Germinal

By WattpadClassicsTR

12.2K 403 51

1860'ların Fransa'sında, kuzeydeki maden işçileri, çetin çalışma koşullarında yaşam mücadelesi vermektedir. İ... More

Birinci Bölüm
II
III
V
VI
İkinci Bölüm
II
III
IV
V
Üçüncü Bölüm
II
III
IV
V
Dördüncü Bölüm
II
III
IV
V
VI
VII
Beşinci Bölüm
II
III
IV
V
VI
Altıncı Bölüm
II
III
IV
V
Yedinci Bölüm
II
III
IV
V
VI

IV

367 17 0
By WattpadClassicsTR

IV

Dört kazmacı yukarı doğru yükselen damar boyunca üst üste uzanmışlardı. Çıkardıkları kömür üzerinde biriktirdikleri ve duvara kancalarla tutturulmuş kalaslarla birbirlerinden ayrılmışlardı; her biri damarın yaklaşık dörder metrelik bölümünde çalışmaktaydı. Çok derece ince olan damarın kalınlığı bu noktada ancak elli santim olduğundan, tavanla duvar arasına sıkışmış halde, dizlerinin ve dirseklerinin üzerinde sürünüyor, dönmeye çalıştıklarında omuzlarını sağa sola çarpıyorlardı. Kömürü söküp çıkarmak için yan yatıp boyunlarını kırmaları, kollarını kaldırıp saplı kazmayı yanlamasına sallamaları gerekiyordu.

En altta Zacharie, onun üstünde Levaque ve Chaval, en üstte ise Maheu vardı. Her biri kazma darbeleriyle şist yatağını oyuyor, sonra kömür tabakasında iki dikey yarık açıyor ve iki başlı kazmanın sivri tarafını yarığın üst kısmına daldırarak kömür kütlesini yerinden söküyordu. Yağlı olduğundan kütle halindeki kömür dağılıyor, parçalar halinde karınlarına ve baldırlarına dökülüyordu. Bu parçalar altlarındaki kalaslarda biriktiğinde kazmacılar da o daracık yarıkta gözden kayboluyorlardı.

En fazla zorlanan Maheu'ydü. Yukarıda ısı otuz beş dereceye kadar yükseliyor, hava akımı olmadığından sıcaklık bir süre sonra boğucu bir hal alıyordu. Net görebilmek için lambasını başının hemen yanındaki bir çiviye asması gerekmişti; lambanın verdiği sıcaklıkla beyni kavruluyor, kanı damarlarında fokurduyordu. Ama sıkıntısı özellikle rutubet yüzünden çekilmez bir hal alıyordu. Yüzünün birkaç santim üzerindeki kayadan sızan iri damlalar, kısa ve sabit aralıklarla hep aynı noktaya düşüyorlardı. Boynunu kırması, başını geriye çekmesi boşunaydı: Su durmadan şapırtıyla suratına damlıyordu. On beş dakika içinde sırılsıklam olmuş, aynı zamanda da ter içinde kalmıştı, ıslak çamaşır gibi sıcak bir buğu yayıyordu. O sabah inatla gözüne düşen su damlaları onu çileden çıkarmıştı. Kazmaya ara vermek istemiyor, iki kaya arasında, şiddetle sarsılmasına yol açan hamlelerle kazmasını sallamayı sürdürüyordu; bir kitabın iki yaprağı arasına sıkışıp kalmış ve yamyassı olma tehlikesi altındaki bir yaprakbitini andırıyordu.

