OKYANUS KADAR MAVİ

By smellofthesky

5.6M 242K 80.6K

"Bir acı var kalbimin tam sol köşesinde. Hemen sen kokan satırların arasında beliriveren çok fazla acı var, s... More

Okyanus Kadar Mavi
Bölüm/1
Bölüm/2
Bölüm/3
Bölüm/4
Bölüm/5
Bölüm/6
Bölüm/7
Bölüm/8
Bölüm/9
Bölüm/10
Bölüm/11
Bölüm/12
Bölüm/13
Bölüm/14
Bölüm/15
Bölüm/16
Bölüm/18
Bölüm/19
Bölüm/20
Bölüm/21
Bölüm/22
Bölüm/23
Bölüm/24
Bölüm/25
Bölüm/26
Bölüm/27
Bölüm/28
Bölüm/29
Bölüm/30
Bölüm/31
Bölüm/32
Bölüm/33
FİNAL
Teşekkürler & Açıklama
Minnak Duyuru.
Epilog
OKM2/GÖKYÜZÜ KADAR MAVİ
DÜNYA'NIN DEFTERİNDEN SATIRLAR.
1 MİLYON!

Bölüm/17

131K 6.1K 2.3K
By smellofthesky

Uykudan ölüyor bir halde, son sayfaları saçmaladığımı tahmin ederek ekliyorum bölümü. Nasıl olduğunu gerçekten bilmiyorum, bu sıralar kafam epey bir dalgın ama elimden geleni yaptım. Umarım beğeneceğiniz bir bölüm olmuştur. Yorumlarınız, oylarınız şahane. Her birini gördükçe, okudukça ağlayasım geliyor. Son günlerde iyi hissettiren tek şey onlar. Lütfen oy ve yorumlarınızı bu bölümde esirgemeyin. Her birinin değeri büyük. :3

Multimedia İrem'den çokça güzelli bir şey. Alıp kaburgalarıma sıkıştırarak seveceğim. Çok teşekkür ederim, emeğine sağlık olsun!

İyi okumalar dilerim!

"Bu gün günlerden bahar sevgilim,

Yine kalbime papatya tohumları ektin.

Fakat bilmiyorum,

Baharla birlikte senin de gelmen gerekmez miydi yoksa sonbaharda yapraklarımı dökerken mi ziyaret edeceksin beni?

Hazan yağmurları şimdi gözlerimden yağıyor."

Elimdeki kurşun kalemi, not kağıdının tepesinde gezdirirken kıvrımlı harflerime bir kez daha göz attım, kendime engel olamadan onun için karaladığım satırlara bakarken iç geçirdim. İçimde kopan fırtınanın rüzgarını dudaklarımdan dışarıya saldım, defalarca daha iç geçirdim çünkü onu görmediğim beş gün boyunca yaptığım tek şey, bundan ibaretti.

İç geçirmek.

En son, yaptığımız konuşmadan sonra evi terk etmiş, beni ardında bıraktığı yalnızlığa tekrar teslim etmişti. Elbette bunun farkında değildi ama o, bir saniye bile yanımda bulunsa kalabalık oluyordum ben. Hissetmiyordum yalnızlığı. Ve biliyordum ki ihtiyacım olan tek şey buydu. Ama sonra, o tekrar gidiyordu farkında olmadan. Yaptığı tek eylem buydu zaten. Kalbime giriyor, sonra gidiyordu. Zihnime sızıyor, sonra yok oluyordu. Beni açık maviden karanlığa teslim ediyordu. Ve tekrar hissediyordum.

O boşluğu.

Ve bu beni boğuyordu.

O gittikten sonra ondan tekrar haber alamamıştım. Birkaç defa okulun yüzme salonuna uğramış fakat onu orada göremeyeceğine de daha fazla kurcalamamıştım. Belki de onu itiraf etmemem gereken şeyleri itiraf ederek biraz fazla sıkmıştım. Kendimi ona öyle çok ait görüyordum ki sanki içimde biriktirdiğim her şeyi anlatabilirmişim gibi geliyordu.

Elbette öyle değildi.

Atlas için bir anlam ifade bile etmiyordum. Bu yüzden benim sorunlarımla ilgilenmek elbette keyfini kaçırabilirdi.

Nefesimi bıkkınca üfledikten sonra soğumuş çayımdan bir yudum daha alarak önümdeki Yeni Türk Edebiyatı notlarını çevirmeye koyuldum. Yakında başlayacak vizelerde ne halt yiyeceğimi bilmiyordum. Atlas'a yazdığım şiirlerden bir tanesini geçirirdim kağıda herhalde.

Hah.

Kirpiklerimi kırpıştırdıktan sonra ısınmayan hava yüzünden giydiğim kazağı parmaklarıma kadar çekiştirerek elimdeki kalemi dudaklarıma yasladım.

"Şiirde olduğu gibi romanda da -devrin siyasi baskıları nedeniyle- sosyal konulardan uzak durulmuştur. Yazarlar, daha çok yaşadıkları ortamı anlatma yoluna gittikleri için konular İstanbul'un çeşitli kesimlerinden alınmadır."

Seslice tekrar ettiğim cümleyi dudaklarıma yasladığım kalemle kağıda geçirirken önüme düşen perçemi de yavaşça kulağımın arkasına sıkıştırdım. Dün bütün gece uyumadığım için gözlerim acır hale gelmiş, önümdeki notları seçemeyecek kadar bulanık görür olmuştum. Aslına bakarsak Atlas'la olan konuşmamız ardından uykuya dalmak epey zor gelir olmuştu ama ben de bu fırsatları değerlendirerek vizeler için hazırlanıyordum. Hem böylelikle uykusuzluğumun sebebinin Atlas olduğunu inkar etmekte kolaylaşıyordu.

Son cümleyi de kağıda geçirdiğim sırada, tekrar dudaklarıma yasladığım kalemin biri tarafından çekilmesiyle olduğum yerde sıçradım ve elindeki yeşil kalemle bakışlarını bana dikmiş olan Ege'yi görünce derin bir nefes aldım.

"Beni korkuttun," dedim elimi göğsüme yaslayıp gözlerimi kırpıştırırken. Dudaklarıma sahici olduğunu düşündüğüm bir gülümseme iliştirdim. "Dalmıştım."

Yalan.

