DÜŞ KEFENİ.

By matmazelhayalleri

3.5M 250K 416K

"Ah, saçları; ölümü üzerine giyinip boğazıma sarılan saçları." Tenlerinde ateşten bir mızrak, ruhlarda yanığı... More

Düş Kefeni.
1. Bölüm: "Şeytan Ve Melek"
2. Bölüm: "Kumpas."
3. Bölüm: "Çocukluk Hatırası."
4.Bölüm: "İzmarit."
5. Bölüm: "Veca."
7. Bölüm: "Kartal Kanadından Düşen Gözyaşı."
8. Bölüm: "Zihin Fısıltıları."
9. Bölüm: "Mezar Çukuru."
10. Bölüm: "Bal ve Zehir."
Bölüm 11: "İkiz Gezegenler."
12. Bölüm: "On Altı."
13. Bölüm: "Denizler Cinayet İşlemezler."
14. Bölüm: "Yanımıza Yara Kalan."
15. Bölüm: "Kundaklama."
16. Bölüm: "Hıçkırık."
17. bölüm: "Kalbin Göğsün İçinden Sökülmesi."
18. Bölüm: "Kalp Kırıldıkça Çoğalır."
19. Bölüm: "Kurt Ve Ceylan."
20. Bölüm: "Denizden Boğulmadan Kurtulmak."
21. Bölüm: "Kalp Yetene Kadar."
22. Bölüm: "Kurşun."
23. Bölüm: "Dikişler."
24. Bölüm: "Seçim."
25. Bölüm: "Verilecek Kırık Bir Kalp."
26. Bölüm: "Gerçekler."
27. Bölüm: "İtiraf."
28. Bölüm: "Duman Ve Kalbi."
29. Bölüm: "Kapanan Gözler."
30. Bölüm: "Cinayetlerin Faili."
31. Bölüm: "Cam Küre."
32. Bölüm: "Eve Dönüş."
33. Bölüm: "Yabancının Kapısında."
34. Bölüm: "Son Şans."
35. Bölüm: "Kalbin Sahibi."
36. Bölüm: "En Zor Bekleyiş."
37. Bölüm: "Yeni Bir Sayfa."
38. Bölüm: "Darmaduman."
39. Bölüm: "İnsan Olmayı Hatırlamak."
40. Bölüm: "Aynalar."
41. Bölüm: "Hissedilmeyen Acı."
42. Bölüm: "Bilekteki Kesiklerin Kalpteki İzleri."
43. Bölüm: "İki Yüzlü Yüzsüz Şeytan."
44. Bölüm: "Korku Treni."
Mühim. ♥️
DÜŞ KEFENİ KAPAK. ♥️
Merhaba.♥️

6. Bölüm: "Azap Çığlıkları."

85.8K 5.8K 13.3K
By matmazelhayalleri

Multimedya;

Blueneck, Lilitu.

Bu bölümün şarkısını Emine Hikâyeleri grubunda seçtik. Şarkıyı yorumlara yazan ve şimdi bu satırları okuyan kendisini biliyor.

🍷

6. Bölüm: "Azap Çığlıkları."

Ruhun topraklarında atılan azap çığlıklarının masal olduğunu sanan özel çocuklara ithafen;

Kimi hayallerden uçurtmalar sarkarken, benim hayallerimden fâni ve sonsuz gökyüzümün içini doldurduğu ceset torbaları sarkardı. Her ceset torbası bir yıldızı daha insanlıktan çaldığında, virane şehirde hiç bitmeyen bir azap çığlığı başlarmış.

Bebeklerin ninni sandığı...

Küçük çocukların masal sandığı...

Ve, bataklıkta boğulanların azaptan yükseldiğini bildiği çığlıklar.

Azap çığlıkları.