Kimse tek laf etmiyordu. Hepsi kazma sallıyor, uzaktan gelir gibi boğuk ve düzensiz kazma seslerinden başka bir şey duyulmuyordu. Durgun havada hiç yankı yapmayan bu sesler hafif bir çınlama gibi işitilmekteydi. Uçuşan kömür tozlarıyla yoğunlaşmış, gözlerini yakan gazlarla ağırlaşmış, meçhul bir karanlıkla sarmalanmışlardı sanki. Metal muhafazalarının altındaki lamba fitilleri kırmızımtırak birer nokta gibi görünüyordu yalnızca. Göz gözü görmüyor, ocak, on kış mevsimi boyunca biriken kurum yüzünden simsiyah kesilen yassı, eğik ve geniş bir baca misali yükseliyordu. Hayaletimsi şekiller oynaşıp duruyor, ölgün ışıklar altında bir kalça yuvarlaklığı, boğumlu bir kol, cinayet işleyecekmiş gibi karalara bürünmüş öfkeli bir surat görünür gibi oluyordu. Bazen, aniden kopan kömür kütleleri, yüzeyler ve sivri köşeler bir kristal parıltısıyla aydınlanıyordu. Ardından her şey yeniden karanlığa gömülüyor, kazmalar boğuk gürültülerle inip kalkıyor, ağır havanın ve sızan suların altında göğüslerden çıkan soluma seslerinden, rahatsızlık ve yorgunluk homurtularından başka bir şey duyulmaz oluyordu.

Bir gün önceki düğünde yorulup kollarında derman kalmayan Zacharie, payanda vurmak gerektiğini bahane ederek işi çabucak bıraktı, karanlıkta dalgın gözlerle hafif bir ıslık tutturdu. Kazmacıların arkasında, damarın yaklaşık üç metrelik bölümü payandalanmamıştı; tehlikeye aldırmayan ve vakit kaybetmek istemeyen kazmacılar kayalara payanda vurmayı ihmal etmişlerdi.

"Hey! Asilzade!" diye haykırdı delikanlı Étienne'e, "oradan birkaç kütük versene."

Catherine'den küreğini nasıl kullanacağını öğrenmeye çalışan Étienne yukarı kütük taşımak zorunda kaldı. Bir gün öncesinden kalma bir miktar kütük vardı. Genellikle her sabah kayanın ölçüsüne uygun olarak kesilmiş kütükler aşağı indirilirdi.

"Miskin, biraz acele et!" dedi Zacharie, yeni vagon sürücünün kömür yığını arasından kollarında güçlükle taşıdığı dört meşe kütüğüyle beceriksizce yukarı çıkmaya çalıştığını görünce.

Kazmasıyla önce tavanda, ardından duvarda birer yarık açan Zacharie, bu boşluklara kütüğün iki ucunu yerleştiriyor, böylece kayayı payandalıyordu. Öğleden sonra, toprak tesviyecileri galeride kazmacılardan artakalan toprak kalıntılarını kaldırıyor, kazılan damardaki çukurları toprakla dolduruyor, vagonların gidip gelmesi için üst ve alt galerilerdeki hatları temizliyorlardı.

Maheu yakınmayı bıraktı. Sonunda kömür kütlesini yerinden çıkarmayı başarmıştı. Su içinde kalmış olan yüzünü koluyla silerken, Zacharie'nin arkasında neler yaptığını merak etti.

"Bırak şimdi o işi. Yemekten sonra hallederiz... Payımıza düşen vagonları doldurmak istiyorsak kömür çıkarsak daha iyi ederiz."

"Ama tavan esneyip duruyor," diye yanıtladı Zacharie. "Bak, şurada bir çatlak var. Çökmesinden korkuyorum."

Ama babası omuz silkti. Ha şu mesele! Tavanın göçmesi! İlk defa başlarına gelecek bir iş değildi ki, bir şekilde üstesinden gelirlerdi. Sinirlenip, oğlunu damarın baş tarafına yolladı.

Aslında hepsi işi tavsatmıştı. Sırtüstü uzanmış olan Levaque, düşen bir kumtaşı parçasının kanattığı sol başparmağına bakarak sövüp sayıyordu. Chaval biraz serinlemek için öfkeyle gömleğini çıkarmış, gövdesinin üst kısmı çıplak kalmıştı. Şimdiden simsiyah olmuş yüzlerindeki ince kömür tozu terleriyle karışıp alınlarından aşağı doğru sel gibi akıyordu. İşe ilk koyulan Maheu oldu, bu kez daha aşağıyı kazıyor, başı neredeyse kayaya değiyordu. Su damlası alnına öyle bir inatla damlıyordu ki, kafatasında bir delik açacakmış hissine kapılıyordu.

