DÜŞ KEFENİ.

By matmazelhayalleri

3.6M 250K 416K

"Ah, saçları; ölümü üzerine giyinip boğazıma sarılan saçları." Tenlerinde ateşten bir mızrak, ruhlarda yanığı... More

Düş Kefeni.
1. Bölüm: "Şeytan Ve Melek"
2. Bölüm: "Kumpas."
3. Bölüm: "Çocukluk Hatırası."
4.Bölüm: "İzmarit."
5. Bölüm: "Veca."
6. Bölüm: "Azap Çığlıkları."
7. Bölüm: "Kartal Kanadından Düşen Gözyaşı."
8. Bölüm: "Zihin Fısıltıları."
9. Bölüm: "Mezar Çukuru."
10. Bölüm: "Bal ve Zehir."
Bölüm 11: "İkiz Gezegenler."
12. Bölüm: "On Altı."
13. Bölüm: "Denizler Cinayet İşlemezler."
14. Bölüm: "Yanımıza Yara Kalan."
15. Bölüm: "Kundaklama."
16. Bölüm: "Hıçkırık."
17. bölüm: "Kalbin Göğsün İçinden Sökülmesi."
18. Bölüm: "Kalp Kırıldıkça Çoğalır."
19. Bölüm: "Kurt Ve Ceylan."
20. Bölüm: "Denizden Boğulmadan Kurtulmak."
22. Bölüm: "Kurşun."
23. Bölüm: "Dikişler."
24. Bölüm: "Seçim."
25. Bölüm: "Verilecek Kırık Bir Kalp."
26. Bölüm: "Gerçekler."
27. Bölüm: "İtiraf."
28. Bölüm: "Duman Ve Kalbi."
29. Bölüm: "Kapanan Gözler."
30. Bölüm: "Cinayetlerin Faili."
31. Bölüm: "Cam Küre."
32. Bölüm: "Eve Dönüş."
33. Bölüm: "Yabancının Kapısında."
34. Bölüm: "Son Şans."
35. Bölüm: "Kalbin Sahibi."
36. Bölüm: "En Zor Bekleyiş."
37. Bölüm: "Yeni Bir Sayfa."
38. Bölüm: "Darmaduman."
39. Bölüm: "İnsan Olmayı Hatırlamak."
40. Bölüm: "Aynalar."
41. Bölüm: "Hissedilmeyen Acı."
42. Bölüm: "Bilekteki Kesiklerin Kalpteki İzleri."
43. Bölüm: "İki Yüzlü Yüzsüz Şeytan."
44. Bölüm: "Korku Treni."
Mühim. ♥️
DÜŞ KEFENİ KAPAK. ♥️
Merhaba.♥️

21. Bölüm: "Kalp Yetene Kadar."

64.5K 5.3K 7.5K
By matmazelhayalleri

Multimedya:

Yüzyüzeyken Konuşuruz, Dinle Beni Bi'

Merhaba. Geldik gördüğünüz gibi. Bu bölüm için heyecanlı olduğunuzu biliyorum sizi gidi sizi gidilerkskekdkkr. Şaka maka, geçen bölüm kritik bittiği için haliyle meraklısınız. Umarım beklentinizi karşılar fıstıklar.🖤

21. Bölüm: "KALP YETENE KADAR."

Duman'ın beni bıraktığı yerdeyim.

Akan ama aktığını hissetmediğim bir zamanda.

Durmuş, etrafınızı izlediğiniz bir an oldu mu hiç? Öylece, bir sokağın ortasında, ya da kalabalık bir arkadaş grubunun içinde... Durdunuz ve insanları izlediniz mi? Nasıl koştuklarını gördünüz mü? Herkes bir şeye koşarken sen sadece durdun mu? Herkes bağırırken sen sustun mu? Sanki herkesin bağırmaya hakkı varmış da sen bağıramazmışsın gibi... Sanki herkes koşabilirmiş de senin bacaklarının gücü yetmezmiş gibi...

O kadar durmuşum ki, akıp giden zamanı bile izliyorum sanki.

Bir hafta oldu. Bilmiyorum, belki altı, belki de sekiz gündür. Zamanı izlediğim onu gördüğüm anlamına gelmediği için tam olarak kaç gün olduğunu bilmiyordum. Geçen bu zamanda Dumanla hiç görüşmedik, konuşmadık, mesajlaşmadık. O kadar uzak düştük ki, ölsek, birbirimize haberimiz uçmazdı.

Evet, o kadar uzak düştük ama bunun mesafelerle bir alakası yoktu.

Bu doğrudan, kalplerimizle alakalıydı.

Onu ne kadar incittiğimi sorguladığım her an azap içindeki gözleri, geçmişin içinden savrularak gözlerimin önüne düşüyor ve gözlerimin önünde, saatlerce kalıyordu. Benden sonra ne yaptığını bilmiyordum ama ben ondan sonra burada, banyonun ıslak zemininde yatıyordum. Bu geçen sürede oldukça sessiz, öfkesiz, kendi halimdeydim. Rutin şeyler dışında pek bir şey yapmamış, sadece yatıp kalkmıştım. Şimdi de banyo zemininde, küvetten çıkarak düştüğümden beri yatıyor, boş tavanı izliyordum. Açıkçası üzerimdeki havluyla fayansların üzerinde uzanmak beni hasta edebilirdi ama bunu kim sikliyordu ki?

"Mahşer, iki saattir banyodasın güzelim."

Öğünç'ü duymazdan geldim, bunu hep yapardım. Duymazdan geldim ve tırnağımla, fayansın üzerine manasız şekiller çizmeyi sürdürdüm. Kendisi birkaç saat önce, kahvaltı için geldiğini söylemiş ama kahvaltı yapmasına rağmen hâlâ gitmemişti. Onu kovmadım, bununla uğraşmadım bile. Bir sorun çıkarmadığı sürece kalabilirdi, sorun değildi. Varlığıyla yokluğu şu an bir şeyleri değiştirmiyordu.

Esnedim ve bacaklarımı kendime doğru çektim.

Vücudum sırılsıklamdı. Beni kurulaması için vücuduma sardığım havlu da ıslak zemine düştüğüm için ıslanmış, beni muhtemelen üşütmeye başlamıştı. Üşüdüğünü bilmek ama hissetmemek; yaşadığım buydu. Tırnaklarım fayansın üzerinde duraksadığında ve kapıya yaklaşan adım seslerini duyarak bakışlarımı hızla oraya çevirdiğimde, "Açma," diyerek sesimi yükselttim, tarazlı bir sesle. "Sakın açma kapıyı."

Öğünç kapının diğer tarafında güldü. "Niye kız, çıplak mısın?"

Ona cevap vermeyerek gözlerimi tekrardan yere indirdim. Kapıyı açamazdı, biliyordum. Aslında beni daha önce bornozumla görmemiş değildi ama şimdi rahatsızlık duyuyordum. Bu halde, yarı çıplak vaziyette görmesini istemiyordum. Yanağımı fayansa sürterek kısıkça hapşırdım ve kaşının burnumu ovuştururken, "Telefonun çaldı," diyerek kapıyı birkaç kez tıklattı. "Gel de bir bak."

Gözlerimi irice açmamak için sertçe yumdum ve ellerimi fayansa yaslayarak hızla vücudumu doğrulttum. Bir an hızdan dolayı sendeledim ve dönen başımı umursamadan kapının arkasına astığım kıyafetlerimin yanına yürüdüm. Havluyu vücudumdan çekip atarak doğrudan iç çamaşırlarımı giyindim. Vücudum hâlâ ıslaktı ama bir de kurulayarak zaman kaybedemezdim. Telefonumun zil sesini duymamıştım, belki sessizdi olabilirdi, nasıl bıraktığımı hatırlamıyordum. Beni arayacak pek insan yoktu, zamansızca arayan tek insan Duman olurdu. Aramış olabilir miydi ki? Küfür edip hakaret etmek için mi? Fark etmezdi. Küfür edip kapatabilirdi. Arasın, yeterdi.

Tayt ile düz, siyah badiyi giyerek kapıyı çarptığım gibi banyodan çıktım ve koridora fırladığımda etrafta Öğünç'ü aradım. Yoktu, salonda yoksa ya mutfakta ya odamda olmalıydı. Islak, uçlarından sular damlayan siyah saçlarımın sırtımdaki ağırlığıyla beraber kapıyı çarparak odama girdiğimde, Öğünç'ün yatağımın üzerinde oturduğunu gördüm. Telefonum elindeydi ve gördüğüm kadarıyla telefonu kurcalıyordu. Hızla yatağa doğru yürüdüm. "Hani? Telefonum çalmıyor."

Ben yanına yürürken, telefonu bana uzatmıştı. "Çaldı, açtım. Duman mı köz mü o herifti işte. Mahşer banyoda, müsait değil dedim. Suratıma kapattı hıyar."

"Ne dedin?" Nefesimi tutarak, inanamayarak ona baktım. "Neden böyle şeyler söyledin ki?"

"Yalan mı?" Omzunu silkerek tuhaf tuhaf bana baktı. "Banyodaydın, müsait değildin işte."

"Bunu ona, böyle izah etmemeliydin."

Telefonu elinden çekip aldığımda doğrudan son arayanlara girdim ve gerçekten Duman'ın aradığını gördüm. Konuşma bir dakika bile sürmemişti, sadece saniyeler almıştı. Neden aramıştı? Beni aramasına hiç imkân vermemiştim. Bu bir haftada ben onu iki kez aramıştım ama beni cevaplamamıştı. Ben neden aradığımı bilmiyordum. Sadece öylesine, konuşmak için bile değil, sadece öylesine aramıştım ama şimdi onun neden aradığını bilemiyordum. Şimdi arasam açar mıydı? "Yanlış anlamış olamaz ki?" Dedim kendi kendimi telkin etmek isteyerek. "Öyle dedi diye öyle anlayacak değil sonuçta. Öyle şeyler yapmayacağımı bilir."

Telefonu yatağın üzerine fırlatarak ben de yatağın üzerine çıktım ve sırtımı duvara yayarak bacaklarımı kendime çektim. İçimden geldiği için değil, yapmam gerektiğini bildiğim için yapıyordum her şeyi. Dirseklerimi dizlerime yaslayarak camdan dışarıya, görünebildiği kadarıyla gökyüzüne baktım. Saattan ve günden habersizdim. Elimle badimin yakasını çekiştirerek kendime nefes açacak alan bırakırken, "Ne bu halin?" Dedi Öğünç, davranışlarımı garipseyerek. "Ne olmuş yani telefonu açtıysam? Yanlış anlamasından mı korkuyorsun? Saçmalama kızım, o herif seni gözünden tanıyor, neyi yapıp yapmayacağını bilir kesin."

