İNTİKAMIN PENÇESİNDE (+18)

By ElisyaRoyal

25.3M 902K 565K

♌ İNTİKAMDAN DOĞAN TUTKULU BİR AŞK ♌ Küçük yaşta anne ve babasının ölümüne şahit olan acımasız genç bir adam... More

▶ | Giriş
İP_1 | "KAR KÜRESİ"
İP_ 2 | "SİYAH TEHLİKE"
İP_3 | "DÖVMENİN ZIRHI"
İP_ 4 |️ "ŞEYTANIN SİLÜETİ"
İP_5 | "AĞA TAKILAN ISLAK KELEBEK"
İP_6 | "SOĞUK KELEPÇE"
İP_7 | "KAR KOKUSU"
İP_8 | "ÖZGÜRLÜK"
İP_9 | "EŞİKTEKİ CESETLER"
İP_10 | RUHTA UYANAN CANAVAR
İP_11 | "YENİ KARARLAR"
İP_12 | "KUZEN"
İP_13 | "KIRILAN İNANÇ"
İP_14 | "KARANLIĞIN NABZI"
İP_15 | İHANETİN PASLI BIÇAĞI
İP_16 | YERALTI KAFESLERİ
İP_ 17 ️| "YERE DÜŞEN KAN"
İP_18 | HESAPLAŞMA
İP_ 19 | KAYIPLAR
İP_20 | "ESKİ EV"
İP_21 | BIÇAK SIRTI
İP_22 | "SİNEMA"
İP_23 | KUĞULU PARK
İP_24 | "RUH SIZISI"
İP_ 25 | SİYAH ️BUZ
26_İP | "SINIR"
İP_19 | "ŞEYTANLA DANS"
13 ▶ | "İS"
14 ▶ | "ÖNSEZİ"
İP ▶ 15 | "KAÇIŞ"
16 ▶ | "ÖZEL"
17 ▶ | "UNUTMAK"
18 ▶ | "BAĞIMLI"
19 ▶ | "BEKÂRET"
20 ▶ | "PLAN"
21 ▶ | "SARHOŞ"
22 ▶ | "YANGIN"
23 ▶ | "KIŞ"
24 ▶ | "BAĞ"
25 ▶ | "KOVMAK"
27 ▶️| "BABA"
28 ▶️| "İZ"
29 ▶️| "MEKTUP"
30 ▶️| "ZEHİR"
31 ▶️| "SİYAH İNCİ"
32 ▶️ | "SERSERİ RÜZGÂR"
33 ▶| "ÂZAD"
34 ▶ | "ÖLÜ AŞK"
35 ▶️ | "DİLEMMA"
36 ▶️| "SESSİZLİK"
İP ▶️ 37 | "KORKU"
İP ▶️ 38 | "İSLİ KALP"
İP ▶️ 39| "GÜMÜŞ GÖZYAŞLARI"
İP ▶ 40 | "UYUMSUZ" ️
İP ▶ 42 | "KÖR KUYU"
İP ▶43 ️| "GERÇEĞİN PORTRESİ"
İP ▶ 44 | "ATEŞ KADEHİ"
İP ▶️ 45 | "️GECE TUTULMASI"
İP ▶️ 46 | "️MÜHLET"
İP ▶️ 47 | "️ÇAKALIN ISLIĞI"
İP ▶️ 48 | "️ATEŞ KIRAĞI"
İP ▶️ 49 | "BUZ KIRAĞI"
İP ▶️ 50 | "ÖLÜMLE RANDEVU" FİNAL
İNTİKAMIN PENÇESİNDE II
İP_51 | HAYAL KIRIKLIĞI
İP_53 | YAĞMURA GÖMÜLEN DÜŞ
İP_54 | HIRLAYAN NEFES
İP_ 55 | GERÇEĞİN DİKENİ
İP_56 | YANILGININ NEFESİ
İP_57 | KIŞ ÇİÇEĞİ
İP_58 | KAYIP RIHTIM
İP_59 | BOŞLUKTA BİR ÇINLAMA
İP_60 | İNSANIN KENDİ YIKIMI
İP_61 | ZAMAN YANLIŞI
İP_62 | KALBE GİDEN HARİTA
İP_63 | KUŞKUYA DÜŞERKEN

İP_52 | YAĞMUR VE KAR TANESİ

65.3K 3K 1.1K
By ElisyaRoyal

Seçtiğim şarkıyla bölümü okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum.

Spoi yorum yapmayın ♥

Oy ve bol yorum yapmayı unutmayın, seviliyorsunuz. ♥


Bölüm şarkısı, Emre Aydın • Sen Beni Unutamazsın

BöLüM İçİn KaR TaNeSi BuRaYa ❄


52. BÖLÜM | YAĞMUR VE KAR TANESİ

Boşunadır tüm mezarlıklar
İnsan hep kendine gömülür...

Cesete dönmüş bir bedenin derisiyle bağının kopması, toprak su ve havaya göre değişkenlik gösterir.

Bir ceset, toprak üzerinde daha hızlı çürür. Su altındaysa şayet, yüzeydeki cesete oranla iki kat daha gecikir dağılması. Toprak altında ise, hava ve suya fark atarak sekiz saat daha fazla.

Yani bir şey ne kadar derindeyse, o kadar korunaklı ve sağlam kalır, tıpkı bilinç altıma, kalbimin en derinine gömülüp sağlamlığını koruyan anılar gibi. Anılar, en büyük farkı atarak bir ömür sağlam kalır, çürüdüğünü sanırsın, bittiğini sanırsın, yeni anıların ağı, eski anılara giden mağaranın ağzını örter sanırsın ama asla mümkün değildir.

Onu terk ettiğim geceden sonra yaşadığım acılar canlandı gözümde. Edim'in ihanetiyle son tutunduğum dal da kopmuş gibi büsbütün boşlukta kalmıştım. Kaybettiğim şey benim için öyle büyüktü ki ilk başta bunu bir türlü anlayamadım. Ne de bu haraplığın hayatımdaki neticesini ölçebildim. Sadece içimde simsiyah ve çok ağır bir şeyle dolaştım durdum. Sonra azapla kabarıp büyüyen boşluk hissi, ötelerden gördüğümüz sis bulutu gibi dört yanımı kapladı. İçimde durmadan kabaran, dinmek bilmeden sızlayan bir şey vardı.

Sanki zaman, buzul kentin kalbinden üfürülen karayellerle donmuş, etrafımızda bizden başka her şeyi kendiyle beraber dondurmuştu.

Edim Demiray'ın yandan profilini görürken, boğazıma doluşan hisler ortadan ikiye yarılıp kırılıyordu. Kendimi hayatın satırlarından silinip, bir kitap sayfasına yığılmış gölge gibi hissediyordum. Tıpkı bir serabın arasından bakıyormuş gibi baktım ona, etrafını çevreleyen tanıdığım arkadaşları konuşuyordu, o hariç. Elinde içki kadehi vardı, yavaştan içtiğine göre viski olduğuna emindim; en çok viskiyi sever ve ağır ağır içmeyi. Bu onun için özeldi, babası hakkında hatırladığı anılardan biri buydu; babasının viskiyi ağır ağır yudumlayışı.

Yüzünü bu mesafeden göremiyordum, hangi ifadeler geziniyordu yüzünün teninde. İyi mi görünüyordu, sert mi, üzgün mü, umursamaz mı, yoksa ifadesiz mi? Yüzünü yanındaki arkadaşına tamamen döndürdüğü için yan profili de çıktı görüş açımdan ve bu beni anlamsız bir acının çukuruna itti. Sanki ona baktığımı bilmiş de şaşkınlığımın, duyduğum öfkenin tadını çıkarıyor, içten içe beni küçümsüyor ve alay ediyordu.

O anda çekip gitsem iyi olurdu, ama denizin dalgasına kapılır gibi tuhaf bir duyguya kapıldım. Kaderin gitmem için verdiği zamana meydan okumak ve şansımla alay etmek istedim.

Yüzünün her ayrıntısını, onun teninden yükselen karanlık gecenin kokusunu, dipsiz bir uçurumu andıran derin gözleriyle bana bakışını bile özlemiştim.

Uzağımda olmasına rağmen sıcaklığını hatırladım; elleri ellerimi tuttuğunde verdiği hissi biliyordum, parmaklarım sakallarının arasında gezinirken, dudakları dudaklarıma dokunduğunda, bedeni bedenimi sardığında, ruhu ruhuma denk geldiğinde... hepsi bana aitmişçesine, bir ay önce değil de bir saat önce yanında ayrılmışım gibi her ayrıntısını ezbere biliyordum. Benim için kül yığınından ibaret olması gereken hislerimin içinden, onca kıvılcımın belirmesi karşısında dehşete kapıldım.

Ama işte, insan hafızasının kusursuz intikamı da buydu; unutamamak.

O burda, hiçbir şey olmamış gibi rahatça arkadaşlarıyla takıldığına göre... delirme noktasına gelecektim, onun hayatındaki tek kusur ben miydim yani? Bir an kalbimdeki acı öyle büyük bir çığlığa dönüştüki, kalbimin atış seslerini, kafamın içinde dolanıp duran sesleri, seslerden uzanan yankıları kesti.

Düşüncelerimin zehirli elleri beni ruhumun bataklığına gömerken, "Lavin, dalıp gittin," dedi Elvan, sesinde gizli bir anlayış vardı. "Onunla burda karşılaşmayı beklemiyordun galiba."

Gözlerim hâlâ Edim'in üzerindeyken, "Evet, hiç beklemiyordum," dedim, ifadesiz bir sesle.

Bakışlarımı ayırmalıydım, yapamıyordum; çevresinde dönen bir yıldız gibi her hareketine bağlandığımı hissettim. İçim acıyor, içimi karanlıklar kaplıyordu. Kendimi hem olduğum yere yığılacak, hem de hiç olmadığı kadar güçlü hissediyordum.

Elvan, "Edim'de bir gariplik olduğunu sezmiştim zaten," dedi. "Demek ayrıldığınız içindi."

Boş bakışlarımı yavaşça Elvan'a çevirdim. Kanla lekelenmiş bir kar tanesi kalbime saplanırken, "Garip mi?" dedim alayla. "Benden daha mı garip görünüyor, daha mı garip konuşuyor? Onu daha garip yapan ne, Elvan?"

Sert sorularım karşısında afallayan Elvan, "Şey... yani bilmiyorum," dedi, sesini nasıl orantılayacağını şaşırmıştı. "Fazla sessiz, sanki kafasında bir şeyler dönüyor gibi."

Dişlerimi sıktım, "Hep öyledir zaten. Planlar düşünür, planlar kurar sonra da herkesin buna amasız, fakatsız, nedensiz uymasını bekler," dedim, sesim buz gibiydi.

"Ona çok öfkelisin," dedi, içimde biriken öfkeye şaşırmış görünüyordu.

"Çok? Çok öyle mi?" diye sorarken, sesimin odasında yanan şöminede acımı zehirle pişiriyordum ben. "Çok, benim duyduğum öfkeyi karşılayabilecek bir kelime değil."

Elvan kaşlarını çattı, "Lavin... gözlerinde acısı kendinden büyük bir kadının yanan gözlerini görüyorum," dedi. "O sana bu kadar... sana ne yaptı?"

Gözlerimin içine sinen, acıyla vahşileşen kadını görmesine bile şaşıramayacak kadar, öfke doluydum. "Bana değil, kendisine yaptı," dedim, dilimin ucu karıncalanıyordu. Sesim düz çıkmıştı ama çok acıyordum, hiç olmadığı kadar ağrıyordum. "Bendeki kendisini öldürdü."

Öldürdüğü kendiydi, ölen bizdik; bunu ona söylemedim.

Ruhumun kolu kanadı kırıktı, her şey üzerimde iz bırakıyor, düşünceler bende katılaşıp kalıyordu.

Yerimden kalktım, "Ben gidiyorum," dedim, para bulmak için ceplerimi karıştırırken. Kalbimden yükselip göğsümü delecek bir feryat varken nasıl böyle sakin kalabiliyordum anlamıyorum. "Kahretsin ya! Nerde bu para?"

