Slytherin Prensesi

By Melissa-Black

271K 11.8K 13K

"İnsan kim olduğunu seçemez. Ne sen onun kızı olarak doğmayı seçtin, ne de ben bir Black olarak doğmayı." ~Bi... More

1. Bölüm - Geçmişin Ardında Kalanlar
2. Bölüm - Maskelerin Ardına Saklanan Ruhlar
3. Bölüm - Bulanık Sulardaki Yılan
4.Bölüm - Siyahın Ters Yüzü
5.Bölüm - Kalbindekini Biliyorum
6.Bölüm - Hala Çözmeye Çalıştığım Şeyler
7.Bölüm - Şans Yalnızca Ruh Halidir
8.Bölüm - Kısa Bir An İçin Parmaklarım Çapraz
9.Bölüm - Sıradaki Hatama Benziyorsun
10.Bölüm - Kadeh Kaldıralım Kavga Ettiğimiz Zaferlere
11.Bölüm - Duman İle Kırılan Aynalar
12.Bölüm - Ruhun Katmanları
13.Bölüm - Ödün Vermeden
14. Bölüm - Cesaret Seni Hataya Sürükler
15.Bölüm - Sen Umutsun
16.Bölüm - Siyahın Siyaha Karışması
17. Bölüm Part 1 - Nefret Ettiğim Her Şey
17. Bölüm Part 2 - Nefret Ettiğim Her Şey
19. Bölüm - Çünkü Cehennemi Ben Yükselttim
20. Bölüm - Duvarların Ardındaki Hayaletler
21. Bölüm - Melekler ve Ufkun Birleştiği Yer
22. Bölüm - Benim Bütün İstediğim
23. Bölüm - Sayfaların Çevrildiğini Hissediyorum
24. Bölüm - Ne Dilediğine Dikkat Etmelisin
25. Bölüm - Benimle Birlikte Yürüyebilir Misin?
26.Bölüm - Kafesteki Ruh
27. Bölüm - Yolları Saran Buzullar
28. Bölüm - Üzerinde Olduğun Yola Güven
29. Bölüm - Cennet(ten) Gönderilmiş Gibi
30. Bölüm - Bütün Aynalar Paramparça
31. Bölüm - Uçurumun Kenarındaymışız Gibi
32. Bölüm - Bütün Günahların Sebebi
33. Bölüm - Aile Seni Terk Etmez
34. Bölüm - Güneş Işığı İle Doldur
35. Bölüm - Bütün Dalgalardan Sonra
36. Bölüm - İyi Bir Şey Düşünmüyorum
37. Bölüm - Bazen Sahip Olduğumuz Her Şey Bu
38. Bölüm - Eğer Genç Ölürsem
39. Bölüm - Fırtınada ki Sığınak
40. Bölüm - Söylenecek Bütün Saçmalıklar
41. Bölüm - Mücadele Seni Sen Yapar
42. Bölüm - Ünün Hakkındaki Söylentileri Duydum
43. Bölüm - Bahar Yağmurunda Neşe Var
44. Bölüm - Kapalı Kapıların Ardında
45. Bölüm - Ve Rüzgar Sadece Esiyor
46. Bölüm - Ateşle Oynayacaksan Doğru Yapsan İyi Olur
DUYURU

18.Bölüm - Başka Bir Zamana İhtiyacımız Var

8K 275 971
By Melissa-Black

13 KASIM 1977 – PAZAR

Tik. Tak. Tik. Tak.

Riddle cadısının gözleri açıldı.

Tik. Tak. Tik. Tak. Tik...

Yatağında doğrulduğunda etrafındaki ipek perdeler kendiliğinden savruldu, ses boş odada saatin sesini bastıran tek şey olmuştu.

Jane'in komodinin üstünde duran saate sinirli bir bakış attı ve yatağından aşağı indi. Çıplak ayakları zeminin soğukluğuyla bir an ürperdi ama aldırmadı. Hızlı bir şekilde hareket ederek camın kenarındaki yatağa ulaştı ve saati kızın yastığının altına sokuşturdu.

Ses duymaya tahammülü yoktu.

Derin bir nefes alarak doğrulduğunda gözleri bir şeye takıldı. Başta birisinin onu izlediğini düşünerek irkildi ama bu sadece kendisiydi. Camdan yansıyan şey kendi yansımasıydı.

Alice ağır adımlarla gölün derinliklerini gösteren ve odalarını bir duvar boyunca kaplayan cama doğru ilerledi. Akşam vakti yaklaşırken karanlığa iyice bürünen cam onun için bir ayna görevi görüyordu.

Soğuk cama yansıyan görüntü kendisinin miydi? Yoksa ona bakan bu kız bir yabancı mıydı?

Beyaz teni, sanki hiç güneş görmemiş gibi daha da beyaz olmuştu. Neredeyse saydamlaşmış gibi hissediyordu kendini, bedenindeki damarları sayabilirdi bile. Gözlerinin altı koyu renk halkalar ile doluşmuş, ela gözleri o tatlı rengini yitirip koyulaşmıştı. Saçları bile canlı değildi. Solmuş birer çiçek gibi yüzünün iki yanına dökülmüştü.

Sağ elini yavaşça kaldırıp cama dokundu.

İki gün geçmişti. O gecenin üstünden iki gün geçmişti ama kendisine asırlar gibi geliyordu. İksirlerin etkileri geçip kendini odasında bulduğunda bir an her şeyin birer kâbus olmasını dilemişti. Ama olmadığını biliyordu. Yaşadığı her şey, çektiği acı ve uğradığı ihanet gerçekti.

Avucunu cama bastırdı.

Odasından çıkmamıştı, kendisiyle konuşmaya çalışan herkesi görmezden gelmişti. Kızlar odaya geldiklerinde kendisini yatağın perdelerin ardına gizlemişti. Her birini yok saymıştı ve saymaya devam edecekti.

Madam Pomfrey'in verdiği ilaçları içmemişti, Dumbledore onunla konuşmaya çalıştığında dudaklarını oynatmamıştı. Eğer yemeklerini Leonardo, Regulus, Narcissa, Jayleen ya da Clara harici biri getirmişse yemiyordu. Onlara da kızgındı. Bunu söylemedikleri için onlara da öfkeliydi ama o öfke diğerlerine duyduğunun yanında daha ufaktı.

Ruhunu derinden yaralayan şeyin ne olduğunu kestiremiyordu. Arkadaşlarının ihaneti mi? Babasının otoritesi ve planları mı? Yoksa kendi ellerinden çekilip alınan kısacık hayatı mı?

Her biri, ayrı ayrı canını yakıyordu. Düşünceler zihninde yılan gibi kıvranıyordu. Büyüyor, küçülüyor, tıslıyor, yok oluyor ve yeniden doğuyordu.

Koluna vurulan kelepçe onu karanlığa sonsuza tek hapsetmişti. Çözülemeyecek zincirleri, kaçamayacağı yollar vardı. Hangi köşeyi dönse sonu çıkmaz sokaktı. En kötüsü de onu bu yola iten arkadaşlarıydı. Ailem dedikleriydi.

Onlara güvenmişti.

Onu anladıklarını sanmıştı, sırlarını vermese bile sırtını yaslayacağı birer duvar olacaklarını sanmıştı. Ama unuttuğu bir şey vardı. Slytherinliler onu seviyor olabilirdi ama sadakatleri babasınaydı. Ve sadakat sevgiden ağır basardı.

Ah, bir de şu vardı tabii. Tom Riddle her istediğini elde ederdi.

İki elini de cama hızlıca indirdi.

Ardında, oda da cam olan şeyler tuzla buz oldu ama tılsımlarla korunan camlarda tek bir çizik yoktu. Alice öfkeyle tısladı ve elleri ardı ardına cama indirdi.

Hissettiği acı ruhundaki acının yanında zayıftı.

Durdu ve başını cama yaslayıp ağlamasına ve kendisine acımasına devam etti.

Saydı, sövdü, kırdı, döktü. Uyudu ardından uyandı ve buna devam etti. Nefretini, kelimelerle ardı ardına besleyerek büyüttü. Riddle kanının ona fısıldadığı intikam için teni karıncalandı. Ancak Smith tarafı ağır bastı.

-> 2WEI - SURVİVOR

Gözlerini açtı ve camdan geriye çekildi.

Dumbledore'un ona söylediği cümle, zihninde hayat buldu. 'Isabella Smith'in kızı Allison.'

O sadece Tom'un kızı değildi. Gücünü, kimliğini, kişiliğini sadece ondan almamıştı ki! O Isabella'nın da kızıydı. Damarlarında Riddle kanı kadar Smith kanıda akıyordu. İlla bir tarafı dinleyecekse bu annesinin ona bahşettiği kan olacaktı.

İntikam mı alacaktı? Bunun onu tatmin etmeyeceğini biliyordu. Onlara yaptıkları şeyleri hatırlatacaktı. Yüzlerine vuracaktı. Ve artık onlar için mücadele etmeyi bırakacaktı.

Tüm bunlardan önce yapması gereken bir şey vardı. O da kendine acımayı bırakıp ayağa kalkmasıydı. Koca bir kâbusun ortasına düşmüş olabilirdi fakat bu savaşmayacağı anlamına gelmiyordu.

Ela gözleri koyulaşıp babasının öfkeli halinde olduğu gibi yeşile bürünürken yüzünü buruşturdu ve hızla yerden kalktı. Yatağının yanına gidip ayakkabılarını ayağına geçirdi, onları bağlama gereği duymadı. Ardından siyah hırkasını giydi, odanın kapısına yöneldi. Bir saniye bile tereddüt etmeden pirinç kulpu çevirdi ve kendini gri taşlı merdivenlerde buldu.

Ne yapacağını tam olarak bilemiyordu ama önce buradan çıkması gerektiğinin farkındaydı. Merdivenleri ikişer üçer, koşar adımlarla inerken öncelikli hedefi Slytherin evinden uzaklaşmaktı.

Son basamağı da atladığında kendisi sıcacık Ortak salonda buldu. Başını sağ tarafına, her zaman olduğu gibi şöminenin önünde oturan gruba çevirdi.

Onu önce Leonardo fark etti. Ardından Severus ve Rodolphus. Kızların başları da aynı hızla ona döndüğünde, diğerleri kim olduğunu görmek için dönüp baktılar.

Alice'i beklemedikleri açıktı.

Slytherin Prensesi, orada oturan ve kendisine şaşkınlıkla bakan arkadaşlarının bakışlarına sadece boş bir şekilde karşılık veriyordu. Maskesi bile yüzünde yoktu, çünkü gizleyecek bir şeyi yoktu.

Kızın boş bakışları hepsinde bir elektrik şoku gibi yayıldı.

"Alice," Adrian oturduğu yerden kalktığında Alice hızla geri çekildi ve arkasını döndü. "Alice, bekle!"

"Adrian bırak!"

"Alice!"

Ancak onları duymadı. Hırkasının siyah kapüşonunu çekti, saçları ile yüzünü örttü. Taş kapıya koşar adımlarla gitti ve daha ardına kadar açılmadan hızlıca dışarıya attı kendini.

Sıcağın ardından tenini yalayıp yutan soğukla bir an ürperdi ama asla duraksamadı.

Nemli zindan koridorlarını biraz önce olduğu gibi hızla aşıyordu. Şimdiki hedefi ise Dumbledore'a bir şeyleri açıklamaktı. Ve ardından bıraktığı insanlara son iyiliğini yapacaktı. Sonra, hiç biri kendisi için bir anlam ifade etmeyecekti.

Yine merdivenleri hızlıca tırmandı. İki gündür güçsüz olmasına rağmen, damarlarını yakıp kavuran kandan güç alıyordu. Hogwarts'ın, sonbaharın son güneşleriyle ısınan ana koridoruna çıktı ve durdu.

Sadece Hogwarts'ın camlarından görünen duru gölüne bakıyordu ama duraklamasının nedeni bu değildi. Bedenini, kanından ve düşüncelerinden ziyade yakan başka bir şey vardı. Bir çift göz. Onu süzen ve izleyen.

Ona dönmese bile onu hissedebilirdi. Sirius Black'in onu delip geçen bakışlarına artık aşinaydı.

Ancak tek başına değildi. Yanında altı kişi daha vardı. Muhtemelen bir Quidditch antrenmanından dönüyorlardı. Onları göz ucuyla görebiliyordu. James'in tartan bakışları, diğerlerinin meraklı bakışlarından daha iğneliydi.

Sağ elini kaldırdı ve yüzünü gizleyen siyah başlığı geriye çekti. Şimdi saklanmadan Gryffindorluların karşısındaydı. Ardından başını çevirdi ve iki gündür boşluğu misafir eden ela gözlerini onların üstüne indirdi.

Sirius sabırsızca kıpırdandı ama ona karşı bir hamle de bulunmadı. Eğer buna kalkışsa bile James ona engel olmak için tetikteydi. Onların bakışları kızı tartarken diğerlerinin yüzlerinden merakları ve huzursuzlukları okunuyordu.

Hepsine bir bir baktıktan sonra gözleri o gece onu o kuyudan çekip çıkaran kişi de durdu. Grilerin içinde bir girdap gibi dolanan öfkeyi, merakı, endişeyi ve rahatlamayı gördü. Bir yanı onu rahatlatmak istediyse de o cılız sesi bastırması kolay oldu.

Boş bakışlarını Sirius'un gözlerinden kopardı ve arkasını dönüp koridordaki hızlı ilerlemesine geri döndü.

Onu durdurmak için bir harekette bulunmayışına minnettardı.

Günler sonra hissettiği bu olumlu his, çabucak buharlaştı. Alice, öfkeli adımları ve kararlı iradesi ile Hogwarts'ı arşınlamaya geri döndü.

---

Dumbledore'un ofisine geleli yarım saat olmuştu. Buraya gelmeden, söyleyeceği her şeyi düşünmüş ve cümleleri aklında oluşturmuştu ancak kapıdan girdiğinde hepsi gitmişti. Bunda, Dumbledore'un ona sorduğu soruların etkisi de büyüktü.

Albus Dumbledore, Alice kapıdan girerken gördüğünde şaşırmamıştı. Çünkü kızın kendini toparladığında geleceğini biliyordu. Ancak onu bu suskunluk maskesi ile görmek, daha doğrusu bunu güçlü bir şekilde sürdürmesini beklemiyordu.

Öncelikle ona, o akşam Slughorn'un kendisine gelmesini anlattı. Ardından onu bulamayınca, Howgarts'ı herkesten iyi bilen Gryffindorlulardan yardım istediğini, böyle bir şeyle karşılaşacağını tahmin bile etmediği söyleyerek devam etti. Ve elbette Alice'i bulduktan sonra, kolundaki işareti bildiklerinden dolayı da dörtlü ile bir konuşma yapmıştı. Hiç birinin, bu sırrı ifşa etmeyeceğinden emindi.

Alice, o dakikada bunu çokta umursamıyordu doğrusu. İsterse kim olduğu bulup Gelecek Postası'nda yayınlasalardı, Azkaban'a girmeye o dakika razıydı. Babası oraya ulaşamazdı en azından. Ancak bunu dile getirmemişti.

Dumbledore, işareti sadece McGonagall ve Madam Pomfrey'in bildiğini ve böyle de kalacağını söyledikten sonra anlatacaklarını bitirdiği için kendi sorularına geçmişti. Fakat hiç birine bir dönüş alamıyordu.

Sonunda pes etti ve Alice'in suskunluğunda ona eşlik etti.

Uzun süren bir sessizliğin ardından Alice artık konuşmaya hazırdı. Yeniden her şeyi toparlamış ve kaybettiği gücün bir kısmını buluvermişti.

"Profesör," koltuğunda dikleşti. Onları dinleyen portrelere bakmamak için büyük bir çaba sarf ederek, masanın üstünde duran tuhaf gümüş nesneye dikti gözlerini. "Sorularınızı yanıtsız bırakacağımı baştan belirtmek isterim."

Ela gözlerini kaldırıp, onu pür dikkat izleyen mavi gözlere dikti.

"İşareti nasıl aldığıma dair, kendi tahminleriniz olduğu biliyorum. Onları doğrulamayacağım. Size isim vermeyeceğim. Versem bile yapabileceğiniz bir şey olmayacak." O gözlerin ardında parlayan şeyi yorumlayamadı Alice. Çabucak parlayıp sönmüştü. "Onları ifşa etmem, benim işareti aldığımın açık bir göstergesi olur ve bunu Bakanlık'tan gizleyemeyiz. Bunun için, o gece ne olduğunu –sızlayan kolunu kaşımamak için parmaklarını avucuna hapsetti- bu işareti nasıl aldığımı size anlatmayacağım.

Buraya sadece devam edeceğimi söylemek, Karanlık Lord'un sonraki hamlesine karşı dikkatli olmamız ve ne yapacağımızı kararlaştırmak için geldim.

Slytherin evini, ardından vuran ben olmayacağım. Bu onlar için yapacağım son iyiliğim."

Ellerini gevşetti ve günler sonra ilk kez gülümsedi. Kırgın ruhunu yansıtan bir gülümsemeydi.