Kaşlarımı çatmadan edemedim. Öğünç benimle Duman hakkında, Duman'ın benimle ilgili düşünceleri hakkında ne biliyordu ki? Ona döndüğümde koyu gözlü renklerinin içindeki, iyi etme gayretini gördüm. Kemikli yüzünde sorgulayıcı, kuşkulu bir ifade vardı. Huzursuzlandım. "Duman hakkında, onun benimle ilgili düşünceleri hakkında bir şey bildiğin yok Öğünç. Hem sen onu sevmiyorsun, neden onunla ilgili iyi şeyler söylüyorsun?"

"Çünkü seni seviyorum."

Beni zaten seviyordu. Beni seviyordu ama kargaşa içinde, beni nereye koyduğunu bilmeden, ne şekilde olduğunu anlayamadan, hesapsızca ama sandığı şey olmadığımı bilmeden seviyordu. O da benim için önemliydi. Bazen izin verdiğimde, çok çok nadir anlarda, olurda dizine yatarsam iyi hissederdim hep. Şimdi işe yarar mıydı kestiremiyordum. Hapşırdım. "Duman'dan bahsetme, tamam mı?"

"Herifin adını anarken dudakların titriyor." Bir an inanamamakla şaşkınlık arasında bocaladı ve bu karmaşa gözlerinden belli oldu. Kafasını iki yana salladı. "Aşık mısın sen bu köze?"

Kalbini bir kâğıt gibi buruşturup attığım bir adama aşık olup olmadığımı mı soruyordu? Neden bana bunu soruyordu? Ben gidip Duman'a, sevgiline aşık mısın diye soramazdım. Peki Öğünç bana bunu nasıl soruyordu? Hani, kendisi aşık değil miydi bana? Göğsüm, bir kerpetenin içinde sıkılıyormuş gibi hissettim ve bunu doğrudan ona sordum. "Sen bana aşık mısın Öğünç."

"Seni seviyorum," diye tekrarladı, sanki bu aşık olduğunu gösterirmiş gibi.

"Aşk nefrete daha yakındır, benden biraz bile mi nefret etmiyorsun?"

"Saçmalama," dedi huzursuzca. Bu konuda konuşmaktan hiç hoşlanmamış gibiydi. "Senden nefret etmiyorum."

"Duman, ediyor."

"Hay Duman'ına da isine de közüne de..."

Homurdanarak komodinimin üstündeki sigara paketine uzandığında, gözüm o pakete ilişti ve göğsümden huzursuz bir nefes alarak ağzımı araladım. "Bırak o paketi."

Paketin içinden sigara çıkarmakta olan parmakları bir an duraksadı ve gözlerini anlamayarak kıstı. "Paketi almayacağım kızım, içinden bir tane alacağım yalnızca."

Bir kez daha paketten sigara almaya davrandığında, olduğum yerden hiç kıpırdamadan elimi pakete uzattım ve elinin arasından çekerken, kararlı bir sesle tekrarladım. "Başka paketten al!"

"İyi be! Huysuz!"

Paketi alarak tekrardan komodine bıraktım. Bu paket, Duman'ın söz verip de aldığı sigara paketiydi ve ben bile her gün içinden yalnızca bir tane alıyorken, onunla paylaşacak değildim. Diğer sigara paketimi tümüyle alabilirdi ama buna dokunamazdı. Öğünç bu davranışlarımı garipseyerek gözlerini devirdi ve yatağa uzanarak dirseğini yatağa, yüzünü de elinin içine yaslayarak bakışlarını bana dikti. Sigara içmekten caymış görünüyordu. "Ne olduğunu anlatsana," dedi, sesi ciddiyetle toparlanmıştı. "Kafan bozuk Mahşer, görüyorum."

Ona sen ciddi misin bakışları attım. "Benim kafam hep bozuktur Öğünç."

"Doğru." Sırıttı ama bir an sonra geçti. "Evet, kafan hep bozuktur ama gözlerin de hep öfkeli, nefret doludur. Son günlerde böyle değil Mahşer. Hüzünlü, dertlisin."

Kendim hakkında konuşmaktan hoşlanmadığım için bu soruya cevap vermeyecektim. Dert mi? Hüzün mü? Neler hissettiğimden biraz bile haberi yoktu. İnsanın kendi kalbini elinin içine alıp bir yarısını fırlatması insana ne hissettirirse onu hissediyordum. Israrla cevap beklediğini gördüğümde, "Asıl sen bahsetsene," dedim duygusuzca. "Çisemle neler oluyor?"

Yüzündeki ifade eriyip gitti ve yerini sakin bir sükunete bıraktı. "Ne olabilir ki?"

"Onunla öpüştüğünüzden bahsetti bana."

"Hassiktir!" Edepsiz bir küfürle yerinde sıçradı ve gözlerini kocaman açarak telaşla bana baktı. "Sa... sana bundan ne diye bahsetti ki? Yıllar önceydi, çocuktuk be!"

"Kes lan!" Onu tersledim. "Çocukmuş! Ben de o yaşta birini öptüm ve o an hissettiklerim hâlâ net şekilde hafızamda!"

"Kimle öpüştün lan!"

Elimin içini alnıma vurarak sabır dilendim. Bir öpüşme değil, öpücüktü ama bunu bilmesi gerekmiyordu elbette. Duman'ı öptüğün an hafızamda hâlâ tazeydi. Bu sadece benim için mi böyleydi yoksa insanlar ilk ve son kez öptüğü kişinin öpücüğünü hep hatırlıyor muydu, bilmiyordum. Sevgi veya etrafındaki şeylerle alakalı tecrübem yoktu. Bu soruya asla cevap vermeyeceğimi ve bana böyle sorular sormaya hakkı olmadığını bilerek sustu ve gözlerini benden kaçırmaya yeltendi. "Mahşer, yıllar önce yaşanmış bir öpücüğü neden soruyorsun ki? Sen öyle değil desen de çocuktuk ve bir kere öpüştük işte. Devamı olmadı, olacak iş değil zaten."

"Annesi, babanla evlendiği için mi?" Kafasını yatağa bırakarak gözlerini tavana diktiğinde, bu soruya cevap vermeyeceğini anladım. Ben nasıl Duman'ı konuşmak istemiyorsam o da Çisem'i bu şekilde konuşmak istemiyordu. Saygı duymalıydım ama ne zaman istemediğim şekilde saygı duymuştum ki? Siklemeden üstüne gittim. "Öğünç, kıza abi dedirtip durma! Durumun tezatlığını farkında değil misin? Sen kızı öp, sonra abi de deyip dur. Kız neden sana abi desin? Öpmüşsün kızı."

Sırıttı. "Öpüştük."

Ağzım açık ona bakakaldım. "Gülüyorsun."

"Ne?" Dudakları tek bir çizgi halinde gerildi ve kaşları bunu takip ederek çatıldı. "Gülmüyorum."

Basbaya sırıtmıştı işte. Aptal değildim ya, anlıyordum. Kafamı iki yana sallayarak bu şuursuzluğuna ah çektim. Amacı neydi? Hislerinden, duygularından ne kadar haberdardı? Uzanarak gömleğinin üstünden omzunu sıvazladım. "Sen, sizi koydukları yerde kalmak zorunda değilsin Öğünç. Sen de ben de biliyoruz ki bana aşık değilsin. Bana aşıkmış gibi davranıyorsun, çünkü bu bahaneyle kendini törpülemeye çalışıyorsun. Çisem'in sana abi demesini istiyorsun, çünkü ne zaman ona teşvik etsen, bunun seni durduracağına inanıyorsun. Yapma Öğünç, zaman kaybetme. Yarın bir gün birisi gelirse, çok geç kalırsın. Onu paylaşabileceğine emin misin."

"Onu hiçbir koşulda, hiçbir şartta kimseyle paylaşmayacağımı sen de biliyorsun."

"Laf yapma, icraat yap."

Başını dizime yaslayarak sıkıntıyla iç çektiğinde, başının tepesine bir tane yapıştırarak onu azarladım. Yaşı büyümüştü ama hâlâ çocuk gibi, korktuğu şeylerden kaçıyordu. Çisem onun korktuğu, kaçtığıydı ama şiddetle kaçtığın şeye, şiddetle yakalanırdın. Kendimden biliyordum. O daha fazla itiraz etmeden dizimin üstünde uyumaya başladığında, ellerimi ovuşturmaya başlayarak telefonuma baktım. Geri arasam, neden aradığını sorsam cevap verir miydi? Ne yani? Yarısını ayırıp fırlattığım kalbi, tamir etmeye mi çalışacaktım. Aramak yerine mesajlara girdim ve ona bir kısa mesaj çektim.

Gönderilen: Duman Alanguva.

Neden aradın?

|13.56|

Bir dakika kadar mesaja baktıktan sonra yollayarak telefonun tersini çevirerek dizime bıraktım. Sert bir mesaj mıydı? Hesap sorarcasına değil, gerçekten merak ettiğim için neden aradığını sormuştum? Ya hesap sorduğumu, ters çıkıştığımı düşünürse. Avuçlarımı açıp içlerine baktım, neden terliyordum ki sanki! Arasam açmazdı, o yüzden mesaj atmıştım. Öğünç uyuyana kadar ondan bir cevap bekledim ama hayır, geri dönüş yapmadı. Öğünç'ün başını dizimden kaldırarak yatağın üzerine bıraktım ve üstünü örtme zahmetine girerken homurdandım. Çocuk muydu da ona bakacaktım. Bir de yatağımda yatıyordu, hiç hoşlanmadığım şeydi. Sırtımı duvara daha sert dayayarak telefonu alnıma dayadım ve telefon tam o sırada, alnımın üzerinde titreşti.

Göğsümün altından, sanki fay hattı geçiyordu da bu yüzden kalbimde deprem olmuştu.

Gönderen: Duman Alanguva.

Aptallığımdan.

|14.27|

🍷

Hayal kırıklığı canını yakıyor olmalı.

Kalp acısını ölçen bir cihaz olsa ve kalbimizin üzerine yasladığımızda, bize acının şiddetini gösterseydi nasıl olurdu? Tıpkı ateşimizi ölçebildiğimiz gibi kalbimizin acısını da ölçebilseydik, kim neyi, ne kadar saklayabilirdi ki?

Köz olana kadar yanan tek şey sigara değil.

Beynim,
Zihnim,
Kalbim.