"Bunları ciddiye almamak lazım," diyordu Catherine, Étienne'e. "Hep böyle bağırıp çağırırlar."

Kibarca ders vermeye devam etti.

Ocakta yüklenen her vagon, kayıt görevlisi hangi şantiyeden çıktığını anlasın diye özel bir markayla işaretlenip, öylece yukarı yollanıyordu. Bu yüzden vagonları tam anlamıyla doldurmak ve sadece temiz kömürle doldurmak gerekiyordu; yoksa kayıt görevlisi o vagonları geri çevirirdi.

Gözleri karanlığa alışan genç adam genç kızın henüz kömürden kararmamış, kansız ve soluk yüzüne bakıyordu; yaşını kestiremiyor, ama çelimsizliğini göz önüne alarak ancak on ikisinde gösterdiğini düşünüyordu. Yine de onu biraz rahatsız eden safça yırtıklığı, erkeksi serbestliği nedeniyle daha büyük olduğunu hissediyordu: Kızı beğenmemişti, kafasını sıkı sıkı saran başlığı ve bir soytarıyı andıran soluk yüzüyle onu çok çocuksu buluyordu. Ama onu asıl şaşırtan, bu çocuğun büyük bir beceriklilikle birleştirdiği gücüydü. Düzenli ve hızlı kürek darbeleriyle vagonunu genç adamdan daha çabuk dolduruyor; sonra, alçak kayaların altından geçerken hiç zorlanmadan, ağır ama tek seferde rampaya kadar sürüyordu. Étienne ise bu işi yaparken perişan oluyordu, vagonu ikide birde raydan çıkıyor, genç adam çaresizlik içinde öylece kalakalıyordu.

Aslında bu yolu kat etmek hiç de kolay değildi. ocaktan rampanın başına kadar altmış metreyi buluyordu. Tesviyecilerin henüz genişletmedikleri bu hat, tam bir sıçan yoluydu, tavanı kâh alçalıp kâh yükseliyor, zeminde sürekli tümseklere rast geliniyordu. Bazı noktalarda, yük dolu vagon ancak kıl payı geçebiliyor, sürücü kafasını çarpmamak için iki büklüm olmak, dizlerinin üzerine çökmek zorunda kalıyordu. Zaten payandalar çoktan bel verip kırılmaya başlamışlardı. Tıpkı incecik koltuk değnekleri gibi, ortalarında uzun yarıklar görülüyordu. İnsanın bu çatlaklara takılıp bir yerini yırtmaması için dikkatli olması gerekiyordu; baldır kalınlığındaki meşe kütüklerini çatlatan bu sinsi çöküntünün altından yüzükoyun geçen vagon sürücüleri tavanın her an büyük bir çatırtıyla üstlerine çökmesinden korkuyorlardı.

"Yine mi?" dedi Catherine gülerek.

Étienne'in vagonu en zor geçitte raydan çıkmıştı. Islak zeminde durmadan sorun çıkaran rayların üzerinde vagonunu düzgünce süremiyordu; sövüp sayıyor, öfkeleniyor, büyük gayretlere rağmen, hiddetle boğuştuğu tekerlekleri bir türlü raylara oturtamıyordu.

"Biraz sabırlı ol," diye ekledi genç kız. "Öfkelenirsen bu işin altından kalkamazsın."

Catherine ustalıkla geri geri kayarak vagonun altına girmiş, sırtıyla yukarı kaldırıp yerli yerine oturtmuştu. Vagonun ağırlığı yedi yüz kiloydu. Şaşırıp utanan Étienne kekeleyerek özür diliyordu.