"Bana annemin kızı olmamı söylediniz, bunun için babamın bir piyonu olmayacağımı dile getirmek için buradayım. Daha fazlası için değil."

Albus gülümsedi, "Sen nasıl istersen öyle olsun, Alice."

Slytherin cadısı başıyla onayladı. "Bu işareti aldığım için ahlanıp vahlanmak yerine, düşündüm de" iç geçirdi, yaşadığı her şeyden ders çıkaran ve neşe bulan bir aptal gibi hissediyordu kendini. "işaretin yanmasından en azından bir şeyler bulabiliriz diye düşünüyorum. Her ne kadar planlarından çok haberimiz olmasa da bunun bize katkı sağlayacağını düşünüyorum."

"Olabilir. Ancak şu an işaretini ve babanın planlarını düşünmeyi bir kenara bırakarak iyileşmene odaklanmalısın. Daha iyi hissettiğin bir süreçte bunu konuşabiliriz."

Alice alayla nefesini bıraktı. Bundan sonra kendini daha iyi hissettiği bir zaman olacağından şüpheliydi.

"Tabii Profesör." Alayını sürdürerek ayağa kalktı. "Neden olmasın." Ellerini hırkasının cebine soktu ve kapıya yöneldi.

"İyi akşamlar Alice."

Veda cümlesini karşılıksız bıraktı ve kapıyı ardından kapatarak çıktı. Bu nezaketsiz davranışını umursamıyordu. Konuşmanın kendisini toparlamasını sağlayacağını düşünmüştü ancak öyle olmamıştı

Kaçışan sorular yeniden zihninde belirdi ve sıkı sıkı tutundular.

Alice, onların boğuculuğu altında kendini bu sefer gölgelerle bir bütün ederek ortak salonuna yöneldi. Diğerlerinin yemekte olacağını bildiği için bu sefer rahattı. Odasına çıkacak ve yeniden kendisini o yarı güvenli kalesinin içine kapatacaktı.

Güneşin son kırıntılarından kaçınarak yürümesine devam etti.

---

İksir sınıfının kapısı açıldığında, bütün başlar oraya döndü. Geç kalan öğrenciyi görmek için hepsi bakıyordu ama gelen geç kalmış bir öğrenci değildi.

Alice, bütün bakışların farkında ama aldırmaksızın kapıyı örttü ve ağır bir şekilde Slytherin evinin olduğu kısma yürüdü. Adrian ve Jane'in arasındaki yerine geçti.

İksir kitabını ve tüy kalemini çıkartırken küflü zindanda bir ses bile çıkmıyordu. Dudakları kıvrıldı. Gülümsemesi egosundan daha çok durum acınasılığı içindi. İki gündür derslere girmiyordu. Odasından çıkmıyordu. Dumbledore ve Poppy bu süreyi dahada uzatmak istemişti ancak o istemiyordu. Duvarların ardına saklanması kolundaki şeyi yok etmiyordu.

Durum git gide sinir bozucu bir hal alırken Slughorn ofisinden çıktı ve koca sessizlikteki sınıfına baktı. "Şuraya bakın!" dedi büyük bir neşe ile. "Beni şaşırtıyorsunuz çocuklar." yedi senedir derisini verdiği öğrencilerin ilk kez böyle suskun olmalarına alışık değildi. "Bu istikrarınızı sürdürmenizi isterim."

Masasına geçtiği sırada onunda gözleri ortaya çıkmış öğrencisine takıldı. Yolun ortasında durmuş, boncuk gözlerini cadının üstüne dikmişti.

"Alice!" dedi gereksiz neşesine devam ederek. "İyileşmiş ve aramızdasın. Hoşgeldin sevgili kızım!"

Alice gülümseyerek karşılık verdi. "Teşekkür ederim efendim."

"İyisin değil mi? Poppy rahatsızlığının dinlenmeye ihtiyacı olduğunu söyledi."

Gözlerini devirmesine engel oldu, kolundaki şeyin geçeceği pek sanmıyordu. Tabii ki Slughorn'da birşeyleri bilmiyordu. Bütün okul gibi. Alice'in okulun sınırları içinde işareti aldığı ve Ölüm Yiyen olduğu haberi yayılırsa arkasından koca bir kaosda getirirdi. Onlarda yine saklamayı seçmişlerdi.

"İyiyim Profesör. Çabuk iyileşirim."

"Güzel." Horace hızlıca masasına geçti ve o ders için hazırladığı notlarını karıştırmaya başladı. Onun Alice ile yaptığı sohbette sınıfın buzlarının çözülmesine neden olmuştu.

Uğultular İksir sınıfında yükselirken Alice kitabını karıştırmaya döndü ancak diğerlerine söyleyecek birkaç şeyi vardı. "Burada olmam bir şeyi değiştirmiyor. Olanları ise unutturmuyor." gözlerini kitabından çekip, kendisine ürkek ve merakla bakan arkadaşlarında gezdirdi. "İçimdeki ateşi söküp atacağını hiç sanmıyorum. Sizlerle konuşma sebebim kimsenin bir şey anlamaması. Başka bir sebebi yok."

"Alice-"

"Başka, hiç bir şey yok, dedim." doğruldu ve konuşmaya en hevesli Adrian'a baktı. Boş gözlerle, hiç bir duyguya yer vermeden. "Umuyorum ki anladınız." diğerleri tarafından izlenildiğinin farkında bir şekilde gülümsedi. "Güzel." dedi ve tüm dikkatini Slughorn'a çevirdi.

Slytherin öğrencileri birbirlerine baktılarsa da bu konu üstüne bir şey söylemediler. Alice'in haklı olduğu bir nokta vardı. Tüm Hogwarts, Alice'in hastalığı ve değişimi ile fazlasıyla ilgileniyorlardı. Onlara malzeme vermek istemiyorlardı.

Ancak Çapulcular her şeyi biliyorlardı. Oyunun sahteliğini bilenler bir tek onlardı.

Alice, iksir profesörüne dikkatini vermeye çalışsada tüm bakışlar arasında tenini yakan bakışı hissediyordu. Dokunduğu her yerde ateş hissi veren bakışlara karşılık vermemek için tüm iradesini kullandı. Ve ders boyunca da bunu sağladı.

Başını kaldırıp Gryffindor'a asla bakmadı.

Slughorn dersin bitirdiğinde her şeyini toparlamıştı. Diğerleri ile çıkışa yöneldiğinde aralarındaki tuhaf sessizlikten hoşlanmasa da bozmak için asla bir girişimde bulunmadı. Onlar da onun bu kararına saygı duydular.

Akşam yemeğinden önce biraz dinlenebilmek için ortak salona yöneldiler. O tuhaf sessizlik taş kapıdan içeri girdikleri an bozuldu.

"Alice," diye başlayan Rodolphus oldu.

Elini kaldırdı ve duraksamadan merdivenlere yöneldi.

"Bak konuşmak zorundayız." dedi William hızla. "Hadi ama Alice!" ellerini açtı.

"Bunu nereye kadar sürdüreceksin Prenses?"

Walden'ın cümlesini duyduğunda durmadı bile.

"Onu rahat bırakın." dedi Leonardo arkadaşlarına. Bella sıkıntıyla bir nefes verdi. O ve diğer kızlar, onunla konuşmaya çalışmayı iki gün önce bırakmışlardı. İnatlaştığında Alice'in duvarlarını indirmek zor oluyordu. Sadece an meselesiydi. Kendisi, bu konuyu onların yüzüne çarpacaktı.

"Kapa çeneni Mulciber." Adrian, öfkeyle ama alçak bir sesle konuştu. "Hiç yardımcı olmuyorsun."

"Üzgünüm Parkinson, ben olmadanda baya kötü bir durumda görünüyorsun."

"Sen-"

"Kesin sesinizi! hepiniz susun artık!" Geriye döndü ve hepsine baktı. Hepsi boş bir ifade ile suratına bakıyordu. Çataldilinde konuştuğunu anlaması bir kaç saniyesini aldı.

Gözlerini kapattı ve bir saniye sonra araladığında, sol eli ile önüne düşen saçları geri itti. "Kesin sesinizi. Sınıfta da belirttim. Sizinle konuşmak istemiyorum. Bana açıklama da bulunmanızı istemiyorum. Arkadaşımmış gibi beni merak etmenizi istemiyorum! Kararlarıma hiç saygınız yok, en azından bu ricamı göz ardı etmeyin."

Bir başka şey duymadan merdivenleri tırmandı.

---

-> Halsey - Castle

İksir dersinin ardında, Alice kendisi ile girişilen tüm sohbet ve konuşma girişimleri başarılı bir şekilde geri çevirmişti. İki gündür, arkadaşlarının söylediği her şeye kulak tıkıyor ve etrafında kimse yokmuş gibi yaşamaya devam ediyordu. Sadece Slytherin Ortak Salonunda.

Sınıflarda ve yemeklerde bu zorlu bir durumdu fakat üstesinden geliyordu.

Kettleburn'un boş geçen dersinin ardından yemeğe kadar ortak salonda biraz dinlenmek istiyordu. Bu adamın nasıl öğretmen olduğunu kendi içinde sorgularken, şöminenin sıcaklığa sığınmıştı. Şifalı Bitkiler kitabını açıp, yanına notlar alarak okumaya başladı.
Ancak bu çok uzun sürmedi.

"Alice." Rodolphus'un sesini duyduğunda ürpermesine engel olamadı. Ancak başını kitabından kaldırmamaya kararlıydı. "Kızgın olmanı anlıyorum ama gerçekten konuşmamız lazım."

Cevap vermedi.

Rodolphus geriye dönüp Walden ve William'a baktı.

"Prenses." William tatlı bir şekilde mırıldandı ama bunun da bir faydası yoktu.

Severus, onlara bunu üstelememeleri gerektiğini mırıldandı ancak onu dinlemeyeceklerdi. Henüz konuşmamış Adrian bu konuda en büyük zorluğu yaşayan isimdi. Huzursuz bir şekilde olduğu yerde kıpırdanıyordu.

Lola, kardeşinin kolunu sıkarak onu durduruyordu.

Bellatrix, hepsinin birer aptal olduğunu mırıldandı ve ardından hepsinin yanından sıyrılıp Rodolphus'a doğru ilerledi. "Bizimle konuşmamayı sürdürebilirsin ama önce bir şeyleri tartışmak zorundayız Alice."

Kızın son günlerdeki tavrına en çok canı sıkılan ve öfkelenen oydu.

Onun elinden kitabı çekip aldı ancak eli, anında bir ateş ile yanınca kitabı yere düşürdü. Öfkeyle tıslayarak ona döndü.

"Eşyalarıma izinsiz dokunmanızdan hoşlanmıyorum." Oturduğu yerden kendisine bakan Black kızını izledi ve elini kaldırarak yerdeki kitabını çağırdı. Onu kucağına bastırdıktan sonra, Rodolphus'a döndü. "Ve sizlerle konuşacak hiçbir şeyim olmadığını da gayet açık belirttim."

"Yapma" dedi Rodolphus hızlıca. "bize bu şekilde sırtını dönme."
Alice koltuktan öyle hızla ayağa kalkmıştı ki, birçoğu hareket ettiğini görmemişti bile. Rodolphus'un dibinde bittiğinde Bellatrix gerilemişti. Adrian'da kardeşinin tutuşundan kurtulmuş ve merdivenleri inip yanlarına ulaşmıştı.

"Acaba kim kime sırt çevirdi Lestrange?" parmağıyla kendini gösterdi. "Ben mi?" sonra onun göğsüne vurdu. "Siz mi?"

"Yapabileceğimiz bir şey yoktu!"

Adrian'ın sesi, onları anlaması için yalvarır gibiydi. Gerekirse yapardı da. Alice'in bunu anlamasını istiyordu. İçten içe bildiğinin farkındaydı ama yaşadığı şeyi kabul etmediğinden bunu da kabul etmeyecekti.

"Alice, lütfen!"

Sanki ufacık bir şeye kırılmış gibi davranıyor olmaları onu çileden çıkartan nokta olmuştu.

"Ne lütfen!" sesi salonda yankılandı. Orada bulunan diğerlerinin başları yedinci sınıflara döndü."Ne lütfen Parkinson! Neyi anlayışla karşılayayım! Neyi konuşalım!?"

Alevlerin yükselip alçalması, Slytherin ortak salonu kızıl bir renge boğdu.

"Tarafınızı seçmenizi mi, beni sırt üstü bırakmanızı mı, seçimlerime saygı duymamanızı mı? Seçenek o kadar çok ki, ne cevap vereceğini bende bilmiyorum!"

Bu soruya verilecek cevaplar onun saydıkları arasında yoktu. Bu sorunun bir cevabı yoktu.

"Kes şunu!" Bella artık dayanamadı. "Bu sadece senin canını yakmış gibi davranmayı kes!"

Rodolphus arkasını dönüp onu çekiştirdi ancak kız gitmemekte inat etti.

"Bella sus!" dedi Jane hızlıca. Black ailesinin öfkesi kolay dinen bir şey değildi. Bir kez fırtına başlarsa, ortalığı harap etmeden durmazdı. Bunu sorun etmezlerdi. Alışkanlardı. Ancak Bellatrix'in o an öfke ile çıkıştığı kişi, hepsinden daha öfkeli ve kalbi kırık Slytherin varisiydi.

"Hayır!" dedi Bella. "Bu sadece onu kırmış gibi davranamaz!"

"Ah öyle mi!" Alice'in sesi de yükseldi. "Ama sadece beni kırdı, beni acıttı. Bende bir iz bıraktı!" hızla herkese göz gezdirdi. "O akşam hiçbiriniz canınız yanıyor gibi değildiniz!"

"Bunu inkar edemezsin." Walden araya girdi. "Bizlerin üzülmediğini ileri süremezsin." parmağını ona doğrulttu. "Bunu içten içe iyi biliyorsun Alice."

"Bildiğim tek şey," Alice derin nefesler alıyordu. Öfkesi, günlerdir içini yakıyordu onu kusmadan da rahatlamayacaktı. "o gece, her biriniz verilen görevi yerine getiren birer askerden farksızdınız!"

"Sadakatimiz, yeminimiz kime biliyorsun." William daha yumuşak bir sesle mırıldandı. "Hadi Prenses, sakinleşip düşünürsen eğer-"

"Size hak mı veririm!" Alice neredeyse çığlık atacaktı. Elini kaldırıp, işaretin bulunduğu yeri gösterdi. "Bunu ben istemedim! Bunu siz gibi kabul etmedim! Zorlandım! Oturup düşününce 'Oh böylesi daha iyi!' diyeceğimi mi sanıyorsunuz siz?!"

"Hayır." dedi Adrian, "Hayır demeyeceğini biliyoruz. Ama bunun senin iyiliğin için olduğu bil. Senin kararların, seni-" sustu. Cümlesini tamamlamadı ancak hepsi zihninde devamını duymuştu.

Senin kararların, seni ölüme götürüyor.

Adrian, aradaki mesafeyi kapatıp önünde durdu. Ellerini, kızın kollarına doladı. Sıcak parmakları, dövmeye dokunduğunda Alice irkildi. "Seni bu şekilde kurtaracaksam, bu nefretinle yüzleşmeye ve yaşamaya razıyım." anlayış ve yalvarma dolu sesi, onu yumuşatmadı. Aksine Alice'in içi tiksiniyordu.

Yüzü söylediği cümle ile dehşet ifadesine büründü ve ardından kollarından kurtulup geri gitti.

"Senden bunu istemedim, sizden bunu istemedim! Kararlarımın getireceği tüm sonuçlara razıydım ben!" tekrar hepsine baktı. Rodolphus'a, Bellatrix'e, William'a, Walden'a, Severus'a, Lola'ya, Jane'e, Leonardo'ya. Yanlarına yeni ulaşmış diğerlerine ve en son Adrian'a. "Ben sizin kararlarınıza saygı duydum. Girdiğiniz yolu değiştirmedim ya da sizi zorlamadım. Ama siz? Siz ne yaptınız? Beni zorlama bile zorlamadınız. Babamın aldığı kararı sorgusuz sualsiz yerine getirdiniz."

"Bu senin kaderin çünkü!" Bellatrik etrafında dönüp ona ilerlerken kıvırcık saçları havalanmıştı. "Bunu yaşamak zorundasın."

"Kendi kaderimi kendim yazabilirim! Buna sizin müdahale etme hakkınız yoktu!"

"Lord'un," dedi Severus sakin bir şekilde "her zaman istediğini elde ettiğini en iyi sen bilirsin."

"Bunu yapmak istemedik" dedi Rodolphus, Severus'un acımasız cümlesini geçiştirmek ve Bellatrix'in hala söylemeye hazır cümlelerini ortalığa saçmasına engel olmak için. "gerçekten istemedik. Ama biliyorsun."

Biliyordu. Babasının nasıl ikna edici olduğunu biliyordu. Nasıl istediğini elde ettiğini.

