Germinal

By ClassicsTR

12.2K 403 51

1860'ların Fransa'sında, kuzeydeki maden işçileri, çetin çalışma koşullarında yaşam mücadelesi vermektedir. İ... More

Birinci Bölüm
II
III
IV
V
VI
İkinci Bölüm
II
III
IV
V
Üçüncü Bölüm
II
III
IV
V
Dördüncü Bölüm
II
III
V
VI
VII
Beşinci Bölüm
II
III
IV
V
VI
Altıncı Bölüm
II
III
IV
V
Yedinci Bölüm
II
III
IV
V
VI

IV

206 6 1
By ClassicsTR

IV

Gizli toplantının perşembe günü, saat ikide, dul Désir Kadın'ın Pür Neşe meyhanesinde yapılmasına karar verildi. Çocukları gibi gördüğü madencilere çektirilen sefalet canına tak etmiş olan dul kadın meyhanesi boş kaldığından beri öfkeden köpürüyordu. Hiçbir grev sırasında bu kadar az içki içilmemişti, ayyaşlar akıllı uslu davranma kuralını çiğneme korkusuyla evlerine kapanıyorlardı. Bayram günlerinde insandan geçilmeyen Montsou'nun geniş caddesi, büyük bir felaket yaşanmış gibi, sessiz ve kasvetliydi. Tezgâhlar ve mideler birayla dolup taşmaz olmuş, dereler kurumuştu. Kaldırımlarda, Casimir birahanesi ve Progrès meyhanesinde müşteri yolu gözleyen solgun yüzlü bar kızlarından başka kimse görünmüyordu; Montsou'da bile Piquette meyhanesi ve Kesik Baş birahanesi dahil, Lenfant'dan Tison'a kadar tüm meyhaneler bomboştu, sadece çavuşların gittiği Saint-Eloi'da birkaç bardak bira satılıyordu; bu ıssızlık, koşulları dikkate alarak ücretlerini on metelikten beş meteliğe düşüren şarkıcı kızların müşteri yokluğunda boş boş oturdukları Volkan'a kadar her yerde kendini gösteriyordu. Tüm yörede yürekleri dağlayan gerçek bir yas havası vardı.

"Yazıklar olsun!" diye haykırdı dul Désir Kadın, elleriyle dizlerini döverken, "jandarmaların suçu bu! İsterlerse beni hapse tıksınlar, onlarla uğraşmaktan vazgeçmeyeceğim!"

Ona göre resmî yetkililerin, patronların tamamı jandarmaydı, içinde halk düşmanlığını barındıran bu sözcük genel bir tiksintiyi ifade ediyordu. Étienne'in önerisini sevinçle karşılamış, mekânın tamamını hiç para almadan madencilere tahsis edeceğini, hatta yasanın gerekli kıldığı davetiyeleri kendi elleriyle göndereceğini söylemişti. Zaten yasalara uyulmasa daha iyi olurdu! Böylece gerçek yüzlerini görmek mümkün olacaktı. Ertesi gün genç adam, mahallede okuma yazma bilen komşulara çoğalttırdığı elli kadar davetiyeyi imzalaması için Désir Kadın'a getirdi; davetiyeler ocakların işçi temsilcilerine ve güvenilir kişilere gönderildi. Sözümona, gündeme göre, grevin devam edip etmeyeceği tartışılacaktı, ama aslında Pluchart işçilerin toplu halde Enternasyonal'e katılmalarını sağlamak amacıyla bir konuşma yapacaktı.

Perşembe sabahı Étienne endişeye kapıldı, telgraf çekip çarşamba akşamı orada olacağını bildiren eski ustası hâlâ gelmemişti. Neler olup bitiyordu? Toplantıdan önce Pluchart'la konuşup meseleyle ilgili ortak bir çerçeve çizemediklerine üzülüyordu. Makinistin Voreux'ye uğramadan doğrudan Montsou'ya gidebileceğini düşünerek saat dokuzda orada oldu.

"Hayır, arkadaşınızı görmedim," diye karşılık verdi dul Désir Kadın. "Ama her şey hazır, gelin bakın."

Kadın onu dans salonuna götürdü. Tavanda bir köşeden diğerine uzanan ve ortada bir çelenk halinde birleşen çiçekli bezek kordonlarından duvarlar boyunca sıralanan aziz ve azizelerin yaldızlı armalarına kadar, süslemeler olduğu gibi duruyordu. Sadece, çalgıcıların çıktığı sahnenin bir köşesine bir masa ve üç iskemle konulmuş, salonun diğer bölümlerine ise oturma sıraları dizilmişti.

"Mükemmel," dedi Étienne.

"Biliyorsunuz, evinizde sayılırsınız," dedi dul kadın. İstediğiniz kadar bağırıp çağırın... Jandarmalar gelirse, içeri girmek için önce cesedimi çiğnemeleri gerekecek."

Genç adam endişesine rağmen, ona bakarak gülümsedi, kadın gözüne o kadar iri göründü ki memesinin bir tekini ancak bir erkek kucaklayabilirdi; bu yüzden, hafta boyunca kabul ettiği altı sevgilisini çifter çifter yatağına aldığı söyleniyordu.

Étienne, Rasseneur'le Souvarine'in içeri girdiğini görünce şaşırdı; dul kadın onları büyük salonda baş başa bırakınca haykırdı:

"Bak sen, geldiniz demek!"

Makinistler greve katılmadığı için gece Voreux'de çalışmış olan Souvarine sadece merakından gelmişti. Rasseneur'e gelince, iki gündür sıkıntılı görünüyordu, yuvarlak ve tombul yüzündeki kalender gülümseme kaybolmuştu.