Catherine'in ona, sağlam destek noktaları bulabilmesi için bacaklarını nasıl açacağını, ayaklarını galerinin iki yanındaki kütüklere nasıl dayayacağını göstermesi gerekti. Omuzlardan ve kalçadan destek alarak tüm kaslarla vagonu itebilmek için vücudu öne doğru eğerek kolları germek gerekiyordu. Bir seferinde kızın arkasından gitti, onun iyice öne eğilip kalçasını çıkararak ilerleyişine baktı, Catherine'in elleri o kadar aşağıdaydı ki sirklerdeki o cüce hayvanlar gibi adeta dört ayak üzerinde yürüyordu. Terliyor, soluk soluğa kalıyor, eklemleri çatırdıyor, ama alışkanlığın verdiği kayıtsızlıkla, böyle iki büklüm yaşamak herkesin ortak sefaletiymiş gibi hiç yakınmıyordu. Pabuçları yüzünden rahat hareket edemeyen, bu şekilde başı aşağıda yürürken takati kesilen Étienne bir türlü onun gibi yapmayı başaramıyordu. Birkaç dakika içinde bu duruş biçimi bir işkenceye dönüşüyor, yaşadığı tedirginlik öylesine katlanılmaz bir hale geliyordu ki, bir an dizlerinin üzerine çöküyor, soluklanıp tekrar doğruluyordu.

Sonra rampanın başında yeni bir eziyet başlıyordu. Catherine ona vagonunu hızla nasıl aşağı göndereceğini gösterdi. Katlardaki tüm damarlarla bağlantısı olan bu rampanın aşağısında vagonları karşılayan, yukarısında ise frene basan iki madenci çırağı vardı. Yaşları on iki ila on beş arasında değişen bu haytalar birbirlerine ağza alınmayacak sözcüklerle sesleniyorlardı, haberleşirken onların sesini bastırmak için daha şiddetli haykırmak gerekiyordu. Vagonlardan biri boşaltılıp yukarı yollanacağı zaman karşılayıcı işaret veriyor, vagon sürücü vagonunu yerleştirdiğinde frenci freni gevşetiyor ve dolu vagonun ağırlığı boş vagonun yukarı çıkmasını sağlıyordu. Aşağıda, en dipteki galeride, atların kuyuya çektiği katarlar oluşuyordu.

"Hey! Lanet olası hergeleler!" diye bağırdı Catherine, baştan sona payandalarla pekiştirilmiş aşağı yukarı yüz metre uzunluğundaki bu rampada sesi devasa bir megafondan çıkar gibi yankılanıyordu.

Cevap vermediklerine göre çıraklar dinleniyor olmalıydılar. Katların hiçbirinde vagonlar gidip gelmiyordu. Sonunda ince bir genç kız sesi duyuldu:

"Biri mutlaka Mouquette'in üstündedir."

Herkes kahkahadan kırılıyor, tüm vagon sürücü kızlar kasıklarını tuta tuta gülüyorlardı.

"Bu da kim?" diye sordu Étienne, Catherine'e.

Catherine, bu sesin, bebek gibi incecik kollarına rağmen vagonları güçlü bir kadın gibi itebilen bilmiş Lydie' ye ait olduğunu söyledi. Mouquette'e gelince, iki oğlanla birden iş pişiriyor olabilirdi.

Ama karşılayıcı çocuk aşağıdan vagonu göndermeleri için bağırdı. Kuşkusuz yanından bir çavuş geçiyordu. Dokuz katın tamamında vagonlar yeniden gidip gelmeye başladığında, çırakların birbirlerine sürekli olarak seslenişlerinden, aşırı yüklü kısraklar gibi buğular salarak rampanın başına gelen sürücü kızların solumalarından başka bir şey duyulmuyordu. Bir madenci, emekler vaziyetteyken dikilmiş kalçaları pantolonlarını patlatacakmış gibi duran bu kızlardan birine rastladığında erkeksi içgüdüleri uyanıyor, ocağı hayvani bir şehvet havası sarıyordu.