Alice'in sessizliğinden yararlanan Walden atıldı. "Başta kabul etmedik"

"Gerçekten etmedik." dedi William'da. "Ancak-"

Her biri tehdit edilmişti. Her birine kendine özel bir seçenek sunulmuştu.

Bu durum gitgide içinden çıkılmaz bir batağa dönüşüyordu. Konuştukları her saniye, Alice yaşadığı şeyin gerçekliğiyle yüzleşiyordu. Ve kabulleniyordu.

"Lütfen bizi anla," dedi Jane hiç bir zaman bu kadar şevkatli bir ton ile konuştuğunu duymamışlardı. "neden yapmamız gerektiğini anla."

"Seni üzmek istemezdik." dedi Lola destek çıkarak, boynunda asılı duran Octavian'ın ona verdiği nişan yüzüğü ile oynarken Alice'e bakmıyordu. "Yapmak zorundaydık."

Alice'in dehşeti katlanarak büyüdü. Bir çığ gibi diğer bütün duyguları boğdu. Lola, Octavian ile tehdit edilmişti.

Ya diğerleri?

Rodolphus'a baktı. Kardeşi ile olduğuna emindi. Tıpkı Leonardo gibi. Walden'ı, nişanlısı ile. William'ı ebeveynleri ile. Ve diğerleri. Her biri ailelerinin ve kendi hayatları ile tehdit edilmişti.

Alice'in olayları çözdüğünün farkında olan Leonardo onun dikkatini üzerine çekti. "Bu durumda kimi seçeceğimizi biliyorsun. Ve sen olsan kimi seçerdin biliyoruz."

Alice'in ela gözleri koyulaştı. Leonardo'nun bildiği sır ile ona bu şekilde gönderme yapması onu üzmekten ziyade tetiklemişti. Bir Slytherin her zaman Slytherindi. Sır saklar, arkanı kollar ama yeri geldiğinde bunu bildiği senden esirgemezdi.

Tıpkı Leonardo Mulciber'ın, Alice Riddle'a herşeyden çok sevdiği annesinin akibetini hatırlatması gibi.

Öfke damarlarına gömüldü, intikamı küllere karıştı. Alice usulca gülümsedi. "O zaman, bende bundan sonra kimi seçeceğimi biliyorum."

Kitabını ve çantasını aldı. Hiç birine bakmadan yatakhaneye yöneldi.

"Yerinde olsam ağlamayı keserdim ve olacak şeyleri kabullenirdim. Bir gün bunu anlayacaksın." Bellatrix'in sesi keskindi. "Varis olarak, adından önce aldığın sıfatın karşılığı olarak sana sunulan bu hediye için, olduğun yer için bize teşekkür edeceksin."

Alice, hızla arkasına döndü ve Black kızına odakladı bakışlarını. Son zamanlarda aralarında en çok değişen ve gitgide karanlığa gömülen arkadaşına. Belki de içlerinde, bir şeyle tehdit edilmeyen tek kişi oydu.

"Ah haklısın. Ben her zaman bir tahtın tepesinde oturacağım Black, kanım sağ olsun sizler değil. Ancak bir gün sizde bir şeylerin farkında varacaksınız. Yaptığınız şeye rağmen , umarım o günleri görmem."

Merdivenleri bir iki basamak çıktı ve tekrar durdu. Arkasını dönüp, onlardan yukarı da olduğunu belli edercesine hepsine tepeden baktı. "Bundan sonra özgürsünüz. Sadakatiniz kime bağlıysa -ki baya bunu net bir şekilde gösterdiniz, buna devam edin. Artık hiçbiriniz umrumda değilsiniz.

Tebrikler. Bu oyunu siz kazandınız."

Bir daha arkasına bakmadan, aldığı bu kararı bozmamaya kararlı bir şekilde merdivenleri tırmandı.

Bozmadı da.

Ertesi gün, Lola ona babasından gelen bir mektubu ilettiğinde hepsinin gözlerinin içine bakarak mektubu açmadan yakmıştı. Ardından bir şey olmamış gibi ödevlerine dönmüştü.

İşte bu Bellatrix'i tetikleyen şey olmuştu. Önce onun yanında hakaretleri başladı, ardından bunları eyleme döktü. Alice sesini çıkartmadıkça dozajını arttırdı. Rodolphus seve seve ona eşlik etti.

Diğerlerinin de artık farkı yoktu.

Söylemek istediklerini bastırmıyor, lanet atmak istiyorlarsa yapıyorlardı. Alice'in onlardan umudu kestiği gibi, onlarda Alice'den umudu kesmişlerdi. Ve şimdi özgürlerdi.

Barty, o hafta o kadar fazla ceza almıştı ki! Slytherin evinde bir rekordu. Jake ise ardından koşar adımlarla ilerliyordu. Regulus ve Narcissa, bunu Alice'e ilettiklerinde genç kız onlara bakmış ve ardından kalkıp gitmişti.

Herkes kendi kararlarında özgürdü.

Süpürgesinin üstünde uçarken bunları düşünüyordu. Özgürlüğü.

Özgür olmanın nasıl bir his olduğunu. O hiç bir zaman tam olarak bunu kavrayamamıştı ve artık sol kolundaki pranga sayesinde asla anlayamayacaktı.

Alice, her şeyin son bulmasını istedi. Büyüyen karanlığın, hiçliğin, yalnızlığın, acının, kukla olmanın son bulmasını istedi.

Bellatrix'e söylediği şeyi istemişti sadece. Kendi kaderini kendisi yazacaktı. Hiç bir müdahale olmadan, kimse onu bir yerlere yöneltmeden. Kendi pişmanlıklarını ve hatalarını yaşamak istemişti.

Ama bu imkansızdı. O Alice Riddle olduğu sürece imkansızdı.

Dişlerini sıkarak süpürgesinde eğildi ve gecenin karanlığında minibik bir ışık saçan snicthe doğru uçtu.

---

-> I Love You, But I Need Another Year – Liza Anne

Sol kolumdaki dövme, bana bugünün onuncu gün olduğunu anımsatmak istercesine sızladı. Ancak onu yok sayarak gözlerimi ufka, bata güneşe çevirdim.

En sevdiğim yerde, en çok korktuğum şeye sahip haldeyim. Nefret ettiğim şeye artık sahibim. Ve burada, bana yuva olmuş Hogwarts'ın duvarları arasında, Astronomi kulesinin tepesinde tek başımayım.

Nefret etmem neyi değiştirdi ki? Kaçmam hiç bir fark yaratmadı. Lanetimden kaçamadım. Lanetli. Kelime kalbimi delip geçerken gözlerimin yandığını fark eder etmez kırpıştırarak onları daha gelmeden gönderdim.

Bu ara yeteri kadar ağlamıştım. Daha fazlasına yer yoktu. Dökeceğim hiç bir gözyaşı olanları değiştirmeyecekti ki. Zamanı geride almayacaktı.

Bellatrix'in söylediği gibi yapabileceğim tek şey kabullenmekti. Babamın hayallerinin ve lanet olası amacının bana getirdiği şeyleri kabullenmeliydim. Sol omzuma dağlanmış karanlık taç ve yılan, benim sahip olduğunu sandığım hayatımı başlama ihtimali olmasa bile tamamen bitirmişti.

Oysaki ondan hiç bir şey istememiştim. Belki çok küçükken. Annem bana onu anlattığı zamanlarda, birde doğum günlerimde gelmesini istemiştim. Beni kabullenmesini istemiştim. Ama onu tanıdığımda, Tom Riddle'in sevgi ve aileden uzak olabilecek tek insan olduğunu anlamıştım.

O sevmezdi. Sevemezdi. Değer vermezdi. Önemsediği tek şey amacı ve kandı. Bütün variyeti oymuş gibiydi.

Beni aldığında, bana baba olmadı ki. Kelimenin anlamı benim için her zaman boş kalacaktı ama annem, ona saygı duymayı bana öğretmişti. Onun büyük birisi olduğunu ve bu aile saçmalıklarına vakit ayıramayacağını söylemişti. İş asla öyle değilmiş işte.

Onun vakti olmamasından değildi bunlar, bir kalbi yoktu. Karanlık Lord bir kalbe sahip değildi.

Ve ben bunu bilerek ondan bir şeyler istememeyi öğrenmiştim. Ama aldığım şey, onun anlamlar yüklediği hediyeler ve beni yönlendirmeye çalıştığı yollar aldı. Direnmem bir fark yaratmadı. Onun istediği yerdeydim. Onun olmasını istediğim şekli alıyordum.

"Aynı yerleri sevdiğimizi yeni yeni öğreniyorum." ardımdan gelen ses beni irkildi. Omuzlarım gerildiğinde elim asama kaydı fakat sesi tanıdığımda önce bir rahatlama ardından bir korkuya kapıldım.

Lanet olası! Şu an duymak isteyeceğim en son ama duymayı en çok istediğim ses onunkiydi.

"Hogwarts küçük bir yer." arkamı dönmedim. Ellerim demir korkuluklara yaslı bir şekilde, alacakaranlığını atlatmış gökyüzüne bakmaya devam ettim.

"Hogwarts'a küçük demek, İngiltere'ye bir ada demekle eş değer." Eğlendiğini sesinden anlayabiliyordum. Başka zaman olsa bende onunla eğlenebilirdim. Ama bugün değil. Artık, başka bir zamanda değil.

Derin bir nefes aldım ve bıraktım. "Burada ne arıyorsun bilmiyorum ama ben yalnız kalmak için geldim. Bu sebeple, gitmeye ne dersin?"

"Yalnız kalmana izin verebilirim." Kaşlarımı çattım. O biraz önce benim isteğimi sorgusuca kabul mü etmişti? "Ama gitmeyeceğim. Kendini yalnız hissetmeni istemiyorum. Asla." Sesindeki şefkat tenimi okşarken, gizlemeye çalıştığı acıyı kendi içimde hissettim.

Başından beri, ben bu belayla mücadele ettiğim geceden beri yanımda olmuştu. O gece ormanda nefret ettiği o işareti görmesine rağmen benden kaçmamıştı. Ve bana nefret beslememişti. Bunun nedeni kendi isteğimle olmamasını bildiği için sanıyordum ama öyle değildi.

Günlerdir kendime itiraf etmekten kaçındığım bir gerçek vardı. O gerçek, Gryffindor'un asi çapulcusunun hisleriydi.

Sirius Black beni seviyordu.

O kadar kız varken, onun peşinde tonlarcası dolanırken, ben. Ben hariç herkes ona aydınlık ve mutluluk sunacakken o bana gelmişti. Karanlığın en dibine zincirlenmiş, git gide bir parçası olan Slytherin aciz prensesine gelmişti.

Baş belası.

Gülümsememe engel olamadım. O bir baş belasıydı. Nerede bir bela varsa ona giderdi. Nerede bir olmaz varsa ona çekilirdi. Ve şimdi sırada ben vardım.

Bana gelmişti.

Arkamı dönüp karşımda tüm ihtişamı ile duran Sirius Black'e baktım.

Gri gözleri, altı senedir görmediğim bir şekilde parlıyordu. Senelerce ne zaman göz göze gelsek boş bakışlar yerleşen o duman gözler şimdi benim için güneş açıyordu. O gün, bana hakaret ettiğinde ve canımı yaktığında bir şeyler değişmişti. O gün onun gözlerine çarpan gözlerim beni de değiştirmişti.

Duman grisi gözlerinin etkisine ne Octavian ne Regulus sahipti. Onda başka bir şeyler vardı.

İçinde gökyüzünün gücü vardı, nefes vardı, huzur vardı. O gözlere ne zaman baksam tamam diyordum. Tamam Alice, her şey yoluna girecek. Sirius burada. Sirius, senin için burada.

Bir şeyler zamanla değişmemişti. Gözlerine baktığım gün her şey değişmişti ve artık çok geçti.

Onun gözlerinde görüyorum sevginin gücünü. İnancını yitirdiğim sevgiyi onun varlığını hatırlayarak tekrar ve tekrar inanıyorum.

Düşüncelerimi bastırarak derin bir nefes aldım. O ise bana gülümsedi. Lanet olası aptal bana gülümsedi! "Git başımdan Black. Sana ayıracak zamanım yok."

Kelimelerimin bir anlamı yokmuş gibi gülümsemesi alaylı bir hal adı, taş basamağa oturdu. Ellerini önünde birleştirirken beni süzdü.

Yaptığına sesimi çıkartmadım. O beni incelemesini bitirene kadar sessizliği büründüm. Sırtımı demir parmaklıklara yasladım ve kollarımı göğsümde birleşirdim.

Sonunda bitirdi ve gözlerime baktı. O griler şimdi korkusuzca yine gözlerimin en içine bakıyordu.

Ruhum çekildi içimden. Ne tuhaf bir andı! Sanki uzun yıllardır onu tanıyormuşum ve sanki her zaman birlikteymişiz gibi. Sanki... Ama öyle değildi işte. Biz hiç beraber değildik, hiç olamayacağımız gibi.

"Senden böyle bir istekte bulunmadım. Ben sadece burada oturacağım."

Sinirle dişlerimi gıcırdattım.

"Başka işin yok mu senin!? Gidip-" durdum. Ne yapmasını söylemeliyim? Ne söyleyip onu kovalamalıyım? Merlin adına! Kafam o kadar doluydu ki, Sirius'a laf yetiştirmekte bile zorlanıyordum.

"Evet, gidip?" kaşlarından birini kaldırıp merakla bekledi cümlemi tamamlamamı. Hay bin lanet!

Kollarımı çözdüm. "Git, birilerine lanet falan savur. Ne bileyim, ne yaparsan yap!" sinirle tekrar arkamı ona döndüm ve titreyen parmaklarımı soğuk demire doladım. İçimden saymaya başladım ama ben daha üç demeden attığı kahkaha ile toparlayamadığım dikkatim tekrar dağılmıştı.

Onun kahkaha atan sesi gergin vücudumu çözerken dudaklarımdan bana itaat etmeyerek kıvrıldı. Ah yapma Alice! Bu kadar çabuk çözülmemeliyim, bu kadar çabuk bırakmamalıyım kendimi.

"Şu işe bakar mısın?" arkamı dönmeyecektim. Hayır hayır bir daha gözlerine tutsak olmayacaktım! Hayır hayır hayır! Bir yerlere saklanmış iç sesim, geri döndüğünü belli edercesine kahkaha atarken hala mantıklı kalan aklım ise onu susturmaya çalışıyordu.

"Bayan Kurallar Abidesi Okul Başkanımız bana git birilerine lanet savur diyor."

Cevap vermedim.

"Üstelik birkaç ay önce beni tamda bunun için azarlarken." Arkamdan gelen sesi ile yerimde zıpladığımda, tenimden bir ürperti geçti. Bu kadar yakın olmamalı bana. Ben bu kaçar savunmasızken girmemeli o duvarların ardına.

Biliyorum, beni biraz daha zorlarsa, gülümserse, dokunursa kırılırım. Senelerimi verip inşa ettiğim her şeyi tuzla buz ederim.

Ne olur git.

Ben gecelerle büyüdüm Sirius. Ben karanlıkla büyüdüm. Ondan güç aldım, onla yeşerdim. Kalbimi sardı korkularım. Bir bataklıktayım ben. Girmemen gerek bir bataklık. Bu bataklık çok fazla. Kurtulamazsın.

Hareket ettiğini hissettim. Yanıma gelip benim gibi demirlere tutundu ve bu akşam ilk kez bana değilde gökyüzüne baktı. Ona döndüm.

"Ne yaptığını sanıyorsun Sirius?" adı dudaklarımdan çıkar çıkmaz yüzüne bir gülümseme yerleşti. Sanki ilk kez adını duymuş gibi şaşkındı ama mutluydu. Of.

"Adımı senden duymayı seviyorum." Gözlerimi devirmeden edemedim. Bunu anlamamak için aptal olmak lazım.

"Sirius!" tekrar güldü ama bu sefer bana döndü. Merlin aşkına Sirius Black, beni deli ediyorsun!

"Hadi açık olalım." Tek kaşım yukarı kalkarken kollarımı tekrar göğsümde kavuşturdum. Bunun bir nedeni de kendime hakim olamayıp ona dokunacak olmamdı.

İşareti aldığım gece, beni kollarına aldığında tattığım huzuru senelerdir yaşamamıştım. Şimdi bedenim bir bağımlı gibi o huzuru tekrar tatmak istiyordu.

"Tamam." Dedi ama bir çocuk gibi kelimenin sonunu uzatmıştı. Bu sevimli hali hoşuma gitsede bu sefer belli etmedim.

"Amacın ne?"

Ondan bir affedilmez lanet yapmasını istemişim gibi kaşlarını çattı.

"Bu konuya göre değişir."

Sabrım tükenmek üzereydi. Başımı salladım. "Kelime oyunlarını bırak. Bana ne yapmaya çalıştığını söyle?"

Sebebini biliyordum elbette.

Başta deli gibi kim olduğumu merak ediyordu. Araştırıyordu, soruyordu ama o arşiv odasında kapalı kaldığımızda onda bir şeyler değişti. Benim hakkında düşündüğü şeyler değişti.

