Germinal

By ClassicsTR

12.2K 403 51

1860'ların Fransa'sında, kuzeydeki maden işçileri, çetin çalışma koşullarında yaşam mücadelesi vermektedir. İ... More

Birinci Bölüm
II
III
IV
V
VI
İkinci Bölüm
II
III
IV
V
Üçüncü Bölüm
II
III
IV
V
Dördüncü Bölüm
II
III
IV
V
VI
VII
Beşinci Bölüm
II
III
IV
V
VI
Altıncı Bölüm
II
III
V
Yedinci Bölüm
II
III
IV
V
VI

IV

147 6 1
By ClassicsTR

IV

Rasseneur'ün meyhanesinden çıkan Étienne ve Catherine sessizce yürüdüler. Buzlar çözülmeye başlamıştı, soğuk havada karı eritmeksizin çamura bulayan ağır bir çözülmeydi bu. Kurşuni renkli gökyüzünde, çok yükseklerde esen şiddetli bir fırtına rüzgârının önüne katıp sürüklediği siyah paçavraları andıran iri bulutların ardında dolunayın varlığı seziliyordu; aşağıda ise tek bir esinti bile yoktu, kar topaklarının yumuşakça yere düştüğü çatılardan süzülen suların şıpırtısı duyuluyordu bir tek.

Kendisine bırakılan bu kadının varlığı Étienne'i tedirgin ediyor, genç adam söyleyecek bir şey bulamıyordu. Onu da Réquillart'a götürüp birlikte gizlenme düşüncesini saçma buluyordu. Kızı mahalleye, ailesinin yanına götürmek istemiş, ama Catherine korkuya kapılarak reddetmişti: Hayır hayır, onları alçakça bırakıp gittikten sonra, yanlarına dönmektense her şeye razıydı! İkisi de hiç konuşmadan, çamurların sel gibi aktığı yollarda körlemesine yürüyorlardı. Önce Voreux'ye doğru inmişler, sonra sağa dönüp moloz tepeciği ile kanalın arasından geçmişlerdi.

"Ama kalacak bir yer lazım sana," dedi Étienne sonunda. "Benim bir odam olsaydı, seni oraya götürürdüm..."

Ancak anlam veremediği bir çekingenlikle sözünü yarıda kesti. Geçmiş günleri, birbirlerine duydukları güçlü arzuyu, utanç ve nezaket kuralları yüzünden birlikte olamayışlarını hatırladı. Bu kadar allak bullak olduğuna, yüreği yavaş yavaş yeni bir istekle tutuştuğuna göre, bu kızı hâlâ arzuluyor olabilir miydi? Gaston-Marie' de yüzüne indirdiği şamarlar aklına geliyor, bu hatıra içini öfkeyle dolduracağı yerde şimdi onu tahrik ediyordu. Catherine'i Réquillart'a götürüp orada ona sahip olma düşüncesi gözüne gayet doğal ve kolay görünüyor, bu duygusundan ötürü de şaşkınlığa kapılıyordu.

"Hadi, karar ver, seni nereye götürmemi istiyorsun? Benimle kalmayı reddettiğine göre benden bayağı nefret ediyorsun demek?"

Pabuçları yoldaki tekerlek izlerinde kaydığı için geride kalan Catherine, ağır ağır Étienne'i izliyordu; başını kaldırmadan mırıldandı:

"Canım zaten yeterince sıkkın, bir de sen üstüme gelme. Bu istediğin neye yarayacak bundan sonra? Artık benim bir sevgilim, senin de bir kadının var."

Mouquette'ten söz ediyordu. On beş gündür ortalıkta dolaşan söylentilere bakarak, genç adamın o kızla birlikte olduğunu sanıyordu; Étienne öyle olmadığına dair yemin edince, başını iki yana sallayarak, onları dudak dudağa öpüşürken gördüğü geceyi hatırlattı.

"Tüm bu saçmalıklar ne hazin değil mi?" dedi kısık sesle Étienne, olduğu yerde durmuştu. "Seninle ne güzel anlaşabilirdik!"

Catherine hafifçe ürpererek karşılık verdi:

"Boşver, üzülme, pek bir şey kaybetmiş sayılmazsın; sen benim ne kadar hastalıklı, ne kadar eften püften olduğumu bir bilseydin! Öyle hapı yutmuş durumdayım ki hiçbir zaman tam bir kadın olamayacağım!"

