SON DİYAR

By komursuzkalem

1.7K 773 166

WATTYS 2018 UZUN LİSTE'DE...Kendisine Krallık lütfedilen Süleyman Peygamber, emrinde insan olmayan binlerce i... More

ŞEHİRDEKİ YABANCILAR
HIRSIZ
YANGIN
KUTSAL SEFER
SAVAŞTAN DÖNENLER
ZORAKİ BAYRAM
PEYGAMBER SÜLEYMAN VE SAHTEKAR CİN
HUZURA GİDEN KERVAN
ZANAATKAR KEŞİŞLER
HEKİM VE HASTA ADAM
KRALIN ÇIKMAZI

JERUSALEM'E MERHABA

622 229 119
By komursuzkalem


535 Yılı             JERUSALEM (KUDÜS)                Güneşin teni yakmaya başladığı zaman

Sivri dişlerinin arasında tavşanla yanına doğru gelirken hayvanın yüzündeki gülümsemeyi hissedebiliyordu. Daha güneş tepede bile değildi ama dördüncü tavşanı avlamıştı bile. Kendince avcılıkta ne kadar iyi olduğunu düşündü. Hatta babasından bile iyi olduğunu. Zaten o da avcılığı başlamadan bırakmış, ciddi işlere koyulmuştu. "Ne sıkıcı bir hayat" diye hayıflandı. Son avladığı tavşanı eline alıp etraflıca baktığında okunun sol ön ayağından girip sırtından çıktığını gördü. Hayvanın hızlı kaçamadığını fark etmişti ama sebebini şimdi daha iyi anlıyordu. Tavşan hamileydi ve karnı yere değecek kadar şişmişti. Önce biraz üzüldü sonra eliyle tarttı ve ileriye doğru fırlattı:

" Anubis! Al oğlum senindir, bugün bunu fazlasıyla hak ettin."

Anubis büyük bir mutluluk hırlamasıyla tavşanı dişlerken ona bu ismin ne kadar yakıştığını düşündü. Bulduğunda avuç içi kadardı ve ona bir isim bulabilmesi üç gününü almıştı. Sadık Anubis nasıl yüce tanrı Osiris'i korumuşsa bu köpekte kendini koruyacaktı. Ayaklarını uzatıp ağaca sırtını yaslarken Mısır tanrılarını ne kadar da sevdiğini düşündü. Rahip Agape'den Mısırla ilgili ne kadar kitap varsa alıp okumuş, ne kadar hikâye varsa dinlemişti. Annesi başlarda bundan pek hoşlanmadığını belirtmişti, buna rağmen kendisini bu efsanelerden uzaklaştıramıyordu. Küçükken duyduğu hikâyelere tamamıyla inansa da artık çoğunun efsane olduğunu biliyordu. Bir an önceleri en büyük hayalinin çölde kötülük ve fırtına tanrısı Seth ile karşılaşıp onu yenmek olduğu hatırladı. Böylelikle yüce tanrı Osiris'in intikamını alacak ve dünyanın yeni kural koyucusu olacaktı. Sonra ailesini de yanına alıp gökyüzüne yerleşecekti.

Solunda ki çatırtı ve savrulan ağaç dallarının sesini duymasıyla irkildi. Anubis de yemeğini bırakmış kulaklarını dikmişti. Birinin buraya doğru koştuğunu gördü. Başta tedirgin olsa da yerinden kalkmadı. Gelen kardeşiydi ve nefes nefese kalmıştı.

"Çabuk Zakarya! Babam geldi bizimle bir konu hakkında konuşacakmış seni bekliyor"

"Yerimi nasıl bul.." sonra sorusunun ne kadar anlamsız olduğunu düşündü.

"Senden başka buralarda gezen kaç salak var, ayrıca koşarken kırdığın dallar da yerini apaçık gösterdi"

Zakarya biraz sinirlense de sesini çıkarmadı; eh haklıydı sonuçta. Diğer avcılar güneydeki ormanda avlanmaya çalışıyorlardı. Aslında önceleri kendisi de oraya gidiyordu fakat avcılar öylesine ses çıkararak hareket ediyorlardı ki bütün hayvanlar ürküp kaçıyordu. Burayı kendi keşfetmemişti ama diğerleri buraya gelmiyor ayrıca nefret ediyorlardı çünkü her yer bataklıktı ve hareket etmek gerçekten de zordu. Dağın yamacında can bulan bu orman çayların cümbüş yeri olmuş, göletlerin ve bataklıkların cennetine dönüşmüştü. Zakarya ilk başlarda hayli zorlansa da zamanla sert zeminlerin yerini ezberlemiş, artık nasıl yürümesi ve avlanması gerektiğini öğrenmişti.