"Pluchart hâlâ gelmedi, iyice endişelenmeye başladım," dedi Étienne.

Meyhaneci gözlerini kaçırıp dişlerinin arasından cevap verdi:

"Buna hiç şaşırmadım, geleceğini de sanmıyorum."

"Nasıl yani?"

Bunun üzerine Rasseneur, dürüst davranarak gerçeği söylemeye karar verdi:

"Eğer ille de söylememi istiyorsan, durum şu ki ona ben de bir mektup gönderdim ve gelmemesini rica ettim... Evet, bence yabancıları karıştırmadan, kendi işimizi kendimiz görmeliyiz."

Gözü dönen Étienne öfkeden titreyerek gözlerini Rasseneur'e dikti, kekeleyerek tekrarlayıp duruyordu:

"Bunu yapabildin demek! Bunu yapabildin demek!"

"Elbette yaptım! Pluchart'a güvendiğimi bilirsin! Sağlam ve aklı başında bir adamdır, onunla her yola gidilebilir... Ama, anlasana, düşünceleriniz beni deli ediyor! Siyaset, yönetim, hiçbiri umurumda değil! Tek istediğim madenciye daha iyi davranılması. Yirmi yıl boyunca yerin altında çalıştım, sefalet ve yorgunluktan öyle perişan oldum ki hâlâ orada aynı sefilliği çeken zavallıların daha iyi yaşamalarını sağlayacağıma yemin ettim; bu martavallarınızla hiçbir şey elde edemeyeceğinizi, işçileri daha da yoksul bir yaşama mahkûm edeceğinizi hissedebiliyorum... Açlık yüzünden kuyulara indikleri gün iyice canlarına okuyacaklar, işletme tıpkı kaçıp giden ve kulübesine zorla geri getirilen köpekler gibi, ücretlerini verirken dayağı da eksik etmeyecek... İşte bunu engellemeye çalışıyorum, anlıyor musun?"

Kalın bacaklarının üzerinde sağlamca dikilmiş, göbeğini dışarı çıkarmıştı, sesi giderek yükseliyordu. Aklı başında ve sabırlı kişiliği ağzından rahatlıkla dökülen açık seçik cümlelerde kendini göstermekteydi. Dünyanın bir çırpıda değiştirilebileceğine, işçilerin patronların yerini alabileceğine, paranın elma gibi paylaştırılabileceğine inanmak saçmalık değil miydi? Bunun gerçekleşmesi için belki de binlerce yıl gerekecekti. Bu mucizelerle kafa ütülemeye gerek yoktu! Başlarını derde sokmak istemiyorlarsa, verilecek en doğru karar yere sağlam basmak, gerçekleştirilmesi mümkün değişiklikleri talep etmek, her fırsatta işçilerin durumunu biraz daha iyileştirmekti. Kendisi bu işle uğraşsa, işletmeyi daha uygun koşullarda çalışmaya ikna edeceğini öne sürüyor, tersleşmenin herkesin aleyhine olacağını söylüyordu.

Öfkeden dili tutulan Étienne onu dinlemeye devam ediyordu. Birden haykırdı:

"Yazıklar olsun! Sen kansızın tekiymişsin!"

Az kalsın onu yumruklayacaktı, kendini tutabilmek için salonu büyük adımlarla arşınlamaya başladı; öfkesini, kendine yol açmak için sağa sola ittiği sıralardan çıkardı.

"Hiç olmazsa kapıyı kapatın," dedi Souvarine. "Herkesin sizi duymasına gerek yok."

Kendisi gidip kapıyı kapadıktan sonra, sakince masanın başındaki iskemlelerden birine oturdu. Bir sigara sarmış, dudaklarında hafif bir gülümseme, zeki ve yumuşak bakışlarla ikisini süzüyordu.

"Öfkelenmekle hiçbir şey elde edemezsin," dedi Rasseneur sakin bir ifadeyle. "Önceleri, sağduyulu biri olduğunu sanmıştım. Arkadaşlara itidal tavsiye etmen, onları evden çıkmamaya zorlaman, gücünü düzeni sağlamak için kullanman hoşuma gitmişti. Ama şimdi onları çıkmaza sokmak üzeresin!"

Sıraların arasında gidip gelen Étienne ikide birde meyhanecinin yanına geliyor, onu omuzlarından tutup sarsarken yüzüne doğru bağırarak cevap veriyordu.

"Lanet olsun, soğukkanlı davranmayı ben de istiyorum. Evet, onlardan disiplinli olmalarını istedim! evet, hâlâ sakin olmalarını tavsiye ediyorum! Ama bizimle dalga geçmeye kalkarlarsa, iş değişir!.. Sen her şeyi soğukkanlılıkla karşılayıp mutlu olabilirsin. Ama ben aklımı kaçıracak gibi oluyorum bazen."