İçini dökmeye devam etti, ergenliğinin bu kadar gecikmesini kendi kusuru olarak görüyordu. Bu durum bir erkeği olmasına rağmen onu küçük düşürüyor, bir çocuk gibi görülmesine neden oluyordu. Bir çocuk doğurabilse kusuru bir ölçüde telafi edilmiş olurdu.

"Zavallı yavrum!" dedi alçak sesle Étienne, yüreği büyük bir acıma hissiyle dolmuştu. Moloz tepeciğinin dibinde, bu koca yığının gölgesinde gözlerden uzaktılar. Mürekkep renkli bir bulut ayın önünden geçtiği için birbirlerinin yüzlerini bile seçemiyorlardı, solukları karışıyor, aylardır arzusuyla yanıp tutuştukları o öpücük için dudakları birbirini arıyordu. Ama aniden ay tekrar ortaya çıktı, tepelerinde, ışıkla aydınlanan kayaların üzerinde Voreux nöbetçisinin dimdik karaltısını gördüler. Öpüşemeden, bir utangaçlıkla birbirlerinden ayrıldılar; içinde öfkeyi, belli belirsiz bir tiksintiyi ve büyük bir dostluğu barındıran eski utangaçlıkları depreşmişti. Ayak bileklerine kadar battıkları çamurda ağır ağır yürümeye başladılar.

"Demek kararlısın, istemiyorsun, öyle mi?" diye sordu Étienne.

"Hayır" dedi Catherine. "Chaval'den sonra sen ve senden sonra bir başkası... Hayır düşündükçe tiksiniyorum, hiç mutlu olamayacaksam neden böyle bir şeye girişeyim ki?"

İkisi de sustular, tek laf etmeden yüz adım kadar daha yürüdüler.

"En azından nereye gideceğini biliyor musun?" dedi Étienne. "Böyle bir gecede seni tek başına dışarıda bırakamam."

Catherine sadelikle cevap verdi:

"Geri dönüyorum, Chaval benim erkeğim, onun evinden başka bir yerde yatamam."

"Dayaktan öldürür seni!"

Yeniden sustular. Catherine boyun eğmiş bir ifadeyle omuz silkmişti. Chaval onu dövebilirdi, nasıl olsa yorulunca bırakacaktı, bir fahişe gibi sokaklarda sürtmesi daha mı iyi olurdu sanki? Hem tokatlara giderek alışıyordu; kendisini avutmak için, on kızdan sekizinin daha da kötü erkeklerle birlikte olduğunu tekrarlıyordu içinden. Sevgilisi bir gün kendisiyle evlenirse, bu da bir incelik sayılırdı.

Étienne ve Catherine farkında olmadan Montsou'ya doğru yönelmişlerdi, oraya yaklaştıkça daha da suskunlaşıyorlardı. Sanki daha önce hiçbir şey paylaşmamışlardı. Étienne, Chaval'in yanına dönmeye karar verdiği için çok üzülse de, kızı ikna edecek bir söz bulamıyordu. Yüreği parçalanıyordu, ona bir kaçağın sefil yaşamından, bir asker kurşunuyla beyni dağılacak olursa yarınsız bir geceden başka sunacağı şey yoktu. Belki de en doğrusu, yeni bir derde çanak tutmadan şu anki derde katlanmaktı. Başı önde, kızı sevgilisinin evine götürüyordu; anayolda, şantiyelerin köşesinde, Piquette'in meyhanesine yirmi metre kala Catherine onu durdurdu.

"Daha öteye gelme. Seni görürse yine çıngar çıkarır" dediğinde de hiç itiraz etmedi.

Kilisenin çanı on biri vuruyordu, meyhane kapanmıştı, ama aralıklardan ışık sızıyordu.

"Hoşça kal," diye mırıldandı genç kız.