Sirius bakışlarını kara gölün ötesine dikti. Derin bir nefes aldı ve gözlerini yumdu. Zihnini biraz zorlarsam aklından geçirdiği cümleleri duyabilirdim. Kapalı gözlerinin ardında onları sıralıyordu. Verdiği mücadelenin farkındaydım. Ve ardından gelecek olanın.

Onun hızla atan kalbine, benim kalbimde eşlik etti.

O yapmaktan kaçtığım konuşmanın zamanı gelmişti. Önce bana Hogsmeade söyleyecekti, ardından aldığım işareti ve sonra seçim yapma şansım olduğunu. İşaretin beni değiştirmeyeceğini, hala savaşabileceğimi söyleyecekti. Bana yardım edebileceğini söyleyecekti.

Demirlere sarılı ellerini öyle sıkıyordu ki bembeyaz kesilmişti. Parmaklarım karıncalanırken ona belli etmeden bir adım geriye gittim. Son kez bu kadar yakın olduğumuzda –ormanı saymazsak- onun tutup öpmüştüm. Yine kontrolümü kaybetmeyeceğimin garanisini veremiyordum.

Gözlerini açtı. Yüzü akşam güneşi ile ışıl ışıldı.

"Ne yapmaya çalıştığım öyle mi? Tamam, Alice. Dinle!

Altı senedir bu okuldayız. Seninle takıştığımız zamanlar oldu. Senden nefret ettiğim, olduğun kişi için tiksindiğim oldu. Ve sen diğer Slytherinliler gibi hatta bu okuldaki diğer herkes gibi değildin. Sessiz, sakin, fark edilmemek için çabalayan.

Bende seni fark etmedim. Hiç görmedim. Farklılığını hissetmedim. Ama sonra sanki ilk kez olmuş gibi bir anda karşıma çıktın.

Duyduğum tüm nefreti gözlerindeki ışık ile yok ettin. Başta benim için sadece meraktın. Kapalı bir kutu, gizli kalmış bir kitap. Ama ben seni okumaya çalıştıkça sende değişik bir şeyler olduğunu gördüm.

Ölüm Yiyen değilsin." Gözleri sol koluma kaydı. "O işareti koluna kazımış olmaları bir şeyi değiştirmiyor. Sen onlardan olamayacak kadar merhametlisin ve zekisin.

O işareti almış olman, senden nefret etmemi sağlamıyor. Bunu bil.

Gördüğümde, seni o gece ormanda gördüğümde" durdu, gözlerine yerleşen acıda sanki o geceye ait kendi kırıntılarımı görüyordum. "başta tiksindiğimi itiraf ediyorum ama senin çektiğin acı bir şeyleri kanıtladı.

Kaçtığın şey seni bulmuş olabilir. Ama onlara katılmak zorunda değilsin."

Bir adım daha attı ve aramıza koyduğum mesafeyi sıfıra indirdi.

"Lily'i kurtardın. Bulanık diye nitelendirdiğiniz Muggle Doğumlularla uğraşmadın. Beni korudun. Gördüklerini kimseye anlatmadın. Yaptığım çoğu şeyi göz ardı ettin.

Çok düşündüm." Sol eli yüzüne düşen saçları geri itti. "Yaptığın her şeyle beni kendine çektin. Bir mıknatıssın sen biliyorum bunu. Sade erkekleri değil belaları da çekiyorsun." Güldü. O ses tonu beni bile gülmeye teşvik etti ancak yaşadığım şokun sayesinde hareket bile edemiyordum.

"Ama öyle güçlüsün ki! Senin yaşadıklarını sadece tahmin ediyorum, sırların olduğunu biliyorum. Bazılarını saklıyorum da ama sen asla pes etmiyorsun. Gerçekten bir prenses gibisin. O nefret ettiğin lakabının hakkını fazlasıyla veriyorsun.

Düşsen ayağa kalkıyorsun. Canın yansa bile mücadele ediyorsun. Belki her Slytherin gibi, sinsi, ukala, bencil ve zeki olabilirsin ama cesursun da. Senin cesaretini, bizim binada olup gösteremeyen kızlar gördüm ben. Bir Slytherin olmana rağmen kalbinin ışığını gördüm."

Sustu. O sustu benim içim çağladı.

İnanamayan ve sorgulayan halime bakarken güldü ve şimdi söyleyeceklerini söylemekte zorlanıyor gibi bir an durdu ama vazgeçmedi. O hiç vazgeçmezdi.

"Evet, ben Sirius Black. Kızların peşinden koştuğu, her şeyi eğlence gören ben. Slytherin Prensesine, Alice Riddle'ı seviyorum.

Duydun mu beni prenses, seni seviyorum."

Sirius merakla ve ilgiyle gözlerime bakarken ben ise söylediklerine sindirmeye çalışıyordum. Korktuğum başıma gelmişti işte. Beni seviyordu. Kaçtığım şey bizi bulmuştu. Kahretsin kahretsin KAHRETSİN!

Bir şeyler söylemek için dudaklarımı açtım fakat kelimeler yerine şen kahkahalarım döküldü kulenin gizemli havasına. Ardı ardına kahkaha atarken, Sirius kaşlarını çattı ve delirmişliğimden ziyade endişeli bir şekilde bana baktı.

"Şaka yapıyor olmalısın. Ciddi misin sen?"

Birkaç kahkaha daha attım ve sonra durdum. Sirius'un duruşu ciddiyetini gösteriyordu zaten. "Ciddisin." Dedim yalandan şaşkın bir şekilde.

Ciddiydi tabii. Şaka seven birisi olsa bile bu konuda şaka yapmayacağını bilecek kadar tanıyordum onu.

"Alice" dedi sessizce.

Merlin.

Bu itiraf benim içinde bazı şeylerin açığa çıkmasıydı. Ben de onu seviyordum. Karşımda dikilen bu aptalı seviyordum. Ona duyduğum boşluk ne ara bununla dolmuştu? Nefret etmeliydim, öfkeli olmalıydım, korku bile kabulümdü ama sevmek?

Kendime itiraf edemediğim şeyleri itiraf etmesi beni dehşete düşürmüştü.

Fakat kim olduğum gerçeği zihnimde bir yerlerde canlanıp, bana fısıldadığında olabilecek her şey gözlerimin önüne serildi.

Biz diye bir şey olamazdı. Ben Allison Riddle'ken, Lord'un baş belası kızıyken, yavaş yavaş battığım karanlığın içindeyken olmazdı. Olamazdı. Böyle bir hayat sürerken bir başkasını daha sürükleyemezdim karanlığa.

"Sirius, bak." Derin bir nefes aldım. Salaksın Alice diye şakıdı iç sesim.

Sirius gülümsedi ve gözlerimin önüne düşen saçı geri attı. Sıkmaktan kan gitmeyen soğuk elleri ile yavaşça yanağımı okşarken kalp atışlarımın hızlandığını hissettim.

Lütfen yapma.

Ben kaçmaya çalışırken beni kalmaya zorlama.

"Aslında, bir şey demesen de olur." Yavaşça eğildi ve dudaklarıma yumuşak bir öpücük kondurdu.

O daracık koridorda paylaştığımız an tekrar canlandı.

Dudakları hatırladığım kadar yakıcı, nefesi hissettiğim kadar soğuktu.

Kalbim deli gibi çarpıp adeta dans ederken, tüm düşüncelerim beni terk etti. Kimdim? Neydim? Niye buradaydım? Biraz önce ne söylüyordum? Ne yapacaktım?

Sadece gri gözlerine düşmekten bıkmadığım çocuk vardı. Yanımda. Yüzüm avuçlarının arasında. Dudaklarım dudaklarında.

Ancak kim olduğumu hatırlamam uzun sürmedi. Kendimi geri çektim ve elimi göğsüne bastırarak onu kendimden uzak tuttum.

Sirius anlamayan gözlerle bana bakarken, dudaklarıma bir gülümseme yayıldı. "Demek beni seviyorsun?" sorgulayan gözlerine bakarken asla gözlerimi kaçırmadım. "Doğruyu söylemek gerekirse," Parmaklarımı göğsünde bir ritim tuttururken konuşmak için dudaklarını araladı.

"Benim sıram."

Onu kendimden ittim ve geriye çekilerek aramıza mesafe koydum. Bana bu kadar yakın olması aklımı karıştırıyordu.

"Senin hislerinin bu şekilde değişeceğini hiç düşünmediğimi itiraf etmem gerekir. Seni kendime benzetiyordum çünkü." Dudağımı ısırdım ancak bu alaycı hareketimin hoşuna gitmediği belliydi. "Benim gibi insanlarla flört edip, eğlenen. Ciddiyetten hoşlanmayan ve bağlanma problemleri olan."

Kaşları yukarı kalktı. Söylediğim cümleyi hızla analiz ederken, bu özellikleri kendisinin taşıyıp taşımadığından çok benim barındırıp barındırmadığımı anlamaya çalışıyordu.

Bu sefer ben kaşlarımı kaldırdım. Onun şaşkın ifadesinden ziyade alaycılık vardı. "Ne? Benim öyle olmadığımı düşünüyor olamazsın?"

"Sen ve herkesle flört etmek mi?" güldü. Bu sefer alay sırası ondaydı. "Alice, kimi kandırıyorsun. Sen, birilerini etkileyebilirsin ama onların duygularıyla oynamazsın. Eğer öyle olsaydı-"

"Haberin mi olurdu?" cümlesini ben tamamladım. Ancak alay eden havamız tuzla buz olmuştu. Sesimin, eski tınısını duyunca o da kendisini toparladı. "Diğer evlerdekilere kur yapıyor ama çıkmıyor olmam, asla sevgilim olmadığı anlamına gelmez. Harris'in dedikodu malzemesi olmamam bir şeyler değiştirmez, elbette sevgililerim oldu. Ki bunlar Slytherin evindendi."

Benim hakkımda öğrendiği bu yeni bilginin onu şaşırttığı ortadaydı. Hakkımda araştırma yapıp, beni tuzağa düşürerek bilgi topluyordu belki ama ne yaparsa yapsın özel hayatıma ulaşamamıştı.

Olmayan bir şeyi öğrenemezdi de ancak bu benim avantajımdı. Onu kırmamın ve benden uzaklaştırmanın anahtarıydı.

"Oh," başımı sağ omzuma doğru eğince saçlarım sırtımdan aşağı döküldü. "seni şaşırttım. Hadi seni biraz daha şaşırtayım."

Ardından gelecek şeyi tahmin etmek için uğraşıyordu ancak ona fırsat tanımadım. "Abinle ne sıklıkla konuşurdun? Mesela kızlar hakkında." küçük bir gülüş kelimelerin ardından çıktı dudaklarımdan. "Sana benden hiç bahsetti mi?"

Bu onu kesinlikle şaşırtmıştı.

Söylediklerim planlı yada düşünülmüş şeyler değildi. O an aklıma gelen, Sirius ile göl kenarında Regulus ile konuştuğumuzda canlanan konuşma ile canlanmış şeylerdi. Belki adice ve biraz aşağılık bir hareket olacaktı ama benden uzaklaşacaksa neden olmasın?

"Belli ki bahsetmemiş. Ah, bir zamanlar onunla birlikte olduğumu bilmiyorsun demek."

Sirius'un değişen çehresi göğsüme yavaşça soktuğum hançeri biraz daha derine itti.

"O,- o her zaman Lola ile birlikteydi. Çocukluğumuzdan beri."

"Bu arada başka ilişkileri olmadığı anlamına gelmezdi." Sirius geriledi. "Her zaman Lola ile değildi. Onlar ayrıyken benimleydi. O bir zamanlar bana aitti. Benimdi." omuz silktim. "Benimle evlenmek istediğini biliyordum ama annen bunu istemedi. Yine de bu, reşit olduğum doğum gününde, bir Black aile yadigarı bana hediye etmesine engel değildi."

Sirius, o gün elimde tuttuğum kolyeyi anımsadı. Ancak ona bir anlam yüklemediği belliydi. Doğruydu da, bir anlamı yoktu. Octavian ile asla ama asla böyle bir yakınlığım olmamıştı.

Gözlerinin parça parça kırılışını izlemek, yavaş yavaş işkence görmekle aynıydı benim için. Hançer biraz daha derine indi. Ama bu yeterli değildi. Benden gitmesi için yetmeyecekti.

"Mesela Evan." derin bir iç çektim. Konuştuğum her saniye daha da tehlikeli bir duruma sokuyordum kendimi, ikimizi. Ama Sirius, kelimelerimin lanetine öyle kapılmıştı ki, beni sahiden tanıyıp tanımadığını sorguluyordu kendi içinde.

Ve biliyordum. Bunda galip gelecekti. Eski yaşadıklarımı görmezden gelecekti. Çünkü bunları kendisi de yapmıştı.

"Evan Rosier, her zaman benim için ilkti. Ama onun canını çok yaktım. Yine de her seferinde bana döndü. Gitti, geldi, kırdı, kırdım. Ama her zaman bir aradaydık."

Astronomi kulesi, ikimizin en sevdiği yerlerdendi. Ancak bu geceden sonra anısı sadece kalp kırıcı olacaktı.

Belki bir gün, Sirius'a gerçekler söyleme şansım olurdu. Savaştan sonra. Eğer hala isterse ve beni affederse. Ama şimdi değildi. An be an beni saran bu karanlık ve yakalaşan savaş ile ona gidemezdim.

Onu kabul edemezdim.

O cesurdu. Gerçekleri bilirse, düşünmeden savaşmak isterdi. Ama ben istemezdim. Onu bile bile safların en önüne çekemezdim. Sırf beni seviyor diye hedef haline getiremezdim.

"Seninle boy ölçüşemesem de bende çok fazla kalp kırdım." daha fazla ne kadar devam edebilirdim bilmiyordum.

Gri gözler, içerideki savaşı bana gösterdi. Söylediklerimin nasıl bir darbe yarattığını ilk elden şahit oluyordum. Onu inciten kişinin ben olması, her şey bu hale gelirken hiç birini görmemem, buna engel olamamam ve an be an battığımız bu durum benim savaşımı da kolaylaştırmıyordu.

"Bunların bir önemi yok." uzun bir zaman sonra konuştu. Ancak söylediği şeylere şaşıran bu sefer bendim. Gülümsedi. Ancak o gülümsemenin taşıdığı kırgınlığı görmeden de bilebilirdiniz. "Söylediğin gibi, bende senin kadar kadar kalp kırdım. Uzun bir geçmişe sahibim."

"Beni böyle kabul mu edeceksin?"

"Sende istersen, evet."

Durdum. Ne söyleyecektim? Ne diyecektim? Ona kim olduğumu anlatmalı mıydım? Yoksa sadece bencil mi olmalıydım?

"Sen," maskem de gücüm gibi kırıldı "sen beni kolumdaki bu işaretle kabul mu edeceksin?"

Kırılan halim, ona kaybettiği özgüveni geri vermişti. Başını bir saniye bile tereddüt etmeden salladı.

Elleri, kollarımı sardı. O gün Adrian'da olduğu gibi parmakları işaretimin olduğu yere dokundu. Ama onun dokunuşunda şevkat vardı, sevgi vardı, kabulleniş vardı. O beni olduğum gibi kabul ediyordu. Beni ben yapan her şey ile seviyordu.

Onun gözlerine bakarken tekrar düşündüm bencil olmayı. Bencil olup ona evet demeyi ve onu tehlikeye atmayı.

Ama yapamazdım.

Beni bu şekilde kabul etse bile kimin kızı olduğumu öğrendiğinde artık istemeyecekti. Kaçtığı şeyleri, nefret ettiği insanları birebir temsil eden kişi olduğumu öğrendiğinde gidecekti.

Çünkü o Sirius Black'ti. Köklü Black ailesinin içindeki tek aydınlıktı. Kaçtığı karanlığı kollarına almazdı.

"Onu istemediğini, senin yerinin diğerleri gibi karanlık olmadığını biliyorum."

Bu cümle aklımda bir başka plan daha oluşturdu.

"Bunu hiç konuşmadık."

"Neyi?" sağ elimi kaldırıp onun eliyle birlikte işarete bastırdım.

"İşaretimi."

"Gerek yok. Bunu daha önce de, o gece seni bulduğumda da belli ettin. Sen-"

Son kez benim için iyi bir şeyler barındıran gözlerine baktım. Biraz sonra söyleyeceklerimin ardından, benim için bir daha asla bu şekilde bakmayacak ve hissetmeyecekti.

"Gri diye bir şey yok Sirius." cümlesini tamamlamasına izin vermedim "Kararım değişti."

"Ne?"

Hiç bir insanın yıkılmasına şahit oldunuz mu? Özellikle bunu siz yaptıysanız. Ben görmemiştim. Bilmiyordum. Ama bu deneyimi şimdi onunla tatmak, bunu görmek korkunçtu.

Elini sıkarken hançeri son kez itmeye kararlıydım.

Özür dilerim Sirius. Bunu yapmak zorundayım.