Herkes kalbinde bir veca taşırdı. Kimisinin ki ruhsal bir veca olabilirdi ama somut, elle tutulur bir ağrıyı taşıyan kalpler, baştan yenilmiş bedenlerin kalpleriydi. Ben baştan yenilmemiştim, Duman ise en baştan yenilenlerden ama bu yenilişi kabullenemeyenlerdendi. Kalbi hastalıklı bir adamdan umut edemezdim ama ölümü göze almış bir adamdam umut edebilirdim.

Ölümü kabullenmiş bir adamın nasırlı kalbi korkusuz olurdu.

Kaybedecek bir şeyi olmayanların göğsünü delik deşik edebilirdiniz.

Yapacağı tek şey biraz da kalbini delik deşik etmenizi istemek olur.

Ve siz, biraz da kalbini delik deşik edersiniz.

İstanbul'un can yakıcı soğuğu, gökyüzü kanatlarını çırptıkça insanlığı tarumar ediyor gibiydi. Esmer tenime çarpan şiddetli rüzgâr neyin öcünü alıyordu, bilmiyordum ama insanlık başına gelen her felakati hak eden çirkinlikten başka bir şey değildi. Cehennemdeki insanlar biriktikçe, yanmak bizlere daha mı cazip gelmeye başlamıştı? Neden böylesine kötü düşüncelerin tohumu atılmıştı zihnin bâkire topraklarına?

Evet, her şey hak ettiğimiz gibiydi.

Ve, ben adaletçi bir kadın olarak herkese hak ettiğini yaşatacaktım.

Zaten bunun için şimdi burada değil miydim?

Alanguva'nın yanında.

Karanlığın hapsolduğu renkli irislerimi onun kül teninde uğursuzca gezdirirken, onun da benden çok farklı bir şey yapmadığını görüyordum. Sabah yedi civarında beni aramış, buluşmamız gerektiğini söyleyerek beni kafeye çağırmıştı.

Gittiğimi düşünmediniz değil mi?

Çünkü ben onu ayağıma çağırdım.

Kaptan'ın bir kütüphane sessizliğindeki kafesinde, zemine uzanan balkon kapısının önündeki masada karşılıklı bir şekilde oturuyorduk. Rüzgâr ve sert soğuk ikimizide kıskacı altına almış, sıcak çikotalarımızın kokusu üstümüze sinmişti. Uykusuzluğun vermiş olduğu sinir bozucu halimden sıyrılmak için, "Ne?" Diye konuştum onun ifadesiz bakışları karşılığında. "Bakma öyle, gay bir çifte bön bön bakan geri zekâlı insanlar gibi."

Bakışlarında herhangi bir değişiklik meydana gelmedi. Yüzünün o haddinden fazla güzel kıvrımlarında gerçekleşen tek şey yanaklarını germesiydi. Duygudan yoksun gözlerimi onun yüzünde gezdirmeye ısrarcı olurken, "Dün gece mekândan ayrıldıktan sonra konuşma fırsatımız olmadı," dedim hiç bir sesle. "Kalp rahatsızlığını gizliyor musun?"

Onun kadar ifadesiz olmayı başarmasaydım onun bu haline imrenebilirdim ama zaten ben ondan daha iyiydim. Parmaklarını ritmik bir şekilde siyah kupasına vurduğunda rahatsızca kıpırdandım. Birinin el hareketleri ilgimi çekerdi ve şu an bakmamak için kendimi kasmıştım. Bu halime aşağılık bir tebessüm armağan ederken, "Gizlemiyorum," diye konuştu mesafeli bir sesle. "Lafı geçmedi. Ben lüzum görmedim. Bununla pek ilgilendiğini de sanmam Mahşer."

İlgileniyor muydum? Hayır. Beni rahatsız ettiğini bilerek parmaklarıyla kupada ritim tutmaya devam ederken, "Beni ilgilendiren kısmı elbette var," diye konuştum soğuk bir ses tınısıyla. "Mesela ne kadar yaşarsın? Ömrün, bu intikamı almaya yeter mi?"