Ege, kenardaki masadan bir sandalye çekip hemen yanıma oturduğunda söylediklerime pek kulak asmışa benzemiyordu. Masadaki çayı tekrar dudaklarıma itekledim ve göğsümde atan şiddetli ağrıyı görmezden gelerek ona odaklanmaya çalıştım. Günün yirmi dört saatini ruhumu dış çevreden izole ederek geçirmek, benim için sağlıklı değildi. Aklı dengemi kaybedecek gibi hissediyordum.

"Kötü görünüyorsun," dedi ve kaşlarını çatarak elinde tuttuğu kalemimi notlarımın üzerine bıraktı. Parmaklarını, yavaşça göz altlarıma doğru yaklaştırdı ve beni incitmekten korkarcasına çukurlara dokundu. "Sanki bir aydır uyumuyormuş gibi."

Acıyan dudaklarımı kıvırmaya çalışarak güldüm. Ona haklısın diyebilmeyi isterdim. Ruhum yedi yıldır uyumuyor.

Bazen, beni anlayacakmış gibi hissediyordum. Tüm acıyı, tüm bu yaşanmışlığı anlayacakmış, kilitli kafesimin anahtarını cebinden çıkartarak beni özgür bırakacakmış gibi hissediyordum. Onu tanımıyordum fakat aslında tanıyor gibiydim. Bu yüzden, tüm kalbimi açmak geliyordu kimi zamanlarda ona. Acımı görmesine izin vermek, bana uygun gördüğü merhemi kalbime sürmek istiyordum. Çünkü bir yerlerde, kalbim dudaklarını aralayarak onun da yaralı olduğunu söylüyor, onun bana iyi gelmesi koşulunda, benim de ona yardımım dokunabileceğini söylüyordu. Bu muzip görüntüsünün ardına gizlediği bıçak yaraları vardı. Beş gün önce bir kısmını bana göstermişti, hepsini görmek; iyileştirmek istiyordum.

Çünkü bunun insanı mahvettiğini biliyordum.

Her şeye rağmen, yine de ona bir şey söylemedim.

"Vizeler," dedim not kağıtlarını işaret ederek. Soğuktan çatlamış dudaklarımı ıslattım ve yalan söylediğimi anlamaması adına bakışlarımı ondan kaçırarak notlara çevirdim. "Yaklaştılar. Tüm bir hafta boyunca kafam dalgındı." Güldüm. "Uyuma fırsatım olmadı."

Halbuki kafam öyle dalgındı ki vizeler için çalışmaya odaklanamamıştım bile.

Ege, tek kaşını kaldırdıktan sonra elini saçlarına atarak kısacık olan tutamlarını çekiştirdi ve bakışlarını birkaç saniyeliğine de olsa kafeteryada dolandırdıktan sonra bana döndü. Kısacık olan saçları, onu olduğundan daha da olgun gösteriyor, sanki yıllara meydan okumuşçasına bakan gözleriyle uyumla dans ediyordu. Ege güzeldi. Kalbi kadar güzel bir adamdı.

Fakat acı olan şuydu ki, benim kalbim Atlas dışındaki hiçbir adamın gerçekten güzel olduğuna inanmayı reddediyordu.

Çünkü o Atlas'tı. Tanrım, o Atlas'tı. Gökyüzünün özgürlüğüne bulanmış mavi gözleriyle, hayatın bileğime geçirdiği kelepçeleri çekip çıkartıyordu. Özgür kılıyordu ruhumu fakat aynı zamanda tutsak ediyordu beni kendisine. Yorulduğumu hissetmiyordum onunla. Aksine, nefes alabilmek için bir sebebim oluyordu. Bu nefes, kimi zaman zehirden oluşsa da böyleydi. Ve en güzeliydi. Benim çirkinliğe bulanmış kalbimde yer edinerek kalbimi bile güzel kılıyordu. Güzeldi. Çok güzeldi.

Düşüncelerim, Ege'nin kurduğu cümleyle beraber zihnimden kaçtığında, dikkatimi ona sabitlemiş; adının geçmesiyle buz gibi olan parmaklarımı ısıtmak için hırkamı çekiştirmiştim.

"Açelya sana yardım edebilir," dedi bunun benim kalbimde ne gibi bir yıkıma yol açtığını bilmeyerek. "Bu günü atlattıktan sonra ona alt dönem notlarını sor, eminim saklıyordur."

Dudakları, neşeli bir şey söylemiş gibi iki yana kıvrıldığında elini kotunun cebine attı ve telefonundan bir şeylere bakmaya koyuldu, aradan geçen birkaç saniye ardından telefonu kulağına yaklaştırarak, "Hallettin mi güzelim?" dedi. Açelya'ya konuştuğunu biliyordum. Yutkundum.

Onun Açelya'ya güzelim diye hitap ediyor oluşu zihnimin kıyılarına Atlas dalgalarının çarpmasına neden olmuştu. Bir an için, geçmişte bir yere kayan zihnim, Atlas'ın Açelya'yı kollarına alıp ona güzelim deyişini hatırladı ve gözlerimi kapatma ihtiyacımla baş etmekten başka bir şey yapamadım. Canım yanıyordu, bunu inkar edemezdim ama katlanmak zorundaydım. Ortada suçlayacak kimse yoktu. Ne Atlas'ı suçlayabilir, ne de Açelya'ya kızabilirdim. Belki de suçu kendimde aramalıydım. Canımı yakacak adamın eline bıçağı tutuşturan bendim.

İç çekerek elimdeki kalemle oynamaya koyulduğumda, Ege konuşmaya devam ediyordu. "Tamam geleceğiz," dedi ensesini ovuşturduktan sonra. Sıkıntılı görünüyordu. "Şu an yanımda oturuyor, söylerim."

Benden bahsettiklerini fark ettiğimde kalbimin yerinden sıçramasına mani olamamış, kaşlarımı istemsizce kaldırmıştım.

Ege, onu bir kez daha, "Tamam," diye onayladıktan sonra Açelya'nın söylediklerini dinledi, kolundaki saate baktı ve onu tekrar onayladı. Sanki o karşısındaymış gibi başını sallayarak gülümsedi. "Haberleşiriz. Dikkat et kendine."

Konuya karşı ilgisiz kalmak istiyordum fakat benden bahsettiklerini duyduğumdan beri, merak kalbimden göğsüme doğru izlediği yolda koşmaya başlamış, kuşku zihnime kıvrılarak düşüncelerimi tetiklemişti. Sorgulayıcı bakışlarımı Ege'ye yönelttiğimde merakımı sezmemesini dilemiştim.