Elvan, taburesinden kalkıp, "Boş ver şimdi parayı, ben öderim," dediğinde, elimde olmadan sertleşen bakışlarımı ona çevirdim. "Bakma öyle, borcun olsun. Bir dahaki karşılaşmamızda sen de bana ısmarlarsın."

Onunla bir daha karşılaşmayacaktım, o an çıkıp gitmek istediğim için, "Tamam, sağol," dedim, kısık bir sesle. "Beni gördüğünü ona söylemezsen sevinirim."

Aslında söyleyip söylememsi pek de umrumda değildi artık.

Elvan başını sallayıp, "Merak etme, söylemem," dedi, güvence verir gibi. "Ben kız tarafıyım."

Gülümsemeye çalıştım, yüzümdeki sert ifadenin arasından fırlayan o minik gülümsemenin dudaklarımda ucuz bir etiketten farksız durduğuna emindim. Dışarı çıktığım anda kasılan bedenim biraz olsun gevşedi, az önce gördüklerim sanki gerçekleşmemişti; kendimi korkunç bir kâbustan uyanmış gibi yorgun hissediyordum.

Hava soğuktu ve çiseleyen yağmur sarı saçlarımı aşarak başımın derisine yerleşip düşüncelerimi serinletiyordu, yerden yükselen ıslak toprak kokusunu ciğerlerime gönderirken ellerimi ceplerimin içine tıkıştırdım ve karşıdan gelen taksiyi durdurup Alvina'nın evine giden yolun adresini verdim.

Gecenin resmi arabanın camına düşerken ben camdan dışarıyı izliyordum, karşı şeritten geçen arabaların farları gözlerimi alıyordu, aldırmadım. Edim'in görüntüsünü o ışıkların yok etmesini diledim, yok olmak yerine sinema yıldızı gibi o ışıkların içinden gözlerini bana dikmiş bakıyordu; bizi kuşatan atmosfer gibiydi, her yerdeydi. Yaşatan nefes gibiydi, içimdeydi.

Kendimi geçmiş başıma yıkılmış da, o enkazdan zar zor sağ çıkmış gibi hissediyordum.

Edim Demiray, ifadelerin ateş gibi cayır cayır yandıktan sonra söndüğü siyah gözlerini boşluğa dikti. Gözlerinin beyazını kaplayan kan damarları, geçmişe örülmüş demir yolları gibiydi.

Kehribar rengindeki içkisisini yudumladı, ağızda dağılan tadı damakta sıcak, boğazda yakıcı bir his oluşturuyordu. Her yudumunda âdem elması, dalgalanarak hareket etti.

Dennis, önündeki bilgisayarla uğraşırken, "Benden araştırmamı istemiştin, yengenin hesabında şüpheli hiçbir hareketlenme yok," dedi.

Edim, gözlerinde isyankâr bir uğultu gibi başını çıkaran şüpheyle baktı Dennis'e. "Bir şekilde o şerefsizle irtibat kurduğuna eminim, ama nasıl yapıyor?" Dişlerini sıktı.

Yiğit Ömer, "Ben olsaydım çoktan karşısına dikilir hesap sorardım," dedi. "Kafesteki kuş gibi düşündüğünden harekete geçmediğini biliyorum."

Edim, kadehini dudaklarına yaklaştırırken, ışıksız siyah bakışlarını masaya dikti. "Sen öylesindir, ben de defalarca kez bunu yapmanın kenarından döndüm," dedi, sesi zamanı sarsan deprem gibiydi. Kadehinden bir yudum aldı. "Ama amcamın geçirdiği ameliyat ertelememe neden oldu. O hastane koridorunda boğazına sarılmamak için kendimi nasıl tuttum bilemezsin, en beteri ona hiçbir şey belli etmemeye çalışmaktı. Yine de o süreçte üzerine düşünme fırsatı da bulmuş oldum. İkisini de aynı anda yakalamak istiyorum."

Edim'in hemen yanında oturan Dennis, yan gözle ona bakıp, "Lavin'den sonra çok değiştin ama," dedi. "Dostum ya, kız sana nasıl tekmeyi bastı ama."

Edim, onun adını duyunca yüzünde tek bir mimik oynamadı, oysa kadehi kavrayan parmakları bardağı paramparça edecek bir kuvveti kullanmamak için kendiyle savaş halindeydi.

Yıldırım, gözlerini Dennis'e dikip, "Ne biçim konuşuyorsun lan, öyle mi söylenir?" diye kızdı, onun yersiz patavatsızlığına karşı. "Canın sıkılıyor yine."

Dennis, "Ne? Bunu daha farklı nasıl söyleyebilirim ki?" diye kendini savundu. "Kız ona tekmeyi bastı, olay bu."

Kız ona tekmeyi bastı derken, tane tane söylediği her kelimenin arasına küçük duraklamalar vermişti.

Yiğit Ömer, uyarı dolu gözlerle, "Bence de kapat artık o çeneni," dedi. "Niye durup dururken açıyorsun bu konuyu şimdi?"

Dennis, aksanlı sesiyle, "Edim'i yüz üstü bırakarak çekip giden Lavin. Niye çenesini kapalı tutması gereken benim?" dedi, çocuksu bir hâl alan sitemine abartılı el hareketleri de karıştırıyordu. "Biri ona bunu söylemeli. Söylenecek bir şey de yok, varsa da onu söyleyecek bir şey yok, bir söyleme mecburiyeti var yalnız."

Yiğit Ömer, "Siktir ordan, son cümlede ne saçmaladın sen?" diye sordu.

Yıldırım, "Bu yer elması, Türkçemizi katlettiği yetmezmiş gibi bir de üzerinden geçti galiba," dedi.

Dennis, alıngan bir sesle, "Sizin gibi zekası küçüklerin anlayacağı bir konuşma değil o," dedi. "Bu yüzden Edim'e söyledim."

Edim, etrafında dönen konuşmaları can kulağıyla, sessiz sedasız dinliyor, hiçbir tepki vermiyordu. Lavin'in ismi geçmişten gelen bir yel gibi teninde esti, bu ismi o kadar uzun süre başkasının ağzından duymuyordu ki iradesine balyoz vurulmuş gibi hissetti.

Dennis, temkinlice Edim'e bakıp, "Edim, sen boş ver o kızı bence, başından beri bu iş saçmaydı zaten," dedi, sesi doğru tespitte bulunan filozofun kendini beğenmiş tınısını andırıyordu. "Kız kesin çoktan hayatına odaklanmıştır bile. Belki başka bir adamın-"

Son cümle Edim Demiray'ın gözlerine ölüm gibi yayılırken, zamanın içinde sürüklenen saniyelerin arasından öfkesi başını çıkardı, iri elleri beklenmedik hızda Dennis'in yakasına yapışıp onu kendine yaklaştırdığında zerre yerinden kıpırdamamış, yüzünü bile ona döndürmemişti. Onun aksine, masadaki bütün yüzler ona çevrilmişti. Ölümcül bir sesle, "Eğer o cümlenin devamını getirecek olursan, kafanı bilgisayarın içine gömerim," diye konuştu. Nefesi Azrail'in ölüm döken nefesiyle bir olmuştu. "Konuşacağın tek şey beynine yediğin elektrik darbesinin ne kadar acı verdiği olur."

Dennis, iki eliyle Edim'in eline sarılıp kurtulmaya çalışırken, "Şa-şaka, şaka yapıyordum," dedi, aksanlı sesine karışan korkuyla. "Sadece seni konuşturmaya çalışıyordum, gerçekten dostum ya."

Edim'in siyah gözleri gecenin tutuştuğu alev meydanı gibiydi. "Benim yanımda o siktiğim çeneni kapalı tut, Dennis."

Dennis, "Tamam, tamam, hadi dostum ya, yemin ederim açmayacağım," dedi hemen. "Umursamıyorsun, ilgilenmiyorsun sandım."

Edim, tehlikeli bir sesle, "Bir kadının bana savaşı kaybettirmesi, onun için kükremeyi unuttuğum anlamına gelmez," diyerek, önce öfkeyle tuttuğu yakayı ardından diğer elindeki viski kadehini sertçe masaya bıraktı. Avuç içlerini dolduran müthiş öfke ateş topu olmuş avuçlarını yakarken, "Eve gidiyorum," diye ekleyip ayağa kalktı.

Yıldırım, "Hani mekâna gelecektin," dedi. "Diğerleriyle toplanacaktık."

Edim, arkaya bıraktığı deri ceketi alıp kollarından geçirirken hâlâ burnundan soluyordu. "Gelmiyorum, vazgeçtim," diye yanıt verdi. Gözlerini Dennis'e çevirdi. "Burda durursam kesin şu pezevengi öldüreceğim." Ellerini ceplerine koyup Yıldırım'a çevirdi bakışlarını. "Hem gidip Nergis'e görünsem iyi olacak. Aramaları yine sıklaştı, beni görmeden rahat etmeyecek."

Dennis, kendini ondan en uzağa kaydırmıştı, omzuna yakın tuttuğu elleriyle git işareti yaparken, "Tabii sen git," dedi, sevimlice gülümsemeye çalışırken. "Gerisini merak etme."

Edim, "Konuşma lan sen," diye tıslayınca, Dennis titreyen elleriyle beyazlamış ağzına gizli bir fermuar çekti.

Mekândan çıktı, yağmur kum saatinin içine boşalan zamanın kumları gibi yeryüzüne dökülürken, başını bir anlığına yukarı kaldırdı, yağmurun yağışı bulutlarda biriken suyun yağması gibi değildi, buzdan ayrılan küçük parçalar gibiydi; sert hatlı yüzüne saplanıyordu.

Yağmurlu gecelerin canından alıp götürdüğü çok şey vardı, kırık pusulasının yönünü değiştiren böyle geceler olmuştu.

Siyah arabasına atlayıp doğrudan evine gelirken, yolun yarısında kafasında artan düşünceler gibi yağmur da şiddetini arttırmıştı.

Eve geldiğinde cebindeki anahtarı çıkarıp kapıyı açtı. Kapı yabancı bir yere açılıyormuş gibi aralanırken, karanlık ve boşluk kapladı ruhunu. Burası benim evim, diye hatırlattı kendine; her şey bana ait, ben de her şeye aidim. Işığı yakıp kapıyı örttü.

Nergis, merdiven başında göründü. Gardiyan havasında, "Demek sonunda evin yolunu bularak, bizi varlığınla şereflendirmek aklına geldi, öyle mi genç Demiray?" dedi, hesap soran bir tonda.

Edim, gözlerine ifadesizce bakıp, "Beni sık boğaz etmeyip rahat bıraksaydın, gelmeyi düşünmezdim, biliyorsun," dedi kayıtsız bir sesle. Güzelliğe bürünen yüzünden kötülük göründü. Parmaklarını ıslak saçlarından geçirirken, merdivenlere ilerledi. "Bazen kendisi için kaygılanma yaşını geçen, genç bir adam olduğumu unutuyorsun."

Nergis kızgın gözlerle merdivenlere yaklaşmasını izlerken, "Senin için endişelenmeme engel olamazsın," dedi, Edim keskin adımlarıyla salona doğru giderken arkasından ilerledi. "Aç mısın, senin için yiyecek bir şeyler getireyim mi?"

Edim, dolabı açıp içinden viski çıkartırken, "Aç değilim," diye yanıt verdi.

Salondan çıkıp merdivenlere yöneldi, koridoru geçip odasına girdi. Pencere kenarına aldığı viskiyi bırakıp yağmur sularının ıslattığı deri ceketini çıkardı.

"İçkili bir ortamdan çıkıp geldiğin çok belli, içmeye odanda devam etmek için mi geldin?"

"Evet," diye yanıt verdi kayıtsızca.

Lavin'in gideceğini söylesem mi, düşüncesi kafasının içinde bir tırtıl gibi ilerliyordu. Edim odasına girip yatağına ilerlediği esnada, "Sen Lavin'i arıyor musun?" diye sorması, Edim'in sertçe ona dönmesine neden oldu. Bakışları da hiç olmadığı kadar sertti. "Niye öyle bakıyorsun? Merak ettim."