Serin hava serinletmeye yetmiyordu. Bahçede, salıncağın üzerinde ileriye ve geriye doğru, yavaşça sallanarak dudaklarımın ucunda tükenen sigarayı içiyordum. Sigara an an dudaklarımın ucunda eriyor, külü toprağa düşüyor, köz karanlığın içinde silikleşerek kayboluyordu. Gecenin bir körüydü. Çok karanlık vardı. Şakağımı eski salıncağın, paslı, soğuk zincirine dayamıştım ve saçlarımın tümü sırtımda uçuşuyordu. Sabah ezanının sesini duymuştum ve az önce annemin odasının ampulü yanmaya başlamıştı; namaza kalkmış olmalıydı. Sigara dudaklarımın ucunda, kendini tüketirken, ciğerimde sıkışıp kalan havayı burnumdan sertçe vererek iç çektim. Sigarayı parmaklarımın arasına alarak küle baktım. "Köz olana kadar yanan tek şey sigara değil."

Duman.

Elimi salıncağın paslı zincirine daha sıkı dolayarak içeriye doğru açılırken, "Bulamayacağım," dedim kendi kendime, fısıltıyla. "Yerimi, yönümü, doğrumu, yanlışımı... Amaçsızca yaşamaya devam edeceğim. İntikam dışında ne amacım var ki? Duracağım ve insanları izleyeceğim. Onlar koşarken ben yürüyemeyeceğim bile. Onlar konuşurken benim konuşacak kimsem bile olmayacak. Sadece nefes alacağım ama bu yaşıyor olduğum anlamına gelmeyecek."

Ne zaman ölecek?

Ne kadar vakti kaldı?

Bir ay mı? Üç ay mı?

Şakağımı paslanmış demire daha sert dayadım.

Ya da şu an ölüyor mu?

Sokak kapısı açıldığında, gözlerimi refleksle oraya kaydırdım ve annemi karanlığın içinde seçtim. Beni arayışa çıkıp hiç beklemediği bir yerde, ayaz gecenin içinde bulmuştu. Kapıyı aralık bırakarak dışarıya çıkışını, terlikleriyle yanıma gelişini izledim. Çok geçmedi ki yanıma geldiğinde, salıncakta kayarak kendisine yer açtım. O da ben kadar zayıftı, bu yüzden rahatlıkla sığabilmiştik. Üstünde pamuklu pijamaları vardı ve pamuk gibi beyaz olan elleri, dizlerinin üzerindeydi. Onunla konuşmayı istedim, bunu istediğim nadir anlardan biriydi. "Git yatsana," dedim, sigaramın külünü silkerken. "Gecenin bir körü niye kalkıyorsun?"

Dirseğiyle karnıma vurarak ona bakmamı işaret ettiğinde, gözlerimi parmaklarına değdirdim. Şöyle diyordu: bir haftadır uyumuyorsun, her namaza kalktığımda seni burada görüyorum. Neyin derdini çekiyorsun böyle?

Babamın ihanetinden mi bahsedeyim Duman'dan mı yoksa kendimden mi?

"Sana bir şey sorabilir miyim anne?"

Bu mülayim, sakin tavrım karşısında afallayarak cevapladı. Sor.

"Birinin ömrünü eksiltmeye devam ettiğini bilsen, yanında kalmaya devam eder misin?"

Gözlerine gözlerine bağırmak istediğimi fısıldaya fısıldaya söylemiştim. Şaşkınlığı gözbebeklerinde başlayarak yüzüne yayıldı ve anlamlandırmaya çalışarak bana baktığı bir andan sonra parmakları hareketlendi. Mahşer, neden böyle şeyler düşünüyorsun? Daha açıklayıcı ol kızım, anlamıyorum.

"Bu kadar bilmen yeterli," dedim ve sorumu tekrarladım. "Hadi söyle, ne yapardın? Düşün ki birisi, senin yanında oldukça hayatından eksiliyor. Mesela beş gün yaşayacağına üç gün yaşayacak. Ne yapardın? Beş gün yaşaması için yanından uzaklaşmaz mıydın?"

Annem bir süre düşündü. Neden kendisine bunu sorduğumu bilmiyordum ama kendi içimde öyle dolmuştum ki, söylemeyi istemiştim. Anne, o kadar şeyden habersizsin ki... Parmakları hareketlendi. Belki o, beş günü üç güne tercih edecektir.

"Romantik olma anne, gerçekçi ol!"

Annem bana vurdu. Gerçekçi mi olayım?

"Evet!"

Birini kendinden çok daha düşünmek aşkın ilk belirtisidir.

Yüzüne karşı kahkaha attım. Tamamen patlamış, boğazımda tutunamamış bir kahkahaydı ve annemi şaşırtmıştı. Omuzlarım sarsılarak, kahkahalarım arasından kıkırtılar çıkararak gülüyordum. Dediği tek şey tek soluktu ve ben o soluğu zaten çok önceden çekmiştim. Annemin garip bakışları içinde kahkaham küçüldü ve yok oldu. Kahkahamdan acıyı kazıyabilir misin anne? O zaman bu kahkaha özgür kalır. "Öyleyse bunu neden hissetmiyorum? Hissetmem için ne yapmalıyım anne, söyle! Sadece yapmam gerekeni veya yapmamam gerekeni biliyorum. Bunları yerine getirirken hissedemiyorum!"

Ona karşı hissiz değilsin ki.

O... Duman. İs gibi, anlık nefes gibi.

Salıncakta sallanmaya devam ettim ve annem yanımdan kalkıp giderken arkasından baktım. Omuzları düşmüş, vücudu dirençsizdi. Babam... Sahiden yapmış mıydı? Nasıl yapmıştı? Eli, gözü nasıl başka bir kadına gitmişti? Bunu düşününce yine o baskı gelip mideme çöküyor, safra oluyordu işte. Hem de Duman'ın annesiyle. Eğer öyle bir şey varsa, benim Duman'dan hoşlandığım zamanlar, babam onunla annesiyle mi birlikteydi? Ben... Ben aslında kimsenin değilde, babamın mı kurbanıydım?

"Senin kadar bile olamıyorum," dedim elimdeki sigara bakarken. "Sen yandıkça tükeniyorsun, ben yandıkça yanıyorum. Seni ben yakıyorum, beni herkes."

Az sonra izmariti fırlatarak Duman'ın aldığı paketten bir sigara daha çıkardım ve çakmağımla tutuşturarak azar azar içmeye devam ettim. Sallandıkça çıplak ayaklarım toprağa yavaşça sürtünüyordu. Birkaç dakika içinde bu sigarada bittiğinde ellerimi zincirlere sararak salıncağı hızlandırdım ve bunu yaparken gözlerimi kapattım. Bacaklarımın yardımıyla kendimi ileriye ve geriye iterek sallanıyor, rüzgârı yüzüme daha sert yiyordum. Göz kapaklarımdan aşağıya akan rüzgâr yüzümün tamamını yalıyordu. Saçlarım daha sert savrulmaya başladığında, pas tutmuş demir elimin içinde ısındı. Başım dönüyordu ama sallanmaya devam ettim. Güneş, ufukta doğana kadar sallanıp durdum.

Uzunca bir süre sonra salıncaktan düşerek inmiş olduğumda, düştüğüm yerde bir süre kahkahalar atmış ve sonra annem istediği için yanıma para alarak fırına yürümeye başlamıştım. Annem sıcak ekmek istediğini söylemişti. Avucumun içine bozuk paraları alarak sinirli bir halde kaldırım boyunca yürürken, etrafımdaki kınayan bakışları tersledim. İplemesem de bana öyle bakmalarına izin verecek değildim. Komikti ama beni gerçekten fahişe sandıkları için öyle bakıyorlardı.

Fırından iki sıcak ekmek alarak dönüş yolunu yürümeye başladığımda gözlerimin içindeki sızıyla beraber gözlerimi sıkıca kapattım ve bir sonra açtığımda, yolun üzerindeki iri gölgeyi gördüm. Güneş apaçık meydanda olduğu iyakın mesafemde yürüyen kişinin gölgesini görüyordum. İlk an herhangi biri olduğunu düşündüm ama hemen sonra herhangi bir saldırı altında olabileceğimi hatırlayarak temkinle gölgeye baktım. Bir erkek gölgesiydi. Tehlike olabilirdi, takip ediliyor olabilirdim. Belki o herif ölmüştür ve işimi bitirmek için peşime başkasını takmışlardı? Temkinli olacaktım. Tamam bir paranoyak gibi dönüp adamın üzerine fırlamayacaktım ama takip edilmediğimden de emin olacaktım.

Sokağın sonuna kadar sakince yürüyerek her an her saldırıya hazırlıklı davrandım. Herhangi birisi olabilirdi ama riske atamazdım. Eve kadar yürüyerek bahçe kapısının önünde, bahçe kapısını açıyormuş gibi yaparak oyalandım. Uzaklaşıp gözden kaybolursa paranoyaklığım olduğunu düşünecektim ama etrafta oyalanmaya devam ederse, fena kıllanacaktım.

Bahçe kapısını açtığımda adamın bir anda duraksadığını, gölgesinden görerek hiç düşünmeden ve sorgulamadan bir anda arkamı döndüm. Adamla aramda üç kadar iri adım vardı ve o kadar hızlı davranmıştım ki, gerilemeye fırsatı olmamıştı. Arkamı dönerken, dirseğimi belimin yanından arkaya doğru çıkarttım ve kendi etrafımdaki dönüşümümü tamamlarken, dirseğimi adamın karnına geçirdim. Adamın inleyerek karnını tuttuğunu ve iki büklüm vaziyette elini karnına götürdüğünü gördüğümde, elimdeki ekmeklerin ziyan olmaması için hızla ondan uzaklaştım. Herifin başında siyah beresi vardı ve eğilerek iki büklüm olduğu için yüzünü göremiyordum. Sırtım bahçenin kapısına çarptığında durdum ve korkusuzca haykırdım. "Kimin köpeğisin lan sen!"

"Abla," diye yakınarak karnını ovuşturan herife, inanamaz gözlerle baktım. Abartıyordu, o kadar kötü vurmuş olamazdım. Adamın iri bir cüssesi vardı ve üzerine siyah bir mont geçirmiş, adeta kamufle olmak ister gibi giyinmişti. Şikâyetçi bir tavırla sızlandı. "Apandistimi patlatacaksın be! O nasıl vuruş. Biri gelsin de vurayım diye mi bekliyordun!"

Ekmekleri göğsümün üzerine bastırarak garip garip ona baktım. Bana hakaret etmesi, üstüme yürüyerek beni korkutmaya çalışması gerekmiyor muydu? Hızlı hızlı nefes alarak, kaşlarımı çattım. "Ne ablası be! Öldürmeyecek misin beni!"