"Beni bu kararı almaya zorladılar belki, ancak ailemin haklı olduğunun farkındayım. Uzun uzun düşündüm. Yaklaşan bir savaş var ve kaybeden tarafta olmayacağım, ideallerimin dışına çıkmayacağım. Aileme, kendime sırt çevirmeyeceğim."

Ellerini o kadar hızlı çekti ki bedenimden, destek aldığım her şey yıkıldı. Dengemi sağlamayarak düşeceğim sandım ama biliyorum ki o gidene kadar kendimde olacaktım. Onu daha yıkmamıştım. Yıkana kadar kendim yıkılamazdım.

"Beni, kendi isteğimle ölüm yiyenliğe devam ederken de sevecek misin?"

Cevap vermedi.

"Cevap ver Sirius! Beni, olduğum gibi kabul edecek misin? Bir ölüm yiyenken bile? Ellerimi kana bulamışken bile? Yoksa hepsi öylesine bir heves mi?"

"Sen, bu değilsin."

Tırnaklarımı avucuma geçirdim. Acı an be an tenimde sızlarken, devam etmeye zorladım kendimi.

"Sen beni ne kadar tanıyorsun ki? Yedi senedir aynı okulda olmamıza rağmen, üç aydır etrafımdasın. Gördüklerin hariç hiç bir şey bilmiyorsun. Unuttun mu, ben bir Slytherinim. Safkanım. İnsanları istediğim gibi etkileyip, gözlerini boyayabilirim."

"Seni tanıdığımı sanıyordum ama görünüşe göre öyle değilmiş."

Bir hançer daha ne kadar derine inebilir?

Omuzlarımı dikleştirdim. Ona içimdekileri gösteremezdim.

"Bu hayır demek oluyor sanırım?"

Benim yaptığım gibi bir kahkaha attı ve ellerini iki yana açtı. "Elbette öyle. Senin hakkında düşündüğüm her şeye rağmen bana ne kadar yanıldığımı gösterdin! Gücün tadını alınca değiştin, sırf onurunla kaybetmemek için birilerinin kuklası olmayı kabul ettin!"

Ona susması için bağırmak istiyordum ama yapmadım. İstediğimi elde ediyordum işte. Benden nefret etmesi gerekiyordu ve başarıyordum. İstediğim oluyordu. Ama yakıyordu. Yeryüzünde cehennem ateşini yutmak gibi can yakıyordu.

"O kadar masumun, suçsuzun ölümünde rol alacaksın. Bunu bile bile kabul ediyorsun. Sen isteyerek, Lord'unuza koşuyorsun. Oysa ki ben senin onlar gibi olmadığını sanmıştım. Olduğun kişi ve taşıdığın tüm o sıfatlara rağmen, senin farklı olduğunu sanıyordum.

Sen merhametliydin. Sen karanlık değildin!

Bana ne kadar yanıldığımı gösterdin!

Oysa ben seni tüm duyduklarıma rağmen, o gece sana hediye diye sundukları şeyden kaçtığın için, kalbini biraz bile olsun tanıdığım için geldim. Ben seni olduğun kişi - ah olduğunu düşündüğüm kişi için sevdim. Ama öyle değilmişsin."

"Yaşattığımız hayal kırıklığı için üzgünüz Mr Black." sesim, acıyan kalbim yüzünden en az onun kadar keskin ve öfke doluydu.

"Asıl ben üzgünüm Miss Riddle. Sizin farklı olduğunu düşündüğüm için."

Fırtına gibi etrafında döndü ve kapıya yöneldi ancak son anda duraksayıp bana doğru döndü. Gözlerinde, buraya ilk kez geldiğinde gördüğüm ifadeden eser yoktu.

"Adının hakkını verdiğini söylemem gerek. Tüm Slytherinlileri gerçekten tüm özellikleri ile temsil ediyorsun. Kendinle gurur duy Slytherin Prensesi."

Benden bir karşılık beklemeden gitti.

Bir kaç saniye olduğum yerde bekledim ve ardından yaşadığım şeylerin ağırlı ile olduğum yere çöktüm.

Her şey gerçekti. Sirius bana gelmişti. Ben ise onun canını yakarak, kendimden nefret ettirmiştim. Üç aydır adım adım büyüyen duygularını beş dakikada bir kaç cümle ile yerle bir etmiş, yerine yenisi ekmiştim.

Benden nefret ediyordu. Benden ömrü boyunca nefret edecekti.

Nefeslerim sıklaştı ama hava bana yetmedi. Avuçlarımdan akan kan, bana bir anlam ifade etmedi.

"Ben de seni seviyorum." diye fısıldadım rüzgara doğru. "Ben de seni seviyorum Sirius, ama başka bir zamana ihtiyacımız var."

Seni buna sürükleyemem. Kalmanı istedim. Kalmamızı istedim. Ancak yapamadım.

Özür dilerim. Özür dilerim.

Özür dilerim Sirius.

Yaşaman benim için her şeyden daha önemli.

---

Büyük salona yürürken ayaklarım adeta geri gidiyordu. Onunla bir süre karşılaşmak istemiyordum. Hatta mümkünse mezun olana kadar.

Ama arkadaşlarımdan kaçamadığım gibi ondanda kaçamazdım. Bazı şeylerle yüzleşmek zorundaydım.

İçeri girdim ve üzerimde olan bakışlara aldırmadan masama yürüdüm. Her zamanki yerime oturdum. Narcissa boş bakışlarımı hemen anlamış ve soran gözlerle bana bakıyordu ama konuşmaya halim yoktu. Kalbim ve aklım hala savaşıyordu çünkü.

Kalbim ona bakmamı; onu ne kadar kırdığımı, üzdüğümü görmemi ve sonra kendime bir lanet yapmam gerektiğini söylerken; aklım en iyisini yaptığımı çünkü ileride başına tonla dert açılıp ölme ihtimali ile yaşaması yerine, şimdi acı çekmesinin daha mantıklı olduğu söylüyordu.

İkinizde kapayın çenenizi!

Etrafımdakiler sus pus kesilirken, herbirinin bakışları üstümdeydi. Lanet. Sesli düşündüm.

"Jane ve Lola. Ve diğerleri. Sessiz olun başka bir isteğim yok!" dişlerimin arasından zoraki konuşmam dikkat çekmişti. Şimdi şaşkın bakışların yerini merak alırken, dikkatsizliğimin başıma daha neler açacağını düşündüm.

"Prenses iyi misin?" bakışlarımı Rodolphus'a kaydırdım.

"Başım ağrıyor. Sadece sessizlik istiyorum!" emir tonunda çıkan sözümle hepsi sustu ve yemeklerine döndü. Adrian hariç.

"Revire uğramak ister misin?" sorduğu soru basit ve kibar bir yaklaşımdı, etrafımda hiçbirini istemiyordum ama bu akşam özellikle onlara tahammül edebileceğimi sanmıyordum.

"Eğer istersem kendim giderim Parkinson." Mavi gözlerinde umut, tuzla buz olduğunda bana Sirius'u anımsattı.

Elinde tuttuğu çatalı sıkarken Lola kardeşini terslememden hoşnut olmayarak bana bakıyordu. Ve ona bu konuda destek çıkan isim William'dı. Ama ikisinede aldırmadım.

Son bir haftadır olduğu gibi o akşam yemeğimizde renksiz geçiyordu. Etrafımda sohbetler dönüyordu, gülüşmeler oluyordu, planlar yapılıyordu ama yine kendimi veremiyordum. Bu sadece bana özel değildi. Hepsi, sanki bir büyü altındaymış gibi hareket ediyordu ancak isteksiz olduklarını biliyordum.

Yine de bu gece benim için bir fark vardı. Aklımda Sirius vardı.

Yaptığımız konuşma ardı ardına zihnimde dolanıyordu. Birini bastırdığımda bir başkası gün yüzüne çıkıyordu.

Yalvarıyorum artık. Susun ne olur. Duymayayım bu sözleri. İstemiyorum, istemiyorum!

Çatalımı tabağıma bıraktım ve kendime ufacık bir bakış için izin verdim. Başımı kaldırdım, iki masa ötemde olan Gryffindor masasını taradım. Bulmam çok zor olmamıştı.

Her yedinci sınıf gibi masanın en sonunda, her zaman ki yerine Çapulcuların yanında oturmuştu. Moralinin bozuk olduğu çok açıktı. Benim gibi gizlemekle uğraşmıyordu. Sen gizliyorsun çünkü ona yalan söyledin ama o söylediği her şeyde ciddiydi.

İç sesim doğruları yüzüme vurmaktan yine geri durmadı.

Dalgalı saçlarından bir tutam öne düşmüş, başını sol eline yaslamıştı, sağ elindeki çatalla da yemeğiyle oynuyordu. Gözlerinin boş bakışlarından aklından bir saat öncesini geçirdiğini biliyordum. Kırmızı dudakları hafifçe büzülmüştü, bir anda kafasını kaldırdı.

Panikle donup kaldım.

Gri gözleri, her zaman olduğu gibi gözlerime kitlenirken kıpırdayamıyordum. Ama bu sefer o bakışlarda huzur bulamıyordum. Gözlerinin ardında ateş vardı. Ve ateşin içinden zihnini duyuyordum. Kendine lanet ediyor gibiydi. Bana açılıp söylediği şeyler için, bana inandığı için, farklığı olduğumu düşündüğü için aptal olduğunu düşünür gibiydi.

Benim bir Slytherin olduğumu göz ardı ettiği için kendine kızıyordu.

Kalbim uzun bir aradan sonra kendi acılarım yerine bir başkasının acısı için yandı. Ona yaşattığım ve kırdığım için. Onu parçaladığım için. Gözlerimi bir an için kapattım. Doğru mu yapmıştım? Onu korumayı seçmekle doğru mu yapmıştım? Yoksa bencil mi olmalıydım?

Gözlerimi araladığımda gözlerinin ardına gizlediği pişmanlığı yok etmiş, bana duyduğu hisleri arka plana atmıştı. Artık sadece öfke vardı.

Yerinde tuttuğum maske kaydı, güçlü durmak için çabaladığım her şey yerle bir oldu.

Yine de gülümsedim. Dudaklarım minik bir tebessüm ile şenlenirken Sirius sinirle masadan kalktı. Tüm herkes bu ani kalkışa ve masadaki birkaç bardağı deviren kişiye baktı. Sessiz mırıltı büyük salona dolarken Sirius çoktan gitmişti.

Sirius gitmişti ama tenimi delip geçen bir başka bakışa ev sahipliği yapıyordum. Bakışlarına hedef olduğum diğer kişiye döndüm. James Potter, beni öldürmeyi her şeyden çok istiyor gibiydi. Ya da belki de beni o ormanda bırakmış olmayı diliyordu.

Tıpkı Sirius gibi, soğuk bakan ama aynı şekilde öfke ateşi ile yanan gözlerden kaçırdım gözlerimi. Benden nefret edebilirlerdi. Beni öldürmekte isteyebilirlerdi. Ama bu Sirius'un kaçmayı tercih ettiği, nefret ettiği fakat benim için, içine gireceği karanlıktan çok daha iyiydi.

---

Yemek boyunca Bellatrix'in tuhaf göz hapsine maruz kalmıştım. Nedenini bilmek istesem de o gece yaşayacağımdan çok daha fazlasını yaşamıştım. Biraz daha duygu karmaşasına ihtiyacım yoktu.

Ortak Salona geldiğimizde herkes şöminenin başındaki yerlerine otururken ben tek kelime etmeden odama çıktım. Bir kaç soruya yada bakışa tahammülüm yoktu. Üstümü değiştirip yatağıma tırmandım ve yatağımın perdelerini kapatıp, düşüncelerimin kapısını açık bıraktım.

Kendimi, son zamanlarda sığınağım olan minik kalemin içine hapsettim.

Gerçekten ben bu akşamı yaşamış mıydım? Sirius ile hislerden konuşup, alay mı etmiştim? Duyduğum tüm acıyı bastırıp onunla oyun mu oynamıştım? Onu mu koruyordum sahiden yoksa ben mi korkaklık ediyordum bir şeyler için?

Günlüğümü açtım ve o günün tarihini sağ üst köşeye, titreyen ellerimle yazdım. Mürekkep 21 Kasım 1977 tarihinin üstünde uğursuz bir leke bıraktı.

Bu gece, hayatıma bir sürpriz tadında girip, dengemi alt üst eden birisini kırdım.

Ve bu gece öğrendim ki, onun hisleri karşılıksız değildi. Onu seviyorum. Ben, başı beladan kurtulmayan, kaçak, yalancı, karanlığa bulaşmış, bir kara kuyuya hapsolmuş Slytherin cadısı Alice, Gryffindor'un asi, söz dinlemez, baş belası, yakışıklı ama ukala ve bir o kadar da aptal  Sirius'unu seviyordum.

Hayatımda, olabilecek en güzel şey oydu belki de, bana koşulsuz huzuru sağlayan o gri gözler, uzun zaman sonra bana öfkeyle baktı. Ve ardında o bakışlara nefret yerleşecek. Sonra kendinden nefret edecek. Ardından benden. Ve sonunda birini sevmenin lanetini fark ettiğinde bana bakarken sadece boş bakacak.

Bunu kabullendim. Bu akşam Sirius'a söylediğim her şeyde olabilecekleri kabullendim. Onu kurtarmanın tek yolu buydu ve ben benden nefret etmesini kabullendim.

Sonuçta bana ne demişti: "Sen benim nefret ettiğim her şeysin." Ve ben ona bunu  veriyorum.

Sirius Orion Black, ilk kez bir kızı sevdi ve o kız onun kalbini kırdı.

Kalemimi sıktım. Söylediklerimin doğruluğu kalbimi soğuk bir yere çeviriyordu. Kendime doğruyu yaptığımı söylesem de bu gece ona bir şeyleri haykıramamak benim için zordu.

Onunla mutlu olabilirdim ama bu ikimizden birinin ölümüyle sonlandığında –ki muhtemelen benim- çok daha acılı olacaktı. Birini sonsuzluğa uğurlamakla, yaşarken unutmak arasında fark vardı.

Gözlerimi avuçlarıma kadar çektiğim kazağın kollarına kuruladım ve tekrar yazmaya devam ettim. Yaptıklarımı hatırlamak istiyordum.

Tom Riddle'ın kızı olmak bir şeydi ama Lord Voldemort'un kızı olmak başka. Babamın onay vermeyeceğini biliyorum. Benim için planları olduğunu kötü bir yoldan öğrendim.

Ve kendi kalbimi dinleyip o yola girseydim, onu benden alması için açık bir davet çıkartırdım.

Sirius.

Bir gün seninle bir konuşma gerçekleştirebilecek miyiz, yoksa bu gece olan her şey o kulenin tepesinde asılı mı kalacak, bilmiyorum. Sana yalan söylediğim için kendimi asla affetmeyeceğim, eğer senin için bir anlam ifade ederse bunu bilmeni isterim.

Ve bir de, bir gün bir yerde iki tarafın düşmanları olarak karşılaşmaktansa, benim ölümümü duyup, bir şey hissetmemeni dilerim.

Bu gece, seni düşünerek uyuyacağım. Bu gece kaybettiğim varlığın, yokluğun ve boşluğun için kirpiklerimden parlayan yaşlar ile uyuyacağım. Ve son kez senin için ağlayacaĞım. O kulenin tepesinde açılmasına fırsat vermediğim kitabın, son sözü olacak bunlar.

Seni sevdim ve seni sevdiğim için kendimden vazgeçtim.

Özür dilerim.

Günlüğüm kucağımda kayıp yanıma düştüğünde başımı karyolamın sert tahtasına yasladım.

Yaşların yanaklarımdan akmasına izin veriyorum çünkü hiç gücüm yok. Bu gece tenimi sarmalayan soğuğa ürperecek halim yok. Bu gece, üç ayda hayatımı bu kadar etkileyenin yokluğunu kabulleneceğim. Bana iyi gelmeyecek belki ama alışacağım.

Benim için artık iyi diye bir şey yok.

Bana bakan puslu grilerin içinde kaybolmanın heyecanını unutacağım, takındığı çarpık gülümsemesinin kalbimi tatlı bir şekilde sızlatan halini unutacağım. Dokunmak için can attığı ama kendini durdurmak için çok çabaladığı saçlarımın parmaklarına dolanan halini de unutacağım.

Canım yandığında nasıl korktuğunu, onunla laf dalaşına girerken ne kadar eğlendiğini, beni çözmek istediği o kovalamacanın heyecanı, farklılığımızın tadını, girdiğimiz çıkmazları ve başarıyla sonuçlanan kahkahalarımızı da unutacağım.

Yanında hissettiğim huzuru, bana dokunduğunda verdiği güveni, dudaklarının eşsiz tadını unutacağım.

Bana ilk ve son kez söylediği 'Seni seviyorum.'unu unutacağım.

Artık içimde ona dair bir özlem, sızı ve boşluk kalacak.

Varlığı bana bir armağan, yokluğu bir lanetti ama uğraştığım bütün lanetler içinde belki de en çok iz bırakanı bu olacaktı.