Elini uzatmıştı, Étienne bir türlü bu eli bırakmıyordu; Catherine ayrılabilmek için, istemeye istemeye elini yavaşça geri çekti. Arkasına hiç bakmadan, anahtarıyla açtığı küçük kapıdan içeri girdi. Ama genç adam oradan uzaklaşmıyor, olabileceklerin kaygısıyla gözünü evden ayırmadan olduğu yerde dikilmeye devam ediyordu. Kulak kabartıyor, dayak yiyen bir kadının çığlıklarını duyma korkusuyla tir tir tiriyordu. Ev sessiz ve karanlıktı, Étienne birinci kattaki bir pencerenin aydınlandığını gördü; pencerenin açılıp da yola doğru eğilen ince karaltıyı tanıyınca ilerledi.

Catherine fısıltıyla konuştu:

"Eve dönmemiş, ben yatıyorum... Yalvarırım, sen de git buradan!"

Étienne oradan ayrıldı. Buzların çözülmesi hızlanıyor, çatılardan sel gibi sular akıyor, karanlığa gömülmüş bu sanayi kasabasının duvarlarından, tahta perdelerinden, belli belirsiz seçilebilen bütün kütlelerinden adeta ter sızıyordu. Étienne önce, yorgunluktan ve kederden tükenmiş bir halde Réquillart'a yöneldi, yeraltında gözden kaybolup ortadan silinme ihtiyacı içindeydi.

Sonra aklına Voreux geldi; işbaşı yapacak Belçikalı işçileri, askerlere karşı öfkeli ve ocaklarına yabancıları sokmamaya kararlı olan arkadaşlarını düşündü. Eriyen kar sularının oluşturduğu gölcükler arasında yeniden kanal boyunca yürümeye başladı.

Moloz tepeciğine yaklaştığında ayın pırıl pırıl parladığını gördü. Başını kaldırıp gökyüzüne baktı, tepelerde esen şiddetli rüzgâr bulutları hızla sürüklüyordu; bulutlar giderek beyazlaşıyor, inceliyor, ayın önünden geçerken bulanık bir suyun puslu saydamlığına bürünüyorlardı; birbiri ardınca öyle hızlı geçiyorlardı ki bir an için perdelenen ay, çok geçmeden tüm parlaklığıyla yeniden beliriyordu.

Gözleri bu parlak ışıkla kamaşan Étienne, başını indirirken moloz tepeciğinin üzerinde gördüğü şey yüzünden öylece kalakaldı. Soğuktan kaskatı kesilmiş olan nöbetçi geziniyor, Marchiennes yönüne doğru yirmi beş adım attıktan sonra Montsou tarafına doğru geri dönüyordu. Soluk gökyüzüne belirgin bir biçimde yansıyan bu karaltının tepesinde süngünün beyaz parıltısı görülüyordu. Ama genç adamın asıl dikkatini çeken şey, Bonnemort Baba'nın fırtınalı gecelerde sığındığı kulübenin arkasındaki hareketli gölgeydi; bu gölge yerde sürünen, pusudaki bir hayvana ait gibiydi, Étienne, sansarı andıran uzun ve kemiksiz sırtına bakarak onun Jeanlin olduğunu hemen anladı. Nöbetçinin onu fark etmesi imkânsızdı, bu haylaz yumurcak kuşkusuz bir hınzırlık peşindeydi, çünkü askerleri hiç sevmiyor, insanları öldürmek için tüfekleriyle birlikte gönderilen bu katillerden ne zaman kurtulacaklarını sorup duruyordu.

Étienne bir an için bir aptallık yapmasını engellemek üzere ona seslenmeyi düşündü. Ay bulutların gerisinde gözden kaybolmuştu, Étienne, çocuğun sıçramaya hazır vaziyette tortop olduğunu gördü; ama ay yeniden belirince, çocuk çömelmiş durumda öylece kaldı. Nöbetçi her seferinde kulübeye kadar ilerliyor, sonra arkasını dönüp aksi istikamette yürüyordu. Bir bulut aniden ortalığı karartınca, Jeanlin vahşi bir kedi gibi askerin omuzlarına sıçrayarak pençelerini geçirdi ve bıçağını boğazına sapladı. Nöbetçinin yele kılından yakalığı direnç gösterince, çocuk bütün ağırlığıyla yüklenerek iki eliyle bıçağın sapına bastırdı. Sık sık çiftliklerin arkasında yakaladığı piliçleri boğazladığı için eli alışkındı. İşini öyle çabuk halletti ki, gecenin karanlığında tüfek bir demir tangırtısıyla yere düşerken sadece boğuk bir çığlık duyuldu. Ay tekrar ortaya çıkmış, pırıl pırıl parlıyordu.