"Yav abla sen ne diyorsun?" Anlık acısı bitmiş olmalı ki doğruldu ve ben her ihtimale karşı tetikte beklerken eliyle beresini yüzünün önünden çekerek yüzünü açmış oldu. Geniş alnının doğrultusunda aşağıya inen koyu gözler ve kemerli burnu sivri bir çene ile tamamlanmış bu genç adamın yüzüne oldukça aşinaydım. Hafızamdaki geçmişi karıştırarak bu yüzün hayatıma nereden dahil olduğunu anımsamaya çalıştım. "Ne öldürmesi ya, estağfurullah."

Tamam, anladığıma göre bir düşman değildi ve beni öldürmeyecekti. Ya kimdi? Yüzü tanıdıktı ama çıkaramıyordum. Zararı yoktu, hala karnını ovuşturuyordu. Rahatlayarak vücudumu serbest bıraktığımda adamın gözlerindeki mahcubiyeti gördüm. Ben konuşmadan hızlıca açıkladı. "Sen beni peşindeki o itlerden sandın tabi beni ama değilim abla... Hem, sen beni tanımadın mı?"

Yüzünü, hafızamın içindeki anıdan kurtarmaya çalıştım. "Gözüm bir yerden ısırıyor aslında."

"Abdulrezzak, ben." Evet bu isim tanıdıktı. Bir anda kendimi Duman'ın arabasında buldum, yanımızda o vardı. "Duman Abi tanıştırmıştı bizi. Zaten beni peşine de o taktı, Allah korusun başına bir iş gelirse yardımına koşayım diye. Allah razı olsun, bir haftadır evden dışarı çıkmadın da hiç yormadın beni."

Duman, Duman. Ah Duman... Atışı her seferinde, tam on ikiden hiç ıskalamadan yapıyordu. Bundan, bu yaptığından hiç haberim yoktu. Dikenleri eline batıyordu ama gülü kaldırıp atmıyordu. Avucuna batıyor olmama rağmen gülden hiç şikayeti yoktu sanki. O ana kadar... Adama öylesine bakakaldığım birkaç dakikadan sonra hadsizliğine hiçbir şey demeden arkamı döndüm ve kucağımdaki sıcak ekmeklerle beraber bahçeden içeriye girdim.

Neden bunu yapmıştı?

Bana ne kadar vicdansız olduğumu göstermek için mi?

Al işte, bu kadar vicdansızım.

Belki o da gerçekten artık bir kaltak olduğumu düşünüyor olabilirdi. Bir an hakkımda böyle düşündüğü fikrine kapılmak gözlerimi kararttı ve ben düşmeden eve girebilmeyi başardım. O herifin gidip gitmediği umurumda falan değildi. Duman tuttuysa ona güveniyor olmalıydı ve durup oradan evimiz izleyebilirdi. Normalde buna izin vermez, herifi kovardım ama şu an bununla uğraşmayı zerre istemiyordum. İçeriye girerek doğrudan mutfağa geçtim ve ekmekleri masaya koyarak, sandalyeye çöktüm. Başımı ellerimin arasına alarak bomboş gözlerle önümdeki tabağa baktım. Çayın dumanı tütüyordu. Duman... Duman!

Masada öylece oturdum ve annemin bakışları altında yemek yiyormuş gibi yaparak oyalandım. Zamanın nasıl geçtiğini bilemeden masadan kalktığımdaysa, boğazımı bir gıcık tuttu ve ben üst üste, sayısız kere öksürdüm. Girdim, ağzımı temizledim, yüzümü yıkadım, belki geçer diye su içtim. Geçmedi, Allah'ın belası duygu geçip gitmedi.

Odama geçip etrafımda dönmeye, dağınıklığı toparlamaya, oyalanmaya başladım. Odamı pek toparlamadığım için bu baya vaktimi almıştı. Yapacak başka işim yoktu, şu kumpas bitsin, iş arayışına çıkacaktım ama bir türlü sonu gelmediği için işime, çalışma hayatıma konsantre olamıyordum. Yatağımı toparladım, kirlileri sepete, yeni yıkanmış çamaşırlarımı dolabıma koydum. Elektrikli süpürgeyle odayı çekerek bir bez aldım ve makyaj masamı sildim. Takılarımı, ojelerimi, makyaj eşyalarımı doğru yerlere yerleştirdim. Aynamı sildim, aynayı silerken yüzüme bakamadım. İnsan kendine, kendi yüzüne bakamayacak kadar düşman oluyordu bazen.

Tüm bunları yaptıktan sonra kitaplığımı, eski ve yeni kitaplarımı düzelttim. Kimisi çok eskimişti ama atmıyordum elbette. Üniversite kitaplarıma, lise defterlerime, atmayı hiç istemediğim kalemlerime baktım. O sırada gözüm bir kitaba ilişti. William Shakespeare'ın Romeo ve Juliet'ydi. Tamam, benim için fazla romantik bir kitap olduğunu biliyordum ama ben de bir zamana kadar duyguları doruklarında yaşayıp, duygularıyla hareket eden küçük bir kızdım. Ahşap kitaplıktan kitabı çekip çıkardım ve yıpranmış kapağının tozunu elimin tersiyle sildikten sonra kitabını açarak içerisini karıştırdım ve o anda, elime bir mektup düştü. Bunu hatırlıyordum. Tam anlamıyla mektup değildi. Ta evvelinden, lisede, Duman'a vermek için yazdığım birkaç satırlık kâğıttı. Hafif hafif yutkunarak dudağımın ucuyla gülümsedim ve ikiye katlanmış kâğıdı açarak yüzüne baktım. Hızlı, sinirli bir şekilde yazılmış el yazısıydı. Bunu neden yazdığımı hatırlıyordum. Okulda, onun tarafından fark edilmeyip çok kızdığım, mutsuz olduğumda yazdığım çocukça bir şeydi.

Gözlerim satırları harf harf dolaştı.

Beni fark etmeni sabırla bekleyeceğimin sözünü veriyorum ama bir gün sen de beni seveceğinin sözünü verebilir misin?

Bir hayranın.

:)

Ne kadar saf ne kadar aptalmışım. Gerçekten bunları ben yazmıştım. Ona vermek için yazıp asla verememiştim, çünkü vaktim kalmamıştı. Siz hayaller kuruyor, gerçekleşeğine inanıyordunuz ama hiçbir şey olması gerektiği gibi olmuyordu. Kader, hayallerden daha gerçekti. Senin için olması gerekenle kaderin oldurduğu bir olmuyordu.

Kağıdı kitabın arasına geri koydum.

Ama asla gidip çöpe atamadım.

Masumiyetinizden bazı parçaları, nasıl gidip bir çöpün içine atabilirdiniz ki?

Kitabı yerine koyduğumda, bakışlarım parmaklarımla eş zamanlı olarak bir başka kitaba uzandı. Sabahattan Ali, İçimizdeki Şeytan.

Bu kitabın arasına da bıraktığım bir kâğıt vardı, hatırlayabiliyordum. Yıllardır dokunmuyordum ama uzun zaman önce bazı kitapların arasına, onun için yazdığım notları koyduğumu dün gibi hatırlıyordum. Hepsi eski aşığım içindi. O kâğıdı kitabın arasından çekip çıkardım ve katını açarak, içinde yazılanlara baktım.

21/010/2011

Bugün günlerden cuma ve okuldan az önce geldim. Bugün berbattı! Hem de senin yüzünden! Yanında ki o kız yüzünden! Bilmiyorum o kızla aranızda ne var ama sizi yan yana gördüğümde, insanın canını en çok acıtan organın kalp olduğuna karar verdim.

Yere düşmedim ama yere düşmüş gibi hissettim.

Umarım bir daha onunla görüşmezsin.

Seni...

Hatırlıyordum. Okulun bahçesinde, teneffüsteydik. Onu bir arkadaş grubunun içinde, yanında güzel bir kızla konuşurken görmüştüm. O an sanki grubun dışında, yalnızca birbirleriyle ilgileniyorlarmış gibi hissetmiştim. Benimle ne kadar ilgilenmiyorsa onunla o kadar ilgileniyordu sanki.

Kâğıdı kitabın arasına geri bırakıp kitabı rafa yerleştirdim ve kucağımda, yığın şeklinde duran kitapları da rafa yerleştirerek kalktım. Gözlerimi odada uzunca gezdirdim. Toplu, düzenli görünüyordu. Ben bile bu oda kadar olamıyordum. Hep dağınıktım, toplanamıyordum. Saçlarımı ensemden çekerek yatağa yürüdüm ve komodinin ucundan telefonu alarak yatağa oturdum. Telefonu yumruğumun içinde sıkarak bir süre ekrana baktım ve az sonra rehbere girdim.

Aranıyor: Ada.

Neden yaptığımı bilmiyordum, sadece Duman'a ulaşmak istediğimi biliyordum. Arasam açmazdı, bu yüzden Ada'yı arayarak onun nasıl olduğunu soracaktım. Çünkü bu geçen sürede çok kalbim ağrımıştı ve benim kalbim, sanki onun kalbiymiş gibi, garip şekilde onun kalbiyle doğru orantıda ağrıyordu. Ada telefonu önce meşgule attı ama birkaç defa aradığımda, açmaktan başka çaresi kalmadı. Telefon açıldığında doğrudan, "Merhaba," dedim ve onun sabırsız bir soluk alarak beni yanıtsız bırakmasına hak verdim. Onun bana nasıl davrandığı dert değildi, zaten o abisine giden aracıydı. Cevap vermeyeceğine emin olduğumda, "Abini sormayı istedim," dedim ve o buna karşılıksız kalamayarak anında cevabı yapıştırdı. "Çünkü çok umurundaydı değil mi Mahşer Abla!"

Beni azarlayabilirdi, alınmaz veya umursamazdım. Boş duvara hissiz gözlerle bakarak sakinleşmesini bekledikten sonra, "Biz birbirimizi kırıp dökeriz, sen buna dahil olma," dedim sakince. "Abinin nasıl olduğunu söyle yalnızca."

"Bilmiyorum," dedi, hissettiklerini biraz bile saklayamadığı bir sesle. Duraksadı, kararsız kalmış gibiydi ama çok geçmedi ki titreyen sesiyle konuşmasını sürdürdü. "O gün... beni fizik tedaviye götürüp getirdikten sonra ortadan kayboldu. Eve geldi, dönüp durdu evin içinde. Sanki sığamadı, ev dar geldi... Sonra onu merak etmememi söyleyip çıkıp gitti. O geceden sonra gelmedi. Ne zaman arasam açtı, beni hep aradı ama hiç nasıl olduğundan bahsetmedi. Biraz kafasını dinlemeye ihtiyacı var, lütfen onu rahatsız etme."

Tek bir şeyi sordum. "Nerede?"

"Ne?"

"Sevgilisinin yanında mı?"

Karşı taraftan hiç ses çıkmadı, uzunca bir sessizlik oldu. "Sana nerede olduğunu neden söyleyeyim ki? Anlamıyor musun, sana gelmemek için senden kaçtı!"