Hıçkırıklarım aralık dudaklarımdan süzüldüğünde kendimi örtümün üstüne bıraktım ve onları durdurmadım. Gelen acıyı kabullendim demiştim ya hani, bu sadece başlangıcıydı ve ben yenilgimi kabul ettim.

Bu gece rüyalarıma gelirsen eğer, orada sana sarılacağım. Ve bana söylediklerine karşılık vereceğim. Bir de, sana Black demeyeceğim. Benim için orada Sirius olacaksın. Sevdiğim ve özlediğim asi Sirius'um.

Sen orada her şey olacaksın.

Kaçtığım değil de ona koşarak gittiğim kişi olacaksın.

---

Kendime söz verdiğimi söylesem bile son üç gecemi, başımı yastığa koyduğum anda ağlayarak geçiriyordum. Ağlayarak uyuyor, sabahları baş ağrısı ve kızarmış gözlerle uyanıyordum. Ve Bu Perşembe sabahında bir farkı yoktu.

Özellikle, konuşmanın peşine Sirius ile dün, ilk kez karşılaştığımda. Yemeklerde ikimizde birbirimizin tarafına bakmıyorduk. Ben, her şey yolundaymış rolümü gayet güzel oynuyordum. O da eski alışkanlıklarına döndüğünü aldığı cezalar ve kulağıma dolan çapkınlıkları ile belli ediyordu.

Derslerinde bir farkı yoktu. Tılsım'da beni görmeyeceği bir yere, arka sıralara geçerken İksir'de benden olabildiğince uzak bir köşeyi tercih etmişti. Ancak dün, ikimizin de boş bir saati olduğu için koridorda karşılaşmıştık.

Gözlerinde görmeyi beklediğim o öfkeyi maskesi ile gölgelemiş olsa da yanımdan geçip giderken bedeninden yayılan kızgınlığının kokusunu almıştım. Yine de onu gördüğümde gülümsemiş ve bir şey yok gibi gösterecek bir maske ile aynısı yapmıştım.

Gülüşümden hoşlanmadığını koyulaşan gri gözleri ile fazlasıyla belli etmişti.

Ardından duraksamadan benden uzak bir şekilde geçip girmişti.

Sene sonuna kadar tavırları belki normale dönerdi. Yani beni, diğer Slytherinliler gibi gördüğü ve iğnelediği halinden bahsediyorum.

Sirius ile karşılaşmak kötüydü ama Remus Lupin'in soğuk ve kızgın gözleri de bir o kadar canımı sıkmıştı. Ama hiç biri James Potter'ın, en yakın arkadaşını kırdığım için bana duyduğu nefretle boy ölçüşemezdi.

Eminim, Remus onu durdurmuyor olsa bir gece ortak salonumuza sızar ve beni uykumda boğabilirdi. Bunu hissedebiliyordum. James, becerebilse beni öldürebilirdi. O gözlerin ardında, kendi ölümümün farklı birer versiyonunu her seferinde izliyordum.

Aslında güzel de olabilirdi.

Ölmek ve her şeye tam da şu an nokta koymak.

Ama ben bir şeylerden kaçmazdım. Bir savaşı yarım bırakmazdım. Eğer kolayı seçmiş olsaydım, o gün o evden kaçıp annemin istediği gibi Hogwarts'a başlamak yerine kendimi ölümün huzurlu kollarına bırakırdım.

Ama yapmadım.

Daha değildi.

Henüz dibi görmedim.

Batıyordum. Yavaş yavaş, acı çeke çeke dibe batıyordum ama ölmüyordum. Yere ulaştığım gün, dibi hissettiğim an, ölümü de karşılayacaktım usulca. Korkaklık etmezsem.

O zamana kadar, kolumda kıvranan dövme ve Sirius'un beni yakan öfkesi ile cezamı çekmeye razıydım.

Ama bu demek değildi ki, acımı tek yaşayacaktım.

Her ne kadar, arkadaşlarıma umurumda olmadıklarını söylesem bile bütün kinimi onlara yöneltmiyor değildim. Çatallıdilim, bağı çözüldüğü için hiç bir şeyi esirgemiyordu. Öfkem bir kamçı gibi her birine vuruyordu. Onları terslemekten geri durmuyordum. İçim küllelene kadar durmayacaktım da.

Bu halimi kimisi kabul etmişti, kimisi ise etmemişti. Yine de tuhaf bir şekilde hala anlayışlı olmaları canımı sıkıyordu.

"Bella, Jane." ikisi de iç geçirerek bana döndü. Kabullenmeyenlerin başlarında onlar geliyordu işte. Ben başka bir şey söylemeyince ikisi de diğerlerinden ayrılıp yanıma geldiler. "Harris son zamanlarda canımı sıkıyor. Afedersiniz, sizden daha fazla sıkıyor. Ne tuhaf."

Jane dudaklarını büzdü, bana bir şey söylemeyecekti ancak Bella kendini çok fazla tutamazdı.

"Onun için, şöyle bir ziyaret edelim diyorum. Bu gece Başkanlar Banyosunda olduğuna eminim. Diğerleriyle birlikte."

Onlara götürdüğüm bu teklif ikisini de kendine getirdi. İğnelemem unutulup gitmişti. Tartışmamızdan sonra benden böyle bir atak beklemedikleri belliydi. Benimde aklımda yoktu.

Ancak Rebecca ve Dalilah, söyledikleri ile canımı fazlasıyla sıkmıştı. Ravenclaw kızlarının sorunu neydi bilmiyorum ama Rebecca'nın aklından sorunlu olduğunu biliyordum. Her zaman bir derse ihtiyaç duyuyordu.

O bir derse ihtiyaç duyuyorsa alacaktı da.

Madem herşey değişti, madem yeni kararlar aldım. Bu konu içinde alabilirdim.

Bu sefer kötü kız olabilirdim.

Sirius'a yaşattıklarımın acısını kendimden çıkartmam yetmiyordu, etrafımdakilerden de öyle. Acı hergün büyüyordu ve o büyüdükçe ben katlanamıyordum. Harris bundan payını almak için fazla çırpınmıştı.

"Bak buna hayır diyemem." dedi Bella hevesle. "hadi gidelim."

Uzun bir süre sonra gülümsedim. Gerçek bir gülümsemeydi. Ancak güzel değildi. Tamamen yakıcı, beni tanımlayan, Sirius'un dediği gibi Slytherin gülümsememdi.

---

27 KASIM 1977 – PAZAR

"Her zaman önceliğimiz, o yıl kupayı almak olsa da bildiğiniz üzere Gryffindor maçları her zaman ön plandadır."

Adrian, dik duruşu ve gür sesiyle bize ait soyunma odasında Gryffindor ile oynayacağımız maç öncesi konuşmasını yapıyordu.

O her zaman bir liderdi. Yaptığı konuşma ve kendinden emin duruşu ile her zaman ilham veren birisi olmuştur. Ama bugün onun sesini duymak beni rahatsız ediyordu.

İçimde anlamlandıramadığım bir huzursuzluk vardı ve bunu takıma yansıtmaktanda geride durmuyordum.

Adrian konuşmasına devam ederken gözleri arada yüzüme takılıyor, boş bakışlarımı fark edince umutsuzlukla benden kaçıyordu.

"Ne olursa olsun, bugün bu maç büyük bir farkla alınacak." onaylayan mırıltılar yükseldiğinde Adrian gülümsedi ve bana döndü. "Alice," dedi Kaptan ses tonuyla. "Potter'ı olabildiğince oyala onun Snitch'i yakalamasına izin verme. Ve sen de olabildiğince geç yakalamaya bak. Ne kadar fark açarsak, sezon için o kadar iyi olur."

Başımla onayladığımda kendinden memnun bir şekilde gülümsedi. Bu ufacık hareketimin onu memnun etmesine izin versem de, maç için olan hevesim sadece evimden kaynaklıydı. Onlar için bir şey yapmıyordum.

Herkes süpürgesini alıp ardından emin adımlarla kapıya ilerledi.

İçimdeki huzursuzluk daha da büyürken onu bastırmaya çabaladım. Sadece maç içindi bu. Onu göreceğim için değil. O gri gözlerin nefreti için değil.

---

Beyaz dudaklar, solgun yüzler. Kışın ilk meyveleri gökyüzünden haince süzülüp deri eldivenlerim üzerinde yok oluyorlardı. İliklerimizin titrediği bu soğuk kasım gününde bir açılış maçı ne kadar adil sonuçlanabilirdi ki? Süpürgelerimiz donmak üzereyken yere çakılıp can vermekten daha onurlu bir ölüm olabilir miydi ki? Ancak gelecekteki hayatım düşünülürse bu ölümü hepsine yeğlerim, en az karlar kadar hain bir şekilde nefes vermek istemiyorum. Özellikle de şu an dudaklarım arasından yükselenler buzlara bürünürken.

"Alice hadi!" diyerek Jayleen yanı başımda mırıldandı ve adımlarını hızlandırarak takıma yetişmeye çabaladı. En önde Adrian ağır adımlarla Gryffindor'a doğru yürürken şimdiden beyaz örtüyle örtünmeye başlanmış çimlerin üstünde gıcırdayan botlarım ile Quidditch'in havada oynandığına bir kez şükranlarımı sundum.

Gryffindor'un en önünde duran Black'in uzun, dalgalı saçları beyazlar ile örtülerek küçümseyici bakışlarla tüm o çekiciliğini gizlemiş gözlerinin hemen yanına yerleşmişti. Bir an için bakışları Jayleen'in arka çaprazındaki bana kaydı.

Adrian başını kaldırarak bir an için bulutları izledi. "Bugün kimse sakatlanmazsa şanslıyız."

"Ben şansa inanmam Parkinson." derken Sirius'un dudakları hafifçe yukarı kıvrıldı. Tekrar gözleri bana kaydığında istemsizce ben de gülümsedim. Çekiciydi, baştan çıkarıcıydı ve karşı koyan herkes -şu ana kadar karşı koyabilen varsa- öldüren lanetle noktalandıracak gibiydi.

"Haklısın sakatlanırsan şansla ilgili olmayacaktır." Dedi Adrian alayla. Bir başka yorum gelmeden Madam Hooch iki takımın arasında belirdi.

"Bayanlar, baylar." Dedi her zaman ki ciddi sesiyle. Herpimiz sessizleşirken, maçın bir an önce başlamasını istiyordum. Bu havada uçmak zor olacaktı ama yukarı çıktığım an kısa bir süreliğine de olsa oyunu unutabilecektim.

"Kaptanlar!" uçuşan kısa griye dönük saçlarını geriye itti ve birazcık homurdandı. "El sıkışın."

Adrian James'e dönüp, oldukça sert bir şekilde el sıkıştıktan sonra kendini geri çekti.

Takımlar birazcık mesafeyi açarak geri çekilirken Adrian'ı kolundan çekip kulağına eğildim. "Ceza alırsak yine puanımız düşer. Bu hafta yeteri kadarını kaybettik!"

Herkesten elimi çektiğim için, bir çoğu sınırı aşmaya başlamıştı. Koridorlarda düellolardan tutunda gece yarısı gizlice birilerini lanetlemeye kadar gidiyordu iş. Bu hafta kaybettiğimiz puan ve alınan cezalar ile son sıraya düşmüştük bile.

Öfkem hala ilk günkü gibi kalbimi diri tutuyor olabilirdi ama kalbim, her zaman ait olduğum Slytherin için atıyordu. Son yılımda bina kupasını bir başka eve kaptırmak istemiyordum. Hele Gryffindorlulara, hiç.

"Oyunda olacağımız için kimse kanıtlayamaz. İçin rahat olsun Slytherin Prensesi." Bakışlarımı omzum üzerinden Sirius'a çevirdiğimde bizi izlediğini gördüm. Bir kez onun sesinden yankılandı Slytherin Prensesi sözleri ve ardından kendi yerine geçti.

Huzursuzluğum içimde kıpırdandı. Bakışlarımı çabucak çekip yerime geçtim ve süpürgeme bindim. Madam Hooch, işaret verdiğinde yerden hızlıca havalandım, soğuk bir kasım gününde kendimi gökyüzünün iğne gibi tenimi yakan havasına karıştırdım.

"İyi bir açılış maçı olsun istiyorum! Centilmence!" Hooch'un uyarısına arkadaşlarımdan birkaç gülüş geldi. En belalı maçlar hep iki eve ait olduğundan, o da bıkıp usanmıştı. Ve bu maç hepsinden daha da beter olacaktı.

Önce iki Bludger, bizlerin arasına karıştı. Ardından Potter ve benim peşine düşeceğimiz, minik altın Snitch'i salıverdi. Puslu havada Snitch tüm hızıyla uçarken gözlerim Potter'ın gözleri ile kesişti.

Ve ardından, Madam Hooch eline aldığı Quaffle ile havalandı ve ortamızda belirdi. Topu havaya atıp kenara çekildiğinde sezonun ilk maçı başladı.

Kötü havalarda maç yapmıştık. Yağmurda, karda, rüzgarda. Ama bugün hepimizi süpürgeden düşürmekle tehdit eden bu rüzgarda başka bir şey vardı. Kapalı kıyafetime rağmen yüzüm ve parmak uçlarımı daha şimdiden hissedemiyordum.

Süpürgemi çevirip hava da bir tur atarken kulaklarıma bugün maçı anlatan Gryffindor'lu Theo Rufus Burton'un kalın sesi doldu.

"Davies, başarılı bir şekilde Bludger'ı Slytherin'in yeni kovalayıcısı Jayleen McDougal'a atıyor fakat Avery, takım arkadaşına ulaşamadan aynı şekilde karşılık verdi.

Evet Quaffle şu an el değişti! Parkinson topu kaptıran McDougal'a çıkışıyor. Ruby, ah güzel Ruby Duncan pasını verdi. Sirius Black kaleye ilerliyor! Sanırım sayı geliyor!"

Gryffindor sıralarından sevinç çığlıkları yükseldiğinde süpürgemi durdurdum ve sevincini Potter ile paylaşan Sirius'a baktım.

"Gryffindor 30-10 önde! Bu kötü havaya göre kesinlikle iyi başlangıç çocuklar! Tebrikler!"

Kesinlikle umutsuz vakaydık. Adrian'ın onca antrenmanına ve söylevleri bir işe yaramamış gibiydi. Bu maçı almamız lazımdı, bütün Slytherin'in üstüne düşmüş kasvetten biraz olsa kurtulabilirdik.

"Slytherin Kaptanı Parkinson, rüzgara rağmen muhteşem bir uçuş gerçekleştiriyor! Quaffle şimdi Regulus Black'te, Cooper'i atlatıyor, Duncan'dan sıyrılmayı başardı! Slytherin atakta!

Slytherinli Black, şimdi abisi ile karşı karşıya!"

Nefesimi tuttum ve dönüp Reg'e baktım. Sirius geçit vermez bir şekilde karşısında duruyordu. Ancak William, Bludger'a hızlıca vurup onu Sirius'a gönderdi. Sirius kaçmak için yoldan çekilince Reg'in önünde artık engel yoktu.

Gryffindor'un tutucusu olan Delaney Lawrence ile karşı karşıya kaldı fakat Regulus asla kaçırmadı. Şimdi olduğu gibi.

Quaffle, ortadaki halkadan geçtiğinde bu sefer çığlıklar benim evimden yükseldi.

"Slytherin gol atıyor ve durum 20'ye 30 oluyor." Burton'un ses tonu hayal kırıklığı doluydu.

Gülümsemeden edemedim. Maç yeni başlamıştı.

Gökyüzünde bir ışık belirip ardından gök gürültüsü ile her yer inlediğinde maç 120-90 şeklindeydi ve Gryffindor hala öndeydi. Bu durum canımı sıksa da artık James'e daha yakın bekliyordum. Maçın bitmesi için gözleri Snitch'deydi ama buna izin verme niyetim yoktu.

Sahanın diğer ucunda bir parıltı gördüğümde, tüm dikkati maçta olan Potter'a sırıtmadan edemedim. Ardından süpürgemi çevirdim ve savrulan snitche uçtum.

"Oh görünüşe göre Riddle, snitchi gördü!" havanın uğultusu yüzünden Burton maçı bağırarak anlatıyordu. Benim snitch için uçtuğumu söylediğinde bizim evin nefeslerini tuttuğunu hissediyordum. Tıpkı James'in ardımda uçması gibi.

Uçmamızı engelleyen rüzgara rağmen çabucak bana yetişti.

İkimizde ileriye bakarak, bu berbat havadaki maçı bir an önce bitirmeye can atarak uçuyorduk. Snitch varlığımızı sezer sezmez bizden uzaklaşmasına rağmen pes etmedik.

Keskin bir dönüş yaparken, James süpürgesini önüme kırdı ve beni yolumdan saptırdı. Yine de usta bir şekilde onun yanından ayrılmadım.

"Dinle Riddle!" bağırdı. "Bunu kişisel olarak algılayabilirsin ama bu maçı özellikle de senin kazanmana izin veremem."

"Ne o?" kendimi ona bakmaktan alıkoyamadım. "Köpeğinin kuyruğunu çektim diye mi kişisel bir mesela yoksa?"