Şaşkınlıktan donakalan Étienne hâlâ yukarı bakmaya devam ediyordu. Seslenmek istemiş, ama sesi boğazında düğümlenmişti. Moloz tepeciğinin üstü boştu, hızla uzaklaşan bulutlara hiçbir karaltı düşmüyordu. Étienne koşarak yukarı tırmandı; Jeanlin'i, kolları iki yana açık, sırtüstü yere serilmiş olan cesedin yanında çömelmiş vaziyette buldu. Karın ortasında, parlak ay ışığının altında, kırmızı pantolon ve gri kaput net bir şekilde seçilebiliyordu. Tek damla kan akmamıştı, bıçak hâlâ sapına kadar adamın boğazına gömülüydü.

Étienne, düşünmeye fırsat bulamadan, öfkeli bir yumrukla çocuğu cesedin yanına seriverdi.

"Bunu neden yaptın?" diye kekeliyordu, kendini kaybetmiş bir halde.

Doğrulmaya çalışan Jeanlin, zayıf bedenini kedi gibi kabartarak ellerinin üzerinde süründü; kepçe kulakları, yeşil gözleri, çıkıntılı çenesi yaptığı kötülüğün etkisiyle titriyor, alev alev yanıyordu.

"Lanet olasıca! Bunu neden yaptın?"

"Bilmem, canım öyle istedi."

Verdiği bu yanıtı açıklamaya koyuldu. Üç günden beri bu istekle yanıp tutuşuyordu. İçi içini yiyor, düşündükçe başına, ensesine ağrılar giriyordu. Maden işçilerini kendi mekânlarında rahatsız eden bu aşağılık askerlere pabuç bırakmak olacak şey miydi? Ormandaki sert nutuklardan, ocaklar basıldığı sırada atılan ölüm çığlıklarından aklında kalan beş altı sözcüğü devrimcilik oynayan bir yumurcak gibi tekrarlayıp duruyordu. Bütün bildiği buydu, kimse onu bu işe teşvik etmemiş, tıpkı tarlalardan soğan çalma fikri gibi bunu da kendi akıl etmişti.

Bir çocuğun zihninde böyle bir cinayet düşüncesinin yeşermesi karşısında dehşete düşen Étienne, karşısındaki ne yaptığını bilmeyen bir hayvanmışçasına, Jeanlin'i tekmeledi. Voreux karakolundakilerin nöbetçinin boğuk çığlığını duymuş olmalarından endişe ediyor, ayın bulutların arasından her sıyrılışında ocak tarafına bir göz atıyordu. Ama hiçbir hareketlilik yoktu, eğilip askerin yavaş yavaş donmaya başlayan ellerini yokladı, kaputunun üstünden durmuş olan kalbini dinledi. Bıçağın, sadece kemik sapı görünüyordu; üzerinde, siyah harflerle kazınmış o sevgiye dair basit "Aşk" sözcüğü okunuyordu.

Gözlerini askerin boğazından yüzüne kaydırdı. Aniden küçük askeri tanıdı: Bir sabah sohbet ettiği acemi asker Jules'dü bu. Çillerle kaplı bu temiz, sarışın çehre karşısında içini derin bir sızı kapladı. Koca koca açılmış mavi gözleri gökyüzüne dikilmişti, daha önce memleketini ufukta ararken de aynı bakışı görmüştü Étienne onda. Gözüne pırıl pırıl bir güneşin altında görünen bu Plogof neredeydi acaba? Oralarda bir yerdeydi mutlaka. Bu fırtınalı gecede ta uzakta deniz kudurmuş olmalıydı. Çok yukarılardan geçen bu rüzgâr o fundalık topraklarda da esmişti belki. Ayakta dikilen iki kadın, anne ve kız kardeş rüzgârdan uçmaması için başlıklarını tutarak, kendilerinden fersahlarca uzaktaki küçük askerin o saatte ne yaptığını görebileceklermiş gibi ufka bakıyorlardı. Artık onu sonsuza dek bekleyeceklerdi. Yoksulların zenginler uğruna birbirlerini boğazlamaları ne tiksinti verici bir şeydi!