"Bir aydır... Onun hakkında, gidişi hakkında bana tek bir şey söylemeyen sen..." Durdu, öylesine öfkeliydi ki, elindeki ceketi bile yatağın üzerine atarken, öldürdüğü bir cesetmiş gibi ondan hemen kurtulmak isteyen bir adam tavrıyla attı. "Bugün ne oldu da ondan söz açmaya karar verdin?"

"Hiç... hiçbir nedeni yok, ben sadece merak ettim."

Edim, yatağın üzerine oturdu. Dudağının kenarından alaycı bir sesin odaya dağılışı inanmadığının sese dökülmüş kanıtıydı, "Yoksa gidip onu aramamı mı istiyorsun?" diye sordu.

Nergis, kendine karşı savaş pozisyonu almasına anlam veremeyerek, "Aramanı mı?" diye sordu şaşkınlık içinde. "Bana söylemesen de çoktan aramışsındır diye düşünmüştüm."

Edim, "Yanılmışsın," dedi, sert bir sesle. "Kadınlar aranmak için terk etmezler, yok saymak için giderler."

"Kadınlar terk ettiklerinde tamamen terk etmiş de olmazlar," derken, onun da sesi sertleşmişti. "Görüyorum ki büyük bir yanılgıya kapılmışım, onu gerçekten hak etmiyorsun."

Edim'in gözlerinde denizleri bile ateşe verebilecek bir yangın görüldü. "Sen beni aptal mı sanıyorsun, Nergis?" diye sorarken, sesinin altında sayacı harekete geçirilmiş bir bomba vardı sanki.

"Anlamadım?"

"Burdan gitmesi için Lavin'e yardım eden kişinin sen olduğunu bilmiyor muydum sanıyorsun?"

Nergis afalladı. "Ben..."

Edim, "Niye şaşırıyorsun?" diye sordu. Ağzından çıkan harflerin gölgesini ateş almıştı. "Lavin kapının önündeki korumaları bir şekilde aşsa bile, görünmezlik yetisi de olmadığına göre, dış kameralara yakalanmadan nasıl çekip gitmiş olabilir? Kameraların kör noktasını, korumaların aşılaşacağı yeri benden başka yalnızca sen biliyordun, oynamayı bırak."

Nergis derin bir nefes alıp, "Evet yaptım, ben yardım ettim ona," diye itiraf etti. Edim bunu bildiği hâlde bir ay boyunca yüzüne vurmadan nasıl içinde taşımayı başarmıştı? "Çünkü gitmek istedi. Bir kez bile neden gittiğini düşündüğün oldu mu?"

Edim, kara kaşlarını çattı. Birkaç saniyelik duraksamanın ardından, son söylediğini duymazdan geldi, mekanik bir sesle, "Bu ikinci oluyor biliyorsun değil mi Nergis," dedi, vahşi ifadesini yılan gibi saran sakinlik zehirliydi. "Benim arkamdan ikinci kez büyük bir iş çeviriyorsun. Bu sana son ihtarım; üçüncü bir tekrarı olursa..."

Nergis aniden, "Ağabeyin o kadar haklı ki?" dedi alakasızca.

"Şerefsiz ağabeyimden bahsetme bana!"

"Yeter artık Edim, kendini yalnızlaştırmayı bırak, o senin ağabeyin."

Edim, "Çek artık ellerini şu meseleden," dedi, pencereye doğru ilerlerken. Gözleri yağmur tanelerini takip ediyormuş gibi, yukardan aşağıya geziniyordu. Ellerini ceplerine yerleştirdi. "O benim umrumda değil, onun da umrunda olduğunu sanmıyorum."

Nergis, "Ben abinin yanına gidiyorum, Edim," dedi aniden.

Edim, hemen arkasını döndü. "Ne?" Afallama sırası ondaydı. İçini sıkıntı basarken, blöf mü yapıyor acaba diye düşündü. "Ne zaman?"

"Sabah Erim'le konuştuk, uzun zamandır yanına gelmemi istiyordu. Yarın, gece çıkacağım yola." Yine de Edim, gitme, kal dese gitmeyecekti. "Lavin gittiğinden beri, seninde doğru düzgün eve uğradığın yok zaten."

Edim, uzun süre yalnızca baktı. "Senin için bilet ayırmamı ister misin?" diye sordu, sesindeki düz tonlama öfkesini sert bir meyvenin kabuğu gibi sıyırıp atmıştı. "Ya da yapmamı istediğin herhangi bir şey?"

Ağlamamak için kendini sıktı, serin kanlı bir tavırla, "Gerek yok, Erim her şeyi ayarladı. Biletimi, rahat edeceğim uçağı... hepsini," dedi.

"Tabii ona ne şüphe, mutlaka ayarlamıştır. Seni ben bırakırım o zaman, sevgili Erim'in gelip seni bırakamaz ya."

"Hayır, bırakmana gerek yok, kendim gitmek istiyorum."

Edim ceplerindeki elini yumruk yaptı, diline gelenleri zehir gibi yuttukça tüm kasları kasıldı. Evet, son zamanlarda eve doğru düzgün uğradığı yoktu ama... Nergis'ti bu. O buradayken içi rahattı, her gün görmese bile varlığının bu evin sınırlarında dolaştığını bilmek başkaydı, burda olmayacağını bilmek çok daha başka, hatta bu düşünce... boks arenasında kendini dövüşmeden yere serilerek iç kanaması geçiriyormuş gibi bir his oluşturdu. Bu evde gelişini bekliyordu, endişeleniyordu.

"Ne kadar kalacaksın orda?"

"Bir süreliğine gittiğimi nerden çıkardın?"

Kahretsin! Buna hazırlıksızdı ama yüzünde tek bir kas bile oynamıyordu. Oysa içinde her şeyi yerle bir etmek için kendini başlatmak isteyen depremler vardı.

Nergis, içli bir nefes aldı. "Sen ne kadar kalmamı istiyorsun?"

Edim, bu kez daha sakin bir hâlde yeniden pencereye döndü. Günlerdir uyku uyumayan ruhsuz gözlerini yağmura dikti. Ruhunda art arda kapılar açılıyordu; hemen kapıyordu onları, içeri dolan soğuk cıva esintisi ruhunu titretmeden.

Duygusuz bir sesle, "Bir daha onun adını yanımda anmayacağın kadar," dedi.

"Edim... Abinin kızı..."

Edim, hemen sözünü keserek, "Anlatma!" diye kızdı. "Ne onun, ne de ailesinin hakkında tek bir şey duymak ve öğrenmek istemiyorum."

Nergis, "Peki, nasıl istersen," dedi. Kabullenişi suyun dibine çöken taş gibiydi. "Bir gün... pişman olacaksın."

Edim, o çıkar çıkmaz yatağının kenarına oturup üzerindeki tişörtü yakasından çekip çıkardı. Kolundaki siyah ejderha, adeleleri dalgalandıkça dalgalandı,onun da gözleri tıpkı sahibinin gözleri gibi güçlü bir öfkeyi çağrıştırdı.

Tişörtü öfkeyle yere atarken, "Kimseye ihtiyacım yok, hiç kimseye," diye tısladı.

Piyanonun içinde bir ruh taşıdığını en çokta kış gecelerinde hissedildiğine inanırdım. Duygusal bağlantılarla dokunduğum siyah tuşlar yağan yağmuru, beyaz tuşlar ise dökülen karları anımsatırdı bana. Yükselen karanlık melodileri, zamanı ikiye ayıran siyah beyaz iki kanat gibiydi; zihnimi, kırgınlığımı, acımı hep ikiye ayırırdı.

Hele zor bir eseri, alnının akıyla yanlışsız ortaya dökmenin verdiği haz hiçbir şeyle boy ölçüşemezdi.

Piyanoma kavuşmak istiyordum artık, hapların bana verdiği sahte hazları istemiyordum.

Bu hislerle eve geldiğimde kapıyı çaldım.

Alvina kapıyı açtı. "Hoşgeldin," dedi, sesi kısıktı.

"Merhaba," dedim, içeri girerken. Üzerimdeki kabanı çıkardım. "Baban geldi mi?"

Kapıyı örttü. "Yok, gelmedi daha," dedi. İyiydi, arıza çıkaracağını biliyordum, bir de o adamla hiç uğraşamayacaktım. "Çok geciktin, seni merak ettim."

Kabanı, kapının arkasındaki duvara montelenmiş askılığa astım, hiçbir şey demeden küçük oturma odasına girip kanepeye oturdum. Dizlerim çeneme değinceye kadar bacaklarımı göğsümün üstüne çektim.

Alvina, "Üşümüş görünüyorsun," diye mırıldandı. "Sıcak su vardı, ben sana sıcak bir kahve getireyim, için ısınsın."

Alvina çıkınca, bakışlarımı küçük oturma odasında ruhsuzca gezdirdim. Birkaç eşya yan yana dayanmış ve unutulmuş gibiydi, hiçbirinin diğeriyle içsel bir bağı, zarafeti ve enerjisi yoktu. Öne doğru meyil vermiş eski bir dolap, solmuş görüntüsüyle iki kanepe, loş odanın karanlığında sıkıntılı sıkıntılı sallanan iç boğan sarı bir lamba, her yeri dökülen eski bir soba... Duvarlarda birkaç tablonun renkli baskısı, yaldızlı büyük bir besmelenin çerçevesi ve fotoğraflar asılıydı, birbirleriyle ilgisiz solmuş şeylerdi bunlar, birbirlerini belki hiç tanımadan yıllardır burada bakışan yabancı yüzlerdi.

Odanın tam olarak kapanmayan tek penceresi, rüzgâr ve yağmur cama vurdukça huzursuz edici bir gürültüyle tıngırdıyordu.

Titredim, burdaki hiçbir şey benim için geçmişi ve yaşanmışlığı çağrıştırmıyordu, her şey yabancıydı. Soğuğun yavaşça kanıma işlediğini hissederken bir kez daha ürperdim.

Kendimi, eşyalar gibi uyumsuz ve yabancı hissediyordum.

Alvina, kısa ve dik adımlarla, elinde üzerinden dumanlar yükselen iki kupayla yanıma geldi. "Al hadi, biraz ısınır kendine gelirsin," dedi, sesinin tonundan huzur dökülüyordu.

Bana uzanmış kupayı alıp dizlerimin üzerine koyarak soğuktan kaskatı olmuş parmaklarımı etrafına sarıp bakışlarımı cama çevirdim. Yağmur aralıksız yağmaya devam ediyordu. Damlalar bulanık camın üzerinde birikiyor, başka damlalar onları sürükleyip götürünceye kadar öylece bekliyor, sonra pürüzsüz bir çocuğun yanaklarından süzülürcesine hızla akıp gidiyordu. Dört bir yandan sürekli yenileri geliyor ve yeniden akıp gidiyordu, sanki dışarıda bütün dünya derdini milyonlarca gözyaşıyla döküyordu.

Keşke mümkün olsa...

Alvina'ya döndüm. Kahvesinden yudumladığı sırada bana baksın diye, "Alvina...," dedim, boş bir sesle. "Onu gördüm."

Kaşları bir parça bilinmezlikle büzüldü. "Kimi?"

"Edim'i."

"Nerde gördün?"

"Kafamı biraz dağıtmak istedim, bunun içinde bara gittim," dedim, kısık bir sesle. "O da oradaydı, hemen karşımda. Ayarlamaya çalışsak belki mümkün olmazdı, sanki benim dışarı çıkacağım günü, bara gideceğim zamanı bilmiş de özellikle oraya gelmiş gibiydi."

Alvina'nın yüzünü hayret ifadesi kapladı, "Evet, şaşırtıcı bir karşılaşma, ne kadar acı verici olduğunu düşünmek benim için zor değil," dedi. "Ee, ne konuştunuz?"

Omuz silktim, "Konuşmadık ki," dedim, dalgın bir sesle. "Yani onu gören bendim, Edim beni görmedi. O masaların olduğu kısımda oturuyordu, ben bar tezgahının olduğu taraftaydım." İç çektim. "Ondan çok daha şanssızdım, ben de yüzünü göremedim ama."

"Nasıl yani?"

Ellerimin içindeki kupayı sıkarken, "Yan profilinden görebildim sadece," dedim ve yüzümü tekrar cama çevirdim; sis gibi yoğunlaşan duygularımı ondan gizlemek için yaptığım bir hareketti. "Onu görmemenin daha kolay olduğunu, görmenin benim açımdan işleri bu kadar zorlaştıracağını hiç düşünmemiştim."