Bunu beklediğini, değişmeyen yüz hatlarından anlamıştım. Başını hafifçe yana yatırdığında, gün ışığı kulağındaki küpeleri parlatmıştı. Parmakları ağırca hareket ederek ritmi yavaşlatırken, "Yetmezse," diye konuştu, tehlikeli bir yaklaşımla. "Ne yaparsın?"

"Başka bir adamı seçerim."

Parmaklarının ritmi şiddetlendi.

Gözlerimizin yörüngesi birbirinden asla çıkamıyordu. "Nasıl olurdu bu adam?"

Bana karşı yönlendirdiği bu sorusu karşısında riyâkar olmayacaktım. Nefes alıp verme alışkanlığım olmasa hareketsizliğimden kendimi öldürebileceğimi bilecek kadar tepkisizdim. "Bu adam," diye konuştum, bir uçurumdan aşağıya sarkmış ceset gibiydi sesim. "Senin gibi olmamalı. Mesela teni senin kadar küllenmiş, kirpikleri senin gibi ağırca hareket etmemeli..." parmaklarının ritmi biraz daha şiddetlendi. "Sonra mesela, beni bu kadar kışkırtmamalı. Burnu benimkinden daha güzel olmamalı, ya gözleri? Bu kadar yakıcı bakmamalı." Bakışlarımı yakıcı gözlerinden burnunu doğru indirerek dudaklarında duraksadığımda devam ettim. "Dudakları bu kadar istikrarlı bir tehlike arz etmemeli."

Parmakları durdu.

O ceset uçurumlara çarpa çarpra okyanus bataklığına düştüğünde, ruhunun bilekleri damarlarını terk ediyor gibi baktı bana. Kaşları, asi bir şekilde çatılırken, "Ne dedin?" Diye sordu nasırlı bir sesle. "Dudaklarımın istikrarlı bir tehlike arz ettiğini mi söyledin?"

Onu aşağılayan bir bakış kondurdum hissiz gözlerime. "Seni kandırdım."

"Ha..." kafasını öne yatırırken omzunu usulca sikti. "Tamam."

"Tamam."

Sıcak çikolatamın olduğu kupaya ufak bir bakış atıp fazlaca soğuduğunu gördüğümde, sinirlerim bozulsada bunu saklamayı başardım. Buz tutan parmaklarla ahşap masanın üstündeki malbora paketine uzandım. Kaptan tezgâhın arkasından, bana kızgın bir bakış attığında, "İşine bak," diye homurdandım aksi bir sesle. "İki saat nasihat veriyorsun. Anladık, kendi paramızla kendimizi öldürecek kadar geri zekâlıyız. Tamam mı? Dünyanın yüzde otuzikisi zaten bunu yapıyor."

Duman çakmağı yakaladı. "Yüzde otuzaltısı."

Paketin içerisinden gergin bir şekilde sigarayı çıkarmaya çalışırken, "Sana sormadım," diyerek tersledim onu. "Çakmağı ver."

"Al."

Kaptan elinin tersiyle bana git manasında bir hareket yaparken, küfür ettiğine emindim. Tek cephede iki erkeğe karşı savaşırken, bakışlarımı sertleştirip tısladım. "Çakmağı ver. Hem de hemen."

"Sen versene."

Bir an yaptığı imayla ellerimle onu boğmak gibi muazzam bir hayal kurarken, dişlerimi birbirine bastırarak kısık bir nefes verdim. Çirkinleştiğini onun yüzüne vurarcasına, "Kendine gel," diye emrettim kaba bir sesle. "Ben yaptığın imaları kavrayamayacak kadar saf değilim. Beni ve sınırlarımı zorlama."

Duman bembeyaz dişlerini alt dudağına geçirdiğinde, gözlerindeki gökyüzünün yıldızları daha seçilebilirdi. Tehlikeli bir bakış açısıyla, "Çok fesatsın," diye konuştu esrarengiz bir sesle. "Sadece sigata paketini vermeni istemiştim."