"Hadi gel Anubis gidiyoruz!"

Anubis tavşanın kalan son parçalarını da yutup biraz yalandıktan sonra sahibinin yanında yürümeye koyuldu. İlerlerken Zakarya sordu:

"Ne oldu neden konuşmak istiyormuş babam?"

"Bilmiyorum, galiba yine Yahudilerle ilgili bir konu."

"Tabi ya zaten sınırdaki sayıları da bir hayli artmıştı."

"Bilmem ben görmedim ki hiç! O kadar yalvardım sana beni götür diye ama bir kere bile götürmedin."

"Al annemden izin götüreyim. Hem sanki çok meraklısın şövalyelere, mancınıklara.."

"ben surları merak ediyorum. 10 adam büyüklüğündeymiş. Dev taşlar üst üsteymiş. Nasıl yapmışlar acaba?"

Büyük siyah gözlerle nasıl da meraklı bakıyordu Alfred

"Kral servetinin yarısını harcamış surlar için, diyarda bu işten anlayan ne kadar adam varsa getirtmiş."

"neden bu kadar büyük surlar yapılıyor Zakarya?"

"sanırım ejderhalardan ve dinozorlardan korunmak için efendi beyin kemiren" Gerçek sebebini söylemek istemiyordu çünkü bir ton soruyla daha karşı karşıya kalacaktı. Ona savaşları açıklaması günler sürebilirdi.

Kardeşi güldü abisinin alay ettiğini anlamıştı ama kızmamıştı hatta komik bile buldu. Tavşanlara bakıp atıldı:

"Ver şu tavşanları biraz da ben taşıyayım, yorulmuşsundur. Hem kaç tavşan avladın bugün?

"Dört tane. Birini Anubis'e verdim hamileydi karnını bir görsen senin kafan kadar büyüktü."

Alfred karşılık vermedi. Bir süre konuşmadan yürüdüler. Eve iyice yaklaşmışlardı omuzundaki tavşanlar baya ağırdı ve taşımakta epey zorlanıyordu. Abisinden istediğine pişman oldu ama aciz görünmeyi göze alamazdı. Nihayetinde artık büyümüştü ve güçlü görünmeliydi.

"Nerede kaldınız çocuklar babanızın hepimizle konuşacakları varmış. Hadi üzerinizi temizleyin yemek hazırlanmak üzere çabuk olun."

Emektar bakıcı Rebeka her zamanki gibi tedirgindi. Bacakları ince, gövdesi nispeten büyük bu gök gözlü kadın, Zakarya her ava çıktığında dönene kadar yolu gözler sürekli endişelenirdi.

"Tamam Rebeka! Üç tavşan avladım seninkilere, kolay değil biliyorsun."

"Madem yemiyorsun neden avlıyorsun, yazık değil mi hayvanlara?"

"Onlarda ölmemek için daha hızlı olsunlar, ne zaman benden hızlı olurlar o zaman onları avlayamam madam."

"Yine de tanrı seni korusun! Çocuklar sevinecek ne zamandır tavşan eti yememişlerdi. En çok tavşan etini sevdiklerini söylüyorlar. Her neyse çabuk değiş şu kıyafetleri ölü gibi kokuyorsun"

Zakarya üstünü değiştirip vücuduna bulaşan çamuru temizledi. Bataklık bazen gerçekten çileden çıkartıcı olabiliyordu. Bugün neredeyse beline kadar batmıştı tanrıya şükür yanındaki ağacın dalını yakalayıp zorlukla çıkabilmişti.

Salona girdiğinde babası terasa açılan kapıdaki adamlarla konuşuyordu. Ailenin korumasından sorumlu Abel de ordaydı. Kardeşi çoktan masaya oturmuş etrafı izliyordu. Annesi ise sofrada eksiklikleri kontrol edip hizmetçi kadınlara emirler yağdırıyordu. Masa yine 20-25 kişilik kurulmuştu, yani yemek tüm çalışanlarla birlikte yenecekti. Babası topluca bir konuyu konuşmak istediğinde genellikle bu mekân yemek masası olurdu. Annesi pek istemese de ses çıkarmazdı. Zakarya babasının yanına gitti. Göz ucuyla Abel'e de selam verdi.

