, kırmıştım; bu gece Namjoon ona ne yaptıysa aynısını yapmıştım. İstediği tek şey bana yardım etmekti, bu yüzden kendini yok sayıp Namjoon'a boyun eğmişti ve ben şimdi yok saydığı o benliği de istemediğimi söylüyordum. Ona gerek olmadığını söylüyordum, bir birey olarak belki de verdiği tek sözü yok sayıyordum ve ben, ben iğrenç biriydim. Yutkundum, yavaşça ayaklandım çöktüğüm yerden. "Kedi evde yalnız, hadi, Melek." diyerek, tüm cesaretimi toplayarak uzattım elimi. Özür dilemem gerekiyordu, yardımına, verdiği söze muhtaç olduğumu ama bunun için kendini üzmesini istemediğimi söylemem gerekiyordu.

Birkaç yıl önceki halim değil, kazanan versiyonum olmalıydı.

"Eve gidelim," diye ekledim yavaşça. "Biz bir yolunu buluruz."

Elimi tuttu, tenlerimizin temas ettiği noktadan itibaren tüm cildime yakıcı bir suçluluk hissinin yayıldığını hissettim. Benden daha yapılıydı, ben kambur durduğum için benden uzun duruyordu. Benim aksime güzeldi, çok güzeldi, tek bakışıyla orduları yok ederdi, bundan öylesine emindim ki... Neden bu kadar ezdiriyordu kendini? Neden bu kadar eziyordu kendini?

Yavaşça, ona yeniden zarar vermenin korkusuyla yardım ettim koltuktan kalkmasına. Diğer elini de tuttum, istemsiz ama olması gereken bir şeymiş gibi hissettirmişti. Onu istemediğimi söylediğim an bedenini ele geçiren titremenin yavaşça yok olduğunu hissettim, üzerinde adeta kokusunu aldığım korku silinmeye başlamıştı. İkimizin de üzerinde hala montlarımız vardı, saçlarımız nemli, dudaklarımız kırmızıydı. Gözlerime bakakalmış gibiydi, hayır, gözleri kamaşmış gibiydi ama dakikalar geçmesine rağmen bakışlarını bakışlarımdan çekmedi. Onun aksine ben bakışlarının altında utancımdan mosmor oldum ama yaşımın gururuna yenilip de bakışma yarışımızı yarıda kesmedim. Ben kendimi başkaları için yok saydım, diye düşündüm, hatta biraz da gözlerimi kıstım ki filmlerdeki şu düşünce transferi etkisini yakalayayım ama pek de işe yaramış gibi değildi; bana hala aynı ifadeyle bakıyordu. Sen aynısını benim için yapma. Değmez.

Namjoon. Ne zaman ki Namjoon "Jimin!" diye seslendi evin herhangi bir odasından, ne zamanki meleğin bakışları hüzne boğulup benimkileri terk etti, işte ben de tam o zaman bıraktım yumuşak tavrımı bir kenara. Ona iyi davranmak bana iyi gelmiyor, diye hatırlattım kendime içimden. Ellerini bıraktım, geriye doğru birkaç istemsiz adım attım. Pişman olacağımı bile bile araladım dudaklarımı, "Umurumda değil," diye mırıldandım.

Namjoon'dan farkım yoktu.

Bu çok ayıp, dedi içimde bana ait olmayan ses, dalga geçercesine. Meleğimin odadan çıkıp beni bir başıma bırakmasını izledim sessizce. Jimin'e yalan söyledin.  

Continue Reading

You'll Also Like

601K 18.2K 75
Hiraeth - A homesickness for a home to which you cannot return, a home which maybe never was; the nostalgia, the yearning, the grief for the lost pla...
1.3M 57K 103
Maddison Sloan starts her residency at Seattle Grace Hospital and runs into old faces and new friends. "Ugh, men are idiots." OC x OC
750K 27.7K 102
The story is about the little girl who has 7 older brothers, honestly, 7 overprotective brothers!! It's a series by the way!!! 😂💜 my first fanfic...
627K 31.8K 60
A Story of a cute naughty prince who called himself Mr Taetae got Married to a Handsome yet Cold King Jeon Jungkook. The Union of Two totally differe...