Ve Étienne her gidip dönüşünde ocağın dibindeki boğucu havayı hissediyor, düzenli aralıklarla inip kalkan kazmaların çıkardığı boğuk ve kesik kesik sesleri, inatla işe sarılan kazmacıların derin ve acılı soluklarını duyuyordu. Dördü de soyunmuş, kömür tozuna bulanmış, başlıklarına kadar kapkara kesilmişlerdi. Bir ara, hırıltılarla soluyan Maheu'yü çekip çıkarmaları, etrafını boşaltmak için de kalasları söküp, biriken kömürü yola boşaltmaları gerekti. Zacharie ve Levaque sertleşmeye başladığını söyledikleri damara lanet okuyorlardı, bu gidişle yüklemeleri gereken günlük kömürü yükleyemeyeceklerdi. Chaval dönüp bir süre sırtüstü yattı, varlığı sinirine dokunan Étienne'e sövmeye başladı:

"Tembel seni! Bir kız kadar gücün yok!.. Vagonunu doldurmayı istemiyorsun anlaşılan ha? Kolların yorulacak diye mi korkuyorsun?.. Tamam, o zaman! Geri çevrilecek her vagon için on meteliğini keseyim de gör!"

Berbat da olsa bu işi bulduğuna çok memnun olan genç adam, işçiyle usta arasındaki katı hiyerarşiyi kabullenerek karşılık vermekten kaçındı. Ama adım atacak hali kalmamıştı, ayakları kan içindeydi, kol ve bacaklarına şiddetli kramplar giriyordu, tüm bedeni cendereye alınmış gibiydi. Bereket versin saat on olmuş, şantiyede yemek vakti gelmişti.

Maheu saatine bakmaya gerek bile duymadı. Bu yıldızsız gecenin ortasında saatle ilgili tahminleri beş dakika olsun şaşmazdı. Hepsi gömleklerini ve ceketlerini giydiler. Sonra aşağı indiler, dirseklerini vücutlarının iki yanına yapıştırıp, topuklarının üzerine çömelerek oturdular; madenciler bu çömelme biçimine öylesine alışıktılar ki madenin dışında bile oturmak için bir kaldırım taşına ya da kalasa ihtiyaç duymazlardı. Sandviçlerini çıkarıp sabah mesaisiyle ilgili pek fazla konuşmadan, ağır ağır yemeye başladılar. Ayakta duran Catherine, biraz ötede, sırtını bir kalasa dayayarak rayların üzerine enlemesine uzanmış olan Étienne'in yanına gitti. Orada zemin biraz daha kuruydu.

"Sen yemiyor musun?" diye sordu ağzı doluyken, sandvici elindeydi.

Sonra, bu delikanlının geceleyin belki de beş kuruşsuz ve aç biilaç yollarda dolandığı aklına geldi.

"Yemeğimi paylaşmak ister misin?"

Étienne midesi kazınırken titreyen sesiyle aç olmadığını söyleyerek teklifini geri çevirdiğinde, genç kız neşeyle devam etti:

"Ha! demek iğreniyorsun!.. Ama dur, sana ısırmadığım taraftan vereceğim."

Sandvicini ikiye bölmüştü bile. Kendi payını alan genç adam hepsini bir lokmada yutmamak için kendini zor tutuyor, genç kız titremesini fark etmesin diye kollarını bacaklarına dayıyordu. Catherine dostane bir tavırla yüzükoyun onun yanına uzandı; bir elini çenesine yaslamış, diğer elini ağzına götürüp ağır ağır sandvicini yiyordu. Ortalarında duran lambaları iki genci aydınlatmaktaydı.

Catherine bir süre sessizce delikanlıyı seyretti. İnce yüzü ve siyah bıyıklarıyla onu yakışıklı bulmuş olmalıydı. Belli belirsiz keyifle gülümsüyordu.

"Demek makinistsin ve demiryollarındaki işine son verdiler... Neden peki?"

"Şefimi tokatladım da ondan."

Catherine şaşırıp kalmıştı; miras aldığı kayıtsız şartsız itaat etme, sessizce boyun eğme anlayışı altüst olmuştu.

"O sırada içkili olduğumu da söylemem gerek," diye devam etti Étienne, "ve içtiğim zaman çılgına dönerim, kendime ve çevremdekilere dünyayı dar ederim... Evet, iki kadeh içkinin yanına mutlaka birini meze etme ihtiyacını hissederim... Sonra da iki gün kendime gelemem."

"İçmemelisin," dedi Catherine ciddi bir ifadeyle.

"Yok, telaşlanma, ben kendimi bilirim."