"Hoş geldin baba. Kusura bakma geciktim avdaydım. Üç tane tavşan avladım. Aslında dört ama birini Anubis'e verdim."

Babası, hafiften siniri bozulsa da yumuşak davranmaya çalıştı:

"Tamam, oğlum sorun değil ama artık şu avcılık oyununu bırakman gerek. Büyüdün, orduya girme zamanın geldi. Şövalye olduğunda böyle saçmalıklarla vaktini harcayamazsın."

Abel çekilmek ister gibi hareket yaparak:

"Hadi masaya geçelim sir Manuel, yemek hazır!"

Abel olası gerginlikten kurtarmıştı herkesi. Çünkü Zakarya babasına şövalye olmak istemediğini tekrarlayacak ve babası da her zamanki gibi sinirlenecekti.

Zakarya bu zamana kadar her defasında inatla tekrarlıyordu o zırhları kuşanmak istemediğini. Bu zamana kadar talimlere de babasının zoruyla katılmıştı. Buna rağmen talim yapan diğer çocuklar arasında en iyilerden biriydi hatta lejyoner komutanı Legastus'ın oğlunu bile kolayca yenebiliyordu. Yendikten sonra da "bu ahmak mı bütün orduyu yönetecek" diye bağıra bağıra alay ediyordu. Belki de salak çocuk Obasi'nin ileride en büyük komutan olacak olmasını kabullenemiyordu. Hakikatte, kanunen babadan oğula devredilen bir mevki değildi Lejyoner komutanlığı ama adı konulmayan, kimsenin karşı çıkmak istemeyeceği geleneklerden biriydi. Öyle yeteneksiz ve ahmak bir adamdan mı emir almak zorunda kalacaktı, buna dayanamazdı.

Obasi kötü bir çocuk değildi hatta arkadaş canlısı ve komik bile sayılabilirdi ama savaşalar yönetecek görkemli bir komutan olmaktan uzaktı. Eğer koca lejyoner ordusu onun eline kalırsa tüm şehre yazık olurdu.

Alfred yemek duasını yaptı. Masaya 2 sandalye daha eklenmişti. Sir Manuel kapıdaki 2 muhafızı da çağırmıştı. Söyleyeceklerinin mühim olacağı su götürmezdi. Herkes sessiz ve dikkatli bir şekilde yemeğini yedi. Masadaki hizmetkârlar ve askerler teşekkürlerini sunduktan sonra Manuel ayağa kalktı:

"Bu güzel masada bizlere eşlik ettiğiniz için teşekkür ederim. Bildiğiniz üzere ben size hiçbir zaman köle gibi davranmadım. Çünkü bende sizden farklı değildim. Çoğunuz bilir, babam kralın hizmetkârlarındandı ve ben sarayda hizmetçi çocuğu olarak büyüdüm. O ihtişam ve zenginlik beni etkilememişti ama taşıdığım eziklik hissi her zaman yanımdaydı; ta ki karım Eva'yı tanıyana dek. Eva ile evlendik ve benim sınıfım birden şövalyeliğe yükseldi. Eva hayattaki en büyük şansım ama sanmayın ki zengin ya da kraliçenin yeğeni olduğu için; benim gibi dünyayı sadece savaş, ganimet ya da zenginlik olarak görmeyip insanlar arasındaki duygu ve gerçek bağları esas saydığı için.

Dostlarım kralımız bizi büyük bir savaşa davet etti. Jerusalem'in sınırlarını genişlemesi ve bu kutsal şehrin korunması için doğuya sefer düzenlenmekte. Kralın buraya, Jerusalem'e ulaşmasına iki günlük mesafe kaldı. Kutsal şehrimizi korumak için her türlü fedakârlığı tereddütsüz yapacağız. Ben bildiğiniz üzere mevkiime kral tarafından atandım. Ordunun komutası Legastus'un ardından bende ama sanırım o bu sefere bizimle gelemeyecek, bacağındaki ur onun hareket etmesini zorlaştırıyor. Dolayısı ile kralın bu bölgedeki en büyük lejyonu olarak onun emrinde ve yanında olmak zorundayım. Ben bu kutsal göreve çıkarken sizin birbirinize bağlı ve kenetlenmiş olmanıza ihtiyacım var. Bu sefer her şekilde sonuçlanabilir. Olası yenilgi durumunda şehrimiz istila edilebilir. Böyle bir durumda artık efendi-köle ilişkisinden söz edilemez. Bundan mütevellit sizin birbirinize karşı sadakatiniz her şeyden mühim. Ben bu hanede çalışan her birinizin ailelerini bizzat tanırdım. Zaten burada çalışmanızın en büyük sebebi de bu. Size güvenmeye ve kralla birlikte sefere giderken karım ve çocuklarım hakkında en ufak bir endişemin olmamasına ihtiyacım var. Bunu bana sağlayacağınızdan şüphem olmamasını dilerim."