Elimdeki sigara paketine baktım.

Sonra o sigaraların hepsini önümdeki kupanın içine boşalttım.

Ve, sonra kendi cebimdeki sigara paketini çıkarıp içerisinden bir dalı dudaklarım arasına kıstırdım. Ruhumun girişine hapsettiğim duvarların ardından ona bakarken, kupayı önüne ittirdim. "Al."

Duman bakışlarını pencere camı önüne çevirip soğukça gülerken, bıraktığı çakmağı tek harekette yakaladım ve çaktım. Minik, turuncumsu alevle sigarayı tutuşturduğumda, etrafın sessizliğine göz attım. Üçyüz metre kadar ileride bir lise vardı ve gençler burada iyi vakti geçirirdi. Ya çok sakin ya da çok bıktırılmış gençler.

Azgın liseliler.

Üç masa ilerimde oturan dört gençten biri mekâna geldiğimiz ilk andan beri beni kesiyordu ve yaşı en fazla onyedi olmalıydı. Kimsenin görmediğine inanarak sık sık bana göz atarken, eliyle sürekli saçlarını tarıyor ve arkadaşlarının muhabbetinden uzak duruyordu. Onun bu saf haline umursamaz bir gülüş gönderirken, genç adam onu izlediğimi fark ederek bakışlarını kaçırdı.

Duman kabaca homurdandı. "Şu ergenle bakışmayı keser misin?"

Onu umursamadan doğrudan genç liseliye bakarken, o yanımdaki adamın varlığından ürktüğünü gösterircesine gözlerini kırpıştırdı. Sigaramdan uzun bir nefesi çekip, ciğerlerimi itinayla kirletirken, çocuğa göz kırptım.

Eli ayağına dolaştı.

Duman küpesiyle oynamaya başladı. "Bir ergenle flört edecek kadar yoklukta mısın?"

Onun kışkırtmalarını kaale almadan, zihnimin emrettiği kurallar gereği oynamaya devam ettim. Genç liseli kızaran yanaklarını gizlemek için eliyle alnını ovarken, Duman bir kez daha konuştu: "Hem o kendini tatmin etmesini bile bilmeyen bir çömez. Fazla aşağılarda değil misin?"

Sigaranın fersiz, intihara meyilli külünü kül tablasının kenarına silkerken, Duman'ın oyununa gelmediğimi belirterek gülümsedim. Şeytani ve kurtlanmış bir faliyetti. "Duman, çocuğun küpesi seninkinden daha güzel duruyor. Biraz daha genç işi takılsana."

Duman sinir bozucu bir şekilde gülerken, parmakları çoğu zaman yaptığı gibi kirli sakallarını sıvazladı. Sakallarının hışırtısını dinlemek içimi gıdıklayan bir kül yumağı gibiydi. "Çocuk," diye konuştu Duman, tehlikeli bir sesle. "O yalnızca bir çocuk. Bir tür velet. En azgınlarından. Bense, muazzam bir adamım."

Egolu olduğunu biliyordum ama kimse benim moralimi bozamazdı. Bu ruhumun her saldırıya karşı gerçekleştirdiği bir çeşit mekanizmaydi ve bu mekanizmayla onu vurmayı tercih ederdim. "Duman, çocuk cidden fena bakıyor. Sanırım benimle ilgili hayalleri var."

Duman sandalyesini gürültüyle ittirdi. "Bacaksıza bak hele."