Ama bu cesedi ortadan kaldırmak gerekiyordu. Étienne önce onu kanala atmayı düşündü. Ama orada mutlaka bulurlar diye vazgeçti. Bunun üzerine kaygısı had safhaya ulaştı, dakikalar geçiyordu, nasıl bir karar almalıydı? Birden aklına bir fikir geldi: Cesedi Réquillart'a taşıyabilirse, bir daha onu kimsenin bulamayacağı şekilde gömebilirdi.

"Buraya gel," dedi Jeanlin'e.

Çocuk çekiniyordu.

"Hayır, beni döversin. Hem benim işim var. Sana iyi akşamlar."

Gerçekten de, Voreux'de, payanda istiflerinin altındaki gizli bir kovukta Bébert ve Lydie ile buluşacaklardı. Büyük bir planları vardı, Belçikalı işçiler ocağa inerken taş yağmuruna tutulacak olursa, kendileri de olaya karışmak için geceyi dışarıda geçireceklerdi.

"Dinle," diye tekrarladı Étienne, "buraya gel, yoksa askerleri çağırırım, kelleni uçururlar."

Jeanlin yanına gelince, Étienne mendilini çıkarıp askerin boynuna sıkıca sardı, kanın akmasını engellediği için bıçağı çıkartmadı. Karlar eriyordu, yerde ne kan lekesi, ne de boğuşma izleri vardı.

"Bacaklarından tut."

Jeanlin bacakları tuttu, Étienne ise, tüfeği omzuna astıktan sonra askeri koltukaltlarından kavradı; ikisi birlikte, taşları yuvarlamamaya dikkat ederek yavaş yavaş moloz tepeciğinden aşağı inmeye başladılar. Neyse ki ay bulutların ardına gizlenmişti. Ama kanal boyunda ilerlerken, tüm parlaklığıyla yeniden ortaya çıktı: Karakoldan kendilerini fark etmemeleri tam bir mucizeydi. Sessizce ve aceleyle hareket ediyorlar, ceset sağa sola sallandığı için zorlanıp her yüz metrede bir onu yere bırakmak zorunda kalıyorlardı. Réquillart sokağının köşesinde, bir gürültüyle kanları dondu, devriyelere görünmemek için bir duvarın ardına gizlenecek zamanı ancak buldular. Daha ileride, karşılarına bir adam çıktı ama sarhoştu, sövüp sayarak uzaklaştı. Nihayet kan ter içinde eski ocağa ulaştılar, öyle yaşadıkları büyük bir gerginlik yüzünden dişleri takırdıyordu.

Étienne askeri merdiven bacasından indirirken çok zorlanacaklarını tahmin etmişti. Gerçekten de büyük zahmet çektiler. Önce Jeanlin'in yukarıda durup cesedi aşağı sallandırması gerekti, Étienne ise basamakların kırık olduğu iki sahanlığı aşmak için çalılara tutunup cesetle birlikte aşağı iniyordu. Sonra her merdiven başında aynı işlemi tekrarlaması gerekti; kendisi önden iniyor, ardından cansız bedeni karşılayıp tutuyordu, böylece cesedin tüm ağırlığının üstüne bindiğini hissederek otuz merdiven, yani iki yüz on metre aşağı indi. Tüfek sırtını sıyırıyordu, çocuktan son derece idareli kullandığı mumu getirmesini istememişti. Zaten neye yarardı ki? Bu daracık sıçanyolunda mum işi zorlaştırırdı. Yine de, soluk soluğa yükleme katına vardıklarında ufaklığı mumu getirmesi için yolladı. Karanlığın ortasında cesedin yanı başına oturdu; yüreği yerinden fırlayacakmış gibi çarparak Jeanlin'i beklemeye başladı.

Jeanlin elindeki mumla geri döndüğünde, Étienne ona akıl danıştı, çünkü çocuk bu eski galerileri insanların geçemeyeceği yarıklara varıncaya kadar dip köşe biliyordu. Yeniden yola koyuldular; cesedi yıkık dökük, labirent gibi galerilerde bir kilometre kadar sürüklediler. Sonunda tavan alçaldı, kırılmak üzere olan iki payandanın desteklediği, kolayca göçebilecek bir kayanın altında diz çökmüş vaziyetteydiler. Küçük askeri bir tabuta yatırır gibi, bu uzun ve daracık yere yatırdılar, tüfeğini yanına koydular, sonra sert topuk darbeleriyle, kendileri de altında kalma pahasına, payandaları kırdılar. Kaya çabucak yarıldı dizlerinin ve dirseklerinin üzerinde sürünerek uzaklaşacak zamanı ancak buldular. Étienne durumu görmek için dönüp baktığında, tavan çökmeye devam ediyor, müthiş ağırlığıyla cesedi ağır ağır eziyordu. Kısa bir süre sonra ortada kalın bir toprak katmanından başka bir şey kalmadı.