Abel masadan ayağa fırladı:

"Aklınız asla burada kalmasın efendim. Hepimiz bu güzel evimizi ve ailenizi koruma uğruna canımızı vermeye hazırız."

Diğer hizmetkârlar da başıyla onayladı Abel 'in sir Manuel'i rahatlatmak için söylediklerini.

"Buradaki kale muhafızlarının komutası ben yokken Zakarya'dadır. Abel senin de her zaman Zakarya'nın yanında olmanı istiyorum. Eva, Alfred sizin de Zakarya'nın alacağı kararlara uyacağınızdan şüphem yok"

Manuel bu görevi Zakarya 'ya bilinçli olarak vermişti. Artık şövalye olma yaşlarındaydı ve büyük sorumluluklar almaz zamanı gelmişti. Bu onu olgunlaştırırdı. Eva da bu durumu hemen anladı:

"Tabi ki sir Manuel. Zakarya'nın bizim için en uygun kararları alacağından eminiz."

Alfred gülerek:

"Tabi tavşanlardan ya da kuşlardan fırsatı kalırsa"

Zakarya masanın altından Alfred'in ayağını ezerken etrafına gülümsemeyi eksik etmiyordu. Alfred acıdan tam çığlık atacakken atıldı:

"Baba, beni bu görevle onurlandırdığınız için size minnettarım. Bana öğrettiklerinizi ve bu zamana kadar öğrendiklerimi sonuna kadar uygulayacağımdan kuşkunuz olmasın."

Yemekten sonra Abel, Manuel ve Zakarya bahçede yürüyüşe çıktılar. Zeytin ve badem ağaçlarının hâkim olduğu Jerusalem'de üzüm, elma, laden ve funda gibi değişik türlerin evi olan bu bahçe; hem biraz kafa dağıtmak hem de Zakarya 'ya işlerin nasıl idare edileceği konusunda birkaç öğüt vermek için güzel bir ortamdı. Manuel elini Zakarya'nın omzuna koydu:

"Oğlum, sana verdiğim vazifeyi hakkıyla yerine getireceğine inancım tam. Sen benim eksik yanlarımın tamamlanmış halisin; tabi birkaç uçarılıkların dışında. Ben senin yaşlarında annenle evlendim ve beni birden askeri eğitime aldılar. Kılıç tutmayı öğrenmem, en azından ortalama bir şövalye kadar, üç senemi aldı. Sen ise daha çocukken ustalaştın. Seni olmak istediğim adam gibi yetiştirmeye çalıştım. Artık senin zamanın geldi Zakarya. Önce bu iç kale ardından lejyoner... Kendini de artık bu sorumluğa hazırlamış olman gerekir. Ama önce şu önemli öğütlerimi unutma: hizmetkârlarımızla ve muhafızlarla arandaki dengeyi iyi kur. Onlarla ne çok yakın nede çok uzak ol. Hiç bir muhafızın sana yakınlaşıp dost olmaya çalışmasına izin verme. Eğer izin verirsen seni yönlendirmeye ve kararlarını değiştirmeye çalışabilirler. Abel 'in sözlerini her zaman dikkate al. Ben bile bazen önemsemediğim için pişman oluyorum.

Abel tevazu ile gülümserken Zakarya onu izliyordu. Kafasının önü açık olup, saçları kenarlardan beyazlamasına rağmen yakışıklı görünen bu adam gerçekten de saygı duyulmayı hak ediyordu. Tam 15 yıldır sir Manuel'in en yakınındaydı hatta belki de sir Manuel'i Zakarya'dan bile iyi tanıyordu. Babasının aksine sakalları sık ve gür olan bu adam, doğma-büyüme Jerusalemliydi. Manuel evlenip buraya geldiğinden beri onun yanında olup, emrinden çıkmamıştı.

"Elbette fikirlerini önemserim nihayetinde benim kılıç kullanmamda en büyük pay onun. Gerçi şimdilerde bana direnemiyor eh yaşlandı sonuçta ama olsun."