James'in değişen yüz ifadesi bir an bana haz versede çok uzun sürmedi. Elbette Sirius'un canını yakmıştım. Fazlasıyla.

Dişlerini sıktı ve süpürgesini yere eğdi. Ne olduğunu kestirmeye çalışırken uğultunun arasında bana gelen Bludger'ı duymam tamamen şanstı. Süpürgemin üstünde eğildim ve tek bir darbe almadan uzaklaştım.

Doğruldum ve bana kimin Bludger attığına baktım.

McFadden büyük bir sırıtma ile sopasını salladı ve ardından James'e bir el işareti yaptı. Anlaşılan olayı bilmemesine rağmen diğer Gryffindorlularda bugün bana oynuyordu.

Neyse ki bir kaç dakika sonra Avery muhteşem bir vuruş ile Bludger'ı McFadden'a geri hediye etti. Her ne kadar Madam Hooch düdük çalsa da, bu hoşuma gitmişti. Bu sırada ikimizde snitchi gözden kaybetmiştik.

Yeniden yükseldim ve şiddetini arttıran yağmurun arasında küçük altın topu bulmak için bakındım. Ama bir faydası yoktu. Tüm sahaya yayılan sis, bastıran yağmur ve bizi süpürgeden düşürmekle tehdit eden rüzgar sayesinde oyun çok daha zorlu bir hal almıştı.

Sirius, bir başka gol daha atarken Adrian'ın yanında durdum.

"Bu şekilde daha fazla oynayamayız! Hiç bir şey görmüyorum!"

Yediğimiz gol yüzünden surat assa da benimle ilgilendi. "Biliyorum! Sanırım Dumbledore maçı erteleyecek!"

"En iyi karar!"

Ben Adrian ile konuşurken, sise rağmen her zaman hissettiğim bakışları bulmam zor olmadı. Sirius, havaya inat eder bir şekilde fırtınalı gözlerle beni izliyordu.

Ona yalan söylemiş, oyun oynamış olmam hoşuna gitmiyordu. Beni tanıyamamış olmak canını sıkıyordu. Ve sanırım şu an biraz da kıskanıyordu.

Biz ikimiz bulunduğumuz duruma rağmen öylesine inatla bakışırken her şey bir kaç saniye de karıştı.

"ALİCE!" Adrian, süpürgemi itti. Dengem bozulsada üstünde kaldım. Kimin Bludger attığını görmek için döndüm ama bu sefer ki şey bir Bludger değildi.

Üstümüze doğru gelen şey koca bir tahta parçasıydı. Adrian beni yoldan çekmeseydi muhtemelen hedefi haline geleceğim tahta parçası.

Doğruldum ve sahayı görmeye çalıştım.

Burton'un sesi artık duyulmuyordu ama yükselen çığlıklar ve artık hemen üstümüzde gürleyen gürültüyü duymamak imkansızdı. Bu sadece kötü bir hava değildi.

Bu içine düştüğümüz bir fırtınaydı.

Etrafta eşyalar uçuşurken tribünler çoktan boşalmıştı.

Adrian, takımı içeri sokmak için bağırsa da bu hava da birbirimize duymak çok zordu.

Bir şimşek sahanın dışına düştüğünde bir an her şey aydınlandı. Quidditch sahası, adeta mahşer yerine dönmüştü.

---

Hastane Kanadına nasıl ulaştığımıza dair bir fikrim yoktu.

Süpürgemin üstünden indikten sonra o kaosun içinde neler olduğunu hatırlamıyorum bile. Profesörler, öğrencileri okula götürmek için çabalıyor, fırtına şiddetini daha da arttırıyordu. Yaralılar çok fazlaydı, özellikle daha küçüklere yardım etmek istedikleri için geneli yedinci sınıftı.

Ve sonra kendimi burada bulmuştum.

"Alice!" Madam Pomfrey'in sesi ile irkildim. "Bana yardım et, çok fazla yaralı var." Gözlerimi kırpıştırdım ancak kendimi çabuk toparladım. Bu Şifacı olmak için aldığım bir eğitim değildi, bu gerçekti. Ve bu gerçeklikte sakin kalmalıydım.

Başımı salladım ve ardından Quidditch cübbemi üstümden çıkardım. Onu yataklardan birinin ucuna attım ve kazağımın kollarını dirseğime kadar çekerek Adrian'ın yatağının yanına gittim.

"Çekilin." Dedim arkadaşlarımın bir kısmına.

"Alice," Adrian'ın sesi acı ile çatallaşmıştı.

"Sessiz ol Adrian," nereden yaralandığını anlamak için ona bakıyordum ama üstünde kan yoktu. Uzanıp kazağını kaydırdım. Bir acı iniltisi dudaklarından çıktı.

"Süpürgeden düştü Alice, onu görmedin mi?" başımı kaldırıp Rodolphus'a baktığımda kanayan alnı yüzünün sol tarafını kızıla boyamıştı.

Dikleşip ona uzandım ve başını çevirip yaranın derinliğine baktım. "Bu ciddi duruyor Rodolphus, bir yere oturur musun Adrian'dan sonra sana bakacağım."

Elini salladı. "Benimki ciddi değil, Sabine'i düşerken tutmaya çalışınca başımı çarptım sadece."

Başımı salladım ve Adrian'a döndüm.

Sırt üstü düşmüştü ve kırılan birkaç kaburga kemiği mevcuttu ve ayak bileğini kırdığına da emindim. Ben onun için bir ilaç almaya koştuğum sırada, Poppy'nin sandalyesine çökmüş olan Ravenclaw'ın yedinci sınıflarından olan Charles Rosales gözüme çarptı. Bethany Reid başında durmuş sessiz bir şekilde ağlarken onu uyanık tutmaya çalıştığı belliydi.

Adrian'ın ilacını birkaç saniyeliğine kenara bıraktım ve masanın etrafını dolaştım. "Rosales," dedim yüksek bir sesle. "Gözlerini açar mısın?"

"Başına darbe aldı. Sadece Louisa'yı yoldan çekmeye çalışıyordu. Üstüne-" daha fazla konuşamadı.

Charles'ı tuttum ve hafifçe sarstığımda inleyerek gözlerini açtı. "Rosales, benim kim olduğumu biliyor musun?"

"Biliyorum Riddle, kafamı çarptım. Ölmedim." Gülümsedim.

"Güzel." Elimi başında gezdirerek darbe aldığı yeri buldum. Zor olmamıştı. Parmaklarım kan ile boyanırken elimi çektim. "Madam Pomfrey! Buraya bakar mısın?"

Poppy ilgilendiği kişiyi bırakıp yanıma koştu.

"Ne olmuş?"

"Kafasına darbe almış. Sağ alt bölgeden, on santimlik bir açıkta mevcut."

"Tamamdır ben hallederim. Sen devam et." Başımla onaylayıp Adrian'ın ilacı için dolaba yöneldim.

Öğretmenler, öğrencilere yardım ediyor, iyi durumda olanlar arkadaşlarına destek oluyordu. Durumu ciddi olanları St.Mungo'ya göndermek için Dumbledore, bina başkanları ile konuşurken sahada olan karmaşa revirde de baş gösteriyordu.

"Sanırım Will kolunu kırmış," Walden, ben Adrian'a ilacı verirken yanı başımdan mırıldandı. "ama bunun fırtına ile ilgisi yok. Çünkü bir aptal." Göz devirmeden edemedim.

"Eğer Avery şu an ölmüyorsa," şişeyi masaya bırakıp doğruldum. "onunla daha sonra ilgileneceğim. Ölüyor mu Macnair?"

"Hayır."

"Güzel."

Ardından Barty'nin ve Bella'nın yanı başında beklediği Jake Rosier'e ilerledim.

Küçük sınıflar ufak yaralar ile atlattıkları için birazda olsa mutluydum. Ama büyükler öyle değildi. Ufak yaralıları Poppy hızlıca halledip gönderdiğinde geriye daha büyük yaralara sahip olanlar kalmıştı.

"Alice," Lily yanı başımda belirdiğinde Arnold Cornfoot'un tedavisi yeni bitirmiş revirden gönderiyordum.

"Evans?" hızlıca ona göz attım. Bir yarası yoktu ama saçları fırtına yüzünden kızıl bir bulut gibiydi. "Yaralı mısın?"

"Hayır ama Madam Pomfrey, Jude ve Marvin ile ilgileniyor." Yüzünde sıkıntılı bir ifade belirmişti. "Sirius onu iyi olduğuna ikna etti ama," devamını getirmedi. Gerekte yoktu.

Sirius ne kadar acı çekiyor olursa olsun yardım talep etmeyecek kadar gururluydu. Ve o gururu diğerlerinin yardımın ön planda olması gerektiğini de söylüyordu.

Ben harekete geçtiğimde Lily beni, Sirius'un yatağının olduğu yere götürdü.

Çapulcular çoktan başına toplanmışlardı. "Çekilin," dedim ve aralarından sıyrılıp yatağa ulaştım.

Sirius kıvranırken kanların beyaz çarşafları kirlettiği kırmızılığa karşı göz bebeklerim fazlasıyla büyümüştü. Uzun parmakları bacağındaki yarayı kavrarken yüzü acıyla buruşmuştu.

O kadar fazla kan vardı ki, hala beyazlayıp bir ölüye benzememesi beni şaşırtmıştı.

Kalbim korku ve acı karışımı ile bedenimin her yerinde atarken hızla nefes aldım. "Yüce Salazar."

Kesinlikle kötüydü.

James'in alaylı sesi arkamdan geldi. "Madam Pomfrey halledebilir. Senin gibi bir çırağa gerek yok." Bana öfke duyuyor olabilirdi ama şu an Sirius daha acil bir durumdu.

Alayına ve iğnelemesine aldırmadan sakin bir şekilde ona döndüm. Sarkık sol kolu ve kanayan dudağı ile sert bir düşüş yaşadığı belliydi. Üstü başı kan içindeydi ama bunun daha çok Sirius'un olduğuna emindim.

"İdare edebilirsin ama acil bir şekilde yardıma ihtiyacın var. Kötü düşmüş olmalısın."

"Seni. İlgilendirmez."

Ona aldırmadım. "Evans, Pettigrew." Dedim titreyen küçük oğlana bakarak. "Potter'ı bir yere oturtur musunuz?"

"Hayır." Dedi James hızlıca. "Pati ile kalacağım."

"James," dedi Remus hızlıca. "bekledikçe kötü oluyor. Bırak Sirius'a yardım etsin ve sende tedavi ol."

"James, lütfen." Dedi Lily'de kırgın bir sesle. Sesinin ardında birazda suçluluk var gibiydi. "Hadi gel seninle ilgileneyim."

James, tereddütle kız arkadaşına baktıysa da bakışları bana döndüğünde bocalaması gitmişti.

"James!" dedi Peter'da. "Pati, kötü görünüyor."

Sirius, yatakta kıpırdandığında James yenilgi ile gitmeyi kabul etti ve onu benim ellerime bıraktı. İstemese de. Lily ve Peter onu bir başka yere götürürken ben de Sirius'a döndüm.

"Bu nasıl oldu?" ellerimi Sirius'un yarasına uzattım ama dokunmakta çekiniyordum. "O da mı düştü?"

Remus huzursuzca kıpırdandı. "James'e çarpacak olan birşeyler vardı. Ne olduğunu bilmiyorum, onları durdurmaya çalışırken süpürgesinden düştü. Yüksekte değildi ama uzun bir tahta parçası bacağına saplandı." Hatırladığı görüntüye yüzünü buruşturdu.

Şimdi çok kan döken yara anlam kazanmıştı. Tahta bacağını boydan boya delmiş olmalıydı.

Ancak görünürlerde onu yaralayan şey ortada yoktu. "Tahta nerede?"

"James ve Peter çekip çıkardı." İnlememi bastırdım. Böyle durumlarda yapılması gerek son şey buydu.

"Aptallar." Diye tısladım ve çekincemi yok edip Sirius'un ellerini tuttum. Onları yaranın üstünden çekmeye çalıştım.

"Sirius beni duyuyor musun? Şimdi sana pansuman yapacağım, ellerini yaradan çekebilir misin? Bana izin vermen lazım."

"Alice," adım dudaklarından uzun bir süre sonra döküldüğünde içimi bir rahatlık kaplamıştı. Bunu bir daha duyamayacağımı düşünüyordum. Sonunda kendini rahat bırakıp kanlı parmaklarını parmaklarıma doladı.

Dokunuşu hala soğuk tenimde bir ateş topu misali gibi patladı.

"Buradayım ve sana yardım edeceğim tamam mı?" avucumun içindeki elini sıktım ve istemeyerek de olsa geri çektim. Koşarak malzeme dolabına ulaştım ve gerekli malzemeleri kucağıma toplayıp aynı hızla geri döndüm.

Onları yanı başındaki komodinin üstüne bıraktım ve hızlıca işe koyuldum.

"Ona acısı için bir şey veremez misin?"

"Yarasını kapatmadan önce ona bir tonik vereceğim." Başımı kaldırmadan, sanki senelerdir bunu yapıyormuşum gibi yarasını pansuman ederken Sirius'un bedeni ellerimin altında acı ile geriliyor ama tek bir ses bile çıkartmıyordu.

Ben işimin sonlarına gelirken, gergin bedeni gevşedi ve yumruk olmuş eli açılarak yanı başında kaldı. Korku ile durdum ve başımı kaldırıp, uyur gibi görünen Sirius'a baktım.

Elimdekini yatağa bıraktım. "Sirius? Beni duyuyor musun?" yüzüne dokundum ancak bir tepki yoktu. Bayılmıştı. Çok kan kaybetmişti ve acı içindeydi.

"Kafasını çarptı mı?"

"Bilmiyorum." Remus panikliyordu. "Bilmiyorum sadece sert düştü."

"Sakin kal ve Poppy'e haber ver." O yanımdan uzaklaşırken kanlı parmaklarım çizmemin içindeki asamı kavrayıp çıkarttı.

Ona sakin olmasını söylesem de aynı beceriyi kendimin gösterebileceğimden emin değildim. Sirius'u bu şekilde görmek, aklımda hoş olmayan şeyleri canlandırmıştı. Bir de onunla olsaydım ileride olabilecek şeylerin ön gösterimi gibiydi.

Asamı hafifçe sallayarak, başına bir darbe alıp almadığına bakarken Remus, Poppy ile birlikte dönmüştü.

"Gerisini ben hallederim Alice, sen neden Zabini'nin pansumanına yapmıyorsun?"

"Poppy-" itirazımı bakışları ile kesti.

"Evet, efendim." Diye mırıldandım ve istemeyerek Sirius'un yatağından uzaklaştım.

Revir artık sakin bir haldeydi. Madam Pomfrey Çapulcuları kovalamak zorunda kalmıştı. Hiçbir ziyaretçiye izin vermemişti. Sadece hastalar ve ben vardım.

Duruma bakıldığında yine de iyi kurtarmıştık. Dört Slytherin, üç Hufflepuff, beş Gryffindor ve dört Ravenclaw öğrencisi geceyi yatılı geçirmek zorundaydı. Diğerleri neyse ki ufak yaralanmalar ile atlatmışlardı.

Kendimi boş yataklardan birine bıraktım ve oflayarak ellerimi yüzüme kapattım. Üstüm başım hala kan içindeydi. Ancak odama gidip temizlenmek şu an için düşünebileceğim bir lüks değildi. Bu gece acil bir durum olmasına karşın burada kalmaya karar vermiştim.

Ancak çok yorgundum. Her yerim ağrıyor, bedenim sert rüzgârı hala hissediyor gibi sallanıyordu. Sırtımı yatağa yasladım ve birkaç saniyeliğine gözlerimi kapattım.

Sıçrayarak uyandığımda günün ilk ışıkları yavaş yavaş içeri sızmaya başlamıştı.

"Kahretsin!" uyuyakalmışım! Yardım için geceyi geçireceğim revirde uyuyakalmıştım! Ah harika!

Ben kendime söylenirken üstüme düşen bakışları hissettim. Başımı sessiz revirde gezdirerek onu buldum.

Ben ona yardım ettikten sonra Sirius'u ilk kez uyanık görmüştüm. Düşünmeden kendimi yataktan yere fırlatırken ne zamandır beni böyle izlediğini merak ettim.

"Uyanmışsın?" uykulu sesim çatlamıştı.

"Sen de." Ama onun sesi duruydu.

"Nasıl hissediyorsun?" Kanların hala soysuzca kuruduğu çarşafın üzerindeki yaraya bakınca dizlerim bir an titredi.

"Neden sadece ölmeme izin vermedin?"

"Ne?" Kaşlarım hafifçe çatılırken yüzümde sinirden meydana gelen bir gülümseme ile yüzüne baktım. "Böyle bir yara ile ölemezsin, drama kraliçesi."