"İki haftadır bunun için uğraşıyor," dedi Ege gözlerini devirerek. Neyden bahsettiğimizi bile bilmiyorken başımı salladım. "Üstelik beni de uğraştırıyor."

Ona neyden bahsettiğini bilmediğimi söylemek istiyordum ama karşısında çokta meraklı bir konum edinmek derinde değildim. Bunun yanı sıra Açelya'ya neden yanımda dediğini de merak etmekten geri kalamıyordum. Bakışlarımı üzerine dikip kaşlarımı kaldırdığımda, hiçbir şeyden haberim olmadığını anlamasını umdum.

"Ah," dedi elini saçlarına atarak. Gözlerini kıstı ve dudaklarını yaladı. "Açelya sana bahsetmedi mi?"

Böyle söylediğine göre Açelya'yı evden kovduğumu bilmiyor, aramızın limoni olduğunu da düşünmüyordu. Yoksa böyle bir cümle kurmazdı. Sonuçta onunla en son beş gün önce konuşmuştuk ve bana bahsettiği tek şey, Atlas'la olan mutlu ama sarsıntılı ilişkileriydi. Bundan daha öteye gidememiştik. Paylaştığımız tek şey, kalbimdeki yangın olmuştu.

"Onunla konuşmadık," diye mırıldandım gözlerine bakmazken. "Neler döndüğünden haberim yok."

Gerginliğim ister istemez kelimelerime, ses tonuma kadar yansımıştı. Engel olmadan ciddi çıkmışlardı dudaklarımdan. Eğer Ege aptal değilse bir şeyler döndüğünü sezmiş olmalıydı. Kurcalamamasını umdum.

Kurcalamadı fakat konuyu kapatmadı da. Hiçbir şey yokmuş gibi konuşmaya devam etti.

"Kimseye bahsetmedi aslında," dedi telefonu parmakları arasında çevirirken. "Özel olması için oldukça uğraştı. Henüz sadece senin, benim ve arkadaşlarının haberi var." Yüzünü bana yaklaştırdı ve nefesi, yanaklarımı yalayacak şekilde üzerime doğru eğildi. "Aramızda," diye fısıldadı. "Şşt."

Buz tutmuş parmak uçlarım titremeye başladığında, sıcak nefesi yüzümü yakıyordu. Böylesine yakın oluşumuz, tedirgin hissetmeme yol açmış, aynı zamanda Atlas'a ihanet ettiğimi fısıldamaya koyulmuşlardı. Nane kokan nefesi, bir kez daha burnumu kaşındırdığında nasıl geriye çekileceğimi sorguluyordum.

"Pekala," dedim yavaşça. "Ama hala hiçbir şeyden haberim yok." Gülmeye çalışarak oturduğum yerde dikleştim ve yüzümü, bir santimetrede olsa geriye geçerek ciğerlerime kaçan soluğumu yakalamaya çalıştım. Atlas'la yakınlaştığımız takdirde kendimi kaybediyor olduğumu biliyorduk fakat bir başkasının nefesini üzerimde hissettiğimde, suçluluk duygusuna bulanan kalbimle baş etmek daha da zor bir hal alıyordu.

"Atlas'ın doğum günü," dedi Ege umursamazca. "Bu akşam. Açelya bunun için uğraşıyor, büyük bir şey olmayacak ama şehir dışından arkadaşlarını davet etti. Ve tabi bir de bizi. Saat dokuz..."

Ege'nin cümlesinin devamını işitememiştim çünkü zihnime konan bir bomba misali olan cümleyi irdelemekle meşguldüm. Önce dudaklarım aralandı. Gözlerim kapandı ve iç sesim, dudakları arasından fırlattığı okkalı küfürle beraber ne yapacağını şaşırdı. Boğazım kurumuş, kalbim de tam olarak durmuştu.

"B-bu gün," dedim ve sesimin titrediğini fark ederek boğazımı temizledim. "Bugün ayın kaçı?"

Ege, anlamaz bir ifadeyle yüzüme baktığında, onun aksine titreyen soluğumun göz yaşlarıma neden olmaması için Tanrı'ya sayıklıyordum.

Telefonuna baktı, tarihi kontrol etti ve, "17 Mayıs," dedi. "Atlas'ın doğum günü."

Ve tam olarak bahsettiğim ihanet kelimesinin o anda anlam bulduğunu fark ederek buz gibi parmaklarımı dudaklarıma bastırdım ve şaşkınlığın esiri olan sesin dudaklarımdan firar etmesine engel olamadım. Kocaman bir taş, göğsümün üzerinde, aldığım her solukta kıpırdanıp beni rahatsız eder hal gelmişti, sadece tek bir cümleyle.

"17 Mayıs. Atlas'ın doğum günü."

Kulaklarımda, kalbimde hayal kırıklıklarının keskin camları vardı, her biri duygularıma saplanmış vaziyette durarak bana işkence etmeyi sürdürüyordu.

Bu gün, 17 Mayıs'tı.

Bu gün, varlığımın her zerresini oluşturan adamın doğum günüydü. Onun aldığı her soluğa ortak oluyor, onunla beraber yaşama tutunuyordum. Var olduğu için, herkesten çok mutlu olmam gereken gündü bu gün. Atlas'ın, gökyüzünden düşüşünün yıl dönümüydü. Benim Atlas'ım, doğum günüydü.

Bu günü ne kadar çok hayal ettiğimi bilmiyordum. Bu günü hayal edip ağladığım geceleri anımsatmak güçlük çekiyordum. Zihnimde öyle çok cümle vardı ki, hangisinin hangi geceye ait olduğunu seçemiyordum. Bunu düşlemiştim. Var olduğu için teşekkür edip ardından dudaklarımı dudaklarına bastıracağım günün hayalini kurmuştum. Kimisinde o da öpüyordu beni. Kimisindeyse sadece gülümsüyordu. Gülüşünden öpüyordum böylece.

Fakat..fakat bunun hayalini bu kadar kurmama rağmen, bu günün on yedi mayıs olduğunu anımsamamıştım. Bu günü hatırlayamamıştım. Ve ihanet ettiğim kişinin Atlas olduğunu değil de, kendi duygularım olduğunu bilmek kalbime oklar saplıyordu. Ben, ona olan aşkımın böylesine kutsal olduğunu düşünürken, bunu bile anımsamayacak kadar çok yitirmiştim kendimi?