Babası biraz gülümsedikten sonra devam etti:

"Artık şu av saplantından da kurtulmak zorundasın Zakarya. Kılıç talimine de her zamankinden daha fazla önem ver. Seferin sonunda kaleye ilelebet komuta etmek zorunda kalabilirsin."

Abel suratını ekşiterek araya girdi:

"Oda ne demek sir Manuel. Kralımız bizzat katılacak sefere üstelik devasa bir ordu da onunla birlikte. Ona rakip olabilecek bir ordu yok bu dünyada."

"Bundan emin olma Abel. Sasaniler, Yahudilere saldırmamız durumunda onlara bizzat ordusuyla destek vereceğini bildirdiler. Böylesi bir durumda Arap kabileler de bize karşı duracaktır. Ben bizzat Kral'a mektup yazdım sorunu barışçıl yollarla çözülmesi için ama kral savaşta kararlı."

Zakarya olanları anlamaya çalışıyordu:

"Sasaniler neden Yahudilerin yanında yer alıyor ki? Hiçbir gücü olmayan bu milletin yanında savaşa girip kendilerini boş yere sıkıntıya sokuyorlar."

"İşte bunu bizde anlamıyoruz evlat. Belli ki bizim bilmediğimiz hesaplar dönüyor. Beni de en çok bu korkutuyor. Umarım onları yenebildiğimiz zaman bu soruların cevaplarını alırız."

Bahçenin sonunda yüzünü batan güneşe dönmüş ayçiçeklerine ulaştıklarında hava iyice kararmıştı. Geri dönerken bir muhafız Manuel'in yanına geldi:

"Efendim bir elçi geldi Legastus'un huzurunda. Sizin de orada olmanız isteniyor."

Manuel, Legastus'un yanına giderken Abel, Zakarya'nın bu görevi nasıl idare edeceğini düşünüyordu. Çocuk, kılıç kullanmada ve ok atmada epey maharetliydi ama akıl ve beceri konusunda aynı şeyi söyleyemiyordu. Bir türlü büyüyememişti sanki. Yıllar geçtikçe bataklık ormanına daha sık gitmeye başlamış hatta bazı zamanlar geceyi bile orda geçirir olmuştu. Annesi küçükken siyah olan saçlarının o uğursuz orman yüzünden kestane renginde döndüğünü söyleyip hayıflanırdı. Sarayda geçirdiği zamanlarda da ya kitap okur ya da saçma efsaneler dinlemek için rahibin yanına giderdi. Abel onun bu işi de ciddiye almayacağına inanıyordu. Hiç yanından ayrılmamalıyım diye düşündü.

Zakarya odasına geçmeden evvel annesinin yanına gitmek istedi. Odasının kapısına vurduğunda annesi etrafındaki kızlarla kral geldiğinde huzurunda hangi elbiseyle duracağına karar vermeye çalışıyordu. Zakarya odaya girdiğinde şaşırmadı ama annesinin yalnız olmadığına üzüldü. Ondan destek almaya ihtiyacı vardı ve belki de bir masal dinlemeye. Her ne kadar yıllar geçip tüm masalları bildiğini düşünse de annesi hep yeni bir tane anlatabiliyordu. Bir keresinde gümüş rengi gözlerinin nerden geldiğini anlatmıştı ona:

Çok eski bir zamanda büyük büyük büyük dedesi gümüş ve altın oyma ustasıymış. Ünü o kadar yayılmış ki dönemin kralı bizzat gelerek dünyanın bütün altınlarını ve gümüşlerini ustanın önüne yığmış:

"Bana bunların hepsini kullanarak dev bir heykel yap ve bu heykel de bana benzesin. Eğer bunu yapabilirsen seni istediğin şeyle ödüllendireceğim."