Onun açısından, bu bir itiraftı. Yeniyetme bir sosyaliste özgü hayallerine, yakın bir gelecekte adil bir düzenin kurulup insanların kardeşçe yaşayacağına dair düşlerine artık o da gülüyordu. İnsanların dünyanın sonu gelene kadar kurtlar gibi birbirlerini yemesi isteniyorsa, kolları kavuşturup beklemek yeterliydi. Hayır! Müdahale etmek gerekiyordu, aksi takdirde adaletsizlik sonsuza dek sürecek, zenginler her zaman yoksulların kanını emecekti. Bu yüzden, geçmişte siyaseti toplumsal sorunlardan uzak tutmak gerektiğini söyleyerek budalaca davrandığı için kendini bağışlamıyordu. O zamanlar hiçbir şey bilmiyordu, ama o gün bugündür okuyup araştırıyordu. Artık düşünceleri olgunlaşmıştı, bir sisteme sahip olmakla övünüyordu. Ama kendini doğru dürüst ifade edemiyordu, çünkü ele alıp incelediği, sonra da bir kenara bıraktığı onca kuramdan izler taşıdığı için cümleleri pek anlaşılır değildi. En tepede Karl Marx'ın görüşleri sapasağlam duruyordu: Sermaye sömürünün sonucunda ortaya çıkıyordu, bu çalınmış zenginliği geri almak emeğin görevi ve hakkıydı. Uygulamada ise, önce Proudhon' un görüşlerini benimseyerek, aracıları ortadan kaldıran geniş çaplı bir mübadele bankasının vereceği ortak kredilerin büyüsüne kapılmış; daha sonra da, Lassalle'ın devletin desteğiyle dünyayı tek bir sanayi kentine dönüştürecek olan kooperatiflerinden etkilenmiş, ama bu sistemden denetimin güçlüğü nedeniyle vazgeçmişti; kısa süreden beri, kolektivizme, yani tüm üretim araçlarının topluma ait olacağı bir sisteme inanmaya başlamıştı. Ama bu konuda da kafası karışıktı, bu yeni düşün nasıl gerçekleştirileceğini bilemiyor, duyarlılığı ve aklının yol açtığı vesveseler yüzünden eli kolu bağlanıyor, bağnazca ve kesin saptamalardan kaçınıyordu. Tek söyleyebildiği, her şeyden önce iktidarın ele geçirilmesi gerektiğiydi. Daha sonra ne yapılacağına karar verilirdi.

"Peki senin derdin nedir? Neden burjuvaların safına geçiyorsun?" diye devam etti öfkeyle, meyhanecinin karşısına bir kez daha dikilerek. "Bu işin eninde sonunda bir yerden patlak vereceğini söyleyen sen değil miydin!"

Rasseneur hafifçe kızardı.

"Evet, söyledim. Üstelik patlak verirse, kalleş biri olmadığımı görürsün... Ama mevki sahibi olabilmek için ortalığı karıştıranların yanında yer alamam."

Bu sefer kızarma sırası Étienne'deydi. İki adam, aralarındaki rekabetin yarattığı soğuklukla suratlarını asıp sustular. Aslında onları, kendilerinin seçmediği toplumsal rolleri içinde gerçek düşüncelerinin ötesine taşıyan, birini devrimciliği iyice abartmaya, diğerini ise yapay bir temkinliliğe iten şey, aralarındaki bu rekabetti. Onları dinlemekte olan Souvarine'in sarışın bir genç kızınkini andıran yüzünde sessiz bir horgörü ifadesi belirdi, gösterişe ve kahramanlık payesine gerek duymadan canını vermeye hazır bir adamın ezici horgörüsüydü bu.

"Demek hakkımda böyle düşünüyorsun, ha?" diye sordu Étienne. "Yoksa beni kıskanıyor musun?"

"Senin neyini kıskanayım ki?" diye karşılık verdi Rasseneur. "Büyük adam havalarına girmiyorum ben, Sekreteri olmak için Montsou'da bir örgüt kurmaya çalışmıyorum."

Étienne araya girmeye çalışsa da, Rasseneur sözünü sürdürdü:

"Doğruyu söylesene! Enternasyonal umurunda değil senin, sadece başımıza geçmek, şu meşhur Kuzey İşçileri Federal Konseyi'yle yazışmalar yapan önemli bey olmak için yanıp tutuşuyorsun!"

Salona bir sessizlik hâkim oldu. Étienne tir tir titreyerek karşılık verdi:

"Aman ne güzel... Ben de eleştirilecek bir yanım olmadığını sanıyordum. Her zaman sana akıl danışıyordum, çünkü benden önce uzun yıllar burada mücadele verdiğini biliyordum. Ama yanında birilerinin olmasına katlanamadığın için bundan böyle bildiğim gibi davranacağım... Ve sana öncellikle şunu söylemek isterim ki, Pluchart gelmese de toplantı yapılacak ve arkadaşlar senin muhalefetine rağmen örgüte üye olacaklar."

"Demek üye olacaklar!" diye mırıldandı meyhaneci, "Bu biraz zor... Onları aidat ödemeye razı etmek gerekecek."

"Hiç de öyle değil. Enternasyonal grevdeki işçilere süre tanıyor. Aidatları daha sonra ödeyeceğiz, ama yardım hemen gelecek."

Rasseneur aniden öfkelendi.

"Tamam! Göreceğiz... Senin şu toplantına ben de katılıp söz alacağım. Evet, arkadaşların akıllarını karıştırmana izin vermeyecek, onları gerçek çıkarları konusunda aydınlatacağım. Bakalım kimin sözü geçecek, otuz yıldan beri tanıdıkları benim sözüm mü, yoksa bir yıl geçmeden her şeyi altüst eden senin sözün mü?.. Hayır! Hayır! Daha fazla üstüme gelme! Bundan sonra böyle, kimin kime gücü yeterse!"

Ve kapıyı çarpıp dışarı çıktı. Tavandaki çiçek bezekli kordonlar titredi, yaldızlı armalar yerlerinden oynayıp duvarlara çarptı. Sonra, geniş salon yeniden ağır bir sessizliğe gömüldü.