"Ada," dedim sabırsızlık soluklar alırken. "Abin nerede?"

"Bunu seninle neden paylaşayım ki? Benim abim hasta be! Hiç mi vicdanın yok senin, üzme onu artık!" Sesi sert, kızgındı.

"Ona, kötü hiçbir şey söylemeyeceğim," dedim bana güvenmesi için hiçbir sebebi olmadığını bilerek. Yüzümü ovuşturdum. "Söyle, getireyim abini eve."

Bana karşı olan öfkesini net şekilde hissediyordum. Abisini, gözlerinin önünde parçalara ayırmıştım. Abisi, sahip olduğu en değerli şeydi. Babasıyla arasının iyi olmadığını, tüm boşluklarını abisinin doldurduğunu elbet biliyordum. Sıkıntılı bir nefes aldı. "Açık adresi, mesaj olarak atarım."

Telefonu suratıma kapattı.

Seni cimcime.

Mesajı tam tamına yarım saat sonra attı. Şaka yapmıyorum, öyle oldu. Sırf gıcıklığına yaptığını biliyordum ama yine de arayıp ağzıma geleni kendisine söylememeyi başardım. Adres şehir dışıydı, Şile'de, bir yazlıktan bahsetmişti. Buradan oraya gitmem akşamı bulurdu, bu yüzden acele davranmalıydım. Gitmemin yüzde yüz yanlış bir karar olduğunu biliyordum ama yanlışa eğilimim her zaman vardı. Yataktan kalktığım gibi kıyafet dolabının önüne geçtim ve kendime, kıyafet baktım. Siyah, yırtık bir kot şort buldum ve onu kırmızı, uzun kollu bir bluzla tamamladım. Dolaptan çıkardıklarımı giydiğimde şortumun kısalığı beni biraz düşündürdü. Teşhircilikle dekolte arasında ince bir çizgi vardı ve o çizgiyi geçmeyi uygun bulmazdım. O kadar kısa olmadığına karar vererek makyaj masamın önüne yürüdüm ve saçlarımı fırçaladıktan sonra, iki yandan tel tokalarla tutturdum. Dümdüz, kuzguni siyah saçlarım belimin hizasındaydı.

Yanıma siyah bir ceket aldım ve cüzdanımı, telefonumu ceplerime koyarak son kez aynaya baktım. Yüzüm bet halde, solgun görünüyordu. Fersiz gözlerim bu solgun görünümü tamamlamıştı. Kendimi çirkin görmek, Duman'ın da beni çirkin göreceğini hatırlattı ve ben elimde olmadan makyaj malzemelerine uzandım. Göz altlarıma biraz kapatıcı sürdüm, yanaklarıma biraz allık ve dudaklarıma kırmızı bir ruj. Evet, bu kadarı kâfiydi.

Anneme haber verip, başıma bir açmayacağıma son vererek evden ayrıldığımda, Abdulrezzak'ı bahçenin önünde volta atarken gördüm. Bir türkü mırıldanıyor, tesbih çekiyordu. Beni gördüğünde ona Duman'ın yanına gideceğimi ve kendisinin annemle kalması gerektiğini söyledim. Bir an bunu sorguladı, Duman onu baya tembih etmiş olmalıydı. Kararlı tavrımla onu ikna ettim ve yanındaki siyah arabasının anahtarını alarak yola çıktım. Arabayı istediğimde bir an tereddüt etmeden vermesi ve beni uğraştırmaması hoşuma gitmişti. Siyah, küçük arabaya binerek ehliyetimi ve ruhsatı torpidoya koydum. Açık adresi vermişti ama daha önce hiç şileye gitmediğim için yol yardımına ihtiyacım vardı. Navigasyonu açtım.

Oraya gittiğimde belki beni eve almayacaktı. Belkisi yok, büyük ihtimalle almayacaktı. Bu denizde artık yüzmediğini, yüzmeyi istemediğini söylemişti. Boğulmadan bittiğini söylemişti ama sonuçta, kafasını sudan çıkarsa da hâlâ denizde sayılmaz mıydı? Bilmiyorum, bana küfür edip hakaret edebilirdi. Duman... Garip bir adamdı. Bana iyiydi, ona kötüyken bana iyiydi ama bir de kötülüğü vardı; tamamen görmediğim. Ben olduğum gibiydim, tüm öfkem ve sinirimi açıkça gösteriyordum. Fakat Duman, gösterdiklerinden çok sakladıklarıydı. Sakladıkları yanına saklı kalanlardı ve belki de onları bana açacak kadar, kıymet vermiyordu artık bana.

Kilometreleri aşıyordum ama ona hâlâ çok uzaktım.

Kilometreleri aştım. Uzun bir süre, hava kararana dek direksiyon salladım. Bahar aylarındaydık, hava daha geç kararıyordu ama ona rağmen kilometreleri açtığım sürece gökyüzü siyah kesildi. Birkaç kere aptal navigasyon yüzünden yolları karıştırdım ama nihayet, aradığım evi bulduğumda arabayı düzlüğe çıkararak yavaşladım. Birkaç tane yazlığın olduğu geniş bir araziydi ve Duman'ın kaldığı ev iki katlı, gri ve beyaz badanalıydı. Camlarındaki perdeler açıktı ve siyah camlardan içerideki, loş ışığı görebiliyordum. Kendimi arabadan dışarıya attım ve kendimden emin adımlarla eve yaklaşırken, etraftaki sessizlikten memnuniyet duydum. Belki sessizlikte, onun içindeki gürültüleri duyabilirdim.

Eve yaklaşırken aynı zamanda pencerelerden içeriyi seçmeye çalışıyordum ama içerideki zayıf ışık buna pek müsaade etmiyordu. Elimi evin duvarına sürterek yavaş adımlarla kapıya yaklaşırken, etrafa bir göz süzdüm. Bahçelik, kırlık, yeşillik bir alandı ama hava karardığı için her şeyi netliğiyle göremiyordum. Evin taş dokusu parmaklarıma sürtünürken, yanından geçtiğim pencerenin önünde bir an duraksadım ve loş odaya bakındım. Gözlerimi kırpıştırarak ışığa alışmaya başladıktan sonra, elimi serin cama dayadım ve o sırada, geniş koltuğun üzerinde onu gördüm.

Duman Alanguva'yı.

Sanki kafamı, saatler sonra denizin altından çıkarmış da uzun vakitten sonra nefes alabilmiş gibi hissederek kısıkça ama hızlı nefesler vermeye başladım. Camın ardından, sağlıksız bir şekilde görüyordum onu. Deri, büyükçe bir kanepenin üzerinde oturuyordu. Kanepenin karşısında, büyük ekranlı bir LCD vardı ve ışığı odanın içerisine yayılmıştı. Yayvan bir şekilde, bacaklarını ortada bulunan sehpaya uzatmış vaziyetteydi. Kafasını koltuğa gömmüş, elinde bir dart oku tutuyordu ve kolu, elini havaya kaldırmış, o oku fırlatmak için hazırda bekliyordu. Üstü çıplaktı, altında ne olduğunu tam seçemiyordum ve koyu renkli saçları oldukça karıştırılmış görünüyordu. Oda dağınıktı, sehpanın üzeri karışıktı ve koyu renkli kanepelere, tüm kalabalığına rağmen oda hiç de küçük görünmüyordu. Bir ekranlı şömine sıcak sıcak yanıyordu ve alevleri gözüme çarpmıştı.

Denizden o kadar ıslak çıktın ki, ateşin içinde bile yanamıyorsun.

Duman dart okunu dartın üzerine isabetlemek için elini hafifçe ileriye itti ve aynı zamanda duraksayarak dart okunu avucunun içine aldı. Ansızın, beklemediğim şekilde omuzunun üzerinden bana döndüğünde gözlerimiz çarpıştı ve yüzmeden boğulmaya başladım. Gözlerini kırpıştırmasını, kaşlarını çatmasını, beni gördüğüne inanamayarak yumruğuyla gözünü ovuşturmasını izledim.

Evet Duman, gerçekten buradayım.

Burada olduğuma emin olduğunda sanki beni görmemiş gibi önüne döndü ve elindeki oku sertçe darta fırlattı. Kaç puana isabetlendiğini görmemiştim. Önüne döndü, beni içeriye almak için kapıyı açmadı.

Camı tıkırdattım, duymamış gibi yaptı.

Daha sert vurdum, aldırmadı.

Sert adımlarla kapıya vardım ve ellerimi sertçe kapıya indirerek, açmasını istediğimi belirttim. Yerinden hiç kıpırdamadı, elindeki dart oklarını bir bir dart tahtasına atmaktan başka yaptığı bir şey olmadı. Ellerimi yumruk yaptım ve büyük, iri kapının üzerine kuvvetle indirdim. "Aç kapıyı!"

Açmadı.

O kapı yüzüme dakikalarca açılmadı.

Etrafıma baktım, camı dağıtacak bir şeyler aradım. Karanlığın içinde iri bir taş seçerek o taşı aldım ve fevrice cama yaklaştım. Gözlerim camdan içeriye düştüğünde, Duman'ın koltukta olmadığını gördüm ve taş elimde kalakalırken, sokak kapısının gıcırtı kopararak aralandığını duydum. Kaşlarımı çatarak hafifçe yutkundum ve taşı elimden atarak gözlerimi sokak kapısına çevirdim.

İşte oradaydı.

Bana boş boş bakarak arkasını döndüğü gibi evin içine yürümeye başladığında, saçlarımı kulaklarımın arkasına iliştirerek kapıta yürüdüm. Ben içeriye girene kadar o çoktan koridoru yürüyerek gözden kaybolmuştu. Eşikten içeriye girerek sokak kapısını sakince kapattım ve koridoru yürüyerek salona çıktım. Duman aynı koltukta, aynı yerine oturmuş, dart tahtasına ok fırlatıyordu. Rahat görünmeye çalışarak ellerimi arkamda bağladım ve salonun içine geçerek ayakta, tam karşısında durdum. Yanına otursaydım kafasını çevirip bana bakmazdı ama karşısında geçtiğimde, beni görmezden gelemezdi. Loş ışığın hakim olduğu odada, karşılıklı şekilde, ben ayakta, kendisi oturmuş vaziyette duruyorduk. Gözünün önündeydim ama baksa bile beni görmüyordu. Karşısında, yüzünü net olarak görebiliyordum. Sırtını koltuğa gömmüş, eli havada kalmıştı ve parmağının ucunda bir dart oku vardı. Gözleri bomboştu. Gözlerinin bana ilk kez bu kadar boş baktığını idrak etmeye çalışırken, "Neden geldin?" Diye sordu, sanki aslında hiç umurunda değilmiş gibi. "Başın belaya mı girdi? Bana işin mi düştü? Kumpas zırıltısından mı bahsedeceksin? Var say ki bu kapı sana hiç açılmadı tamam mı? Geldiğin gibi git."