"Aynı ortamdaydınız, hiç mi dönüp bakmadı senin olduğun tarafa?"

Başımı ağır ağır iki yana salladım, "Bilmiyorum," derken, tekrar ona baktım. "İşin aslı... Yüzümü ondan çevirdiğim andan sonra bir daha onun olduğu yöne bakmaya cesaret edemedim, Alvina." Parmaklarımı birkaç kez mekanik olarak sanki orada duran ve algımı bulandıran ağır bir tabakayı kenara itmek ister gibi zonklayan alnımdan geçirdim. "Ben... karmakarışık hissettim, dönüp bana bir defa bakmasını isterken diğer yandan bakışlarına yakalanmak beni ürküttü. İradem bile ayaklarıma dolanmış gibiydi, hem ona hesap sormaya götürmek istedi, hem de onun en uzağına düşürmek istedi."

Üzerime sis ve karanlık örtülmüş gibiydi zihnimdeki düşüncelerimi toplayamıyordum.

Kalbimin olduğu yeri işaret ederek, "Şurda kalbimi kan kanseri yapan nasıl bir ağrı var bilemezsin, Alvina," dedim, sesim çatladı. "Delicesine beni görmesini, sonra bana gelmesini istedim, o gece için öyle şeyler söylemeliydi ki gözlerimin gördüğü hayal, zihnime düşen her bilgi yalan olmalıydı."

Alvina, "Lavin, bunu söylemek belki bana düşmez biliyorum," dedi, sesi yalpaladı. "Onunla yüzleşsen, daha iyi olmaz mıydı? Böylece için bir nebze rahatlardı."

"Kafamda biraz olsun tutarlı, ne tutarlısı, hiç değilse derli toplu bir düşünce akışı bile oluşturamıyorken mi?"

Bir ay boyunca, düşüncelerimin kaburgalar gibi birbirine birleşip sağlamlaşarak, haklılığımdan doğan kaynakla pekiştiğini sanıyordum. Daha ilk karşılaşmada, o kaburganın bir tarafı kırılmış ve Edim Demiray kendini kalp gibi o kemiğin içine yerleştirip, yine bir kalp gibi orda atmayı, düşüncelerimi damarlar gibi kendine bağlamayı başarmıştı.

Hâlbuki esaslı bir karşılaşma bile gerçekleşmemişti aramızda, ben onunla karşılaşmıştım.

Alvina, ısrarcı davranarak, "Evet biraz cüretli olduğunu kabul ediyorum, ama daha iyi bir yol olmaz mıydı?" diye sordu, sesinden kiraz çiçekleri dökülür gibi hüzün dökülüyor, kalbime dokunuyordu.

"Alvina..."

"Lavin, havalar soğuyunca insan gölge veren ağaçları unutur, hemen kestirip atma, biraz düşün," dedi.

İhanetin o hazin tadı hâlâ damaklarımdaydı. "Kafam karmakarışık. Onunla yüzleşmeyi şimdi düşünemem." Aslında Edim'den vazgeçmiştim. "Ben gitmeye karar verdim ama kimliğim olmadan tek bir adım bile atamam," dedim, artık konuyu değiştirerek. Sesim, kayaya yükselen deniz gibi yükseldi. "Tuncay'ı arayacağım."

Tuncay.

Onunla konuşmaya ihtiyacım vardı, bu hayatta yalnız olmadığımın tek kanıtıydı o. Bana tıpkı bir ağabey gibi sevgiyle yaklaştığı anları anımsadım ve kendimin de o sevgiyi cahilene bir ahmaklıkla kenara itişini. Belki onun yardım etme çağrısına kulak verseydim, verebilseydim her şey çok daha farklı olabilirdi.

Ama şimdi donuk bir camın ardında öylece durmuş, soğuktan titriyordum; ne yapacağını bilmez hâlde ve damlaların aşağıya doğru süzülüşünü izliyordum iki ve şimdi üç ve yeniden iki- gözlerimi dikmiş damlaların kendilerine görünmez raylar yaratmasına ve bunların üzerinde dönerek aşağıya inişine bakıyordum; kendi gözyaşlarımın da ansızın akıp, üşümüş ellerimin üzerine düşmemesi için gözlerimi kıstım.

Elimdeki kupayı kanepenin kolçağına bıraktım ve telefonumu cebimden çıkarıp Tuncay'ı aradım.

Telefon ikinci çalışta açıldı, Yorgun sesi, zihnimdeki anıların arasından geçerek içimdeki boş, kurak araziyi bir nebze renklendirdi.

"Tuncay merhaba, benim Lavin," dedim, bir süredir tuttuğumu fark ettiğim soluğu bırakırken.

"Lavin..." Durdu. "Demek sonunda aklına gelebildim." Sesinde, sitemlerin farklı renkteki parazitleri oluştu. "Nasılsın?"

"İyiyim," dedim, içimdeki ateş sönmüyordu, zorla devam ettim. "Sen nasılsın?"

"Demek iyisin.... Bu iyi, ama iyi olduğunun bilgisini benimle de paylaşsaydın, ben de iyi olabilirdim. Senin için hep endişeliydim, beni arayacağını söyledin ama bir daha hiç aramadın, sana gerçekten kızgınım."

"Biliyorum, üzgünüm," dedim, suçlu bir sesle. "Bunları döndüğümde konuşsak olmaz mı?"

"Olur tabii..." Aniden duraksadı. "Bir dakika, bana duyduklarımın kulaklarımın yanılgsı olmadığını söyle." Nazik bir gülüş sesi çıkardı, bu beni çocukluğumuza götürmüştü. "Sen sahiden... dönüyor musun yani?"

"Dönüyorum Tuncay," dedim kuru bir sesle. "Şey tabii beni gelip alırsan, döneceğim."

"Elbette gelirim, nereye gelmemi istiyorsun?"

"Ankara'dayım."

"Baban?"

Neredeyse bıkkın bir nefes vermemek için soluğumu güçlükle bastırdım. Her şeyi ona nasıl anlatacaktım?

"Tuncay, lütfen bugün değil ve telefonda hiç değil," dedim. Sertçe yutkundum. "Döndüğümüzde konuşalım."

"Peki sen nasıl istersen. Kendini zorlama, ne zaman istersen o zaman konuşursun," dediğinde, gözlerim doldu. "Uzun süre oldu, ne yaşadığını bilmiyorum, iyiyim derken bunun gerçek olmadığını da biliyorum, sesinden anlarım nasıl olduğunu."

Hiç hak etmesem de bana karşı yaklaşımının değişmediğini, hâlâ beni anladığını, beni düşündüğünü anladım. Bana güven ve inanç veriyordu. Ateşlerin içinde yansam, yanacağını bile bile gözünü kırpmadan, benim için arkamdan gelirdi.

Bana hissettirdiği karşılıksız, koşulsuz hislere batarken, bu sıcak şefkati özlediğimi fark ettim. "Teşekkür ederim," diye fısıldadım.

Tuncay, "Yarın halletmem gereken bir iş var, ertesi gün yola çıksam senin için sıkıntı olur mu?" diye sordu. "Ama hemen, şimdi çık gel dersen gelirim, biliyorsun."

"Olur, sıkıntı değil, bir gün daha bekleyebilirim."

"Güvendesin ama değil mi?"

Sanki beni görecekmiş gibi başımı salladım. "Aklın bende kalmasın, iyiyim ve güvendeydim."

                            

Gökyüzünden nehir gibi akıp şehri karanlığa boğan gecenin, dün akşamın izlerini silmesini isterdim; silmemişti.

Belleğimin en uzun gecesini yaşamış sabaha kadar uyuyamamıştım.

Saatin tik takları, şu lanet pencerenin tıkırtısı sözde farkettirmeden usul usul beynimi oyarken, tüm bunları yok sayıp tutmuş uyumayı bekliyordum kendimden. Sabah ezanının sesini duyduğumda unutmak için bir nebze uykuya bağlanan ümitlerim, bir bebeğin doğduğu anda annesine uzanan göbek kordonundan kesilmesi gibi kesilmişti benden.

Bunlar bahanemdi, asıl mesele Edim Demiray'dı.

Bütün gece kafamın içinde Edim'le tartışıp durmuştum, onun evinde, onun odasındaydık; kızgınlıklarımı söyleyemediklerimi, öfkemi, kırgınlığımı, hislerimi karşımdaki hayaline iletmiştim.

Düşünceler ve gece bir arada uzun soluklu kalamaz; düşünceler ruhu yorar, gece düşünceleri yorar ama hisleri beslerdi. İlerleyen karanlık saatlerde zihnimdeki düşünceler yerini hislere ve duygulara bırakmıştı.

Düşüncelerimde oluşup çığlıkla yoğrulmuş kelimelerim sessizleştiler, üç noktalar, kesik, bitmemiş cümleler arttı, düşünce metinleri gitgide okunaksızlaştı ve azap verir hâle geldiklerinde, kendimi hislerime yenilmiş olarak Edim'in kollarında hayal ederken bulmuştum.

Başım çatlayacaktı; başımı çatlatacak olan içine sızan korkunç ağrı değil, Edim Demiray'ın sinsi bir tümör gibi zihnime sızıp kendini orada besleyen görüntüsü olacaktı.

Gözlerimi duvarlarda dolaştırdım, içimin aydınlık yarısı ve karanlık yarısı bir bıçakla ikiye yarılmış arasından bir istek belirmişti. Alvina'nın dün akşamki önerisi, balık kancası gibi zihnimin sularında gezinip duruyordu; Edim'le yüzleşmek. Bunu yapabilir miydim?Asıl soru artık bir anlamı kalmış mıydı? Henüz kararsızdım, ama ona, 'Bunu bize niye yaptın?' diye sormayı çok isterdim. Ağır bir hayatın altında inleyip acı çekmek yetmiyormuş gibi, hangi kadın dayanabilir ihanete, gururunun ayaklar altında çiğnenmesine, sevgisinin kepaze edilmesine?

Alvina, yarım saat sonra uyanmıştı, onun günlük programını öğrenmiştim. Genelde babası uyanmış ve haberleri izlemek için televizyon başında olduğu için, uyanır uyanmaz önce babasının kahvaltısını veriyordu. Adam, eve gece geç saatte dönse de sarhoş olsa da, bunlar uyanış saatini hiç etkilemiyordu. Ama akşamları eve içerek geldiyse, en beter saatler o zaman başlıyordu; hiç durmadan konuşuyordu, konuşması bir şey değil de, anlattıkları bir hiçti.

Kahvaltı yapıldıktan sonra Alvina, fakülteye gittiğinde, Yağız'la baş başa kalmıştık. Sobanın ısıttığı oturma odasında beraber oturuyorduk. Son birkaç haftadır Yağız'ın istemesinden ve benim de yapacak daha iyi bir işimin olmamasından dolayı, ona okuma yazma öğretiyordum. Hava hâlâ yağmurlu olduğu için bana yağmurların nasıl yağdığını sordu.

Genel bilgilerin onu çok da ilgilendirmediğini, sıkılacağını sanmıştım ama öyle olmadı, yağmurun nasıl yağdığını anlattım; devamını istedi. Göllerin, denizlerin, akarsuların buhar haline gelişini, buharların bulut oluşunu, güneşin, rüzgârın türlü etkilerini ve sonra bulutların; yağmur, kar, dolu şeklinde toprağa düşüp asıllarına dönüşünü hayalinde canlandırmak için uzun uzun anlattım, hiç sıkılmadan dinledi.

Hızlı öğrenen, görsel ve işitsel hafızası güçlü olan bir çocuktu. Defterdeki yazıyı kurşun kalemin ucuyla işaret ederek, "İşte böyle, gördün mü?" diye konuştum tane tane. "Harfler bir araya gelerek heceleri, heceler bir araya gelerek kelimeleri, kelimeler bir araya gelerek cümleleri oluştururlar," dedim.

Yaşıtlarının çok üstünde bir hevesle, "Evet," dedi, öğrenirken kalbi çarpıyor gibiydi. "Ben de yazacağım."