Masaya oturmuş olan Souvarine sakin sakin sigarasını içiyordu. Bir süre sessizce salonda dolaşan Étienne, rahatlamak için söylenmeye başladı. Bu koca aylağı üzerine salıyorlarsa, bunun suçlusu kendisi miydi? Şan şöhret peşinde koşmadığını; bütün bunların nasıl olduğunu, mahallenin dostluğunu, madencilerin güvenini nasıl kazandığını, onların üzerinde nasıl bu denli bir etkiye sahip olduğunu bilemediğini söylüyordu. Mevki tutkusu yüzünden ortalığı karıştırmakla suçlanmasına kızıyor, göğsüne vurarak kardeşlik duyguları içinde hareket ettiğini ileri sürüyordu.

Aniden Souvarine'in önünde durup haykırdı:

"İnan bana, benim yüzümden tek bir arkadaşımın bir damla kanının döküleceğini bilsem, hemen çekip Amerika'ya giderim!"

Makinist omuz silkti, dudakları yeniden hafif bir gülümsemeyle kıvrıldı.

"Ah! Kan aksa ne çıkar?" diye mırıldandı. "Toprağın kana ihtiyacı var."

Yatışmaya başlayan Étienne bir iskemle çekip masanın öbür başına oturdu, dirseklerini masaya yasladı. Dalgın gözleri ara sıra kızıl bir alevle tutuşarak vahşi bir ifadeye bürünen bu sarışın yüz onu endişelendiriyor, iradesi üzerinde garip bir etki yaratıyordu. Arkadaşı hiç konuşmadığı halde, sessiz halinden bile etkileniyor, kendisini onun yörüngesine girmiş gibi hissediyordu.

"Söylesene, benim yerimde olsan, sen ne yapardın? Harekete geçmeyi istemekle haksız mıyım?.. En doğrusu bu birliğe katılmamız değil mi?" diye sordu.

Souvarine sigarasının dumanını yavaşça üfledikten sonra, her zamanki cevabı verdi:

"Saçmalık bunların hepsi! Ama şu an için yapacak bir şey yok... Zaten Enternasyonal meselesi de yakında hallolacak. Birisi bu işle ilgileniyor."

"Birisi dediğin de kim?"

"Birisi işte!"

Bu sözü doğuya doğru bakarak, kısık sesle, adeta dindarca bir şevkle söylemişti. Söz ettiği kişi anarşist düşünceleriyle tanınan üstat Bakunin'di.

"Gerçek darbeyi yalnızca o indirebilir," diye devam etti, "oysa senin şu bilim adamların evrimci kuramlarıyla sadece ödlekliklerini açığa vuruyorlar... Onun yönetimi altındaki Enternasyonal üç yıla varmadan eski dünyayı ezip geçecektir."

Étienne bu sözlere dikkatle kulak kabartıyordu. Makinistin sırlarını kendisine saklamak istercesine sadece üstü kapalı sözcüklerle dile getirdiği bu yıkıp yok etme inancı hakkında bilgi edinmek için yanıp tutuşmaktaydı.

"Peki söylesene, amacınız nedir?"

"Her şeyi yıkıp yok etmek. Ne ulus, ne hükümet, ne mülkiyet, ne Tanrı, ne de din diye bir şey kalacak."

"Anlıyorum. Peki ama, bu sizi nereye götürür?"

"İlkel ve dar kalıplardan kurtulmuş komünal topluma, yeni bir dünyaya, her şeyin sıfırdan kurulacağı yeni bir başlangıca."

"Peki bunu gerçekleştirmek için hangi yöntemleri kullanacaksınız? Nasıl başarmayı düşünüyorsunuz?"

"Ateşle, zehirle, hançerle. Eşkıya dedikleri gerçek kahramandır aslında, halkın intikamını alan, eyleme geçmiş devrimcidir, kitaplarda yazanlarla işi yoktur. Ses getirici bir dizi suikast düzenleyerek kodamanlara dehşet saçmak, halkı uykudan uyandırmak gerek."

Konuşurken Souvarine korkunç bir hal alıyordu. Coşkuyla iskemlesinden fırlıyor, cansız gözlerinden esrarlı bir ateş fışkırıyor, narin elleriyle masanın kenarını kıracakmış gibi sıkıyordu. İçini bir korku kaplayan Étienne ona bakıyor, makinistin üstü kapalı olarak anlattığı hikâyeleri düşünüyor, Çar'ın sarayının altına yerleştirilen patlayıcıları, yabandomuzları gibi bıçakla doğranıp öldürülen polis müdürlerini, makinistin hayatı boyunca sevdiği tek kadının yağmurlu bir sabah vakti Moskova'da asılışını, genç adamın kalabalığın arasından ona gözleriyle gönderdiği son öpücüğü görür gibi oluyordu.

"Hayır! Hayır!" diye mırıldandı, bu korkunç görüntüleri zihninden uzaklaştırmak için elini sertçe sallayan Étienne, "Biz henüz o noktaya gelmedik. Suikastlara, kundaklamalara asla izin verilemez! Korkunç şeyler bunlar, yanlış şeyler, bütün arkadaşlar ayaklanıp suçluyu elbirliğiyle boğarlar!"

Üstelik bütün bunları aklı almıyor, dünyanın bir çavdar tarlası gibi kökünden kazınmasıyla ilgili bu ürkütücü hayali tüm benliğiyle reddediyordu. Sonra ne olacak, halklar yeni baştan nasıl doğup gelişecekti? Bir cevap istiyordu.