Jeanlin yuvasına, o haydut mağarasındaki köşesine geri döndüğünde, yorgunluktan tükenmiş bir halde ot yatağının üzerine uzanarak mırıldandı:

"Aman boşver, veletler beklesin biraz, şöyle bir saat kestireyim ben."

Étienne ufacık kalan mumu söndürmüştü. O da perişan vaziyetteydi, ama uykusu yoktu, karabasanı andıran acılı düşünceler beynine balyoz gibi iniyordu. Çok geçmeden, onu için için kemiren, yanıt veremediği tek bir soru kaldı kafasında: Kendisi boğazına bıçağı dayamışken Chaval'i neden öldürmemişti de, şu çocuk ismini bile bilmediği bir askeri neden boğazlamıştı? Bu öldürme cesareti, bu öldürme hakkı onun devrimci inançlarını altüst ediyordu. Yoksa korkağın biri miydi? Otların üzerine serilmiş olan çocuk ayyaş bir adam gibi horluyordu, adeta işlediği cinayetin sarhoşluğuyla sızıp kalmıştı. Jeanlin'in orada olduğunu bilmek, horultusunu işitmek Étienne'i tiksindirip, öfkelendiriyordu. Aniden içi ürperdi, bir korku esintisi yüzünü yalayıp geçmişti. Toprağın derinliklerinden gelen hafif bir sürtünme sesi, bir hıçkırık duyar gibi oldu. Orada, kayaların altında tüfeğiyle yatan küçük askerin hayaliyle sırtı buz kesip, tüyleri diken diken oldu. Çok saçmaydı, ocağın dört bir yanından sesler yükseliyordu, mumu tekrar yakmak zorunda kaldı; solgun ışıkta galerilerin bomboş olduğunu görünce rahatlayabildi ancak.

Bir on beş dakika daha, gözlerini yanan fitile dikerek, aynı düşünceyle boğuşup durdu. Derken bir cızırtı duyuldu, fitil söndü, her şey yine karanlığa gömüldü. Étienne'in içini tekrar bir ürperti kapladı, böylesine gürültülü horladığı için az kalsın Jeanlin'i tokatlayacaktı. Çocuğun yanındaki varlığı öyle katlanılmaz bir hale gelmişti ki temiz hava alma ihtiyacıyla yerinden fırladı, ensesinde bir gölgenin soluğunu hisseder gibi hızla galerileri aşıp merdiven bacasından yukarı çıktı.

Yukarıda, Réquillart'ın yıkıntıları arasında nihayet derin derin soluk aldı. Öldürmeye cesaret edemediğine göre, kendisi ölmeliydi; daha önceleri de aklından geçen ölüm düşüncesi yeniden filizleniyor, son bir umut gibi zihnine kazınıyordu. Devrim uğruna cesurca ölmek, iyi ya da kötü her şeyi yoluna koyacak, daha fazla kafa patlatmasına engel olacaktı. Arkadaşları Borinagelılara saldırırlarsa en ön safta yer alacaktı, şansı yaver giderse bir mermiye hedef olabilirdi. Kararlı adımlarla geri dönüp Voreux'nün etrafında dolaşmaya başladı. Saat iki olmuştu, ocağı bekleyen askerlerin karakol olarak kullandıkları çavuş odasından bağırtılar geliyordu. Nöbetçinin ortadan kaybolması karakolu ayağa kaldırmış, gidip yüzbaşıyı uyandırmışlardı, her taraf köşe bucak araştırıldıktan sonra askerin firar ettiğine karar verilmişti. Karanlıkta pusuya yatmış olan Étienne, küçük askerin kendisine söz ettiği cumhuriyetçi yüzbaşıyı hatırlıyordu. Kim bilir, belki de onu halkın yanında yer almaya ikna edebilirlerdi. Askerler namlularını yere indirdiklerinde burjuvaların işi bitmiş demekti. Étienne kendini yeni bir düşe kaptırdı, artık ölmeyi düşünmüyordu, zafer hâlâ mümkün olabilirdi, bu umutla coşmuş vaziyette, ayakları çamurun içinde, çözülen buzların serpintileri omuzlarında, saatlerce orada durdu.