Defteri ve kalemi uzatıp saçlarını karıştırırken, "Al bakalım," dedim, saçları tüy gibi kayıp gidiyordu parmaklarımın arasından, yumuşacıktı.

Yazdıktan sonra bana gösterip, "Nasıl oldu, Lavin abla?" diye sordu.

Eğri, büyük küçük orantısız yazısına baktım. Erkeklerin genel olarak kötü yazdığı gerçekti, Yağız, bilgiyi tecrübe sahibi bir avcı gibi hızlı kapıp yakalıyordu fakat, cidden kötü yazıyordu. Hevesini kırmayarak, "İyi, harika görünüyor," dedim, ilerleyen teknolojiye bakılırsa bir süre sonra yazı önemini zaten yitirecekti. "Bugün sana kitap almak için dışarı çıkalım mı? İster misin?" diye sordum. Babamın ilk zamanlarda verdiği paradan biraz kalmıştı, yarın gidiyordum ve şimdilik o paraya ihtiyacım olmayacaktı. "Türkçe ve matemetik kitabı alırız."

Yağız, başını aşağı yukarı sallarken, "İsterim," dediği sırada telefonumun melodisi küçük oturma odasının doldurup duvarlarına çarptı.

Ekrana baktım, arayan babamdı. İç geçirdim, Yağız'a, ben telefonla konuşurken yazmaya devam etmesini söyledikten sonra, diğer odaya geçtim.

Açtığım telefonu, "Efendim baba?" diye cevapladım, sesim soğuktu.

"Nasılsın kızım?"

"İyiyim, idare ediyorum, baba," derken, ister istemez sesim sertleşmişti. "Sen neden aramıştın?"

"Niye benimle böyle bir yabancıymışım gibi soğuk konuşuyorsun, kızım?" diye sordu, cevap vermedim. "Pekâlâ bana kızgın olmanı anlayabilirim, konuya gireyim o zaman, bir aksilik çıkmazsa, bir haftaya kadar seni almaya geliyorum."

Babam hakkındaki gerçekleri öğrenmeme rağmen, o gece Edim'i bırakıp da babama gitmemin tek bir nedeni vardı, o da babamı durdurabileceğime gerçekten inanmaktı; artık neye inanacağımı bilmiyordum. Usanmıştım, kimsenin gelip beni bulmasına tahammülüm yoktu.

Ağzımdan tıslayan bir ses çıktı. "Demek aksilik çıkmazsa, öyle mi?" diye sordum acı bir alayla. "Ben senin kızınım baba, oyuncağın değil. Artık gelip gelmemenle ilgilenmiyorum, istemiyorum da. Ben evime dönüyorum, baba."

"Evim? Edim'e mi gidiyorsun yani?" diye sorduğunda, onun da sesi sertleşti.

Gözlerimi sinirle açıp kapattım. "Hayır baba, kendi şehrime."

Babam hemen, "Seni yanıma alacağım kızım," dedi, endişeli bir sesle. "Beni bekle, söz veriyorum geleceğim."

Kalbim ağrıyordu. Nefes boşluğuma biriken gerçekler nefesimi keserken, "Baba yeter, artık dur," diye fısıldadım, sesim bile acı içinde kıvranıyordu. Yatağın üzerine oturdum, ifadesi sarsılmış yüzümü karşımdaki eski gardırobun aynasından izlemeye başladım. "Kendine, neler yaptığına dön de bir bak. İnsanların hayatlarını mahvediyorsun."

Sessizlik oldu, sessizce dökülen saniyeler düştüğü yerde aramıza aşılması güç duvarları örüyordu. Duvarın diğer tarafındaki ben için her şey pusluydu, kayboluyordum.

Babam kısa bir duraksamanın ardından şaşkınca, "Sen..." diye fısıldadı.

Telefonu daha sıkı kavradım, "Evet baba," dedim, gözlerim dolmuştu. "Ne yaptığını biliyorum, ailesini öldürdüğün tek kişinin Edim olmadığını biliyorum."

"Kızım, beni dinle..."

Sözünü keserek, "Hayır baba, sen beni dinle," dedim, acılar içinde. "Bir kız için babasından utanmanın nasıl bir şey olduğunu biliyor musun? O an tüm isteklerini, amaçlarını, sevdiğini bile kenara itiyorsun ve sadece ölmeyi diliyorsun, ölemeyeceğini bilmenin elleri ruhunu uçurumdan itiyor, dibi bulamadan hiç durmadan düşüyorsun."

Sarsıla sarsıla ağlarken, gözlerimden akan herbir yaş yıllar boyunca her gün babama bağlanmış umutlarımı kalbimden uğurluyordu. Göğsümdeki beyaz ağrılar, gökyüzüne tutunan bulutlar gibi küme küme tutunmuştu ruhuma.

Boşta kalan elimin avuçlarına yatağın çarşafını toplayıp sıktım, "Baba, rahat bırakın artık beni," dedim, isyankâr bir sesle. Zihnimdeki canlı anılar allak bullak olmuş hâlde birbirine çarpıp duruyor, onlar bile şaşkın gözlerini bana dikmiş ne yaptığımı anlamaya çalışır bir ifadeyle bakıyorlardı bana. "Senden, annemden, Edim'den, zayıf davranan kendimden... hepinizden kurtulmak istiyorum. Yeni biri olmak istiyorum, siz ruhumu boğa boğa tutuyorsunuz beni geçmişin kozasında, ben kimse için daha fazla orda yaşayamam."

İnsanlar benden ne istiyordu? Ben de onlar gibi insandım, hiçbir üstünlüğüm yoktu; zaaflarla doluydum. Kendimi önemli hissetmem için hiçbir nedenim yoktu, hatta kendimi artık çok gereksiz biri olarak görmeye başladım. Herkes gibi kaderin ipine yaşamın kısalığından bağlıydım, belki herkesten daha zayıftım.

Sözlerim babamın dünyasında nasıl etki bırakıyor, dünyasının gökyüzüne ne çeşit yıldızlar ekiyordu emin değilim, netice olarak sıradan biri, sıradan bir baba olduğunu sanmıştım fakat en acı biçimde onun aslında hiç de normal olmadığını, hasta biri olduğunu öğrenmiştim. İnanılmazdı, ölüm düşüncesi zihninde kutsal bir fikir gibi dolanıyor, ölüm onun parmaklarından dökülüyordu. Kimse onu gördüğünde katil demezdi. Bu düşüncem saçmaydı, çocuk yaşta denk geldiğim bir cümle vardı:

Fark ettiniz mi acaba? En zarif kan dökücülerin hemen hemen hepsi uygar beyefendilerdir.

Elimde zamanın bıraktığı bir bıçak vardı, o bıçakla eti kemikten sıyırır gibi gerçekleri hayallerden sıyırıyordum.

Gerçeklere dönme zamanıydı.

"Tedavi ol baba," diye devam ettim. "Sen umuttun, içimdeki umutların sahibiydin. Seni düşündüğümde artık içime umutlar serpilmiyor, başka bir canı aldı mı diye endişe dökülüyor."

Telefonu kapattığımda bile gözyaşlarımın, papatyanın köklerine doğru dökülen yaprakları gibi kalbimin köklerine doğru düştüğünü hissettim.

Dirseklerimi bacaklarıma bastırdım, yüzümü avuçlarıma eğip kalbimden kopan renksiz yaşları avuç çizgilerimin arasına bıraktım. Ta ki Yağız'ın, "Lavin abla, sana su getirdim," demesine kadar.

Avuçlarıma örttüğüm yüzümü kaldırıp, Yağız'ın bana uzattığı su dolu bardağa sonra yüzüne baktım. Sanki kelimelerim yaşların arasına karışan damlalar gibi yok olmuştu ne harfleri, ne onları örüntüye dökecek sesimi bulamadığım için karşılık veremedim.

Yağız, ne düşündüğümü biliyor gibi, "Seni duydum, babanla konuştuğun için ağladın ya, dedem de annemi çok ağlatıyor," dedi. "Annem, babası yüzünden ağlayan kızlar su içince hiçbir şeyleri kalmaz dedi, annem içince hep susuyor." Başını hafif yana yatırıp hadi dercesine küçük bir işaret yaparak, "Hadi sen de iç, geçsin," diye ekledi. Alvina'nın söylemlerinden hiç şüphe duymayan o gözleri, saf sözleri beni dondurdu. "Hadi Lavin abla, alsana."

Kalbim, kendine bağlanan zarif damarlarına ağrı enjekte edilmiş gibi, kanı pompalarken değil de ağrıyı pompalarken ağrıyordu. Titreyen elimi ona uzatıp bardağı alırken, Yağız'ın gözlerinde birazdan tüm gözyaşın, tüm acıların bitecek diyen o güçlü, sarsılmaz emin ifadeyı izlemek beni mahvediyordu.

Sudan birkaç yudum aldım ve yaşlarımı zorlukla bastırırken, sırf Alvina'nın sözleri yalanlanmasın, Yiğit'in inancı sarsılmasın diye büyük çaba sarf etmiştim. "Gerçekten geçiyormuş," dedim. Durdum. "Seninle dışarı çıkalım mı Yağız? Sana kitap ve istediğin ışıklı ayakkabılardan alırız."

Babamın bana gönderdiği paraya hiç dokunmamıştım, madem geçmişten kurtulacaktım, cebimde babama ait olan o paradan da kurtulacaktım.

Yağız, başını büyük bir istekle sallarken, "Çıkalım," dedi. "O zaman montumu giyeceğim."

Yağız'la önce mahalledeki kırtasiyeye girip ders kitapları dışında hikâye kitapları da almıştık, sonra yine mahalledeki bir nebze iyi görünen bir ayakkabı mağazına girmiştik. Yağız ayakkabıları denerken mutlu görünüyor, mutluluğu beni de iyi hissettiriyordu. Bir çocuğun mutlu olmasından uzanan huzura daha önce hiç şahit olmamıştım. Alvina kendini hep böyle mi hissediyordu? Garipti.

Alvina o süreci uzun uzadıya anlatmış olsa da, bazen aklım almıyordu; nasıl cesaret etmişti anne olmaya, böyle zor şartlar altında, hem de öyle bir babayla. Sarhoş olduğunda birkaç defa bu durumu Alvina'nın yüzüne en ağır biçimde çarptığına şahit olmuştum.

Kendimi düşünüyorum da... Eğer böyle bir şey benim başıma gelseydi, ölürdüm, öldürürdüm yine de o bebeği asla dünyaya getirmezdim. Annelik benim dünyamda çocuğunu paramparça etmekti, anlamını bile çok uzun zaman sonra anlamıştım. Çocukluğumun sancıları hâlâ beni yokluyordu, belki bu yüzden anne olmanın düşüncesi bile kayalıkları döven hırçın dalgalar gibi içimde vahşice dalgalanan hisleri çalkalayıp midemi alt üst ediyor, tüylerimi diken diken ediyordu.

Her çocuğun bilinç üstüne ve bilinç altında en önce annesi yerleşirdi. Her çocuğun ruhuna ilk önce annesi dokunurdu.

Ben annemin kızıydım, benim gibi birinden anne olmazdı. Asla.

Eve geldiğimizde bir şeyler atıştırdık. Burda olduğum süre boyunca Alvina bana biraz yemek yapmayı öğretmişti. Geri döndüğümde, Tuncay'a yemek pişirebilecektim ve yapabildiğime çok şaşıracaktı.

Akşam Alvina geldiğinde biraz dışarı çıkacağımı söyledikten sonra hemen çıktım. Hiçbir yere sığamıyordum, boğuluyordum. Ayaklarım sanki ordan gelen gizli bir komut, gizli bir fısıltı varmışçasına beni dün gece geldiğim bara getirmişti, dün gece olduğu gibi alelade girmedim bu defa, dikkatle çevreme bakarak girdim. Gözlerim kimi bulmayı umduysa, o yoktu. Belki son bir kez yine onu uzaktan görürüm diye düşündüm, yoktu, yokluğu her yeri ve beni içine almıştı.

Yine bar tezgahının olduğu kısma ilerledim, öyle yorgundum ki huzur bulamıyordum artık. Tabureye oturdum, yaklaştığım her şey artık bir bunaltıydı. Barmenden içki isterken, daha uzaklara gitmem gerekiyor diye düşünüyordum. Parmaklarım bardağı bıkkınlıkla kavradı, zihnimin harap bir mezarlık yeriydi. Bardaktan ilk yudumu alıp boğazımdan geçirirken, acımın üzerine örttüğüm yorgandı o.