Başını sallıyordu, alkol batağına saplanmış bir ayyaşlar sülalesinin son ferdi olarak tüm bedeninde acısını hissettiği, bir damlasının bile kendisinde zehir etkisi yarattığı içkiden nefret ediyordu aslında.

"Annem olmasa işten atıldığıma aldırmazdım," dedi ağzındaki lokmayı yuttuktan sonra. "Annem bahtsız bir kadındır, ona ara sıra yüz metelik gönderirdim."

"Annen nerede yaşıyor?"

"Paris'te... Goutte-d'Or Sokağı'nda çamaşırcılık yapar."

Bir an sessizlik oldu. Bu konular aklına geldiğinde, Étienne'in siyah gözleri tereddüt içinde donuklaşır, genç sağlıklı bedeninin derinliklerinde saklanan bilinmeyen bir yaranın endişesi gözlerine yansırdı. Bir an gözleri madenin karanlığında dalıp gitti; bu derinlikte, toprağın boğucu ağırlığının altında çocukluğu canlanıyordu gözünde; babası çok genç ve güzel bir kadınken annesini terk etmiş, kadıncağız başka bir adamla evlendikten sonra geri dönmüştü, kendisini yiyip bitiren iki adamın arasında kalan annesi onlarla birlikte çirkefe batmış, içkinin su gibi aktığı rezil bir yaşama sürüklenmişti. Étienne o sokağı ve her ayrıntıyı hatırlıyordu: dükkânın ortasına yığılan kirli çamaşırlar, evi leş gibi kokutan içki âlemleri, çeneleri dağıtan şamarlar...

"Artık," diye devam etti yavaşça, "otuz meteliklik yevmiye ile ona para gönderemem... Açlıktan ölüp gidecek."

Umutsuzca omuz silkip yeniden ekmeğini ısırdı.

"İçer misin?" diye sordu matarasının kapağını açan Catherine. "Ah! Kahve bu, bir şey yapmaz... Ekmek kuru kuru gitmiyor."

Ama Étienne kabul etmedi, zaten ekmeğinin yarısını almıştı. Yine de genç kız tüm iyi niyetiyle ısrar etti ve sonunda şöyle dedi:

"Tamam, sen bu kadar kibar olduğuna göre önce ben içeyim... Ondan sonra da reddedersen, hiç hoş kaçmayacak."

Matarasını uzattı. Dizlerinin üzerinde doğrulmuştu, Étienne iki lambanın ışığıyla aydınlanan genç kızı iyice yakından görüyordu. Onu neden çirkin bulmuştu ki? Şimdi, kömür tozuyla hafifçe kararmış bu yüzde garip bir çekicilik olduğunu fark ediyordu. Gölgelerin sarmaladığı bu yüzde, geniş ağzının içindeki dişleri inci gibi parlıyor, büyüyen gözleri, dişi bir kedininkileri andırırcasına yeşilimtırak bir yansımayla ışıldıyordu. Başlığının altından fırlayan bir tutam kızıl saç kulağını gıdıplayıp genç kızı güldürüyordu. Artık o kadar da küçük görünmüyordu, hiç değilse on dört yaşında olmalıydı.

"Hatırın için," dedi Étienne bir yudum içip matarasını kıza geri verirken.

İkinci yudumu içen Catherine kahvesini paylaşmak istediğini söyleyerek bir yudum daha alması için Étienne'e ısrar etti. Bir ağızdan diğerine giden bu matara onları eğlendiriyordu. Bir an için, Étienne onu kollarının arasına alıp dudaklarından öpme arzusu duydu. Kızın yüzünü kaplayan kömür tozu arasında daha da belirginleşen soluk pembe dolgun dudakları bu arzusunu daha da kabartıyordu. Ama Lille'de yalnızca hafifmeşrep kızlarla birlikte olduğundan hâlâ ailesiyle yaşayan bir işçi kızına nasıl davranacağını bilemiyor, böyle bir girişimde bulunmaya cesaret edemiyordu.

"Sanırım, on dört yaşında olmalısın?" diye sordu ekmeğini ısırırken.

Şaşıran genç kız biraz öfkelendi.