Saat beşe kadar Borinagelıları gözledi. Sonra, işletmenin uyanık davranarak onları o gece Voreux'de yatırdığını anladı. Kuyuya iniş başlıyordu. Gözcü olarak bekleyen, İki Yüz Kırklar mahallesinden birkaç grevci, arkadaşlarına haber verip vermemekte tereddüt ediyorlardı. Étienne oynanan oyunu onlara anlatınca koşarak gittiler, genç adam ise moloz tepeciğinin arkasında, kanaldaki gemileri yedeğe çekmek için kullanılan yolda bekliyordu. Saat altı oldu, toprak rengi gökyüzü kızılımtırak bir şafakla aydınlanırken, Peder Ranvier bir patikanın başında göründü, cüppesini sıska bacaklarının üzerinde toplamıştı. Her pazartesi, ocağın diğer yanındaki manastırın kilisesine gidip sabah duası okurdu.

"Günaydın, dostum," diye bağırdı güçlü bir sesle, çakmak çakmak gözleriyle genç adamı tepeden tırnağa süzdükten sonra.

Ama Étienne karşılık vermedi. Uzakta, Voreux'nün destek ayaklarının arasından bir kadının geçtiğini görmüş, kadını Catherine'e benzetince endişeye kapılarak o yöne koşmuştu.

Catherine gece yarısından beri, buzları çözülen yollarda taban tepiyordu. Eve dönen Chaval onu yatakta bulunca bir tokatla ayağa dikmişti. Bas bas bağırıyor, pencereden atılmak istemiyorsa bir an önce kapıdan çıkıp gitmesini söylüyordu. Yediği tekmelerle bacakları mosmor kesilen genç kız ağlaya ağlaya yarım yamalak giyinip aşağı inmiş, son bir şamarla kendini kapının dışında bulmuştu. Böylesine hoyratça kovulması karşısında neye uğradığına şaşırarak bir taşın üzerine oturmuş, gözlerini eve dikip Chaval'in onu çağırmasını beklemişti; çünkü böyle bir şey mümkün değildi, Chaval onu gözlüyor olmalıydı; gidecek yeri olmadan, sahipsiz bir biçimde tir tir titrediğini görünce, yukarı çıkması için seslenecekti.

Ama iki saat sonra, sokağa atılan bir köpek gibi öylece beklerken soğuktan donmak üzere olduğunu fark edince kararını verdi. Montsou'dan çıktı, sonra geri döndü, ne kaldırımdan seslenmeye ne de kapıyı çalmaya cesaret edebildi. Nihayet mahalleye, ailesinin yanına dönme düşüncesiyle, anayoldan kaldırım boyunca yürümeye koyuldu. Ama kapının önüne geldiğinde öyle bir utanca kapıldı ki, kapalı kepenklerin ardında tüm mahallenin derin bir uykuda olmasına rağmen, biri tarafından görülüp tanınma korkusuyla bahçeler boyunca koşmaya başladı. O andan itibaren amaçsızca dolanıp durdu, en ufak gürültüde yüreği ağzına geliyor, bir fahişe gibi yoldan toplanıp, aylardır korkulu rüyasını gördüğü Marchiennes genelevine götürülmekten ödü kopuyordu. İki kez Voreux'ye kadar gitti ama karakoldan gelen bağırışlardan ürküp, izlenip izlenmediğini anlamak için arkasına bakarak soluk soluğa kaçtı. Réquillart Sokağı yine sarhoşlarla doluydu, yine de birkaç saat önce reddettiği adama rastlamak umuduyla dönüp dolaşıp oraya geliyordu.