Usta da gündüz gece demeden çalışarak onuncu dolunayda heykeli bitirmiş. Güneş çıkıp kral geldiğinde gözlerine inanamamış ve mutluluktan havaya uçmuş. Dedemizde ödül olarak kralın kızını istemiş. Kızla evlenip mutlu bir şekilde yaşarken kral bir gün heykelin yerinin değiştirilip sarayın önünden geçen nehrin yanına getirilmesini istemiş. Usta her ne kadar olmaz yapmayın diye yalvarsa da kimse dinlememiş. Heykel tam nehrin kenarına yaklaştırılmaya çalışıldığı sırada dengesi bozulmuş ve devrilip parçalanmış. Bunu gören kral öyle sinirlenmiş öyle çılgına dönmüş ki o heykele dokunan herkesin öldürülmesini istemiş. En son dedemiz kaldığında kızı yalvardığı için onu öldürmemiş fakat ceza olarak heykelin kırılan gümüş bacağının bir parçasını eriterek ustanın gözüne döktürmüş. Kör olarak işlemecilik yapamayan usta üzüntüden evden çıkmaz ve yemek bile yemez olmuş. Karısı o kadar üzülmüş ki bir gece tanrılarla anlaşma yapmış. Kendi canını vererek ustanın gözünü iyileştirmesini istemiş. Tanrılar da bu isteği kabul etmişler ve ustanın gözü açılmış lakin gözünün rengi gümüş olarak kalmış. Karısının öldüğünü gören dedemiz kendisini suçladığı için bir daha elini altın ve gümüşe sürmemiş. Sonrada bu gümüşgöz nesilden nesile hep devam etmiş. Zakarya masalı düşünürken gülümsedi ve düşündü. Gerçekten de annesi ve kendisi dışında gümüşgözlü kimseyi görmemişti. Arkadaşları kendisini tuhaf bulurken annesi bunun nadir ve üstün bir özellik olduğunu söylemiş, çocuğunu mutlu etmesini bilmişti. Şimdi de bu sorumluğu hafifletecek bir masal anlatabilirdi. Nihayetinde babasına itiraz edememiş, şövalyelik zamanı gelmişti. Babası savaştan dönse bile artık istediği gibi hareket edemeyecekti. Büyük ihtimalle babası onu ordu ya girmesi için zorlayacak ve o zırhları kuşanmak durumunda kalacaktı.

Annesine iyi geceler dileyip odadan çıktı, yatağına uzandı ve içeriyi aydınlatan aya baktı. İçinde anlam veremediği huzursuzluk veren bir his vardı. Büyümeyi kabullenememiş olmasına yordu. Uykunun ağırlığını gözleri taşıyamamış biraz sonra uykuya dalmıştı.

Rebeka hızlıca odaya girdi. Kapının sesine uyanan Zakarya yatağında doğruldu. Bakıcı odanın perdelerini açarken ve Zakarya'nın kıyafetleri hazırlarken bir şeyler mırıldanıyordu. Zakarya onu korkutmak için bağırdı:

"Ra-Atum gününü huzurlu etsin madam!"

"Hadi ordan! İsa neyine yetmiyor da atum-matum karıştırıyorsun. Hem kalk üstünü giyin, güneş 2 mızrak yükseldi hala yataktasın. Bir de kalenin komutanı olacakmış peh!"  

Ona bu şekilde takılmayı seviyordu. Rebeka tam bir Hristiyan'dı ve Zakarya'nın Mısır tanrılarını sevmesinden nefret ederdi.

Zakarya üzerini giyinip aşağı indi. Babası Alfred ile konuşuyordu. Muhtemelen Alfred yine yapacağı dev kalelerden söz ediyordu. Babası Alfred'e özel hoca tutmuştu. Her ne kadar Zakarya ihtimal vermese de, Manuel oğlunun iyi bir mimar olacağına inanıyordu.

"O kadar büyük kaleleri ejderhalar için mi yapacaksın Alfred" diye karıştı lafa Zakarya

"Bu sefer kalelerden söz etmiyoruz oğlum. Alfred krallığımız için piramit yapmak istiyormuş. Onun detaylarını konuşuyoruz."

"Zakarya, babam buradaki topraktan yapmamız doğru olmaz dedi sence?"

"Aslında buranın toprakları sağlamdır iyi tutar ama..."

Manuel büyük oğlunun gözüne baktı. Zakarya hemen anladı.

"Ama piramit yapmak için daha sağlam toprak gerekir. Buralarda da öyle bir toprak bulmamız imkânsız Alfred."

Sir manuel küçük oğlunun ısrarcı tavırlarını geçiştirdikten sonra odasına gitti. Heyecanlı değildi. Bu sefere çıkmanın hata olduğunu düşünüyordu. Sasaniler kaybedecekleri bir savaşa girmek istemezlerdi, başka bir oyunları olmalıydı. Hem roma krallığının kaybetmesi halinde Jerusalem düşerdi. Eva, çocuklar... Onlara ne olurdu. Ya onca insan... Sasaniler muhakkak onları sürerdi şehirden. Umarım düşündüğüm şey olmaz savaşı kaybetmeyiz dedi kendine.