"On dört mü? Ben on beş yaşındayım!.. Haklısın, o kadar büyük göstermiyorum. Ama burada kızlar geç serpilirler."

Étienne sorular sormaya devam etti; genç kız küstahlaşmadan ve utangaçlık göstermeden yanıtlar veriyordu. Genç adam onu yaşadığı ortamın kirli havası ve yıpratıcı koşulları yüzünden cinselliği yeterince olgunlaşamamış bakire bir çocuk zannetse de, Catherine'in erkekler ve kadınlar konusunda bilmediği şey yoktu. Étienne onu öpmenin yolunu açmak için sözü Mouquette'e getirdiğinde, sakin, neşeli bir ses tonuyla ürkütücü öyküler anlattı. O kızın birlikte olmadığı erkek kalmamıştı! Ve Étienne, onun da bir sevgilisi olup olmadığını öğrenmek istediğinde, şakayla karışık şimdilik annesini kızdırmak istemediğini ama günün birinde bir aşk yaşayacağını söyledi. Omuzları kasılmıştı, terden sırılsıklam olmuş giysilerinin içinde soğuktan titriyor, munis ve boyun eğmiş yüz ifadesiyle olaylara ve erkeklere katlanmaya hazır olduğunu belli ediyordu.

"Kız erkek bir arada yaşandığında, sevgili bulmak zor olmuyor, öyle değil mi?"

"Elbette."

"Hem bunun kimseye zararı yok ki... Rahibe anlatmazsın olur biter."

"Rahip umurumda değil! Ama Kara Adam'ı unutmamak gerek."

"Kara Adam da kimin nesi?"

"Madene inip yoldan çıkmış kızların boynunu kıran yaşlı madenci."

Étienne dalga geçip geçmediğini anlamak için ona bakıyordu.

"Bu saçmalıklara inanıyorsan, dünyadan haberin yok demektir."

"Tam tersine, okumayı yazmayı biliyorum... Bu da evde çok işime yarıyor, çünkü annemle babamın zamanında kimse okumayı bilmezmiş."

Hiç şüphesiz çok zarif bir kızdı. Ekmeğini bitirdiğinde Étienne onu kollarının arasına alıp dolgun pembe dudaklarından öpecekti. Ürkekçe alınmış bu karar, bu taciz düşüncesiyle boğazı düğümleniyordu. Kızın üzerindeki giysiler, şu erkek ceketi ve pantolonu onu hem kışkırtıyor hem huzursuz ediyordu. Son lokmasını da yutmuştu. Mataradan bir yudum daha alarak kalanı bitirmesi için kıza uzattı. Artık harekete geçme zamanı gelmişti, dipteki madencilere endişeyle bir göz attığı sırada galerinin ağzında bir gölge belirdi.

Ayakta dikilen Chaval, bir süredir uzaktan onları izliyordu. Maheu'nün kendisini göremeyeceğinden emin olduktan sonra onlara doğru ilerledi. Yerde oturmakta olan Catherine'i omuzlarından kavrayarak başını geriye attı ve Étienne'e aldırmazmış gibi rahatça, kızın dudaklarına kaba bir öpücük kondurdu. Bu öpücükte, bir sahiplenme ve kıskançça bir kararlılık vardı.

Ama genç kızın tepesi atmıştı:

"Rahat bırak beni, anlıyor musun!"

Chaval onun başını tutmuş, gözlerinin içine bakıyordu. Ortasında kartal gagası gibi kocaman bir burnun bulunduğu kararmış suratında kızıl sakalı ve bıyıkları kor gibi yanmaktaydı. Sonunda kızı bırakıp tek laf etmeden çekip gitti.

Étienne'in ürperen bedeni buz kesmişti. Beklemekle aptallık ettiğini düşünüyordu. Artık onu öpemezdi, çünkü bu durumda kızın gözünde ötekinden farkı kalmayabilirdi. Yaralanmış gururuyla tam bir hayal kırıklığı yaşıyordu.

"Neden yalan söyledin?" dedi alçak sesle. "O senin sevgilin."