Chaval o sabah işbaşı yapacaktı; Catherine bunu düşünerek ocağa doğru yollandı, aslında onunla konuşmanın bir yararı olmayacağını hissediyordu: Aralarında her şey bitmişti. Jean-Bart'da çalışmalar durmuştu, itibarının zedeleneceğinden korkan Chaval, tekrar Voreux'de çalışmaya başlarsa onu boğazlayacağını söylemişti. Peki ne yapmalıydı? Sokaklara düşmesi, açlıktan ölmesi, kendisiyle yatacak erkeklerin dayaklarına boyun eğmesi mi gerekiyordu? Bacakları kesilmiş, beline kadar çamura bulanmış vaziyette tekerlek izlerinin arasında sendeleyerek, zorlukla yürüyordu. Çözülen buzlar yollarda çamur seli gibi akmaktaydı, Catherine çamurlara bata çıka yürümeye devam ediyor, oturacak bir taş bakınmaya bile cesaret edemiyordu.

Gün ışıdı. Catherine, temkinlice moloz tepeciğinin yanından dolaşan Chaval'i sırtından tanımıştı, tam o sırada payanda istifinin altındaki sığınaklarından başlarını uzatan Lydie'yle Bébert'i gördü. Jeanlin onlara beklemelerini emrettiği için evlerine dönmeyip geceyi orada, pusuya yatarak geçirmişlerdi; Jeanlin işlediği cinayetin sarhoşluğuyla Réquillart'da horul horul uyurken, iki çocuk ısınmak için birbirlerine sarılmışlardı. Rüzgâr kestane ve meşe ağacından keresteler arasında ıslık çaldıkça tıpkı terk edilmiş bir oduncu kulübesindeymişler gibi birbirlerine sokuluyorlardı. Lydie kocasından sürekli dayak yiyen bir kadın gibi, çektiği sıkıntıları açığa vuramıyor; Bébert ise, yanaklarını kıpkırmızı yapan tokatlardan yakınmayı göze alamıyordu; ama Jeanlin onları fazlaca istismar eder olmuştu, çocukları olmadık hırsızlıklara zorlayarak tehlikeye atıyor, sonra da ganimeti paylaşmayı reddediyordu; bunu düşündükçe çocukların yüreğinde isyan duygusu kabarmaya başlamıştı, sonunda, Jeanlin'in koyduğu yasağa rağmen, nereden geleceği bilinmeyen o tokada aldırmadan birbirlerine sarıldılar. Tokadın gelmediğini görünce, başka bir düşünceye kapılmadan, usul usul öpüşmeye devam ettiler, uzun süredir bastırdıkları tutkularını, yüreklerinde biriktirdikleri tüm sızıları da bu öpüşmeye katmaktaydılar. Bütün gece birbirlerini böyle ısıtmışlardı, bu gözlerden uzak gizli kovukta öylesine mutluydular ki, börekler yenilip şaraplar içilen Sainte-Barbe Bayramı'nda bile bu kadar mutlu olduklarını hatırlamıyorladı.

Catherine, ani bir boru sesiyle yerinden sıçradı. Parmak uçlarında yükselerek bakınca, karakoldaki askerlerin silahlarına sarıldıklarını gördü. Étienne koşarak geliyordu, Bébert ve Lydie gizlendikleri yerden dışarı fırlamışlardı. Hava iyice aydınlanmıştı; ta ötede, kadınlı erkekli bir kalabalık, öfkeli el kol hareketleriyle işçi mahallesinden aşağıya doğru inmekteydi.

Continue Reading

You'll Also Like

11.6K 475 24
Don Kişot'u bilirsiniz, hani şu ince-uzun, sakallı, şövalye romanları okuya okuya sonunda şövalye olmaya özenen roman karakteri. Dulcinea del Toboso'...
6.7K 357 17
Dostoyevski'nin bizzat mücadele ettiği parasızlık ve kumar düşkünlüğünü anlatan Kumarbaz, Dostoyevski'nin gençlik yıllarını, dramatik aşk ve kumar tu...
76K 1.3K 98
Hugo, Sefiller adlı dev romanının önsözünü şöyle bitirir: "Yeryüzünde yoksulluk ve bilgisizliğin egemenliği sürdükçe, böylesi kitaplar gereksiz sayıl...
8.5K 559 8
Stefan Zweig'ın en ünlü öykülerinden biri olan Amok Koşucusu, kendi ölümüne doğru koşan bir doktorun yıkımını ele alır. Tutkulu yaşamların yazarı Zwe...