Güneş tepeye yavaş yavaş çıkarken sir Manuel kılıcını keskinleştirmek için demirciye gitmeyi düşündü sonra terasta etrafı izleyen Zakarya'nın yanına gitti.

"Zakarya hadi kılıç takımlarını getir. Demirciye gidiyoruz, şunları bir keskinleştirelim"

Manuel kılıcın keskinleşmesini izlemekten zevk alırdı. Saçılan kıvılcımlar suya düşerken o da rahatladığını, ferahladığını hissederdi.

Zakarya yatağının yanında duran kılıç takımlarını almak için odasına koştu. Sonra birden durdu.

Kılıçlarını ormanda unutmuştu." Ah aptal kafam!" dedi. Tekrar Babasının yanına gidip

"Baba kılıç takımlarını bataklıklarla unutmuşum. Ben onları almaya gideyim sen git demirciye"

"Hay aksi! Neyse yeni bir takım buluruz sana gitmene gerek yok"

"Olmaz. Ben o kılıcı özenle yaptırdım üzerine de tanrı Osiris'i işlettim. Hem kral yarın geliyor ben çoktan gidip gelmiş olurum."

Zakarya mutlulukla odasına koştu ve okunu alırken Anubis'e seslendi

"Hadi Anubis ava gidiyoruz."

Kılıcı unutması iyi olmuştu. Son kez ava çıkma şansı elde etmişti. Kral yarın geliyordu, bugün ormanda sabahlayamazdı ama olsun hava kararıncaya kadar avlanır sonra geri dönebilirdi.

Bataklık ormanına girer girmez burnuna keskin bir koku geldi belli ki bir hayvan leşi yakınlardaydı. Anubis direk kokunun yanına koştu ve havladı. Zakarya bu sırada çoktan av için hayvan aramaya başlamıştı. Ormanda epey ilerledikten sonra biraz dinlenme ihtiyacı hissetti. Tepesindeki tam olgunlaşmamış ekşi elmalar karnını guruldatmıştı. Ormanda nadir görülen elma ağaçları yeni kızarmaya başlayan meyveleriyle iştah açıyordu. Ağaca çıkıp elmaları bir bir yerken ilerdeki küçük dağa gözü takıldı. Dağın tepesinde hiç ağaç yoktu. Annesi önceden dağların ateş kustuğunu söylemişti. Ateşler kustuktan sonra da bir daha ağızlarında ağaç çıkmazmış. Daha önce çoğu kez görmüştü dağı ama şimdi merakını cezbetmişti. "Çıksam mı" diye düşündü. Ne de olsa son kez geliyorum deyip çıkmaya karar verdi.

Anubisle tepeye vardıklarında kale dâhil Jerusalem'in büyük kısmını görebiliyordu. Bir süre orada oturup şehri izlemeye başladı. Surları ve kaleyi incelerken bu yapıları insanlar nerden ve nasıl öğrendi diye düşündü. Belli ki bunları insanlara öğreten birileri vardı. Duyduklarına göre piramitlerin boyu 30 insanı buluyormuş. Mantıken insanların bu yapıları inşa için tanrıdan yardım almış olmaları gerekirdi. Acaba gerçekten de yeryüzü tanrısı Geb yardım etmiş olabilir miydi?

"Saçma!" diye bağırdı. İsa'nın tanrısından başka tanrı olması mümkün değildi. Derin düşüncelerinden bağırıp ayıkmasıyla zamanın epey ilerlemiş olduğunu fark etti. Hiçbir şey avlayamamıştı, üstelik güneş te batmaya yaklaşmıştı. Ayağa kalktı ve yavaş yavaş tepeden inmeye başladı. Güneş'ten rahatsız oldu ve dönüp dağın diğer tarafından inmeye karar verdi. Biraz indikten sonra sıra ağaçların başladığı yerdeki büyük kaya dikkatini çekti. Kayanın hemen yanında taşlar mezar yapılmış gibi dizilmişti ve kaya sanki onları doğadan korumak için üzerini örtmüştü. Kayanın yanına gitti. Taşlar çok sık dizilmişti ve alan küçüktü. Bebek ya da bir hayvan mezarı diye düşündü. Taşların bu zamana kadar nasıl hareket etmediği hakkında hiçbir fikri yoktu; nihayetinde kışları baya sert geçerdi ve yağmurların bu taşları sürüklemesi gerekirdi. Mezar yeni olmalıydı ama buraya kendisinden başka gelen var mı emin değildi.