"Senin gözlerinin önünde acıdan bayılacağıma ölürdüm daha iyi. Ya da bir Slytherinden üstelik prensesinden yardım alacağıma ölürdüm daha iyi." Bir an tereddüt etmeden vücudumda gerilen tüm kaslarla ve yaşadığım stresin içimi dolduran hırsıyla birlikte sert bir tokatı yanağına yerleştirdim. Başı sağa doğru yatarken gözlerimde dolan yaşları hıçkırık dolu bir iç çekişle geri attım.

"Bir şey değil." Kendimi revirden hızlı ve öfkeli adımlarla atarken arkamdan seslenme ya da özür dileme gereği bile duymamıştı. Aptal Sirius, aptal Alice.

---

2 Aralık 1977

Hastane kanadında yaşadığımız şeyden sonra Sirius'dan uzak durmak benim için daha kolay hale gelmişti. En azından biraz daha kolay. Birbirimizi görmezden gelmek bizi en başa götürürken daha rahattım.

Yine de hala içimde ona karşı bir öfke vardı. Yaptığım bencillikti. Onu getirdiğim halden sonra yardımımı istememesi çok normaldi fakat beni o şekilde aşağılamasından gururumu incitmişti ve bundan hoşlanmamıştım.

Elimdeki teleskobu sert bir şekilde rafa koyduğumda Profesör Diamond'ın bakışları hızlıca beni buldu. Ona gülümseyerek daha nazik bir şekilde işime devam ettim.

Fırtınanın yarım bıraktığı maçımız, sezon sonuna ertelenmişti. Bende, Potter'da Snitch'i yakalayamadığımız için, oyun bıraktığımız puanlarımızla bir başka gün devam edecekti. Bu iyi haberdi.

Kötü haber ise fırtına hala devam ediyordu ve bahçeye çıkmamız kesinlikle yasaktı. Biraz daha hız kesmiş ve kar yağışına bulanmış olsa da Dumbledore bu kötü havada birilerinin daha yaralanmasını istemiyordu.

Hepimiz bir haftadır okula tıkıldığımız içinde, hiç umulmadık anda kavgalar baş gösteriyordu. Bu hafta Çapulcuların lanetlediği üç kişi hastanelik olmuştu. Bizimkilerde onlarla kapışır gibi geri de kalmayarak birçok düelloya katılıp iki kişiyi hastanelik etmeyi başarmışlardı.

Bella ve Rodolphus fazlasıyla eğleniyorlardı. Özellikle benim artık müdahale etmiyor olmam çok hoşlarına gidiyordu.

Astronomi dersi, geçen haftaki teorik dersten sonra bu sefer gece gerçekleşecekti fakat fırtına yüzünden kapalı hava bizi gökyüzünü izlemekten alıkoyduğu için Profesör Diamond, kulenin alt katında teorik bir şekilde ve fotoğraflarla dersi anlatmak zorunda kalmıştı.

Şifacılık için gerekli olmasa da bu dersi almamın tek nedeni gökyüzünü sevmemdi. Benim için uçmak bir özgürlüktü, gökyüzü özgürlüğün sözlük anlamıydı.

Dersten sonra kalarak Penelope Diamond'a yardım etmemin tek nedeni kendimi ortak salondaki boğucu havada yada odamın yalnızlığında bulmamaktı. Ve işim bitmişti, şimdi geri dönmek zorundaydım.

"Teşekkürler Alice." Profesör Diamond'ın bal gibi tatlı sesi sınıfta yankılandı. "Artık ortak salonuna dön, uzun bir hafta oldu ve zamanında odanda olsan iyi olur."

Bana göz kırptığında gülümsedim.

"Elbette Profesör. İyi akşamlar."

"İyi akşamlar, tatlım."

Astronomi dersini benimle ortak alan iki kişi Leonardo ve Lola'ydı. Onlar dersten çıkarken çantamı Leo'ya verdiğim için yanımda taşıyacağım bir şey yoktu. Cübbemi üzerime geçirdim ve sınıfın sıcak havasından sonra kendimi soğuk koridora girmeye zorladım.

Kesinlikle buz gibiydi. Keşke her yere birer tılsım konulsaydı. Ders aralarında bir yerden bir yere gitmek bile kendinizi bahçedeki karın ortasında bulmakla eş değerdi.

Ellerimi ceplerime sokarak hızlı adımlarla koridoru arşınladım. Uzun yolu tercih etmedim. Aslında nedeni Dumbledore'u ziyaret etmek istememdi. Beni bu saatte kabul edeceğini ve azalamayacağını biliyordum, McGonagall'ın aksine. Hem biraz süt ve çikolataya da hayır demezdim.

Ana koridora geldiğimde sıcaklık daha hissedilir olmuştu. Bunun rahatlığı ile adımlarım biraz yavaşlarken karşı taraftan telaşlı şekilde gelen Anna gözüme takıldı. O da beni fark edince gözle görülür bir şekilde rahatlamıştı.

Koşar adımlarla bana gelirken, maç günü olduğu gibi bir huzursuzluk içimde baş gösterdi. "Anna?"

"Alice!" sesi heyecan ve endişe karışımıydı. "Abim seninle mi? Hiç bir altıncı ve yedinci sınıf öğrencisi yok. Sadece onunla konuşmam gerek ama yemekten beri görmedim."

Kaşlarımı çattım. Yaklaşık yirmi dakika önce Lola ile birlikte yanımdan ayrılmıştı. Çoktan salona dönmeliydi. Hadi bir yerlerde bir haltlar karıştırıyor ama ya diğerleri?

Başıma gelenlerden sonra, onların yaptığı her şey ile şüphelensem de bu durumun benimle bir ilgisi yoktu. Ya da babamla.

"Anna, okulda bir yerdedir. Ortak salona gidip birilerine soralım olur mu?"

Abisinin birebir kopyası gözlerini kırpıştırdı ve başını sallayarak kabul etti.

Onun bana uyabileceği bir hızla Slytherin Ortak Salonuna giden tarafa yöneldik ancak biz köşeyi dönmeden yaklaşan adım sesleri ve konuşmalar ile duraksadım.

Huzursuzluğum beni tedbirli olmaya davet etti. Anna'yı da geri çektim.

"Riddle'da, Mulciber ve Parkinson ile Astronomi dersini alıyor. Bunlar geldi ama o yok." Hufflepufflı Harper Matthews'ın ince sesini tanımıştım.

"Önemli değil, onu da bulacağız. Ancak diğerleri bir şeylere uyanmadan işimizi çabuk halletmeliyiz." birdiğer Hufflepuff Graham Hopkins'ti bu da.

Kaşlarımı çattım. Neler karıştırıyorlar?

Matthews kıkırdadı. "Crouch, Lestrange ve Black'i yakaladığımızda suratlarını gördün mü?"

Hopkins genizden gelen bir sesle güldü. "Ömrüm boyunca unutmayacağım."

Benim dile getirmediğim soruyu Anna korku ile mırıldandı. "Ne yakalaması bu?"

"Öğreneceğiz."

İkili koridorun diğer ucunda kaybolurken Anna ve ben de mesafeyi koruyarak ardlarına düştük. İşin içinde binam ve arkadaşlarım vardı ama ne olduğunu kestiremiyordum. Ayrıca beni de arıyor olmaları ayrı bir konuydu.

Ne haltlar karıştırıyorsunuz siz?

Dersliklerin olduğu koridora döndüklerinde daha fazla ilerlemedim. Onlarda bir süre sonra oldukları yerde durdular ve bir sınıf kapısı açıldı.

"Riddle nerede?" Harris'in sinir bozucu sesine yüzümü buruşturdum. Dönen şeyin içinde onunda olmaması saçmalık olurdu. Hatta bu işte parmağı varsa şaşırmazdım bile.

"Bulamadık." Harper bir çırpıda söylemişti. "Ortak salona gitmiş olmalı. O gelmeden elimizi çabuk tutsak iyi olur."

Rebecca öfkeyle ayağını yere vurdu. "Nasıl bulamazsınız! Mulciber ve Parkinson ile dersteydi, o kuleden çıkmanın başka bir yolu yok."

"Dinle Becca," Graham onu kenara çekti. "Riddle'ı sonra düşünürüz. Kimse bir şey anlamadan şunu halledelim. Herkes içerde mi?"

"Evet." Rebekah sıkılmış gibiydi. "Gerald ve Drew, biraz önce Gamp ve Hawkins ile döndüler. Sizin bulamadığınız Riddle hariç tüm Slytherin evi içeride. En azından altı ve yediler." Konuşmanın başındaki memnuniyetsizliği yaptıkları şeyin dile getirilmesi ile yerini zafere bırakmıştı.

Sınıf kapısı üçünün mırıltıları altında kapandı ve beni, biraz önce duyduğum tuhaf konuşmaların uğultusu ile baş başa bıraktı.

Elimi, sızlayan işaretime bastırmamak için mücadele ederek Anna'ya döndüm.

Duydukları ile rengi sararmış, benden bir emir, bir teselli duymak için beklenti dolu gözlerle beni izliyordu.

"Anna," ona doğru eğildim. "Şimdi senden bir şey isteyeceğim ama kimseye görünmeden yapman lazım."

Başını salladı.

Bu iş neyse, Hufflepuff ve Ravenclaw'ın başının altından çıkmış gibi görünüyordu. O evden kimseye güvenemezdim. Hele de kendi kendileri kurdukları aranıyor listesinin bir numarası iken. Ancak esamesi bile okunmayan diğer ev tek umudumdu.

"Gryffindor kulesine gitmeni istiyorum. Şişman Hanım'a, seni McGonagall'ın gönderdiğini, sınıf başkanı olan Lily Evans ile görüşmen gerektiğini söyle. O zaten, onu yanına gönderecektir."

"Ya bana inanmazsa?"

"Şifreyi sana söyleyeceğim. Bunun acil olduğunu, o zaman içeri girmen gerektiğini söyle."

Beni onayladı. "Evans'a ne söylemem lazım?"

İç geçirdim. Evans bize inanabilirdi ama Lupin'e haber verdiğinde işler sarpa sarabilirdi. Çünkü yaptığım şeyden sonra evime duydukları nefret evrimleşip, başka bir şeye dönüşmüştü.

"Ona şöyle söyle; Beni Alice gönderdi. Ravenclaw ve Hufflepuff çizgiyi aştılar. Slytherin evine tuzak kurdular." Anna irkildi, uzanıp omuzlarını tuttum. "Korkma Anna, bir şey olmayacak. Ama durumun ciddiyeti anlaması lazım. Ona tüm altı ve yedileri yakaladıklarını, bir şeyler karıştırdıkları söyle. Bu duyulursa herkesin başı belaya girecektir. Ona," gözlerimi kapattım. "Slytherin evinin, Gryffindor evinin yardımına ihtiyaç duyduğunu söyle."

"Bunu sevmedim." Yüzünü buruşturduğunda bende aynısı yaptım.

"Ben de öyle ama içerden tek başıma çıkamam. Bizimkileri tek tek avlamış olduklarına göre."

Anna saçlarını kulağının arkasına sıkıştırdı. "Merak etme onu ikna edeceğim."

"Buna hiç şüphem yok." Ona gülümsedim. Bir Mulciber, istediği zaman gayet ikna edici olabilirdi. "Ona haber verdikten sonra Ortak Salona dön tamam mı? Ve bizi bekle. Şifre ise, libertatem."

Anna beni tekrar onayladı, ardından sessiz ama hızlı adımlarla ortadan kayboldu.

Bende geriye dönüp kapalı kapıya baktım.

İçeri de ne dönüyorsa iyi değildi ve bende, tek başıma bunun içine yürüyecektim. Ancak başka şansım yoktu. Bu aptallar neye bulaşmışsa hepimizin başını derde sokacak kadar büyüktü.

Omuzlarımı dikleştirdim ve asamı, belimde hemen uzanabileceğim bir konuma getirdim. Ardından hiç tereddüt etmeden kapıyı açtım.

İçerideki tüm uğultu, aniden açılan kapı ile kesilmişti. Bütün bakışlar bana döndüğünde korkuları dağılıp rahatlamaya ve zevke dönüştü.

Bana hevesle bakan Ravenclaw ve Hufflepuff öğrencilerinden gözlerimi ayırmamakta kararlıydım ancak duvarın dibinde görünmez iplerle bağlanmış ve dilkilit ile sessizleştirilmiş arkadaşlarımın varlığı buna engeldi.

Her biri heyecan, merak ve korku ile bana bakıyordu.

Dediğim gibi, kapıdan içeri girerken iyi bir şeyler beklemiyordum ama bunu beklediğimde söylenemezdi.

"Oh, bizde seni bekliyorduk. Kendin gelmen çok daha iyi oldu." Rebecca büyük bir gülümseme ile öne çıktı. İki yanında Guadalupe Dillard ve Dalilah Moses vardı.

Tatlı tatlı gülümsedim. "Partiyi kaçırmak istemedim aslında Harris. Beni davet etmen büyük incelik."

Rebecca, ifademden hoşlanmadığını bariz bir şekilde belli etti. Yüzü buruştu ve ardından başı ile işaret verdi.

"Prensesi yakalayın."

Diğerleri harekete geçerken belimdeki asamı kavrayıp kaldırdım. Savaşmadan bırakmayacaktım.

---

Ve hepinize merhabalar! Yazar Cadı döndüü.

Tamam yine çok beklettim, bir ara ortadan kayboldum ama inanın elimden geldiğince yazmaya çalışıyorum. Öğrenciyken her şey çok daha kolaydı. Yazmaya çok fazla zamanım oluyordu.

Ama çalışırken öyle değil ne yazık ki. Hele de aralık ve ocak ayı, yıl sonu ve yeni yıl başlangıcı olduğu için benim için çok çok deli bir süreçti. Birde bu süreçte kursa başlayınca hayatımın çok daha yoğun bir hal aldı.

Birde bölümleri uzun uzun yazınca böyle ayrılıklar oluyor işte.

Ama karşınızda 13.000 kelimelik bir bölümle birlikteyim!

Heyooo!

Umarım bölüm tatmin edici olmuştur. Sizlere klişe gelen kısımlar olmuş olabilir ama Alice'in Sirius'u uzaklaştırdığı kısım benim için klişe değil. Düşünüldüğünde yaptığı çok mantıklı bir durum. Kim olsa aynısını yapardı. Sevdiğinizi, sırf birlikte olmak için tehlikeye atar mısınız?

Ve merak etmeyin Alice elbette bir şeylerin farkına varacak. Ama bu bölüm ona sövebilirsiniz serbest. :)

Ah House of Slytherin'e bölüm gelmedi hala biliyorum. Ve yılbaşı bölümü de öyle ama söz ekleyeceğim.

Hatta Harris'e hesap sormaya gittikleri kısım da ek bir kısım olarak bölüm olarak ekleyeceğim.

Ve unutmadan, şu canlı yayın muhabbetine güzel bir dönüş aldım. Önümüzdeki cumartesiye ne dersiniz? Ben buradan bir bildirim yayınlarım öncesinde zaten.

Bir de sizlere güzel bir haber vermek istiyorum. Çok uzun bir zamandır aklımda Sp'yi Ingilizce'ye çevirip yayınlamak vardı. Cuma günü itibariyle de çalışmalara başladık. Umarım en kısa süreçte o halini e yayınlayacağım. :')
(Diyeceksiniz ki yazar hanım sen bir Türkçe bölüm yayınlamıyorsun aylarca bu nasıl olacak. Haklısınız doğrussu ama halledeceğoz bir şekilde. )

Söylemek istediklerim var ama şu an hatırlayamıyorum. Yarın not kısmını düzenleyeceğim.

Bölümde sevmediğiniz ya da eksik olan bir şey var mıydı?

Ya çok sevdiğiniz kısım veya replik?

Neler düşünüyor benim sevgili okurlarım hadi bakalım yorumlara! :)

Ve o zaman 19. Bölüm spoilerı gelsin;

Sırlar odası açıldı. Varisin düşmanları kendinizi koruyun.

En kısa sürede görüşmek üzere sevgili okurlarım.

Sihirle ve sevgiyle kalın.

~Mells








Continue Reading

You'll Also Like

16.6K 1K 32
Jungkook; Dolabımın şifresini değiştirip üstüne bir de içini prezervatiflerle dolduran orospu çocuğu sendin değil mi? Jungkook hoşlandığı kıza çok ya...
209K 8.5K 38
ʜᴇʀ şᴇʏ ꜱᴀʟᴀᴋ ᴋᴀʀᴅᴇşɪᴍɪɴ ʏᴀʟᴀɴıʏʟᴀ ʙᴀşʟᴀᴅı... ꜱɪᴢ: ᴅᴇʟɪᴋᴀɴʟıʏꜱᴀɴ ᴋᴏɴᴜᴍ ᴀᴛᴀʀꜱıɴ!
93.1K 5.9K 35
Malfoy ve Black iki ezeli rakip ve birbirlerinden nefret eden iki küçük çocuktur. Black'in 4. Sınıfta Harry'nin yerine arayıcı olmasından sonra Malfo...
345K 13.2K 77
Ailesinden kalma küçük ve güzel pastanesiyle ilgilendiği sırada rastgele bir mafyadan gelen mesaj ile dalga geçip uğraşan bir kızın hikayesi