Neden geldiğimle, neden gelmeyi istediğimle zerre ilgilendiği yoktu. Sözleri değil, gözleri bana bunu söylüyordu. İlgilenmediği o kadar açıktı ki, inanmamamın mümkünü yoktu. Bana hiç muamelesi yapıyordu. Ayakta öylece, hiç kıpırdamadan durarak ona bakarken, "Bir kaltak olduğumu mu düşünüyorsun?" Diye sordum, doğruca.

Yüzünde mimik oynamadı. Yüzünün sol tarafı karanlıktı, sağ tarafı aydınlıkta kalmıştı ama aslında sol tarafı karanlıkta olan tek kişi bendim. Sadece, bana ömür gibi gelen bir süreden sonra yutkunduğunu gördüm. Üstü çıplaktı, omuzları seğiriyor, göğsü yükselip alçalıyordu. Karnının civarında bir iz vardı ama karanlık yüzünden tam göremiyor, anlayamıyordum. Yutkunuşunu genzini temizleyerek tamamladıktan sonra, "Bazen düşünüyorum," dedi ve on an, beni parçalayacak olan bir aynanın içerisinden geçtiğimi hissettim. "Ama sen, her zaman öyle davranıyorsun."

Bana sinirli olduğu için mi böyle diyordu yoksa gerçekten böyle düşündüğü için mi? Ben kendime derdim ama bunu onun demesi, hem de gözlerimin içine bakarak demesi, beni irkiltmişti. İfademi korumaya çalışarak yumruklarımı sıktım. "Sana yüz vermediğim için kaltak mı oldum?"

"Sen kimsin ki senden yüz dileneceğim?" Bunu o kadar sakin sesle söylemesine rağmen nasıl bu kadar gürültülü duymuştum? Gözleri çakmak çakmak oldu. "Pezevenk miyim lan ben bana yüz vermedin diye orospu diyeyim sana? Boş boş konuşma. Çık git evimden."

Bir andı. Kavga edip birbirimize hakaret etmemiz sadece bir anımıza bakardı. Gitmem konusunda nasıl kararlıysa ben de kalmak konusunda kararlıydım ve kalacaktım. Abuk subuk konuşmayı bir kenara bırakarak burnumdan sert nefesler verdim. Doğrusu ne diyeceğimi bilemiyordum. Uzun yıllardır, bir şeyleri telafi etmeye çalışmıyordum. Başımı sol omzuma doğru eğdim. "Geç oldu, bu saatten sonra nasıl döneceğim ki?"

"Biraz bile umurumda değil."

Yumruklarımı biraz daha sıktığımda, tırnaklarımın etime bırakacağı muhtemel olan izleri görür gibi oldum. "Yalan söyleme, umurunda."

"Mahşer, neden bunu yapıyorsun?" Elindeki dart okunu gelişigüzel bir yere fırlatarak başını ellerinin arasına aldığında, gözüme o kadar kederli göründü ki, bakışlarımı kaçırmamak için direndim. Öfke suyun altından çıkar gibi çıktı ve yüzünü tamamen esir aldığında, boynunun yokuşlarına uzanan tüm damarların altında bir lav fokurdadığını düşündüm. Yaptıklarıma olan sabrını koruyamıyordu. "Neden geldin? Gitmemi istedin ve ben gitmişken, neden peşime düştün? Anlamıyorum seni lan? Anlatsana seni bana!"

"Neden geldiğimi bilmiyorum!" Onun gibi, hararetle bağırdım. Bir an ağzımdan sıcak sıcak dumanların çıktığını bile düşündüm. Ellerimi iki yana açtım. "Buradayım ama neden, bilmiyorum! Sorma işte, sadece geldim."

"Gelirken bilmiyor muydun, kapısı sana açıklamayacak bir eve geldiğini?"

Kendimi ve etrafı gösterdim. "Gördüğün gibi, kapı bana açıldı ve ben içerideyim."

Yüzüme yüzüme haykırdı. "Aklımı sikeyim!"

Eh, en azından benimle konuşuyordu. Ya da hakaret ediyordu. Gözlerini sabırlı kalmak adına bir an yumarak başını koltuğun arkasına vurdu ve yumruklarını dizlerinin üzerine yerleştirerek sakin kalmaya çalıştı. Sanırım, artık ben konuşsam da cevap vermeyecekti. Bu yüzden sessiz kaldım ve salona göz gezdirdim. Şık, abartıdan uzak, koyu renklerle döşenmiş bir salondu. Tepemde bir avize vardı ama yanmıyordu. Onun yerine, ayaklı bir abajur yanıyordu. Üstümdeki cekete uzandım ve çıkararak onun yanındaki koltuğa yürüdüm. Ceketi koltuğun köşesine bırakarak deri koltuğa tırmandım ve ona doğru dönerek bacaklarımı kendime çektim.

Karnındaki bir sargı beziydi.

Ne olduğunu sormamak için dilimi ısırdım.

Televizyonun sesi çok kısıktı.

"Ben sensiz daha huzurluyum Mahşer, gelmemeliydin."

Kollarımı bacaklarımın etrafına sardım. "Gerçekten daha mı huzurlusun?"

"Gerçekten, öyleyim."

Yalan söylemiyor, gerçekten öyle.

Çünkü bunu söylerken sessizdi, en doğrularını en kısık sesle söylerdi. Yanağımı koltuğun yüzüne yaslayarak ellerimi dizimin üzeride birleştirdim ve ne yapacağımı bilemeyerek etrafa bakındım. Gerçekten gitmemi istiyordu, varlığımdan huzursuz olmuştu. Ne yapacak, gidecek miydim? Önüme döndüm, tırnaklarıma baktım. Bu mesafenin kilometrelerle alakası olmadığından bahsetmiştim. Yanımda ama çok uzağımda. Kolunu alnına dayamış, gözlerini sanki açmamak üzere kapamıştı. Bir eli karnının üzerindeydi ve sinirlendikçe terlediğinden olsa gerek, göğsü parlıyordu. "Gideyim mi o zaman?"

Düşünmedi bile. "Git."

"Gitmiyorum." Omzumu silktim.

Çok sert bir soluk aldı. "O zaman yukarıya çık, benim olmadığım bir yerde kal. Sabah olunca çıkar gidersin."

Ne diyecektim? Hiç. Neden geldiğimi izah edemediğim gibi neden kaldığımı da izah edemezdim. Sadece susabilirdim ki, öyle yapacaktım. Sadece sessizliği paylaşabilirdik. Çünkü konuşmaya başlarsak yine kavga edecektik. Neden burada olduğumu yemin ederim ki bilmiyordum. Fakat onun ömrünü uzatmak isterken kısaltmayı istemediğim için, aklım kalbinde kaldığı için nasıl olduğunu görmeliydim.

"On altı yaşına kadar böyle değildim," dedim ansızın, onun ve kendimin de beklemediği şekilde. Bir anda oluvermişti. Gözlerini açmadı, sadece kirpikleri kırpıştı. "Yani... Herkesin kaçtığı, duyarsız, umursamaz, kötü ağızlı, kötü düşünceli birisi değildim. Ama o geceden sonra, babamı kaybettikten sonra bir de annem bana artık annem gibi davranmayı bıraktıktan sonra böyle oldum. Böyle olunca seni de böylesine maruz bıraktım."

Yanak kasları gerildi. Bu, duyduklarını umursadığı anlamına geliyor olmalıydı. Dudakları loş ışıkta parlak, çıkıntılı görünüyordu. Bir an dudaklarına, bakmam gerekenden daha uzun baktığımı fark ettiğimde, "Böylesine maruz kalmaktan yana şikâyetim yoktu," dedi ve ekledi. "Ta ki sen bana acıyana kadar."

Sana acımıyorum.

Dilimi ısırdım. Bunu ondan duymuş olsaydım ben de hiç hoş karşılamazdım doğrusu. Anlıyordum, o yüzden sakin ve öfkesizdim. Sesi hâlâ agresifti. Ne olacağını sanarak buraya gelmiştim ki? Telafi nasıl edilir unutmuştum. Çok saçma bir durum içindeydik. Tırnaklarımı izlerken, yağmaya başlayan yağmurun sesini işittim. Gürültülü bir şekilde, aniden yağmaya başlamıştı. Camlardan dışarıya baktığımda, sokak lambasının izin verdiği ölçüde gördüm yağmurların iri iri düşüşünü. "Yağmur yağıyor," dedim ve o sadece, "Duyuyorum," diyerek karşılık verdi.

Az biraz sustuktan sonra, "Gözünü açıp niye bakmıyorsun?" Diye sordum, sessizliğine ve duyarsızlığına sinir olarak.

Çok geçmedi ki, "Sen sor," diyerek ters ters cevapladı beni.

"Duman," dedim adını tek nefeste soluyarak. "Neden böylesin? Ya hep diyorsun ya da hiç? Bir ortan olması lazım. Seninle sevgili olmayacağımız gibi ayrıda olamayız, sonuçta beraber iş yapıyoruz. Mesafeyi korusaydın böyle olmazdı. Mesafeyi koru, işlere devam edeli..."

"Sana bitti dedim. Her türlü bitti. Bir daha birbirimizi görmeyeceğiz Mahşer."

"Ama ama..." avuçlarımı sıkıca kapadım, sanki bir şey avuç içimden kaçıyormuş da tutmam gerekiyormuş gibi. "... kumpas ne olacak?"

"Ben kendi intikamımı alırım, sen de kendi intikamını, kendi şeklinde alırsın."

Tamamen mi bitirmişti? Yani aramızda, bizi birbirimize bağlayan hiçbir köprü bırakmayacak, hepsini kaldırıp atacak mıydı? Bunu söylerken hiç duraksamamış, tereddüte düşmemiş görünüyordu. Badimin yakasını çekiştirerek hızlı hızlı nefesler alırken, "Sabah buradan çıkıp gideceğim ve bir daha birbirimizi görmeyecek miyiz?" Diye sordum, ciğerimden yukarıya bir ateş topu yuvarlanırken. "Hiç yaşanmamış gibi?"

"Ne yaşandı ki?" Dedi, diyebildi.

Seni sevdim.

Seni öptüm.

"Do... doğru."

"Sesin titredi."

"Galiba."