Kendine daha rahat bir pozisyon ayarlayıp omzunun üstünden arkasını dönerek masaya baktığında önce durdu. Genç liseli, az önce arkadaşlarının ısrarıyla mekânı terk etmişti ama Duman şu an için oyuna gelmeye müsaiy bir anda olduğu içi onu kandırmıştım. Çocukların masayı terk ettiğini oldukça kısa bir zamanda fark ettikten sonra başını tekrardan bana çevirdi ve kimliksiz gözlerini renkli irislerime doğrulttu. İfadesiz, korkutucu derecede boş olan yüz ifademe bakarken, "Kuzgun," diye konuştu kafasını iki yana sallayarak. "Kalbi hasta bir adamla uğraşmak senin için bile fazla acımasızlık değil mi?"

Sigaranın boğucu dumanı açık balkon kapısından sızıp uzaklaşırken, birkaç genç yoğun kokudan etkilenerek ağzının içinde homurdandı. Dirseğimi sandalyeye yerleştirip kıstığım gözlerimle hepsine dik dik baktığımda, çoğu ürkerek önüne döndü. "Geri zekâlılar," diye söylendim, gözlerimi devirirken. "Duman, onu bunu bırakta beni neden çağırdığını söyle. Çünkü sen çok sıkıcı olmaya başladın."

Masanın üstündeki malbora pakatine uzanıp sormaya gerek duymadan çok değerli sigaralarımdan bir tanesini yakaladığında, "Hadsizlik yapma," diye konuştum buz çakıllarından bir sesle. "Sorman gerekiyordu."

"Lan." Dişlerinin arasından sakince tısladı. "13 tane sigaranın amına koydun. Tabiki de seninkilerden alacağım. Kendi yaptığın hadsizliğin farkında varmadan bana hadsizlikten sakın bahsetme."

Asla altta kalmazdım. Kalamazdım. Ruhuma ve benliğime aykırıydı. Kaşlarımı biraz daha çatarak, sigaranın külünü tablaya bıraktım. "Sesini kıs," dedim keskin bir tonlamayla. "Neden burada olduğumuzdan bahset. Ne istiyorsun?"

Ciddi tavrını takınarak düşünceli bir hâle büründüğünde, kollarını masanın üstünde sabitledi. Dikleşip ne diyeceğine olan merakımı törpüledikten sonra kaldırdığım kaşlarımı indirdim. "Harekete geçmek istiyorum," diye konuştu merhametsiz bir sesle. "Artık daha çok tehlike, daha çok kuralsızlık istiyorum. Sıktı bu haller, birileri artık bizleri fark etmeli."

İstediği şey istediğim şey olduğu için mi, bu kadar cezbedici geliyordu? Müphemdi. Kalbindeki apse belki de onu bu adam yapıyordu. Bu da müphemdi. Kanımda kaynayan intikam hazzıyla, "Nereden başlıyoruz?" Diye sordum karanlık bir sesle. "Adamın genç eşi ve yeğeninden bahsetmiştin. Bunu adama ne zaman söylemeyi planlıyorsun?"

Eliyle sakallarını sıvazlamaya devam ederken, "Planın bu ayağından önce ona kendimizi hatırlatmalıyız. Zaten tanışmıştık, aramızdaki bu tanışıklığı bir üst seviyeye taşıyacağız. Sonuçta sik gibi adamın karşısına çıkıp yeğeninle eşin sıcak saatler mi yaşıyor diyeceğiz?"

Ağır ağır kafa salladım. "Mantıklı."

Kemikli parmakları arasına iliklediği sigarasından sert yudumlarken alırken, "Evet," dedi, sesi katranı bol bir denizden yükseliyordu. "Öyle aniden olmaz. Adamla samimiyeti arttırmalıyım ki, bunu dememiz için gerekçemiz olsun."

Adamın karşısına aniden çıkarsak elbette bizi kaale almazdı ve bir şekilde onun hayatında yer edinmeliydik. Ağzıma sinen sigara tadını bastırmak için sertçe yutkunduktan sonra, "Buraya kadar evet mantıklısın," diye konuştum mekanik bir sakinlikle. "Peki onunla olan bu tanışıklığı nasıl üst seviyeeye taşıyacağız."