Nefretle dolan benliğimin öfkesi, yine kendisineydi.

"Dünya," diyerek elini gözlerimin önünde sallayan Ege sayesinde düşüncelerimden sıyrılarak titreyen dudaklarımı kemirmiştim.

"Hatırlayamadın, değil mi?" diye sırttı dişlerini göstererek. Ardından parmaklarını dudaklarına yaklaştırdı ve eliyle hayali bir şekilde fermuarı çekti. "Bu da aramızda, turuncu."

Gülüşüne karşılık tebessüm etmemek için kıvrılan dudaklarımın sözlerini dinlemedim ve acıyla güldüm, başımı salladım. Çekindiğim şey, ne yazık ki Atlas'ın bunu öğrenmesi değildi. Bunu benim biliyor olmam, başlı başına utanç kaynağıydı.

"Saat sekizde gibi orada oluruz," dedi Ege. "Seni yedide alırım."

En başta idrak edemesem de, Açelya'ya kurduğu tamam geleceğiz cümlesi bunun içindi. Benim de onunla beraber geleceğimi düşünüyordu. Halbuki Açelya'ya olan tartışmanın ardından onun düzenlediği bir şeye gidemez, Atlas'ın ona teşekkür eden dudaklarını görmeye tahammül edemezdim. Muhtemelen bu sürpriz karşısında mutlu olacak ve onu dudaklarıyla ödüllendirecekti.

"Ben gelemem," dedim telaşla. Elimle not kağıtlarını gösterdim ve bunların geçerli bir sebep olmasını umdum. "Ç-çalışmam gerek. Size iyi eğlenceler."

Fakat biliyordum. Ege, bunu yemeyecek kadar zeki bir çocuktu. Veya, benim mimiklerim beni ele vermeyi oldukça fazla seviyor olmalıydılar. Karar vermek zordu.

Gözlerini kısıp dudaklarını aşağıya doğru sarkıttığında iç çekti. "Yemedim," dedi başını üzgünmüş gibi sallayarak. "Açelya ile tartıştığınızı biliyorum ama emin ol kötü bir niyeti yoktu. Açelya kin beslemez. Üstelik kaç gündür aklı sende, çok üzgün. Onu affet."

Israrla üzerimde gezinen bakışları ve ciddiyete bürünen yüz ifadesi karşısına elim ayağıma dolanmıştı. Oraya gitme istemiyordum. Nasıl kaldıracağımı bilmiyordum, kaldıramazdım. Açelya benimle konuşmak isteyip yanıma gelebilirdi veya bir diğer ihtimal olarak tüm gece boyunca onların birbirlerini sevişlerini görmek zorunda kalabilirdim. Kendimi toparlamaya çalıştığım bu günlerde, buna ihtiyaç duyduğumu sanmıyordum.

"Sorun Açelya değil," diyerek galip gelemeyeceğim bir savaşa giriştim. "Gerçekten, vizeleri-"

Elini havaya kaldırdı ve kelimelerimi dudaklarımın arkasına dizdi.

"Sadece birkaç saat dedi," bıkkınca. "Hadi ama Dünya, ne olacak ki? Hem Açelya da seni orada görmek istiyor."

Ama Tanrım, ben istemiyorum.

Dudaklarımı aralayarak tekrar itiraz etmek için yeni bir hamlede bulunduğumda onu da kolaylıkla savuşturdu.

"Sorunun Açelya olduğunu biliyorum, inkar etme. Ama böyle yaparsan daha çok uzar. Sadece birkaç saatliğine gideceğiz, hem yanında ben olacağım. Kafanı dağıtmış olursun. Haydi, Dünya. Mızmızlanma!"

Kafamı dağıtamayacağım, aksine yeni yeni düşünceleri zihnime davet edeceğimi biliyordum. Onları bir arada görmenin pozitif bir yönü yoktu. Ama yine de, içimde bir yerlerde Atlas'ın özlemiyle kavrulduğumu biliyordum. Onu yıllarca görememiş olsam bile bir defa görmek, duygularımı arsızlaştırmıştı. Bu yüzden beş gün, bir ömürdü benim için şimdi. Özlemiştim onu. Çok özlemiştim.

Ege, tereddütümü sezdiği sırada, ısrarlarına devam etti.

"Eğlenmene izin ver," dedi iç çekerek. "Hadi ama!"

Yutkundum ve zihnimde dolanan cümlelere kulak verdim. Eğer evde kalırsam, doğru düzgün çalışamayacağımın farkındaydım. Acaba ne yapıyorlar diye düşünecek, kendimi kaybedecektim. Belki de göz yaşları içinde boğulacaktım. Gidersem...gidersem sadece kalbim ağlayacaktı. Belki acıdan, belki de Atlas'ın özleminden. Ama görecektim onu. En güzel gününde ilk defa yanında olacaktım.

"Tamam," dedim kelimelerin kontrolünü elimde tutamazken. "Yedide hazır olurum."

Ege, keyifle güldükten sonra oturduğu sandalyeden fırladı ve, "Görüşürüz, turuncu," dedi. "Gitmeden önce biraz uyumayı dene."

Ege, geldiği yöne doğru hızlı adımlarla ilerlerken bende derince iç çekerek başımı masaya yasladım ve kendime, "Aptal!" diye fısıldadım. "Aptalsın, Dünya! Aptal, aptal, aptal, aptal-"

"Sakin ol, aptal."

Saçlarıma dokunan bir el ve Ilgın'ın sesiyle beraber başımı gömdüğüm masadan kaldırdım ve yüzümü buruşturarak onu selamladım. Kendimi çok rahatsız, huzursuz ve bunalmış hissediyorum. Saat sekizdeki partinin ağırlığı, şimdiden üzerime kara bulut misali çöreklenmişti.

Benim aksime keyifli gözüken Ilgın, dudaklarını yanağıma bastırdıktan sonra az önce Ege'nin oturduğu sandalyeye ilişti ve çantasıyla ceketini bana çevirerek gülümsedi. Bu olanlardan haberi yoktu. Ne Açelya'nın yaptıklarını ne de Atlas'la olan konuşmalarımı biliyordu. Bilseydi eğer, hem benim başımı ütüler, hem de Açelya'dan hesap sorardı. Bunun yanı sıra olanları tekrar tekrar anlatıp da yaşamak istemiyordum. Ona karşı hissettiğim suçluluk duygusunu bastırmaya çalışarak yutkundum ve gülümsedim.