"Programını anlatsana bana. Bizler nereye gittiğimizi bilmek isteriz."

Bunun üzerine, bakışları dalıp giden Souvarine sakin sakin yanıt verdi:

"Geleceğe dair geliştirilen bütün teoriler düzenin toptan yıkımını ve devrimin ilerleyişini engelledikleri için hüsranla sonuçlanır."

Cevap içini titretse de, Étienne kendini gülmekten alamadı. Aslında, korkunç sadeliğiyle kendisini cezbeden bu düşüncelerde iyi bir yan olduğunu kabul ediyordu. Ama arkadaşlarına bunlardan söz etmek, Rasseneur'ün ekmeğine yağ sürmek olurdu. Akılcı davranmak gerekiyordu.

Dul Désir Kadın onları yemeğe çağırdı. Daveti kabul edip, hafta içi günlerde balo salonundan taşınabilir bir bölmeyle ayrılan meyhane kısmına geçtiler. Omletlerini ve peynirlerini bitirdiklerinde makinist gitmeye kalktı; Étienne onu alıkoymak isteyince şöyle dedi:

"Neye yarar ki! Kalıp da sizin işe yaramaz saçmalıklarınızı mı dinleyeceğim!.. Aynı şeyleri yeterince duydum zaten. Size iyi akşamlar!"

Dudaklarında sigarası, sakin ve kararlı ifadesiyle çıkıp gitti.

Étienne'in endişesi giderek artıyordu. Saat bir olmuştu, belli ki Pluchart sözünde durmayacaktı. Saat bir buçuğa doğru, temsilciler yavaş yavaş gelmeye başladılar, Étienne onları kapıda karşılamaktaydı, çünkü işletmenin her zamanki gibi ispiyonlarını göndereceği kaygısıyla içeri girenleri görmek istiyordu. Her davetiyeyi inceliyor, gelenlerin yüzlerine dikkatle bakıyordu; aslında birçoğu davetiyesiz giriyordu, içeri alınmaları için Étienne'in onları tanıması yeterliydi. Saat ikiyi vurduğunda Rasseneur'ün geldiğini gördü, meyhaneci tezgâhın önünde insanlarla sohbet ederken sakin sakin piposunu tüttürdü. Bu alaycı sükûnet Étienne'i sinirlendirdi, üstelik oraya sadece eğlenmek için gelen Zacharie, Mouquet ve diğerlerinin varlığı canını sıkıyordu; hiçbirinin grevi umursadığı yoktu, aylaklığın tadını çıkarıyorlardı sadece; masalara oturup son iki meteliklerini biraya harcıyorlardı, alaycı alaycı gülüyor, konuşmalar yapılırken can sıkıntısından patlayacaklarını düşündükleri inançlı arkadaşlarıyla dalga geçiyorlardı.

Aradan bir on beş dakika daha geçti. Salondakiler sabırsızlanmaya başlamıştı. Bunun üzerine, umudunu yitiren Étienne kararlı bir el hareketi yaptı. Tam içeri girmeye hazırlanırken, kafasını dışarı uzatan dul Désir Kadın bağırdı:

"Beklediğiniz beyefendi geliyor!"

Gerçekten de bu Pluchart'dı. Soluk soluğa kalmış bir atın çektiği bir arabayla gelmişti. Hemen arabadan aşağı atladı; köşeli ve iri bir yüze sahip, ince yapılı, yakışıklı bir adamdı, üzerinde hali vakti yerinde bir işçinin pazar giysisini andıran siyah bir redingot vardı. Beş yıldan beri, eline eğe almamıştı, kürsüdeki başarısından dolayı kendiyle gurur duyuyor, üstüne başına dikkat edip, saçlarını özenle tarıyordu. Yine de, kolları ve bacakları gerginliğini koruyordu, iri ellerinde demirin aşındırdığı tırnakları artık uzamaz olmuştu. Çok faal bir adamdı, hevesle çalışıyor, fikirlerini yaymak için durmadan taşrayı dolaşıyordu.

"Sakın bana kızmayın!" dedi, gelecek olan soru ve sitemlerin önünü kesmek için. "Dün, sabah Preuilly'de bir konferansa, akşam da Valençay'da bir toplantıya katıldım. Bugün Marchiennes'de Sauvagnat ile öğle yemeği yedim... Sonunda bir araba bulabildim neyse ki. Sesimden de anlayacağınız gibi yorgunluktan bitmiş vaziyetteyim. Ama sorun değil, konuşmamı yapacağım."

Pür Neşe'ye girmek üzereyken geri döndü.

"Hay aksi! Üyelik kartlarını arabada unuttum! Neyse ki aklıma geldi, yoksa işimiz vardı!"

Arabacının ahıra çekmekte olduğu arabaya gitti tekrar, sandıktan çıkardığı ve koltuğunun altına sıkıştırdığı siyah ahşaptan küçük bir kutuyla geri geldi.

Keyfi yerine gelen Étienne Pluchart'ın peşinden ayrılmıyor, canı sıkkın görünen Rasseneur ise, ona elini uzatmaya cesaret edemiyordu. Ama Pluchart meyhanecinin elini sıkıp, mektupla ilgili kısa bir iki laf etti: Ne garip bir düşünceydi bu! Bu toplantı neden yapılmasındı ki? Yapılabildiği müddetçe toplantılar yapılmalıydı. Dul Désir Kadın ona bir şeyler ikram etmek istese de geri çevirdi. Gerek yoktu, içmeden konuşacaktı. Zaten acelesi vardı, akşam Legoujeux ile buluşmak üzere Joiselle'de olmayı düşünüyordu. Hep birlikte salona girdiler. Gecikmiş olan Maheu ve Levaque arkalarından geliyordu. Yabancı biri içeri girmesin diye kapıyı kilitlediler; Zacharie' nin Mouquet'ye, topluca çocuk yapacağız galiba diye bağırması üzerine dalgacılar kahkahayı bastılar.