Badimin yakasını daha çok çekiştirirken, oturduğum yerde duramayarak kalktım ve odanın içinde tur atmaya başladım. Televizyonu kapadım, zaten aptal reklamlar vardı. Şöminenin önünde biraz durarak alevleri izledim, sonra biraz dart tahtasına geçerek dart oynadım. Duman bu esnada hiç konuşmadı, bana bir şey demedi. Yerinden milim kıpırdamadı. Sonra kendi etrafımda aptalca dolanırken, sehpanın üzerindeki alkol şişelerini gördüm ve uzanarak, ne olduğunu seçemediğim bir şişeyi aldım. Başka bir şişeyi de diğer elime alarak Duman'ın önüne kadar yürüdüm ve şişeyi dizine vurduğumda, göz kapaklarını kaldırdı. Kehribarları, bereketli bir ateşin yayıldığı toprakları anımsattı. Ateşin içinde dans eden kıvılcımları gördüm. Şişeyi uzattım. "Bunun adı ne?"

Şişeye kısa bir bakış atarak sabırla beni cevapladı. "Viski."

"İçeyim mi?" Burnumu çektim. "Parasını veririm."

Elini sen ne diyorsun dercesine salladı. "Salak mısın?"

"İstemiyor musun parasını?"

"Aptal mısın nesin be!" Dişlerini sıktığında, dudakları gerilmişti. Dudakları... Parlaktı. "Zıkkım iç."

Omzumu silkerek sehpanın ucuna oturdum ve şişenin birini onun kucağına, kasıklarının üzerine bırakıp pis pis sırıtırken, bir diğerini avucumun içine aldım. Bir an üzerindeki şişeye bir de bana baktıktan sonra memnuniyetsizce gözlerini kıstı. Şişenin mantarını açarak ağzına dayadı ve alnı kırışırken, uzunca bir yudum içti. Onu taklit ederek şişenin mantarını açtım ve dudaklarımın arasına yasladım. Uzun süredir alkol almıyordum, çünkü aslında pek sevmezdim. Şişeyi geriye indirdiğimde, Duman'ın gözlerini tekrar yumduğunu gördüm. "Biliyor musun Duman, sarhoş olmaktan hiç hoşlanmam. Çünkü sarhoş olunca çok konuşurum, söylememem gereken şeyleri söylerim."

Tek gözünü açarak bana baktı, ki bu bir an gözüme komik gelmişti doğrusu. Gözlerinin içinde renk cümbüşü vardı. Teninin ısısı yükselmişti ve çıplak gövdesi gerim gerim gerilmişti. "İlgilenmiyorum Mahşer."

"Neden?"

"Sen sor diye amına koyayım!"

Ona kızdım. "Öyle cinsiyetçi küfürler etme."

Elini alkol şişesinin etrafına sararak boynunu şömineye doğru çevirdi. Bana bakmayı istemediğinden olabilirdi. Kirli sakalları, teninden dışarıya bir hastalık gibi dökülmüştü. Saçlarının bir kısmı, alnındaydı. "Sabrımı sınama Mahşer. Beni zorla konuşturup, ağzım bozulduğunda asileşemezsin. İstemediğim halde buradaysan katlanacaksın."

Sinirlendiğimi hissettim. Sırtımdan ter akıyordu. "Sabah gideceğim be! Ne uzattın?"

Bana gözünün ucuyla bile bakmadı. Gözünün ucuyla bile... O kadar mı düştüm ki gözünden? "İyi. Gidene kadar sakince otur."

Sakince oturabilir miydim bilmiyorum ama bir süre sakin, sessiz kalabilirdim. Midem boş olduğu için vücudum alkolden rahatsız olmuştu. Sabah bir şeyler yememiştim, zaten yemiş olsam bile akşam olduğu için acıkmış olurdum. Fakat açlığı hissetmiyordum. Midemde, veya karnımda veya da kalbim de rahatsız edici bir şey vardı ama bu açlık değildi. Zaten kalp acıkmazdı. Şişeyi ağzıma dayayarak adeta kafama diktim ve bir süre hiç indirmeden aralıksızca içtim. O yakıcı tadın boğazımdan serince inişini hissediyordum. Duman hiç kıpırdamıyordu. Verdiğim alkolden birkaç yudum almış, ellerini şişeye sarmış ve gergin bir ifadeyle ileriye bakıyordu. Sol profiline ışık düşmüştü. Dudağımda kalan ıslaklığı elimin tersiyle sildim. "Neden bana bakmıyorsun?"

Omuz silkti. "Sana bakarak kalbini kıramam."

"Kalbimi kırmak mı istiyorsun?" Diye sordum.

Alt dudağını ağzının içine alarak ısırdığında bir an yutkunamayarak dudağına bakakaldım. Yarısı ağzının içinde olmasına rağmen gayet dolgun görünüyordu. "Evet," dediğinde irkilerek gözlerimi gözlerine çıkarttım ve şişeyi tekrardan ağzıma dayadım.

"Yalan söylüyorsun."

"Asabımı bozuyorsun Mahşer."

Elimdeki şişeyi sehpaya bırakırken, diğer şişelere göz attım. Dediğini umursamamıştım. Bir başka, geniş, kısa şişeyi kıvrarken, "Bununda tadına bakabilir miyim?" Diye sordum. "Parasını veririm."

Parmaklarını alnına dayayarak sertçe ovaladı. "Yukarıya çık, tamam mı Mahşer."

"Kucağına çıkayım mı?"

Gürültülü bir öksürük dudaklarından fırladığında sırıtarak haline açıkça gülmüş oldum. Bakışları ok gibi fırladı ve gözlerime düştü. Onu bana döndürebilmek, ölmek üzere olan bir kalbi hayata döndürmek gibi gelmişti. Saklamadığı bir şaşkınlıkla bana bakan gözleri, sırıttığım için kıvrılan dudaklarıma kaydığında, sırıtmam ufalarak yok oldu. Duman kaşlarını çattı. "Sarhoş olmuş olamazsın değil mi?"

Ellerimi iki yana açtım. "Bilmem ki."

"Siktir ya."

İç çekerek başını arkaya bıraktığında bir daha sırıttım. Elbette sarhoş olmamış, sadece biraz hafiflemiştim. Fakat beni sarhoş bilirse yaptıklarımdan, söylediklerimden sorumlu olmazdım. Şu an tam olarak buna ihtiyacım vardı. Madem sabahına aramızdaki her şey bitecekti, o zaman son kez kalbini harcayabilirdim. Son kez kalbini hızlandırabilir, bir şeyleri son kez yapabilirdim. Son.

Yüzüne bakınca aklımın ucuna bile gelmeyen kelime.

Son.

Bana düştüğüm gözlerle bakmaya son vererek gözlerini yumduğunda, elimdeki şişenin mantarını açtım ve yere fırlatarak şişeyi dudaklarıma dayadım. Bunun tadı başka, yabancı, kötüydü. Yarısını tükürerek şişeyi ağzımdan çektim ve hoşnutsuzca mırıldandım. Güzel değildi, beğenmemiştim. Ne yani, kalbini bu tatları kötü şeyler yüzünden mi harcıyordu? Ne haksızlıktı ama! Kalbi madem hızlanacaktı, bana sarılırken hızlanabilirdi. Elimi yüzümü silerek saçlarımı geriye ittim ve onun kemikli, bitkin yüzüne baktım. Kirpikleri muntazam görünüyordu. Dudakları gerilmiş, kaşları keskin bir şekilde çatılmıştı. Kalçamı sehpanın ucunda kaydırırken, "Madem yarından sonra görüşmeyeceğiz, o zaman son kez kendimiz için bir şey yapabiliriz," dedim fısır fısır. Ben konuştukça nefesim havada süzülerek yüzüne kavuşuyordu. "Sarılarak uyuyalım mı?"

Kalbine tesir edip etmediğimi öğrenmek için bakışlarımı göğsünün altına indirdim ve göğsünün bir yumru gibi kasılıp gevşediğini gördüm. Dudaklarından ıslığı andıran bir nefes boşaltmıştı. Aşağılayarak güldü. "Sen sarılıp uyumaktan ne anlarsın ki!"

"Doğru," dedim kabullenerek. Kalbime, bu sefer bir avuç kestane ile değilde, bir keskin bıçakla giriyordu. Beni kesecek bıçak, onu zaten kesmiştir. "Sonuçta bir erkeğe sarılıp uyumadım."

"Uyumuşsundur." Gözlerini açmamıştı ama hâlâ beni görebiliyordu. İnsanların açık gözlerle göremediğini Duman kapalı gözleriye görüyordu. Ne çektiğimi, neden çektiğimi. Küstahça güldü. "Eminim uyumuşsundur."

Hafifçe hıçkırdım. Alkol gerçekten bana hiç yaramıyordu. Hareketlerim yavaşlıyor, sendeliyor, ellerim bilinçsiz davranıyordu. Parmaklarım dizlerinin üzerine yaslandı. "Ihıh, uyumadım."

Ellerini dizlerine yaslamam onun için bir sınırmış gibi aniden gözlerini açtığında ne şırıl şırıl yağan yağmurun ne de kalbinin sesini duyamadım. Doğrudan bir gezegenin içinde akıntıya çıktım sanki. Uzay boşluğunu delip geçmiş, keşfedilmemiş bir gezegene oturmuştum. Hareleri, milyonlarca ışık yılı uzaklığımdaydı ama aslında burnumun ucundaydı. Kırık bir bardağın ağzından su içmeye çalışır gibi hissettim, onun gözlerine bakarken. Kırık bardakta su içilmezmiş, bilemedim. Yüzünü hırsla yüzüme doğru yaklaştırdığında ve elini dirseğime yerleştirerek beni kendisine çektiğinde burun buruna geldik. Saçlarım onun suratına çarparken, Duman'ın gözlerinde adının hakkını veren bir yangın olduğunu gördüm. İkimizde birbirimizden hızlı soluyarak yutkunurken, elimi kaldırarak ensesine dayadım ve dirseğimdeki parmaklarının titrediğini hissettim. Bir şey diyecek oldu ama ensesini sıkarak parmaklarımı saçlarının arasına karıştırdığımda bundan vazgeçti. Dudaklarım yanağına dayandığında, beni itmekle kendisine seçmek arasında nasıl bocaladığını gördüm. Bakışları gözlerim ile dudaklarım arasında bir tur attıktan sonra dudaklarım beklentiyle aralandı. Duman, dudaklarını bana yaklaştırmaya başladığında, gözlerim kapandı fakat beklediğim şey olmadı. Duman, dirseğimdeki eliyle beni geriye fırlattığında, sarsılarak dengemi kaybettim. Bir çırpıda yerinden doğruldu. "Sabaha kadar ayrı kalalım bence."