"Sonunda karşılaşabildik, Dünya hanım." Ojeli eliyle saçlarından bir tutam aldı ve parmağına doladı. "Telefonlarıma cevap vermediğine göre sağlam bir açıklaman olmasını umuyorum."

Eğer ona cevap verseydim, bir şeyim olduğunu anlayacak, yanıma gelmek isteyecekti. Bu yüzden Ilgın'ı da bir süreliğine es geçmek zorunda kalmıştım. Kendimi suçlu hissediyordum. O benimle her şeyini paylaşıp benim de onunla her şeyimi paylaştığımı düşünürken aslında aramızda soyut duvarlar örüyordum.

"Kendimi toparlamam zaman alıyor," dedim kısıkça. "Yalnız kalmak istiyordum. Bilirsin...alışmak için."

Gözlerimi ondan kaçırarak not kağıdının kenarına yazdığım şiire göz attım, yüzümü buruşturarak kağıdın kenarıyla oynamaya koyuldum.

"Alışmak zorunda değilsin," dedi Ilgın. Ardından parmaklarını elimin üzerine sardı ve elimi, kendisine doğru çekti. "Ben hep buradayım. Buna alışmak zorunda değilsin."

Ama biliyordum.

Burada değildi.

Olamayacaktı.

O, sadece ona gösterdiklerimi biliyordu. Fırtınanın sadece ona gösterdiğim kesimini biliyordu. Ve bu yüzden burada değildi. Ben, her daim aşkımla beraber tek başıma olacaktım. Buna alışmak, kalbimi acıtıyordu. Tanrı'ya yalvartacak raddeye geliyordu ama alışmak zorunda olduğumu biliyordum. Bu yüzden, düşüşü kabullenmiş, uzatılan ellere bakmamıştım. Kendim doğrulmak zorundaydım.

Aklıma gelen tüm cümleleri yok saydım. Parmaklarını okşadım. "Biliyorum," dedim fısıldayarak. "Biliyorum, Ilgın. İyi ki varsın."

-

Büyük.

Çok büyük bir hataydı.

Atlas'ın doğum gününe gitme fikrini onaylamak, onun için hazırlanmak, burada elimde tuttuğum bir kadeh şarapla benim dışımda eğlenen insanları izlemek, çok büyük bir hataydı fakat elbette aptal aklımın bunu idrak etmesi için yaşamak zorunda olması gerekiyordu ve size temin ederim ki bu, hiç hoş bir deneyim değildi.

Binlerce kıyafet denemiştim. Saat dörtten beri kurcaladığım dolabımda işe yarar hiçbir şey yoktu. Söz konusu Atlas olduğunda, her şeyin yetersiz geldiğinin farkındaydım ama çok güzel olmak istemiştim. Sanki bir geceliğinde olsa buraya aitmiş gibi hissetmek, insanların arasına karışarak mutlu olmak istemiştim. Güzel olup bir saniyeliğine de olsa Atlas'ın bakışlarını üzerime çekebilmek istemiştim. Onun için toplanan bu insanların arasında, kaybolmak istemiştim.

Bende herkes gibi olmak istemiştim.

En sonunda, koyu yeşil bir elbisede karar kılmıştım. İnce askıları gri renkte, dizlerimin beş parmak üzerindeydi. Havanın eseceğini tahmin ettiğimden ötürü üzerime bir hırka almıştım fakat henüz hava gayet iyi olduğundan ötürü salonda bırakmayı tercih etmiştim. Ayaklarımda çok yüksek olmayan topuklu ayakkabılar vardı. Saçlarıma bir şey yapma gereği duymadan açık bırakmış ve düz olmalarına minnet etmiştim.

Güzel göründüğümü düşünüyordum.

Ta ki buraya gelene kadar.

Atlas'ın İzmir'de birkaç arkadaşı olduğunu biliyordum. Aslına bakarsak geniş bir çevresi olduğundan ötürü gittiği her yerde bir tanıdığa rastlıyordu. Fakat buradaki kalabalık, İzmir'in dörtte birini oluşturuyor gibiydi. Ege, Açelya'nın şehir dışındaki arkadaşlarını da çağıracağını söylediğinde, en fazla on kişi bekliyordum.

Tonlarca insan vardı.

Ve Tanrım, hepsi buraya aitti.

Arka fonda çalan While I'm Alive şarkısıyla dans etmeye koyulan kalabalık, büyük bir uyum içinde gibiydi. Oldukça güzel olan binlerce kız, bunun yanı sırada oldukça da çekicilerdi. Her biri Açelya'nın bir eşi gibiydi. Ve biliyordum ki onların yanında küçük kız kardeş pozisyonundan öteye gitmemi sağlayan tek şey, parmaklarım arasında tuttuğum şarap kadehiydi.

"Öyle ufak ufak içilmez," dedi  yanıma ne zaman geldiğini bilmediğim Ege. Elindeki bardağı kafasına dikti. "Bir dikişte içersen tadı çıkar bunun."

Gülerek şarap kadehini yukarı kaldırdım ve küçük bir yudum daha aldım. "Kokusu bile çarpıyor," dedim yüzümü buruşturarak. "Kafayı bulmak istemiyorsam yavaş gitmeliyim."

İsteyeceğim son şey, kafayı bularak kendimi rezil etmekti. Hem de Atlas'ın önünde. Ne kadar küçük düşebileceğimi hesap edebiliyorduk, değil mi?

Ege de buradaki herkes gibi, buraya aitti. Üzerine giydiği beyaz gömleğin bir iki düğmesi açılmış, saçları dağılmış ve içki kokan ılık nefesiyle, olması gerektiği yerdeydi.Bense,onun etrafında gezen binlerce kızdan farklıydım ve bunun iyi olmadığını biliyordum.

Ege, elinin tersiyle dudaklarını sildikten sonra, gözlerini önümüzdeki insanlara çevirdi ve içten bir kahkaha kopararak parmağını karşıya doğru doğrulttu. "Doğum günü çocuğuna da bakın hele!"