"Ama hayır, seni temin ederim ki o sevgilim değil!" diye haykırdı kız. "Aramızda hiçbir şey yok. Bazen, canı eğlenmek ister... Hem buralı da değil, altı ay önce Pas-de-Calais'den geldi."

İkisi de işe koyulmak üzere ayağa kalkmışlardı. Genç adamın soğuk tavırları karşısında Catherine'in neşesi kaçar gibi oldu. Kuşkusuz onu diğerinden daha yakışıklı buluyordu ve belki de seçim yapmaya kalksa onu tercih edecekti. Ona hoş görünmek, onu teselli etmek için can atıyordu; şaşkınlık içindeki Étienne'in, lambasının solgun bir ışık saçan mavi alevini incelediğini görünce konuyu değiştirmeyi denedi.

"Gel bak, sana bir şey göstereceğim," diye mırıldandı dostane bir tavırla.

Onu galerinin sonuna götürüp, kömür katmanının ortasındaki bir yarığı gösterdi. Yarıktan kuş ötüşüne benzer hafif bir ses, belli belirsiz bir tıslama geliyordu.

"Elini koysana, esintiyi hissedeceksin... Bu, grizu."

Étienne afalladı. Madeni havaya uçuran o korkunç şey bu muydu? Catherine gülüyor, lamba alevlerinin masmavi yandığına bakılırsa o gün ocakta fazla miktarda grizu olduğunu söylüyordu.

"Gevezeliğiniz bitmedi mi, miskinler?" diye haykırdı Maheu haşin bir sesle.

Catherine ve Étienne aceleyle vagonlarını doldurup, galerinin yamru yumru tavanı altında sürünerek, iki büklüm bir halde rampaya doğru itmeye başladılar. İkinci seferle birlikte terden sırılsıklam olmuşlar, kemikleri tekrar çatırdamaya başlamıştı.

Ocakta kazmacılar yeniden işe koyulmuştu. Terlerinin soğumaması için yemeği çabucak yiyorlardı genellikle. Gün ışığının uzağında sessiz bir oburlukla yedikleri sandviçleri midelerine taş gibi oturuyordu. Yan yatmış halde, giderek daha güçlü darbelerle kazmalarını indirirken fazla sayıda vagon doldurmaktan başka bir şey düşünmüyorlardı. Güçlükle elde edilen bir kazancın hırsı bürümüştü gözlerini. Kayalardan sel gibi akarak uzuvlarını sızım sızım sızlatan suyu, kaslarına aşırı yüklenmekten kaynaklanan krampları, mahzene konmuş bitkiler gibi sararıp soldukları karanlıkların boğucu havasını hissetmez olmuşlardı. Ama saatler geçtikçe ocağın havası daha da zehirleniyor, lambaların isi, solukların hastalıklı kokusu, boğucu grizu gazıyla iyiden iyiye ısınıyordu; örümcek ağları gibi gözlere ket vuran bu zehir, gece boyunca havalandırılarak temizlenebiliyordu ancak. İşçilerse, köstebek yuvalarının dibinde, ağır toprağın altında, zorlanan ciğerleriyle güç bela soluk alırken kazmaya devam ediyorlardı.

Continue Reading

You'll Also Like

44.3K 3.1K 55
Jane Austen, 1815'te, 39 yaşındayken tamamladığı Emma'nın en sevdiği romanı olduğu söyler. Aşk ve Gurur ve Mansfield Parkı gibi romanların yazarının...
9.1K 396 21
Babalar ve Oğullar, klasik Rus edebiyatının unutulmaz yazarı İvan Sergeyeviç Turgenyev'in en önemli eseridir. Kitabın basımından sonra, "Avrupalı bir...
224K 11.5K 61
Gurur ve Önyargı, taşralı bir beyefendinin kızı olan Elizabeth Bennett ile varlıklı ve soylu toprak sahibi Fitzwilliam Darcy arasındaki çatışmayı anl...
34.3K 1.3K 7
Lev Nikolayeviç Tolstoy (1828-1910): Anna Karenina, Savaş ve Barış, Kreutzer Sonat ve Diriliş'in büyük yazarı, yaşamının son otuz yılında kendini ins...