Kalçamın bir kısmı sehpanın açığında kaldığı için bir düşme tehlikesi yaşadım ama kendimi toparlayarak dengemi topladığımda, onun benden uzaklaştığını gördüm. Ellerini ensesine sarmış, fevri adımlarla gidiyordu. Kaşlarımı çatarak ellerimi yumruk haline getirdiğimde, gürültüsüz bir küfür savurduğunu duymuştum. Kahretsin! Denizi girmeyi değil, görmeyi bile istemiyordu. Onu, evin üst katına taşıyacak olan merdivenlere tırmandığında, yerimden kalktım ve adeta koşarak arkasından yaklaştım. Ona, bana dönme fırsatı tanımadan peşinden merdivene tırmandım ve basamakların ortasında ona yetişerek yumruğumu sırtına indirdim. "Beni öyle bir paçavraymışım gibi kenara atamazsın!"

Sırtına o kadar sert vurmuştum ki, bir an yumruğumun kalbinden çıkacağını bile hissettim. Onu durdurabilmiştim. Elini merdiven korkuluğuna dayayarak durduğunda, ellerim sırtının iki yanına asılı kalmıştı. Bir anda dönerek ellerimi boşa çıkardığında ve sendelememe sebep olduğunda, düşmeme izin vermeden kollarımı iki yanımdan kaldırarak ayaklarımı yerden kesti. Kapıları çalmıyor, kırarak geçiyordum. Nefret dolu gözlerle birbirimize baktık. Dirseklerimi sıkıca tutmuş, beni kendine yaslamıştı. Yüzüme yüzüme haykırdı. "Ne istiyorsun lan benden!"

"Beni neden hiç fark etmedin?"

Bağırarak sorduğum soru onun gözlerini susturdu. Bir an yüz ifadesi bocaladı ama nefretinden hiçbir şey eksilmedi. Burnumun ucundaydı, çekici, çarpıcı, muntazamdı. Göğsüm gerine gerine derimi yırtacaktı. Tısladı. "Sarhoş mu oldun be?"

Kollarının arasında çırpınmaya başlarken, "Oldum," dedim öfke dolu bir sesle. "Ne olacak ha!"

"Telefonunu neden o it açıyor!"

Bir an ikimizde birbirimize bakakaldık. Anlamamıştım, sanırım çakır keyif olduğumdandı. Fakat o da ne dediğini yeni fark etmiş görünüyordu. Gözlerinin içindeki yolları tırmanıştaydım ama yokuşlar nefesimi kesiyordu sanki. Gözlerimi kırpıştırdım. "Neyden bahsediyorsun be!"

"Çemkirme bana!" Homurdanarak beni kendi etrafında, kendiyle beraber döndürdü ve az sonra sırtım duvara çarptığında, inleyerek yumruklarımı omuzlarına indirdim. "Müsait değildin öyle mi? Ne yapıyordun? O herifin yanında müsait olamayacak kadar ne yapıyordun söylesene? Banyodaydın ha? Söylesene seni çok mu terletti!"

Gözlerim döndü ve ben bir an sonra, tokadımı onun yüzüne indirdim.

An, bıçak gibi kesildi. Şamarım gürültülü bir ses bırakarak etrafta çınladığında, dudaklarım hayretimle aralandı ve gözlerim kocaman oldu. Onu denizde boğmuştum. Yüzü, dalgalı saçlarının bir kısmıyla beraber sol tarafa savruldu ve elim havada asılı kaldı. Kendimi, donduğum bir anın içindeymiş gibi hissetmiştim. Karanlığın içinde gizlenen, gürültülü bir yağmurun vurduğu pencerelerde gölgesi seçilebilen bir fotoğraf gibiydik sanki. Donduk. Sustuk. Bir elime, bir savrulan yüzüne bakarken, kalbimi ağzımdan kusasım geldi.

"Ne yaptın sen?"

Bunu o kadar sakin sormuştu ki, taşmakta olan bir su ile konuştuğumu hissettim. Fısıltısı, karanlığın içinde yol buldu ve cevapsız kalarak eskidi. Duman'ın eli tokat çarptığım yanağını buldu. "Git." Ağzında biriken kanı, basamağa tükürdü. "Kaybol. Çabuk."

Elimin içindeki sızının kaç katıydı dudağındaki sızı? Sırtımı duvara yapıştırdım. "Nasıl oldu anlamadım, ben..."

"Ben, telafi edemeyeceğim bir şey yapmadan kaybol Mahşer."

Elim ayağım titriyordu. Ona tokat atmak istememiştim. Nasıl olduğunu aklım ermiyordu. Vücudumdan elektrik teli geçiyormuş gibi hissediyordum. Gürültülü yağmur sanki bizi alabora ediyordu, başımın üstündeki çatıyı söküp alıyordu. Ona yaklaşmak istedim ama bir alt basamağa inerek, ağzındaki kanı bir kez daha tükürdü. "Uzaklaş Mahşer, çabuk uzaklaş."

"Ben..."

Sesi, kendini zaptetmekte ne derece zorlandığını belli ediyordu. "Git Mahşer. Dilimden bir kaza çıkmadan git!"

Ona uzanmaya yeltendim. "Sen öyle diyince sinirlendim, o yüzden oldu. Atmak istememiştim, gerçek..."

"Gitmiyor musun?"

"Gitmiyorum?"

"Peki, bunu sen istedin."

Yüzünü bana kaldırıp saçlarını arkaya silktiğinde, gözüm yırtılan dudağına kaydı ve aynı anda Duman beni kolumdan sertçe çekti. Vücudu kontrolden çıkmıştı. Dişlerini sıkıyor, hırıltıyla soluyor, burun kanatları öfkeyle inip kalkıyordu. Yüzünde, ehlileşmesi mümkün olmayan bir nefret vardı ve gözlerinde ateşim kaynıyordu. Ateşin üzerindeki kazanda yanıyordum sanki. Sırtımı sertçe duvara yaslayarak kendini de bir o kadar sertçe bana dayadı ve çenemi parmaklarıyla tutarak yüzünü yüzüme hizaladı. Kalbini gerçekten gözlerimde gördüğümde bir şey oldu. "Neyi ben istedim?"

"Dudağını, dudağımda!"

Bir şey oldu.

Bir şey.

Aptalca ama gerçek.

Dudaklarımız birbirine değdi, dokundu, temas etti. Önce dudaklarımın ucuna, sonra ucundan geriye kalanlara. Dudakları sertçe dudaklarıma dayandığında ve nefesim boğazımda kilitlenerek ciğerime geri indiğinde, ellerim iki yanıma indi ve kocaman olan gözlerim, gözlerinin içinde, pili biten bir saat gibi durdu. Ona bakarken dudaklarını dudaklarıma bastırmış, beni öpmek için dudaklarımı aralamamı bekliyordu ve onunda gözleri en az benim kadar büyümüştü. Yarasını açmış, üfle diyordu sanki. Üfledim.

Ona, beni öpmesi için izin verdim.

Dudaklarım aralandığında biriken nefesim dışarı çıkamadan Duman alt dudağımı kavradı ve gürültülü bir iniltiyle beraber, beni gerçekten öpmeye başladı. İkimizde gözlerimizi birbirimizden işaret almış gibi, aynı anda yumduk ve yokuş aşağıya düşmeye başladık. Yer ayağımın altından kaymıştı ve kalbim boğazımda sıkışmış gibi hissetmiştim. Dudaklarım onun kadar telaşlı, hızlı, sert bir şekilde onun üst dudağını kavradığında, ellerim çıplak karnından yukarıya tırmanmaya başlayarak yüzüne, yanaklarına yerleşmişti. Sakalları avuç içime iğne gibi battığında, Duman kafasını yana yatırarak üst dudağımı ağzının içinde sertçe yedi ve ben, vücuduma yüklenen bu duyguya dayanamayarak vahşice inledim.

Birbirimizin kucağına tırmandık.

Dili ağzımın içine girerek benim dilimle temas ettiğinde, kafasını kendime doğru çekerek vücudumu ona yasladım ve Duman, ellerini kalçalarıma dayayarak beni kucağında kaldırdı. Karnımda onu hissettiğimde, inleyerek dilimi dilinin ucunda çevirdim ve ağzını, iştahla öpmeye devam ettim. Dudaklarımız sert, tutkulu, aceleciydi. Birbirimize yetişmek için o kadar hızlı öpüşüyorduk ki, ellerimizin nasıl bir şekilde vücudumuzda dolaştığını takip edemiyordum. Duman, saçlarımı sertçe çekerek vücudunda dengelenmem için sırtımı duvara daha sert dayadı ve alt dudağımı ısırarak kükrer gibi, ilkel bir şekilde inledi. Birbirimize sürtünerek, göğüs göğüse, açık yaralarımızdan sızar gibi öpüşüyorduk ve bunu kafamızı denizden çıkarmadan yapıyorduk. Boğuluyoruz ve dönüp baktığımızda kendimizi, birbirimizin boğduğunu görüyoruz. Elleri boynumda, beni boğuyor. Ellerim boynuna, onu boğuyor.

Denizin içinde yanıyoruz,

Duman'ın kalbi, yetene dek.

BÖLÜM SONU.

Erdi mi başınız göğe, ha?

Eeee, sıradaki 21 kimlerin?

Akkskdkddk.

Tamamen bir geçiş bölümüydü. Umarım keyifle okumuşsunuzdur. Bir daha ki bölüm ne zaman gelir kestiremiyorum, şu sıra gözlerim biraz yorgun olduğu için yavaştan alıyorum :( Fakat buradaysanız, benimleyseniz beni tanıyorsunuzdur. Sizleri asla ihmal etmem, biliyorsunuz<3

Bölümü emojiyle anlatın.💔

OY VE YORUM BIRAKMADAN GEÇMEYİN. ZALIMLIK ETMEYİNAJSJEJDJEJ.

Instagram: emineasr
Twitter: emineasr

SİZİ SEVİYORUM, CANIMIN İÇLERİ.🖤

Continue Reading

You'll Also Like

1.4M 54.3K 26
(18+ cinsellik ve şiddet içerir.) Başımızın üstünde ki elçilik binasının içinde bir ses yankılandı. "Şuandan itibaren; Onun tek bir saç teline zarar...
171K 11.6K 20
17 Yıl sonra gerçekleri öğrenen Bade, yıllardır onu arayan abilerine giderse. Azıcık dram. Bolca eğlence. Bolca aksiyon. Bir tutam da kaos. Daha...
125K 8.9K 89
Öğretmen ama AŞKA ÖĞRENCİ (Texting) • Anaokulu öğretmeni olan Beyza yoğun bir sene geçirdiği için yeni dönemde dinlenmek için görev değişikliği yapmı...
859K 55.9K 47
Çilek Alança Yıldırım mı yoksa Çilek Alança Saruhan mı demeliyiz? 17 yaşında tam bir neşe patlaması olan Çilek, ailesinin gerçek olmadığını ve küçük...