Kalbim, istemsizce olduğu yerde teklediğinde elimde tuttuğum bardağı düşürmemek adına daha sıkı kavradım ve Ege'nin parmağını takip ederek Atlas'ı aradım. Ve buldum.

Ama bulmamayı dilerdim. Çünkü dudakları tam da sevgilisinin dudakları üzerindeyken ve bedeni, tüm bedenini esir alırken onları görmek istemezdim. Ölüme adım atmak gibi bir şeydi bu çünkü. Ateşe yürümekti.

Açelya, bir elini onun saçları arasına daldırmış ve bir bacağını da onunkine dolamışken Atlas, sevgilisinin belinden tutar halde onu bir masaya yaslamış ve onun dudaklarını içiyordu. Gözleri, aldığı zevki gösterircesine kapanmıştı. Benim kalbimde açtığı yaranın aksine, onun kalbinde havai fişekler patlıyordu büyük ihtimalle. Dudaklarım kurudu, ellerim aniden terlemeye başladı. Parmaklarım arasında tuttuğum kadehi hızla dudaklarıma yönlendirdim ve bir dikişte bitirdim.

"Hey, hey!" dedi Ege çakırkeyif bir halde. "O kadar da hızlı değil, çekirge."

Alkol tüketen çoğu insana neden yaptığını sorduğunuz takdirde, birkaç saatliğinde olsa acının geçtiğini öne sürerlerdi. Unutturuyor derlerdi. Sizi uçuruyor ve kanayan yaraların kan akış yönünü değiştiriyor. Hayatımda alkolü pek fazla tüketen biri olmamıştım. Ama bu gece, bir şarap mahzeninde bile sabahlamayı kabul edebilirdim. Eğer her şeyi unutmama yardımcı olacaksa, tüm ömrümü orada da harcardım.

Atlas, nihayet dudaklarını ondan çektiğinde Açelya gülümsedi ve hayran bir şekilde parmaklarını Atlas'ın ensesinde dolaştırdı, ardından koluna girerek onu bu tarafa yönlendirdi.

Onun adımlarına uyum sağlayan Atlas, gözlerini bizden tarafa çevirirken gülümsüyordu. Fakat ne zaman ki bakışlarımız buluştu, ona haykırmak istediğim cümleler gözlerine süzüldü, Atlas'ın gülüşü o zaman yavaşça soldu. Olduğu yerde birkaç saniye duraksadıktan sonra gözlerini kısarak beni süzdü. Normalde bakışlarının esiri olmak bana büyük bir haz verse de, huzursuzlukla olduğum yerde kıpırdandım ve başka bir tarafa döndüm. Nedense ona bakmak...ona artık bakma istemedim.

Adım sesleri giderek bulunduğumuz noktaya yaklaştığında, kalbimin atış sesleri de aynı oranda artmıştı. Nefesimi tuttum ve bakışlarımı istemeden de olsa tekrar onlara yönelttim.

"Hoş geldiniz!" de Açelya sırıtarak. Üzerindeki mor elbiseyle uyum içinde olan dudaklarını ısırdı ve Ege'ye sarıldı. "Ben de sizi arıyordum."

Kollarını sıkıca Ege'nin boynuna doladıktan sonra gözleri benimle buluştu, en başta tereddüt etse de kollarını bedenime sardı. "Hoş geldin, Dünya," dedi minnetle. "Gelmene çok sevindim."

Ne yapacağına karar veremez olan kollarımı beline doladım ve görmese de hafifçe gülümsedim. "Hoş bulduk," dedim bir şeyler söyleme ihtiyacıyla fakat son cümlesine cevap vermemeyi tercih ettim çünkü ben, sevinmemiştim.

Ardından Açelya'dan ayrıldıktan sonra, "Mutlu yıllar," diyen Ege'nin sesiyle ona döndüm. Gelişi güzelce Atlas'a sarılmış, bir şeyler geveliyordu. Muhtemelen bilinci yerinde bile değildi.

Atlas, Ege'yle erkekçe selamlaştıktan sonra bedenini ondan sıyırdı ve bakışlarını bana yöneldiğinde, dudaklarını ıslattı. Bu gün onun doğum günüydü. Lanet olasıca belleğimin unuttuğu en önemli gündü. Ve...ve onun doğum gününü kutlamak istiyordum fakat kelimelerin dudaklarımdan nasıl sıyrılacağını bilememekle birlikte ona sarılmalı mıydım, yoksa sarılmamalı mıydım diye düşünmekten kendimi alamıyordum.

Derin bir soluk, göğüs kafesimde sıkıştığında, "Doğum günün kutlu olsun," diye mırıldandım ve titreyerek kollarımı öne doğru uzattım. Sadece birkaç iyi dilek cümlesinin yol açtığı bu güzelliği iyi kullanmam gerekiyordu. "İyi ki doğdun."

Ardından Atlas, aramızdaki mesafeyi tamamlayarak kollarını belime doladı ve böylece boynuna sarılmama, kokusunun kaynağına sızmama müsaade etti. Kollarıyla sardı beni. En güzel şekilde, sardı. Kokusunu sessizce içime çektim ve gözlerimi kapatamamak için direndim. "Mutlu yıllar."

Orada, saatlerce ona sarılı bir biçimde durabileceğimin farkındaydım. Bunu yapardım. Onun kollarında bir ömür harcayacak kadar, özgürlüğümden, hayatımdan vazgeçecek kadar çok seviyordum onu.

İstemeyerek de olsa kendimi geri çektiğimde, buruk bir gülüş dudaklarımı sıyırmış, bakışlarıma taşmıştı. Gerçekten gülümsüyordum. Çünkü ona sarılmıştım. Ait olduğum yer, bu dünya değildi, onun kollarıydı. Ve bunu sadece ben hissediyor olsam bile, mutluydum.

Araya süzülen derin sessizlik, arkada adının Çağla olduğunu öğrendiğim bir kızın, "Doğum günü çocuğu buraya!" diye bağıran sesiyle son bulmuş, ardından etrafta kopan alkışlarla beraber bakışlarımız oraya sabitlenmişti.

Birkaç kişinin beraber sürdüğü el arabasındaki iki katlı pasta, bizim bulunduğumuz alana doğru ulaştığında arabanın arkasındaki kalabalık da pastayı takip etmiş, ve etrafımıza dolanmıştı. Binlerce insanın arasında huzursuzlukla kıpırdanmadan edemedim. Kalabalıktı. Çok kalabalıktı.