Bir yerden, başka bir yere gitmekle kendimden, içimdeki o sıkıntıdan kurtulamıyordum. Ruhumun derinliğinde bir türlü sakinleşmeyen, bütün varlığımın yakıcı bir hüzünle dolmasına neden olan bir köşe verdi.

Ellerimi sarı saçlarımın arasından geçirirken, yanımdaki tabureye biri oturdu. Dudaklarında ukala bir gülümsemeyle, "Şu tesadüfe bak, yine karşılaştık," dediğinde kaşlarımı çattım. "Merhaba... Küçük Avcı."

Küçük Avcı?

Black. Yine mi?

Dişlerimi sıktım, bana Küçük Avcı demesinden nefret ettim. "Bana böyle seslenme," dedim, muhtemelen gözlerimden ateş çıkıyordu. Boş bakışlarımı ona sivri bir mızrak gibi saplarken, "Ayrıca ben, üçüncü karşılaşmaların tesadüf olduğuna hiç inanmam, saf olduğumu düşündüysen yanlış adrestesin," diye ekledim. Önüme dönüp başımı şakağıma yaslayarak bardağımı dudaklarıma yaslayarak bir yudum daha aldım. "Ne istiyorsun benden, niye peşimdesin?"

Black, "Vay be," dedi hayret nidasıyla. "Şu an ateş almaya hazır bir silah gibi fevkalade biçimde güzel görünüyorsun."

Bu aptalın nesi vardı?

İçimde yatışması güç bir sinirle ona dönüp, "Senin gereksiz iltifatlarına ayıracak vaktim yok," dedim. "Ne istiyorsun benden, niye buradasın diye sordum?"

"İltifattan hoşlanmaz mısın?"

Ona bakmadan, "Tanımadığım birinden iltifat alınca havaya giren o aptal kızlardan değilim," dedim, böyle yıllarca tanışıkmışız gibi davranan ukala erkeklerden hiç haz etmezdim çünkü bu hareketleri birçok kadına yaptıkları kurların sonuç getiren tecrübesi olduğunu bilirdim. Edim ilk karşılaşmamızda bana neredeyse kaba bile davranmıştı. Yüzümde neredeyse hoşnut bir gülümseme olduğunu fark edince bu ifadeyi hemen dağıttım. "Ruhu kaba de, ne dersen de buna."

"Tanışalım o zaman, gerçi ben seni zaten tanıyorum."

Bu kez ona döndüm, aptal gülüşünün memnun etkisi hâlâ yüzündeydi, "Beni tanıdığın falan yok," dedim.

"Seninle iki defa karşılaştık."

"İki defa karşılaşmak, beni tanıdığın anlamına gelmez."

"İki defa karşılaşmakla bir insan diğer insanı tanıyamaz, konuştukları üç beş cümle de yetmez diyorsan, haklısın. O zaman seni az tanıyorum, hadi çok tanıyayım."

"Az tanıyorsun," diye tekrar ettim. Sinir bozucu bir bakış atıp ekledim: "Peki çok tanı o hâlde; yılışık tiplerden hiç hoşlanmıyorum."

"Beni sandığın kişi sanmamalısın."

"Bence sen tam da sandığım kişi olmaya elverişlisin."

Kahkaha attı.

Salak.

"Devam et," dedim. "Seni en son gördüğümde yüzün tanınmaz haldeydi."

Söylediğim hiçbir şey onu etkilemiyormuş gibi, "Ama bak, yanında senin için beni döven Edim değil, ben varım," dediğinde, bana karşı bir tür küçümseme olduğunu biliyordum.

Öfkeyle dolup taştım, hayatın bütün dehşeti üzerime çökmüştü sanki, elimin içindeki bardağı vargücümle sıktım. İçimdeki sokak lambalarının ulaşamadığı, zaten ışığın parçası olmayan karanlığın bastığı şehirlerimi yağmaladığını hissettim. Gerçekten bu adam niye yanımdaydı da, Edim değildi? Niye beni bulan oydu da, benden vazgeçen Edim'di?

Gerçekler hazmedemeyeceğim kadar ağırdı, "Git yanımdan," dedim, sesim buz gibiydi.

Bardakları silen barmene bakıp, "Kağıt, kalem var mı?" diye sordu.

Barmen, "Halledilir," deyip, arka tarafa gidince, Black bana döndü. "Yarın da gelir misin buraya?" diye sordu.

"Hayır, gelseydim de sana söylemezdim."

Barmen, getirdiği kağıt kalemi ona uzatınca bir şeyler karaladı, beyaz kağıda. Kağıdı, tezgahın üzerinden bana uzatıp, "Belli ki, seni çok üzmüş," dedi. "Numaram ve kaldığım otelin adresi, istediğin zaman bana ulaşabilmen için. Derler ki, başkasının yaktığını başka bir ateş söndürür?"

En çok, en fazla Edim'e, sonra kendime ve karşımda kim olduğunu bilmediğim adama öyle öfkeliydim ki, "Bir pislik, başka bir pisliği yok edemez," diye karşılık verdim. Kağıdı ona tekrar ulaştırırken, "Uzak dur benden," diye ekledim.

Edim'e iki kez art niyet olmadan safça güvenmiştim, her ikisinden elde ettiğim tek şey hayal kırıklığından upuzun bir yol olmuştu ve ben o yolda bir daha kimseye güvenmemeyi düşe düşe, canım yana yana öğrenmiştim.

Yabancılardan uzak dur.

Tabureden kalkarken, kağıdı bana uzatıp, "Burda kalsın, sen gelmezsen ben gelirim. Tekrar görüşeceğiz," dediğinde, ona aldırmadım. "Mutlaka, tekrar."

O gidince, yine kendimle kaldım. Üzerimizden geçen zaman Edim'le değilse, kirlenmiş gibi hissediyordum. O zamanı yakalamak, avuçlarımda sıkmak ve yok etmek istiyordum. Yine gereksiz şeyler düşünüyordum, gözlerimin önüne Yonca ve Edim geldi; Yonca'nın gözlerimin içine baka baka ona sarılışı, çıplak olduğu gerçeği, Edim'in kollarında sabahladığı düşüncesi beni öldürüyordu, kalbimde açılmış bir kuyu gibi hiç kapanmıyor aksine derinleşiyordu.

Barmen, kağıdı parmaklarının arasına alıp sallarken, "Ee, ne yapıyoruz?" diye sordu. "Çöpe mi, yoksa cebe mi indiriyoruz?"

Kağıdı alıp cebime koydum.

Eve döndüğümde, saat epey geç olmuştu, kapıyı çaldığımda kapıyı açan, dünya üzerinde görmeyi en son istediğim yüzdü; Alvina'nın babası açmıştı.

Yüzü sertti, "Hiç gelmeseydiniz, hanfendi," dedi, alay ederek. Boş boş yüzüne bakarken, dilimi tutmayı diledim. "Babanın çiftliği mi sandın burayı sen?"

Damarına basmak için belki de bir şeyleri anlasın diye, içeri adımlarken, "Burayı, babamın çiftliği sanmam imkânsız," dedim, gözlerimdeki küçümseme, sesimdeki ifadesizliğin arasındaki denkleme yerleşti. "Burası daha çok... Neyse."

Gözleri öfkeliydi, "Biz iyilik yapıp evimizi açalım, insanlık adına sokaklarda bırakmayalım, şu kibirli budalanın söylediklerine bir bakın," dedi, sesinden dökülen sitem belki minnet duyan insanı suçluluk hislerine boğabilirdi, beni değil. "Nankör, bir kere insanın yaşayacağı bir yeri yoksa, sarayda kümeste birdir."

Ağzıma alay dolusu bir kahkaha doldu, tuttum. Ama buz gibi bir gülümsemeyi açık ederken, "İnsanlık adına, öyle mi?" diye sordum. Haklı olan ben olduğum için beni ezemezdi, izin vermezdim. "Ağzında ne kadar gülünç durduğuna inanamazsın. İnsanlık adına yapılmış şeylerden para almazsın, onu geçtim tükenince söylenmezsin. Senin yaptığına iyilik değil, alış veriş denir."

"Benim evime bu saatte giremezsin, sokmam!"

Beni çileden çıkarıyordu, "Parasını ödediğim eve istediğim saatte girerim, babam ederinden fazla ödedi bu eve!" diye yükseldim. Yüzümü buruşturdum, hayatım boyunca böyle berbat bir konuşmanın içinde olduğumu hatırlamıyordum ama kibrine de başka türlü karşılık veremezdim. "Ben senin ezdiğin kızın değilim, bana karışamazsın!"

Onun da gözü dönmüştü, "Karışamadığım birini daha fazla evimde tutmam!" diye bağırdı. "Yeter bu kadar saygısızlık, defol git evimden!"

Alvina, odadan çıkıp dikkatle kapıyı örttü. Yüzünden, uykudan henüz uyandığını anladım.

Alvina, yanımda durup kolumu tuttu, gözlerini babasına dikip, "Baba, ne yapıyorsun?" diye sordu, sesi sert ama kısıktı. "Lütfen geç içeri, onu bu saatte evden kovamazsın."

"Bu saatte eve geliyorsa, bu saatte evden de kovulur."

Sinirlerim tepeme gelmişti, daha fazla tahammül edemeyecektim, "Israr etsen de durmam zaten," dedim, sesimin içi iğne doluydu, hedefi belliydi. "Ben gidiyorum."

Alvina, uyarır gibi kolumu sıktı. "Lavin, sakin ol," dedi, bana eğilerek. "Yarın zaten gideceksin, hem nerde kalacaksın?"

Alvina'nın babası, "Bulur o bir yolunu," diyerek, içeri geçti.

Arkasından cins cins bakıp, "Evet, bulurum," diye hırladım.

Alvina, gözlerimin içine bakıp, "Lavin, sakinleşip geç şu odaya hadi," diye fısıldadı. "Bak, gidersen, nerde olduğunu merak edeceğim, aklım sende kalacak."

Kapıya ilerleyip açtım. Kaşlarım çatılırken, "Hayır, gidiyorum," dedim, kesin bir sesle. Bir süre öylece kapıda dikildik. "Bakarım ben başımın çaresine, beni merak etme."

Sokak kapısından çıkıp bahçe kapısından geçerken, şimdiden pişman olmuştum. Yağan beyaz karı sırtına alan rüzgâr, sokaklarda dolanıyordu. Ellerimi cebime koyduğumda, avucuma gelen kağıdı sıktım.


Her insanın mutlaka gidecek bir yerinin olması lazımdı, değil mi? Benim yoktu. Hiç gitmemem gereken tek bir yer dışında.

Taksi eve yaklaşırken, Nergis ablanın elinde bavulla çıkışını gördüm. Taksi durduğunda biraz beklemesini söyleyerek hemen çıktım, "Nergis abla!" diye bağırdım.

Nergis abla, başını sesimin olduğu yöne doğru döndürse de, bir anlık duraksamasından görüntümü algılayamadığını anladım. Sonunda görüntüm, zihninin kıyılarına ulaşınca, "Lavin?" dedi, inanamıyormuş gibi. Tam karşısında durduğumda, gözleri şaşkınlıktan kocaman açılmıştı. Gerçekliğimi anlamak için kollarımdan tuttu. "İnanamıyorum, gerçekten sensin. Yaşlı aklım bana oyun yapıyor sandım."

Yüzü biraz daha yaşlanmış geldi bana, "Gerçekten benim, burdayım," dedim, aklının oyunu olmadığımı ispat etmek ister gibi.

Bana sıkıca sarıldı; kolları hâlâ bildiğim, tanıdığım güvenli bir liman gibi tüm sıcaklığıyla, anne şefkatiyle sardı beni.

Arkamızdan korna sesi gelince, birbirimizden ayrılıp arkama baktım. Taksiyi unutmuştum. Beynime yapışan tedirginlik duygusuyla, "Taksiyle geldim, ama yanımda hiç para yok," dedim kısık bir sesle. "Sen öder mısın?"