İyice merak etti, mezarı kazmayı düşündü ama bunun en büyük yasaklardan biri olduğu aklına geldi. Sırf bu suçtan kaç kişi idam edilmişti. Ayağa kalkıp yürümeye başladı. 2-3 adım attıktan sonra etrafına baktı kimse yoktu. Dönüp mezarı eliyle biraz eşeledi. Sonra kazmak için bir dal kırıp toprağı iyice deşmeye başladı. Anubis de meraklı gözlerle Zakarya'yı izliyordu. Bir ok boyu kadar eşelemişti ama hiç bir şey bulamamıştı. Doğrulup, nefeslendi. Neden boş bir mezar yapılmıştı anlam veremiyordu. Yahut biri kendinden önce gelip içindeki her neyse alıp gitmiş olabilir miydi? Kuşağından çıkardığı hançeriyle kazmaya devam etti artık kazdığı alan iyice genişlemiş beline kadar da derinleşmişti.

Sıkıldı, belli ki hiçbir şey yoktu. Çukurdan çıktı, yanına oturup yaslandığı kayayı incelemeye başladı. Anubis tam bu sırada çukura atladı ve çılgına dönmüş gibi etrafı koklamaya başladı. Sonra mezarın iç kısmında yan tarafından eşeleyerek demir bir küre çıkarttı. Zakarya şaşırmıştı: küreyi eline aldı oldukça hafifti sadece demirin ağırlığını hissetti. İçi boştu sanki. Kürenin yüzeyinde kurumuş kan izleri vardı. Anubis kanın kokusunu alıp atlamıştı demek. Açılacak bir yeri var mı diye kontrol etti. Demirin kaynadığı noktalar bile belirsizdi. Bir kaç kere taşla vurdu. Büküldü ama kırılacağa benzemiyordu. Mezara inip başka bir şeyler var mı diye bakındı. Biraz daha eşeledi ama bir şey bulamayınca daha fazla kazmak istemedi. Mezarı geri kapamak aklına geldi. Her kim bu küreyi koymuşsa geri gelip almak isteyebilirdi. Eski haline en yakın şekilde bıraktıktan sonra kıyafetlerindeki toprağı temizledi. Eşyalarını ve küreyi alarak tepeden indi. Kılıcını unuttuğu yere gitti. Kılıç takımını aldıktan sonra geldiği yoldan hızlıca kaleye dönmek istedi.

Ormanın giriş kısmına ulaştığında leş kokusu yine geldi. Gerçekten dayanılmaz bir kokuydu, ciğerlerinin çürüdüğünü hissetti. Anubis hızlıca kokunun geldiği yere koştu ve durmaksızın havlamaya başladı. Zakarya köpeğin kendisi çağırdığından emindi. Cırtlak havlamaların yanına gittiğinde sendeledi. Bu iğrenç kokan şey insandı. Cesedin yüzüne baktı ama anlaşılmayacak kadar parçalanmıştı.Neredeyse suratının yarısı yoktu. Akbaba ve çakallar karnını deşmiş bağırsakları dışarı fırlamıştı. Baldırları dişlenmekten delik deşikti. Eğer hayvanlar ölmeden önce gelmişlerse bu adam ruh göğe yükselene kadar epey acı çekmiş olmalıydı. Hemen oradan uzaklaşmak, bu mide bulandırıcı manzaradan kurtulmak istedi. Kaleye ulaşana kadar durmadan koştu.     

Continue Reading

You'll Also Like

56.1K 3.1K 20
Aşk, nefret ve intikam hırsıyla dolu kalplerde yer edebilir miydi? İskoçya ve İngiltere arasında yaşanan en kanlı savaşın ardından bir anlaşma yapıld...
5.1K 694 12
Bedenim tir tir titremeye başlamıştı. Gözlerim dolmuş neredeyse ağlayacaktım. Etrafta yeni yeni fark ettiğim geçmişe ait şeyler vardı. Tabelalar, ara...
3K 404 45
tozkoparan iskender takım arkadaşı olan asyaya aşık olur onların aşk savaşı
AŞIK CİNİM By Gece....

Historical Fiction

25.4K 1.4K 24
Nefret ettiği bir insanoğluna aşık olmuş bir cin aşık bir cini olan kız Peki sizce bu aşka ne olacak başlamadan bitecekmi yoksa büyük bir yasak a...