Arka fonda dönen şarkı, Atlas'ın en sevdiği gruba aitti. Aslında onun dinlediği müzikler genelde bana hitap etmiyordu ama sırf o seviyor diye bu grubun tüm albümlerini satın alıp gece gündüz dinlediğim zamanları hatırlıyordum. Kendi kendime gülümsemeden edemedim.

İnsanlar el çırpıyor, Atlas'a çeşitli tezahüratlarda bulunuyorlardı. Öyle ki topluluktan çıkan ses, müziğin sesini dahi bastıracak kadar kuvvetliydi. Yine de Atlas'ın attığı kahkahayı duymama engel değildi.

Atlas, Çağla'nın uzattığı bıçağı Açelya ile birlikte kavradığında, içimde oluşan sızı göğsümü delecek, büyüyen yaralarımın kanları da dışarıya akacak diye korkmuştum.

Kendimi dizginledim.

Gözlerimi lacivert gökyüzüne çevirdim ve Atlas, dileğini dilerken, ben de diledim.

Ne dileyeceğimi düşünmeme gerek yoktu. Onu dilemiştim her seferinde olduğu gibi Tanrı'dan. Sadece onu bana bağışlamasını ve dilediği dileğin gerçek olmasını dilemiştim. Belki de Tanrım, bu sefer bana kulak verirsin.

Pasta kesildiğinde, Açelya onunla beraber kavradığı bıçağı birine uzattı ve ardından Atlas'a dönerek parmaklarıyla yanaklarına dokundu. Yüksek topuklu ayakkabısı, onu Atlas'ın boyuna yetiştirmişti.

"Sahip olduğum her şeysin," dedi yüzleri arasında sadece tek nefeslik bir boşluk varken. "Sahip olduğum en güzel şeysin. Bana bağışlanan en değerli hediyesin Atlas Alaskar. Varlığımın her zerresiyle seni seviyorum." Ona doğru biraz daha yaklaştı. "İyi ki doğmuşsun, sevgilim."

Ve dudakları, havada patlayan havai fişeklerle beraber birbirlerine temas etti, arkadaki kuvvetli tezahüratlar eşliğinde.

Açelya'nın dudaklarından çıkan her bir sözcük, aynı zamanda en zehirli oklardı. O, aldığı her solukta, soluduğu her kelimede oklarını bana doğru fırlatmış ve bir tanesini sindirmemi beklemeden bir diğeriyle zehirlemişti beni. Sanki kalbimi sökmüştü olduğu yerden. Sanki Atlas'a verdiğim kalbimi Atlas'ın avuçlarından çıkartmış ve parmakları arasında ezmişti.

Yok etmişti beni.

Aynı Atlas gibi.

Ağzıma yükselen sarfa tadı ve mideme giren krampla beraber burada daha fazla kalamayacağımı anladım ve halen omzumda duran çantamla beraber adımlarımı evin içine doğru yönelttim. İnsanların odaklandıkları tek şey Açelya ve Atlas'ken beni fark etmelerinin neredeyse imkanı yok gibiydi.

Atlas'a söyleyemediğim satırlar, gözlerime göz yaşları olarak dönmüşlerdi. Gözlerim yanıyor, kalbim hızla atıyor ve adımlarım parke zeminin üzerinde sarsılıyordu. Yere yığılmama ramak kalmıştı ama şimdi olmazdı. İnsanların beni göremeyeceği bir yere gitmeli, Atlas ve Açelya'nın damarlarıma enjekte ettiği zehrin çaresine orada bakmalıydım.

Ufak bir damlanın, gözlerimden yanaklarıma kaydığını hissettiğimde hıçkırıklarıma önlem olması için dudaklarımı hızla içe doğru büktüm. Çenem titriyordu.

Karanlık salonu aşıp merdivenlere tırmandığımda, üçüncü damlanın da gözlerimi yokladığını hissederek tırnaklarımı avuçlarıma geçirdim.

Evin içine girerken düşündüğüm tek şey, tuvalete giderek bir yalnız başıma kalmak, belki biraz ağlamak, belki de makyajımı tazeleyerek kendime gelmeye çalışmaktı. Ne Atlas'ın odasına girmeyi, ne de onunla dolu olan duvarlara bakıp tekrar tekrar iç geçirmeyi planlıyordum.

Atlas'a olan aşkımın üzerine yemin ederim ki amacım odasına girmek değildi.

Fakat ne zaman ki merdivenlerin karşısındaki odasının kapısının açık olduğunu gördüm, göz yaşlarımın dinginleştiğini hissettim o zaman bedenimin kontrolünü tutan iplerin avuç içlerimden kaybolmasına izin verdim.

Adımlarım, benden habersiz bir şekilde yönelmiş olmalıydı odasına. Çünkü burnum onun okyanus kokusuyla çarpıştığında nerede olduğumu fark edebilmiştim.

Bunun yanlış olduğunu biliyordum. Sorgulamak istemesem de biliyordum. Defalarca yapmıştım. Onun odasına defalarca sızmış, defalarca zaman geçirmiştim burada. Kimi zaman, son giydiği tişörtünü bile çalmıştım dolabından. Sadece bir geceliğine, onu yanımda hissedebilmek için.

Fakat şimdi, şimdi onun bir sevgilisi varken bunu yapıyor olmak o kadar yanlış geliyordu ki suçluluğun kalbimde pompalandığını hissederek neredeyse odadan çıkıyordum.

Ama benim ruhum aptal ve kör kütük aşıktı.

Gitmedim.

Gidemedim.

Odanın soluk lambasını açma ihtiyacı duydum çünkü oda zifiri karanlıktı ve ona dair olan hiçbir şeyi seçemiyordum. Oysa ki sakinleşmek için buna ihtiyacım vardı.

Çift kişilik bir yatak, çalışma masası, kitaplığı, deniz manzarasına bakan camın önüne yerleştirilmiş bir koltuk ve televizyon. Bir de yatağın üzerinde unutulmuş bir deri ceket.

Bakışlarım, odanın içinde gezinirken ciğerim onun kokusunu solumak için kalbimi uyarmaya başlamıştı bile. Derin bir nefesi, içime; tam derinlerime çektim. Defalarca çektim. Onun kokusunu en derinlerime kazımak için yaptım bunu.