Son danslı eğlencenin döşemelere sinen sıcak buğusunun yükseldiği havasız salonda, yüz kadar madenci sıralara oturmuş bekliyordu. Son gelenler boş yerlere otururlarken, salonda fısıldaşmalar başladı, başlar gelenlere doğru döndü. Herkes Lille'den gelen beyefendiye bakıyordu, siyah redingotu şaşkınlık ve huzursuzluk yaratmıştı.

Étienne'in önerisi üzerine hemen divan heyetinin oluşturulmasına geçildi. İsimleri okuyor, diğerleri ellerini kaldırarak kabul ettiklerini bildiriyorlardı. Pluchart başkanlığa, Maheu ve Étienne de yardımcı üyeliklere seçildiler. Divan heyeti üyeleri yerlerine otururken iskemleler çekilip itildi; madenciler bir an için, elinden hiç bırakmadığı kutuyu masanın altına koymak için eğilen başkanın nereye kaybolduğunu anlamaya çalıştılar. Yeniden ortaya çıktığında, sessizliği sağlamak için yumruğunu hafifçe masaya vurdu, ardından boğuk bir sesle sözlerine başladı:

"Yurttaşlarım..."

Küçük bir kapı açılınca konuşmasına ara vermek zorunda kaldı. Mutfak tarafından dolaşmış olan dul Désir Kadın, bir tepsi içinde altı bardak bira getiriyordu.

"Rahatsız olmayın," diye mırıldandı. "Konuştukça insanın boğazı kurur."

Maheu kadının elindeki tepsiyi aldı, böylece Pluchart konuşmasına devam edebildi. Montsoulu işçilerin gösterdiği konukseverlikten çok etkilendiğini söyledi, geciktiği için özür diledi, yorgunluğundan ve sesinin kısıklığından söz etti. Ardından sözü, konuşmak isteyen yurttaş Rasseneur'e verdi.

Rasseneur bira bardaklarının bulunduğu masanın yanında ayakta duruyordu. Ters çevrilmiş bir iskemleyi kürsü olarak kullanmaktaydı. Çok heyecanlı görünüyordu, boğazını temizlemek için öksürdükten sonra, tok bir sesle konuşmaya başladı:

"Arkadaşlar..."

Hitabet yeteneği, saatler boyunca hiç usanmadan aynı babacanlıkla konuşabilmesi işçiler üzerindeki etkisini artırıyordu. Konuşurken elini kolunu hiç kullanmıyor, oturaklı bir biçimde gülümsüyor, dinleyicileri lafa boğarak sersemletiyor, en sonunda hepsinin birden, "Evet evet, doğru söylüyorsun, haklısın!" diye bağırmalarını sağlıyordu. Ama o gün, daha ilk sözcüklerden itibaren karşısında sessiz bir muhalefet hissetmişti. Bu yüzden sözlerine temkinli bir şekilde devam ediyordu. Sadece grevin devamı konusuna değiniyor, Enternasyonal'e saldırmadan önce alkışlanmayı bekliyordu. İşletmenin dayatmalarına boyun eğmek onur kırıcı olurdu elbette, ama uzun süre direnmek zorunda kalırlarsa, nasıl bir sefalet, nasıl korkunç bir gelecek bekliyor olacaktı onları! Boyun eğmekten açık açık söz etmese de, işçilerin cesaretlerini kırıyor, açlıktan ölen işçi mahallelerine dikkat çekiyor, direnişten yana olanların hangi kaynaklara güvendiğini soruyordu. Birkaç arkadaşı onu onaylamaya kalktı; bu durum, konuşmasını neredeyse öfkeli bir hoşnutsuzlukla dinleyen çoğunluğun soğuk sessizliğini daha belirgin hale getirdi. Bunun üzerine, onları ikna etme konusunda umutsuzluğa düşen Rasseneur öfkelendi, dışarıdan gelen tahriklere kapılırlarsa başlarına gelecek felaketleri anlattı. Dinleyicilerin üçte ikisi öfkeyle ayağa kalkmıştı, onun daha fazla konuşmasını engellemek istiyorlardı, çünkü Rasseneur kendilerine hakaret ediyor, nasıl davranması gerektiğini bilmeyen çocuk yerine koyuyordu. Rasseneur ise birasından sürekli yudumlar alırken, bu kargaşanın ortasında konuşmaya devam ediyor; bas bas bağırarak, görevini yerine getirmesini engelleyecek olan babayiğidin daha anasının karnından doğmadığını söylüyordu.

Pluchart ayağa kalkmıştı, çıngırağı olmadığı için masayı yumrukluyor, boğuk sesiyle, "Yurttaşlarım... yurttaşlarım..." diye tekrarlayıp duruyordu.

Nihayet sükûneti biraz da olsa sağladı ve katılımcılara danışarak Rasseneur'ün konuşmasına son verdi. Müdürle yapılan görüşmeye katılan temsilciler, açlıktan gözü dönmüş, yeni fikirlerle coşmuş olan diğerlerini yönlendiriyorlardı. Oylamanın sonucu önceden belliydi zaten.