Nergis abla, bana bağladığı bakışlarını çözüp taksiye dikmişti, "Tabii ben hemen hallederim," dediğinde, mahcupluk duygusu karnımı regl sancısı çeker gibi sızlatıp duruydu. "Burda bekle."

Taksiye parasını ödeyip gelince, kendisini bekleyen arabanın şoförüne, "Seni bekleteceğim," diye açıkladı.

Beraber rüzgâra teslim olan bir yaprak gibi adım adım bir ay önce geride bıraktığım eve doğru ilerlerken, aslında Edim ve beni birbirimize yakınlaştıran anılarla, aynı zamanda ihanet rüzgârıyla uzaklaştıran bu eve girmeye hiç hazırlıklı değildim. Karşımda duran bu ev, başladığım yere, sanki kürkçü dükkânına dönmüşüm gibi hissettirip başarısızlığımı alnımın ortasına kurşun gibi sıkmıştı.

Kapı açıldı, ardından gelen koku tıpkı bir alacaklı gibi yakama yapışırken, dizlerim titredi, adımlarım yavaşladı. Eve girdik, salona geçip tanıdık koltuğa oturduğumda burnumun ucu sızladı, harfler geriye çekilip beni hislerle bırakmıştı. Hiçbir şey değişmemişti, yerleri de öyle.

       İnsan birçok yere gidebilirdi evet, ama asıl ihtiyacı olan bir denize, bir karaya, bir eve, bir insana ait olmaktı.

Gözlerim, Nergis ablanın gözlerine denk geldiği anda, "Bavullar ve seni bekleyen o araba... Sen bir yere mi gidiyorsun?" diye sordum.

Nergis Abla, derin aldığı nefesi dudaklarından usul usul verip, "Evet, Erim'in yanına gidiyorum," diye yanıt verdi.

Kaşlarım çatılırken, "Erim?" diye sordum, bu ismi algılamakta zorluk çekerken. "Erim... Edim'in abisi Erim mi?"

"Evet o, ben uzun bir süre gelmeyi de düşünmüyorum."

Sanki sözlerinin güçlü elleri vardı, güneşte ısınmış bir kaya parçasını alıp çıplak göğsümün orta yerine koymuşlardı. "Edim'i yalnız bırakıyorsun, öyle mi?" Göz kapaklarımdan başlayan titreme, siyah kirpiklerimi de titretti.

Nergis Abla, kaşlarını kaldırıp, "Hâlâ onun yalnızlığını düşünüyorsun, öyle mi?" diye sordu karşı atağa geçerek ve o an fark ettim, sorumun suçlayıcı bir tonda çıktığını. "Eve neredeyse hiç uğramıyor, dün gece geldi, söylemese de biliyorum sırf bana şöyle bir görünmek için. Edim benim oğlum gibidir ama Erim'i de  yok sayamam, dört yaşındaki kızı ağır bir hastalıkla boğuşuyor, onun yanında olmalıyım."

"Abisi ve o, birbirinden ayrı biliyorsun, abisinin bir ailesi var, belki destek olan başkaları da vardır. Ama Edim, sırlarla yaşayan biri derdi olduğunu kimseye söylemez." Sıkıntıyla iç geçirdim. Kendimden bile geçişim bana dokunmazken, onun yalnız kalacağı düşüncesi, niye bana bu kadar ağır geliyordu bilmiyorum. "Sen söyledin, önceki haline dönmüş diye. Ya yine kendisini kaybederse?" diye fısıldadım.

Nergis abla, avuç içini elimin üstüne koyup anlayışla sıktı. Deniz rengi gözlerimin içine boğulan hislerimi taşısın diye bir kayık bırakır gibi, "Lavin, güzel kızım," dedi, yumuşacık bir tonda. "Ben de senin kadar onun adına endişeliyim, ama ikimizin de anlaması gereken şu: Edim 25 yaşında, uğradığı felaketlerle başa çıkacak bir erişkin."

Gözlerim sızlarken, "Ben karşılaşacağı felaketlerden bahsetmiyorum ki, eminim o her şeyin üstesinden gelir, gelmese de gelmiş gibi yapar eminim," diyebildim zorla. "Beni endişelendiren yalnız kalacak olması. Abisiyle barışsa keşke."

"Çok isterdim, maalesef ikisi de yanaşmıyor." Sessizlik oldu. "Sen ne yapıyorsun, nasıl aniden gelmeye karar verdin böyle?"

    "Arkadaşımda kalıyordum, orda daha fazla kalamadım yarın Tuncay gelecek beni almaya," dedim, sesim kısıktı.

"Erim de senin ailenin yanında olman gerektiğini düşünüyordu," dedi, dalgın bir sesle.

Kaşlarım istemsizce çatıldı. "O... beni biliyor mu?"

Başını salladı. "Buraya ilk geldiğin zamanlarda, beni aradığında seni söylemiştim. Edim'in aksine, abisi onun ne yaptığını hep merak ederdi," dedi. "Hatta..."

Cümlesini yarım bırakıp gözlerini kaçırınca içimdeki merak duygusu kötü şeyler öğreneceğini bile bile başını çıkarıp gözlerini ona dikmişti.

Kaşlarım mümkünmüş gibi daha çok çatıldı. "Hatta ne, Nergis abla?" diye sordum. "Lütfen cümlenin devamını getir."

"Erim, senin kaçırıldığını duyunca çok öfkelendi Edim'e. Bu kadarının fazla olduğunu düşünerek bir şey yaptı o sıralar ama sonuç alamamak onu da beni de epey şaşırttı."

Pür dikkat onu izliyor, onu dinliyordum. "Ne yaptı?"

"Güvenilir bir elle, ailene burda olduğunu haber veren bir not ve buraya ait adresi yolladı."

Ailem?

Tuncay olamazdı. Tuncay bilse iki eli kanda olsa bile çıkar gelirdi. Annem? Ablam? Kim?

"Nereye yollamış?" diye sordum, sesimde dikenler büyümüş gibiydi.

"Evine."

          Evime.

Gözlerim şok etkisiyle büyüdü, ifadem bir an toprağı saran kökler gibi Nergis ablanın bakışlarını sardı. Annem bile bile beni yok saymıştı, gerçi... artık ne diye şaşkınlaşıyordum ki? Edim beni ilk kaçırdığı sıralarda zaten ailemin umrunda olmadığım gerçeğini yüzüme çarpmıştı. Düşüncelerimin içine serpilen kızgın kelimeler zihnimi mahşer yerine çevirdiğinde, ordan çıkış yolu bulamadım. Bir insan kendi zihninden, kendinden kaçar mıydı? Ben durmadan köşe bucak kaçıyordum.

"Anladım," dedim, yine güçlü görünmeye çalışarak. "Gittiğinde benim adıma ona teşekkür edip, yaptığının benim için özel olduğunu iletirsen, sevinirim."

"Keşke onunla tanışma imkânın olsa."

"Yalnız bu geceyi geçirecek bir yere ihtiyacım vardı, sen Edim'in eve gelmediğini söyleyince, geceyi burda geçiririm diye düşündüm. Tabii gideceğinden haberim yoktu."

Nergis Abla, "Edim gelmeyecek, burda kalabilirsin," dedi, bunu sanki içini boğan bir gerçeği söyler gibi söylemişti. Ayağa kalktı, "Gitmeliyim, uçağa yetişmem gerekiyor," dedi. Elini birden yanağıma koydu, "Belki duymak istersin, o geceden sonra sen çekip gittiğinde hiçbir şeyin önemi kalmadı. Yaşamayı bırakmış gibiydi." İç çekerek oturdu. "Keşke giderken, senin onun yanında kalacağını, bir arada olacağınızı bilsem, rahat ederdim," diye ekledi.

Benim için de hayat durmuştu. Bu hayal kırıklığı hayatım boyunca yaşadığım hayalkırıklıklarının en baş döndürücüsü olmuştu.

"Keşke onun yanında kalacak bir nedenim olsaydı, bizi bir arada tutacak şeylere saplanmış şeyin adı ihanet olmasaydı."

"Her şeyi değiştirmek, düzeltmek ve gitmemen mümkün olsaydı, yapmam gereken her şeyi yapardım."

"Bizi düşünme artık," dediğimde bir an duraksadım. Hâlâ onu ve kendimi tek bir zamirin içine alıp kapatarak, ayrılıkların bile koparamayacağı iki kişiymişiz gibi biz deyip duruyordum. "Kendine iyi bak, iyi yolculuklar."

                     ❄❄❄

Göğsümde sağanak vardı, en güçlü yağmurlar, en büyük karlar, en kara fırtınalar göğsümün içindeki kıyametteydi.

Bacaklarımı kendime çekmiş öylece boşluğu izliyordum, anıların ve hapların tükettiği yüzüm televizyonun ekranına düşmüştü; her zamankinden daha acı dolu görünüyordu. Ekrana onaylamayan bir bakış fırlattım ama gördüğüm lekeli bir imgeydi yalnızca. Parçalanmış bir piyanonun ağıtı vardı kalbimde, piyanonun kırık parçası tek bir tuşuna saplanıp kalmış kırık, öldürmeyen fakat delirten bir ses zihnini kaplamıştı.

Düşüncelerime o kadar dalmıştım ki, birden ses duyduğumu sanıp irkildim. Ve kapının çarpan sesi bütün tüylerimi dikerken yanılmadığımı gösterdi. Bacaklarımın etrafına doladığım ellerimi hemen uzaklaştırıp, koltuğun arkalığından baktım salonun girişine.

    Gelen Nergis abla olabilir miydi?

Sonra bana tanıdık gelen adım seslerini duydum; sert, hızlı... ve uzun olduğundan şüphem olmayan o baskın adımları vurgunlar yememe neden oldu.

       Adımlar duraksadı, kalbim hızlandı, zaman çarpıldı.

       Adımlar yön değiştirip yukarı giden merdivenlere ilerledi. Kalbim, diğer organlarımı ayağa dikecek uzun bir çığlığı damarlarıma koyverdi, bütün organlarım nabız gibi aynı anda atmaya başladı. Yerimden alelacele kalktım, ne yapacaktım şimdi? Koltuğun önünde bir ileri, bir geri gidip geliyordum, endişeler de benimle hareket ediyordu.

      Koltuğun üzerindeki montu üzerime geçirdim, hemen çıkıp gitmeliydim burdan. Sonra gürültülü şimşekler çakan, ardından durulan gök gibi aniden duruldum. Gidecek hiçbir yerim yoktu, hem niye endişeleniyordum ki? Bu saatten sonra en fazla ne olabilirdi ki? Beni zorla yanında tutacak hâli yoktu ya, denemeye bile cüret ederse, sonuçlarını görür, çünkü gösteririm. Yeniden koltuğun üzerine oturup bekledim, bekledim kaderimi bekler gibi.
       
       Ev telefonunun sesi, bütün evi boşluktan gelen çan sesi gibi ürkütücü biçimde doldurdu.

Edim'in aşağı indiğini haber veren o adımları, ortama düşüp yuvarlanan çığ gibiydi, kalbimi çiğner gibi yaklaşırken tereddütteydim. Büyük salonun kenarında duvardan bir çıkıntı vardı, kişiliğimle hiç uyuşmamasına rağmen, körebe oynayan bir çocuk gibi ardına saklandım. Sırtımı duvara yasladım, ellerimi de arkama aldım; avuç içlerimdeki ter miydi? Avuçlarımı soğuk duvara yasladım. Ben, köşesine sinen, sessiz sakin olan o kızlardan değildim ama niye saklandığımı bilmiyordum, bir şey vardı beni gizlenmeye iten, sessizliğe gömen, hesap sormama engel olan. Belki gizlenişim korkaklığımdan değil de, hudutsuz bir gururdan ileri geliyordu.

"Alo?"

Ve sesi, öyle acımasızdı ki, olayı kulağımla bitirmemişti, duvarlarımı aşıp kırık bir cam gibi duyularımı kese kese indi kalbimin kıyılarına. Kışı severdim, ama onsuzluk kutup gibi bir kente tek başıma düşmüşüm gibiydi, üşüdükçe sesinden dökülen kelimelerin anısıyla ısınmıştım. Titreyen dudağımı dursun diye dişlerimin arasına aldım. Gözlerimi kapattım, bir an bana 'Sevgilim' diyen, sesini de duydum zihnimin gerisinde, titredim.