Ardından bacaklarım uyarmaya başladı adımlarımı. En başta yatağına yönelerek üzerine fırlattığı deri ceketi titreyen avuçlarımın arasına aldım ve bunu saatler önce giydiği gerçeğini idrak ederek kumaşı burnuma doğru sürttüm. Sanki onun boynunun girintisindeymişim gibi hissettirebilmesi için, defalarca içime çektim kokuyu. Ama değildi. Hiçbir şey, onun saf kokusu kadar güzel değildi.

Adımlarım, çalışma masasında durdu. Bulmayı umduğum şeyin ne olduğunu bilmiyordum fakat titreyerek çarpan kalbim, biliyordu. Açelya'ya dair bir şey arıyordum. Onu gerçekten sevdiğini kanıtlayacak bir şey arıyordum. Bir fotoğraf, bir şiir, bir yazı veya Açelya'nın herhangi bir eşyası.

Ama masası boştu. Üst rafta bulunan birkaç kitap dışında, bir de bilgisayarı vardı. Dudaklarımın, aydınlandığını hissettim, ardından gözüme çarpan çekmeceye baktım.

Orayı da kurcalamakla kurcalamamak arasında gidip geliyordum. Mantığım yapmamam gerektiğini fısıldarken kalbim ona kulak bile asmıyordu. Her zaman yaptığım gibi davrandım. Mantığıma çelme takan kalbimi dinledim.

Titreyen parmaklarım, çekmecenin kulpunu sardığında onu kendime doğru çektim ve karşıma çıkan şeyle birlikte bir adım geriye sendeledim.

Çünkü bulmayı asla ummadığım bir şeyle karşı karşıyaydım.

Burayı kurcalıyordum çünkü Atlas'ın Açelya'ya böylesine değer vermediğine çaresizce inanıyor, bunu kanıtlayacak bir şeyler arıyordum. Kalbimi düzeltecek bir şeyler arıyordum. Yeni bir umut arıyordum. Atlas'a bana verdiği umutların öldürücü olduğunu söylüyor, buna rağmen bir umut bekliyordum.

Ve Tanrım, sanırım ilk defa sesimi duyduğunu o anda anladım.

Karşıma en başta Atlas'ın beş gün önce içinden birkaç satır okuduğu defterim çıktı. Onu nereden bulduğunu bilmiyordum ama bir şekilde eline geçmiş ve bana hala onu teslim etmemişti. Buradaydı. Açtığım çekmecedeydi. Atlas, onu burada saklıyordu.

Nefes alamaz bir şekilde, parmaklarım deftere uzandığında sararmış sayfaların döküldüğü defteri oradan çekip çıkarttım ve masanın üzerine soluksuzca bıraktım. Defterim dışında sadece bir dolma kalemin bulunduğu çekmeceyi hızlı hareketlerle açtığım gibi kapattım ve defteri neden yaptığımı bilmediğim bir iç güdüyle araladım.

Birkaç sayfasının kenarları ufakça katlanmış, ve bu ister istemez Atlas'ın teker teker yazdıklarımı okuduğunu düşündürmüştü. Kalbim, hemen dudaklarımda atıyordu. Sayfaları azimlice çevirdim ve bir şeyler, yeni bir umut daha bulabilmek adına yazdıklarıma hızla göz attım. Ne bulmayı umduğumu bile bilmiyordum. Ne bulmak istediğimi bilmiyordum. Kalbim yönetiyordu bedenimi. Hareketlerimi.

Parmaklarım, hızla taradığım sayfaları aşıp nihayet son sayfaya geldiğinde, kalbimin bulmayı beklediği şeyi bildiğini o zaman fark edebilmiştim.

Sararmış yeni bir sayfanın üzerinde, yine birkaç satırdan oluşan bir şiir yazıyordu. Aynı geçtiğimiz otuz sayfa boyunca olduğu gibi, kısa dizelerden oluşan bir şiir vardı, karşımda.

Bana ait olmayan bir el yazısıyla.

Ve kime ait olduğunu bildiğim, kıvrımlı harflerle.

Atlas, benim için bir şiir mi yazmıştı?

Titreyen dudaklarım, yukarı doğru kıvrılır, kalbim yıllar boyu beklediği özgürlüğe kanatlanırken Atlas'a ait olan bu şiirin benim defterimde ne aradığını bile düşünmeyi reddetmiştim. Soluğumu tuttum, ilk defa onun yazdığı bir şeyi okuduğum gerçeğini dahi unutarak, sadece umdum. Sadece, bunun benim için karalanmış olmasını umdum. Defterin üzerine attığı tarih, bu güne aitti.

"Tüm yıldızların senin için parladığını görüyor musun?

Ve tüm yıldızlar benim için kayıyor şimdi,

Dileyeceğim tek şey, hemen yanı başımda olmandı.

Yıldızlar bizi evimize taşıyacak.

Ölüyorlar.

Hemen şimdi,

Yanı başımda olmanı diledim.

Bir yıldız daha kayacak şimdi.

Daha fazla yıldız ölmeden, beni bulmanı bekliyorum, sevgilim."

Ve hemen defterin arasına iliştirilmiş olan solmuş papatyalar ve mavi ipten bir bileklik, ona on altıncı yaş gününde gizlice odasına girerek armağan ettiğim ilk hediyeydi. Bunu biliyordum, bunu çok iyi biliyordum.

Kalbim, şimdi en güzel mavinin yanına doğru kanatlanırken bile biliyordum.

Continue Reading

You'll Also Like

162K 17.2K 31
"Hava soğuktu, hayır değildi. Üşüyen bedenim değil ruhumdu. Ruhum artık soğuktu. Hiç olmadığı kadar soğuk. Ne hayatımın aşkı ne de yaşam kaynaklarım...
668K 38.7K 33
Kuru öksürükleri durmadı bir süre. Boğazının acısını ben hissetmiş gibi yüzümü buruşturdum. Hastalığı benden kaptığı için kendimi iki kat kötü hissed...
433K 44.9K 29
Sevgilim, bu gece meftunu olduğum sana. Bu geceler hep sana. Featured by Wattpad, Community Curator List.
8.2K 1.4K 13
"Aramızda dönüp duran bir silah olduğunu biliyordum," deyip derin bir nefes aldı. Sokak lambasından yansıyan turuncu ışık koyu kahve harelerine alazl...