"Grev senin umurunda bile değil! Tuzun kuru çünkü" diye haykırdı Levaque, Rasseneur'e yumruğunu sallayarak.

Étienne, bu ikiyüzlü konuşma karşısında öfkeden kıpkırmızı kesilen Maheu'yü yatıştırmak için başkanın arkasından ona doğru eğilmişti.

"Yurttaşlarım," dedi Pluchart, "konuşmama izin verir misiniz?"

Salona derin bir sessizlik hâkim oldu. Pluchart konuşmaya başladı. Sesi zorlukla ve kısık çıkıyordu; ama buna alışıktı, yaşamı koşuşturma içinde geçiyor, programını sürdürürken boğaz iltihabını da beraberinde taşıyordu. Yavaş yavaş yükselen sesi dokunaklı bir tona bürünmekteydi. İki yana açılmış kolları omuz salınımlarına eşlik ediyordu, adeta vaaz verir gibi cümlelerin sonunda sesini alçaltıyor, o tekdüze mırıltısıyla dinleyicileri etkiliyordu.

Sözü, ilk kez konuştuğu yerel toplantılarda hep yaptığı gibi, Entrenasyonal'in gücüne ve faydalarına getirdi. Enternasyonal'in esas amacının emekçileri özgürleştirmek olduğunu anlattı; örgütün görkemli yapısından söz etti, en altta komün, onun üzerinde bölge, daha yukarıda ulus ve en tepede de insanlık yer alıyordu. Kollarını yavaşça hareket ettiriyor, katları birer birer çıkıyor, gelecekteki dünyanın devasa katedralini inşa ediyordu. Sonra sıra iç işleyişe geldi: Tüzüğü okudu, kongrelerden söz etti, emeğin giderek artan önemine, genişleyen çalışma programına dikkat çekti; başlangıçta sadece ücretlerde artışı hedefleyen program, ücretli kölelik düzeninin tasfiyesini sağlayacak köklü bir toplumsal değişim öngörmekteydi artık. Bundan böyle ulus diye bir şey yoktu, dünyanın bütün işçileri ortak bir adalet ihtiyacı içinde bir araya gelecek, kokuşmuş burjuvaziyi yeryüzünden silecek, nihayet çalışmayanın üretimden pay alamayacağı özgür bir toplum kurulacaktı. Adeta kükrüyordu şimdi, soluğu renkli kâğıttan yapılma çiçekleri titretiyor, sesi basık ve isli tavanda yankılanıyordu.

Salonda büyük bir dalgalanma oldu. Birkaç kişi bağırmaya başladı:

"İşte bu!.. Biz varız!"

Pluchart sözlerine devam ediyordu. Üç yıla kalmadan dünyayı fethedeceklerdi. Enternasyonal'e katılmış olan halkları sayıyordu. Dünyanın dört bir yanından üyelik başvuruları yapılıyordu. Hiçbir yeni dinin bunca müridi olmamıştı. İktidarı ele geçirdiklerinde patronlara yeni yasalar uygulanacak, sulta altında yaşama sırası onlara gelecekti.

"Evet! Evet!.. Artık ocaklara onlar inecek!"

Pluchart bir el hareketiyle sessizliği sağladı. Şimdi grev konusuna gelmişti. Prensip olarak, işçilerin sıkıntılarını artıran ve çok yavaş işleyen bir yöntem olduğu için greve pek sıcak bakmıyordu. Ama daha iyisi elden gelmediğinde, ister istemez bu yola başvurmak gerekiyordu, hiç değilse grevin sermaye düzenini sarsmak gibi bir işlevi vardı. Ve bu durumda Enternasyonal'in grevcilerin güvencesi olduğunu söylüyor, örnekler veriyordu: Paris'te demir çelik işçilerinin grevi sırasında, Enternasyonal'in yardım gönderdiğini öğrenen patronlar paniğe kapılarak tüm talepleri kabul etmişlerdi; Londra'da, maden sahibinin çağırdığı Belçikalı işçileri tüm masraflarını karşılayarak ülkelerine geri göndermiş, böylece maden ocağındaki işçilerin haklarını korumuştu. İşletme yönetimlerinin tir tir titremesi için Enternasyonal'e üye olmak yeterliydi; işçiler, kapitalist düzenin köleleri olarak kalmaktansa, birbirleri için ölmeyi tercih eden emekçiler ordusuna katılmış oluyorlardı.

Sözleri alkışlarla kesildi. Maheu'nün önerdiği birayı geri çevirirken mendiliyle alnında birikmiş teri siliyordu. Tekrar konuşmaya başladığı sırada sözü alkışlarla bir kez daha kesildi.

"Tamam!" dedi aceleyle Étienne'e. "Bu kadar yeter... Çabucak üyelik kartlarını dağıtalım!"

Masanın altına eğilip, siyah ahşaptan küçük kutuyu çıkardı.

"Yurttaşlarım," diye bağırdı gürültüyü bastırarak, "işte üyelik kartları. Temsilcileriniz bunları alıp size dağıtacaklar... Daha sonra her şeyi yoluna koyacağız."

Rasseneur öne doğru atılıp yine itiraz etti. Öte yandan, Étienne de bir konuşma yapmak istediği için yerinde duramıyordu. Ardından salona büyük bir karmaşa hâkim oldu. Levaque dövüşür gibi yumruklarını sallıyordu. Maheu ayağa kalkmış konuşuyor, söylediklerinden tek kelime anlaşılmıyordu. Bu kızılca kıyamet arasında, döşemeden geçmiş danslı eğlencelerden kalma tozlar yükseliyor, vagon sürücü kızların ve çırakların keskin kokusu salonun havasını ağırlaştırıyordu.