      Edim, "Evde olmama niye şaşırdın, Nergis?" diye sordu, sesi sertti. "Gelmek istedim ve geldim, çünkü öyle istedim."

Sesi... dün geceden beri yüzünü görme isteğimin katlanıp alev almasına neden oldu. Arkamdan gelen sesine kayıtsız kalamayacaktım, yavaşça döndüm ve duvarın ardından yüzümün yarısı görünecek şekilde dikketle çıkardım. Kaderin kalemi, durmuştu, yazmıyordu hemen önündeki kağıda onun yüzünü görmemi, benden intikam almaya yeminli bir ruh gibi yüzünü bir türlü bana göstermedi; arkası bana dönüktü.

      Altında düşükbel siyah bir eşofman altı, üstünde sadece kolsuz sporcu yeleği vardı. Dün, net göremediğim için fark etmemiştim ama geceden yaratılmış gibi görünen siyah saçları uzamıştı. Telefonu omzuyla kulağı arasına sıkıştırıp elinde getirdiği bandajları ellerine sarmaya başladığında, sonraki durağının aşağı kattaki kum torbasını yumruklamak olduğunu biliyordum.

"Değişiklik? Nasıl bir değişiklikten söz ediyorsun? Hiç senlik değil ama giderken evin ışıklarını açık unutmuşsun."

Her an nüksetme tehlikesi taşıyan hastalık gibi bende yaşıyordu. Ağzımda taşa dönüşen sert kelimelerin tadını almaya başladığımda, Edim, "Tamam, tamam, iyi yolculuklar sana," diyerek telefonu kaba bir tavırla kapattı.

      Bandajlama işini bitirdiği için beklemeden aşağı indi.

Önce duvarın ardından sonra salondan çıkıp merdivenlerin başında durdum. Niyetim yukardaki odalardan birine gidip Edim'le karşılaşma tehlikesini sona erdirmekti ama gidemiyordum işte; öylece merdiven başındaki tokmağı tutup sıkarken, yukarı çıkmama engel olan, yağmuru bulutlardan aşağıya iten güç gibi beni aşağı gitmeye iten bir güç vardı.

Güçlü dalgaların arasında kalmışım da artık direnmekten usanmışım gibi kendimle savaşmayı bıraktım. Aşağı giden merdivenleri ses çıkarmadan ağır ağır inerken, öfkeyle yumruklanan kum torbasının sesi ayaklarımın altındaki merdivenlere döşendi.

       Sadece çok öfkeli olduğunda kum torbasını yumruklardı, neye veya kime öfkeliydi?

Loş ışığın aydınlattığı odanın önüne geldiğimde ses hemen Edim'in arkasında duruyormuşum gibi çok yakındı. Artık kafamın içindeki sesleri duymuyordum, artık Edim'in kafasında dönen şeyleri merak ediyordum. Beni düşünüyor muydu? Neden bilmiyorum ama onun da beni devamlı düşündüğüne dair bir duygu vardı içimde; belki de ben devamlı onu düşündüğüm içindi.

Başımı uzattım, yeleğini çıkarttığı için çıplak sırtının kasılışını görebiliyordum. Teninde, tıpkı bir yıldız gibi parlayan terleri, kürek kemiklerinin birbirine dokunacak kadar yakınlaşmasını, kollarındaki adelelerin dalgalanışını, alnına dökülen ıslanan saçlarını, hepsini.

Yüzü?

       Yüzünü görememek, bana hangi günahımın cezası olarak biçilmişti?

Yarın gidecektim. Son kez yüzünü canlı kanlı göremez miydim?

Umutsuzca uzattığım başımı çekip sırtımı duvara yasladım. Edim, kesintisiz yarım saat boyunca kum torbasını yumruklarken, ben de duvara yaslı hâlde yarım saat boyunca kesintisiz onun öfkesini dinledim. Sonra yukarı çıktım, salondan geçip dışarıya açılan kapıdan geçtim.

Kar taneleri, gökten yırtılarak gelen kağıt parçaları gibi iri iri yağarken, ellerimi cebime koydum. Sarı saçlarıma beyaz bir süsü gibi tutunan kar tanelerinin sayısı hızla artıyordu. Evde bıraktığım o görüntünün ağrısı göğüs kafesimi içeri dalmış bir yumruk gibi dağıtıp acıyı bin katına çıkardı, yangın yerine çevirdi.

Ne yana dönsem anılar vardı. Sol tarafa dönüp yürümeye başladığımda belki gitmem gerekiyordu burdan. Bu bahçede en son beraber yürüdüğümüzde birbirimizin ismini tenimize kazıma kararı vermiştik. Üzeri karlı olmasına rağmen aldırmadan onunla oturduğumuz banka oturdum, yaptırdığım dövmenin üzerine dudaklarını bastırdığında burdaydık.

Boğulduğumu hissedince, oturduğum banktan kalktım sağıma döndüm ki, o gece terk ettiğim adam karşımdaydı. Bu defa yan profilinden veya arkasından bakarak sıyrılmadım, doğrudan yüz yüze bakıyorduk, gözlerime saplanmış karanlık gözlerini görüyordum.

Zaman parçalandı veya derin dondurucunun yatağına uzanıp dondu; rüzgârın yön vermesiyle yanaklarıma kamçı gibi çarpan kar tanelerini artık hissetmiyordum. Sanki tüm dünyadan uzak bir okyanusun ortasında bir gemideydik ve geminin içinde yalnızca o ve ben vardık.

Bakışmamız uzadıkça inceldi, artık bakmak yetmiyordu her ikimize de. Görmek istediğimiz gözlerimizin sahnesine çıkmasını istediğimiz ifadelerdi, kafamızdaki uzay boşluğuna asılı duran düşüncelerdi. Keşke bu kadar hissiz durmasaydı, aklından geçenleri, hisleri yüzünde görebilseydim.

Hiçbir şey elde edemediğimiz bu bakışmadan ilk çıkan Edim olmuştu. "Lavin," dedi, güçlü sesi karanlık bir inilti gibi yayıldı geceye. Zaman kar taneleri gibi üzerimize yağmaya başladığında, okyanusun üzerindeki geminin bizi bıraktığı yer gerçekliğin kıyısıydı.

Onun dudaklarından dökülen adım geçmişe kanlı bir leke gibi sıçrarken, ruhumu bir kasırganın içine hapsetti. Buz gibi bakan gözlerimi ona dikmiştim. İçimi duyguların sarsıntısı var mı diye yokladım; kin, nefret, heyecan veya beni burda, kendi evinde bulmasından doğan ufacık bir endişe... hiçbir şey hissetmiyordum, ağrıdan başka; kalbim ağrıyor, sızısı kaburgalarıma vuruyordu.

Bana doğru yavaş gelen adımları hızlanmaya başladığında bile, bir büst gibi yerimde dikilmiş ifadesizce ona bakıyordum. Böyle nasıl desem, sanki yıllarca heyecanla beklediğim bu an gelmiş de artık gerek kalmamış gibi bomboş hissediyordum.

Bana aramızda mesafe kalmayacak biçimde yaklaştığı anda hiç zaman kaybetmeyerek, yüzümü sıcak avuçlarının içine alıp ateş gibi yanan dudaklarını buz gibi dudaklarımın üzerine örttüğünde, gölgesi, ölümün gölgesi gibi yaralı gölgemin üzerine uzanmıştı. Bir anlığına dişlerimizin çarpışan sesini duydum. Ne bir irkilme, ne bir ürküntü, ne bir heyecan belirtisi, ne bir kıpırtı oldu. Yine de, derin acılarla ve azaplarla dolu binlerce saatlerin ve günün içimi oyup sığdığı o anlardan biriydi bu.

Öpücüğü, zihnimin derinlerinde boğulan duygularıma suni teneffüs vermişti, işte şimdi asıl hissetmem gerekeni hissediyordum. Öfkemi. Öfkem kalbimin atışlarında, bedenimin hücrelerinde, ruhumun soyutluğunda, bize esen rüzgârın sesinde, üstüne bastığımız toprağın kokusunda, ağaçların dallarındaki çıkıntılarda, ona tutunan yaprakların damarlarında, üzerimize yağan karların kristalinde... Gözümün gördüğü, göremediği her yerdeydi.

Edim'in dilinin ucunu, dilimin ucunda hissettiğim anda öfkem fırtına oluşturdu ve ben o fırtınaya teslim oldum, onu sert göğsünden ittim, birbirinin üzerine devinen gölgelerimiz koptu. Gecenin içinde ağır ağır ilerleyip yankılanacak, daha o gece yapmam gerektiği hâlde gecikmiş, geçmişe ait o tokatı yüzüne sertçe indirdim.

Ona ikinci kez tokat atıyordum ve bu tokat diğer sefer olduğu gibi beni geriye adımlatmadı, içimi titretmedi, zihnimde suçlulukla yankılanmadı. Kelimelerime de tereddüt bulaştırmayacağını bilerek, "Bir daha bana dokunursan, seni öldürürüm," dedim, sesimin etrafında dokunanı ruhsal acıya boğacak sivri kayalıklar vardı ve hemen önünde nefretin gücü çağlıyordu. "Öldürürüm."

        Üzerimize dökülen saniyeler, zamanın ağzından tükürdüğü kan gibi zehirliydi.

Edim, yana düşen huzursuz ve yorgun yüzünü bana çevirip dişlerini sıktığında, ben tırnaklarımı avuç içime saplamıştım. Ay ışığı, ölümün ışık demeti gibi ağaç dallarının arasından onun yüzünün yarısına akarken ilâhî bir varlık gibi görünüyordu gözüme. Kara kaşlarının buyurgan çatılışını, ağzının kıyısındaki yabanıl kıvrımı görmek beni şaşırtmadı. Yanağının ortasındaki çukura dökülen hislerin zihnime köprü kurarak bağlandığını hissettim.

Gözlerinde öfke vardı evet fakat orada başka duygular da vardı. Arayış; attığım tokata anlam yükleyemenin ağırlığı. Hayal kırıklığı; beni ondan uzaklaştıran ayaklarımın yine ona getirdiği düşüncesinin sanrıdan ibaret olduğunu anlaması.

Ben de o anlamı ona kazandırmak için özel bir uğraş sarf etmeyecektim. Dudaklarımı birbirine bastırarak, omzumla omzuna çarpıp yanından geçerken, ondan uzanan akşam kokusu beni çevrelemişti.

Arkamdan baktığını biliyordum, içeri girene kadar bana bir şeyler demesini bekledim ama ağzına doluşan cümleleri kendine saklamayı tercih etmişti.

Arkamdan geldiği anda, artık hiçbir şeyin onun istediği gibi olmayacağını Edim Demiray'a gösterecektim.

Her ikimizde, birbirine bir türlü uzanamayan ay ve güneş gibiydik; boşlukta asılıydık. Acı çeke çeke kendimize gömülüyorduk, enkazdık, sessiz sedasız içimizdeki denizde boğuluyorduk.

ELİSYA ROYAL

       Yorum yapmayı ve yıldızı parlatmayı unutmayın!

İletişim, kesit ve duyuru için takip etmeyi unutmayın;

İnstagram; elisyaroyal

Twitter, ElisyaRoyal

Continue Reading

You'll Also Like

1.4M 54.1K 26
(18+ cinsellik ve şiddet içerir.) Başımızın üstünde ki elçilik binasının içinde bir ses yankılandı. "Şuandan itibaren; Onun tek bir saç teline zarar...
17.2K 6.1K 10
"Neden bu kadar uğraşıyorsun, Arin?" Dedim, gözlerinin içine bakarak, titreyen sesimle. "Görmüyor musun? Karşında ruhu tabuta girmiş bir enkaz değil...
856K 49.4K 34
Kuru öksürükleri durmadı bir süre. Boğazının acısını ben hissetmiş gibi yüzümü buruşturdum. Hastalığı benden kaptığı için kendimi iki kat kötü hissed...
642K 19.7K 54
alev:OĞUZ BEN ASIK OLDUM!!! oğuz:YİNE KİME AMK????!! alev:acar'a oğuz: siktir!