Aniden küçük kapı açıldı, kapı aralığını kaplayan koca göbeği ve iri göğüsleriyle dul Désir Kadın göründü, gürleyen bir sesle haykırıyordu:

"Lanet olsun, kesin artık gürültüyü!.. Jandarmalar geldi!"

Bölge komiseri biraz geç de olsa, tutanak tutmak ve toplantıyı dağıtmak üzere gelmişti. Yanında dört jandarma vardı. Dul kadın, beş dakikadır onları kapıda oyalıyor, kendi evinde dostlarıyla bir araya gelmenin en doğal hakkı olduğunu söylüyordu. Sonunda onu itip içeri girmişler, o da koşa koşa evlatlarına haber vermeye gelmişti.

"Şuradan kaçın," dedi. "Avluda suratsız bir jandarma nöbet bekliyor. Sorun değil, odunluğun kapısı sokağa açılıyor... Elinizi çabuk tutun!"

Komiser aradaki kapıyı yumrukluyordu; kimse açmayınca kapıyı kırma tehditleri savurmaya başladı. Toplantının yasadışı olduğunu, içeride çok sayıda davetiyesiz madenci bulunduğunu söylediğine göre bir muhbir ona haber uçurmuş olmalıydı.

Salonda kargaşa artıyordu. Böyle kaçıp gidemezlerdi, üyelik ve grevin devamı için oylama bile yapılmamıştı daha. Hepsi bir ağızdan konuşuyorlardı. Sonunda, başkan açık oylama yapmayı akıl etti. Kollar havaya kalktı; temsilciler çabucak, orada olmayan arkadaşları adına da Enternasyonal'e katılma kararlarını beyan ettiler. Böylece, Montsoulu on bin kömür işçisi Enternasyonal'e üye oldu.

Bu arada, kaçış başlamıştı. Onlar salonu boşaltırken, dul Désir Kadın jandarmaların dipçikleriyle sarsılan kapıya sırtını yaslamıştı. Madenciler sıraların üzerinden atlıyor, mutfak ve odunluk kapısından birbiri ardınca kaçıyorlardı. Rasseneur ilk çıkanlar arasındaydı, az önceki hakaretlerini unutmuş görünen Levaque ise hemen onun arkasındaydı, kendine gelmek için ona bir bardak bira ısmarlatma hayalleri kuruyordu. Küçük kutuyu sıkı sıkı tutan Étienne, en son çıkmayı onur sayan Pluchart ve Maheu'yle birlikte bekliyordu. Tam onlar da dışarı çıkmıştı ki kapı kırıldı, komiser dul kadınla burun buruna geldi, memeleri ve göbeğiyle hâlâ yolu tıkamaktaydı.

"Ortalığı kırıp dökmekle elinize ne geçecek!" diye bağırdı. "İçeride kimsenin olmadığını görmüyor musunuz?"

Sorunla uğraşmayı sevmeyen, ağırkanlı bir adam olan komiser onu yalnızca hapse tıkmakla tehdit etti. Bir anda ortadan kaybolan arkadaşlarının bu becerisine hayran kalan ve jandarmaları hiç umursamayan Zacharie ve Mouquet'nin alayları arasında dört adamını topladı ve zabıt tutmak üzere ordan ayrıldı.

Bir ara sokağa dalan Étienne, elindeki kutu yüzünden zorlanarak koşuyor, diğerleri de peşinden geliyordu. Genç adamın aklına aniden Pierron geldi, neden ortalarda olmadığını sordu; Maheu, koşmaya devam ederken, Pierron'un hastalandığını söyledi: Yaltaklanma hastalığına yakalanmıştı, başı belaya girer diye korkuyordu. Pluchart'ı alıkoymak istediler; ama o hızını kesmeden, Legoujeux'ye talimatlarını iletmek üzere hemen Joiselle'e gitmesi gerektiğini söyledi. Bunun üzerine ona iyi yolculuklar dilediler ve hızlarını düşürmeden Montsou sokaklarında tabana kuvvet koşmaya devam ettiler. Soluk soluğa kaldıkları için kesik kesik konuşuyorlardı. Artık zaferden emin olan Maheu ve Étienne büyük bir güvenle gülmekteydiler: Enternasyonal'den yardım gelince, onlara işbaşı yapmaları için yalvaran, işletme olacaktı. Ve bu umutla öne atılışta, kaldırımlarda çın çın öten bu kaba saba pabuçların tutturduğu koşuda, daha başka bir şey, karanlık ve vahşi bir şey, esintisi ülkenin dört bir yanındaki işçi mahallelerini tutuşturacak bir şiddet havası vardı.

Continue Reading

You'll Also Like

6.9K 233 10
Dava, (Der Prozeß), bir sabah uyandığında kendisini sebebini anlamadığı bir suç nedeniyle dava edilmiş bulan Josef K. adlı kahramanın absürt durumunu...
3.3K 191 18
Oyunları ve şiirlerinde insanlık durumlarını dile getiriş gücüyle yaklaşık 400 yıldır bütün dünya okur ve seyircilerini etkilemeyi sürdürmektedir. On...
590K 15K 28
Paylaşan: HmeyraHarman
76.6K 2.7K 18
Evrensel boyutlara ulaşmış ünüyle bugün dünya edebiyatının en büyük yazarlarından biri sayılan Goethe, henüz yirmi beş yaşındayken yazdığı Genç Werth...