"Arabasının altında kalacağım."

Bahsettiğin şeyin mantıksızlığı beni ve mantığımı dellendirirken, sinirle dudaklarımı birbirine bastırdım. "Neyden bahsediyorsun Duman?"

Düşünceli yüz hali kıvam kazanırken, gözleri balkon camından yana doğru kayarak bana tırmandı. İrisleri şeytanın beslediği bir çiçeğe bakar gibi bakarken, "Her gün saat onu çeyrek geçe, aynı istikametten, aynı yere ulaşmak için geçiyor," diye açıkladı olağan bir sesle. Olduğu karanlığa biraz daha battı. "Malum adamı sakat bıraktın. Yıllardır fizik tedavi görüyormuş, biri kadın, biri erkek olmak üzere iki doktoru var ve ikisini de eri gibi yetiştirmiş."

O adamı sakat bıraktığımı zaten biliyordum ama duymak çok daha iyi hissettirmişti. Benim yüzümden yürüyemiyor olması ruhuma az bir nefes aldırıyordu ama bununla yetinemeyecek kadar aç bir kadına dönüştürmüştü kaybedişler. Duman'ın bana verdiği bilgileri zihnime depolarken, "Ve, bile isteye arabasının altında kalmayı planlıyorsun?" Diye sordum mesafeli bir ses tınısıyla. "Ölmeyeceksen derhal bunu yapalım."

Duman kül teninin bir ayrıntısı olan boynunu gererken, damarlı bileğindeki saate göz attı. Gözlerini ağır bir yavaşlıkla kısıp, bir hesap yaparken, "Yarım saatimiz var," diye konuştu, zamanın vaat ettiği dakikalar ilk kez gözümde büyümüştü. "O caddeye gitmeliyiz. Araba zaten orada geçecek, yapmamız gereken tek şey iki yüzlü yüzsüz iki şeytan olmak."

Ben insanlığımı, hislerimi ve iyiye dair olan her şeyi kaybetmiştim. Bu bir yalan değildi, abartı değildi ve nasıl hissedilir bilmiyordum.

Fazla acı bazen sevdiklerini bile unuttururdu insana.

Riyakar bir şeytan için fazla sakin kaldığımı fark ettiğimde, "Bildiğim tek şey beni bu intikam hazzından hiçbir şeyin vazgeçiremeyeceği," diye konuştum kül rengi bir sesle. Sesimi küllendiren dilimin ucundaki yangındı. "Bu istekle kontrolümü bile kaybedebilirim. Onları zihnimde defalarca öldürdüm, hepsi kafamda kurtlanmış birer ceset ama onların gerçekten kanlarını duyumsayacak olmak..." parmak boğumlarımı ahşap masa boyunca sürttüm. "En eşsiz hayalim."

Duman Alanguva, hırçın bir kartalığın emaresini taşıyan kontrolsüz gözlerinin odağını gözlerime indirdi. İkimizde aynı tehlikenin kokusunu solurken, onun benden daha sakin kalmasıyla pek de ilgilenmiyordum. "Ve, bilirsin. En eşsiz hayaller muhakkak sallandırılır bir idam taburesinde."

Buz gibi bir gülüş gönderdim ona. "Bilirim." Dilimin ucundaki zemheri soğuğu, dilimin altındaki yangınla ısınmaya başlarken devam ettim. "Bu yüzden en eşsiz hayalimi kalbinde apse taşıyan bir adamın zihnine astım. Orası idama yasak bir bölge olduğu için."

O adamın kendisi olduğunu iyi biliyordu. Ben de bilmesini istemiştim. Sınırlarımın gerisinde onu hem sınırlarımın içine çağırıp, hem de sinirlerimden dışarıya atmak büyük bir keyifti. Hislerden kaçırılmış boş gözlerimi alnına dağılmış perçemlerinde gezdirirken, sessizliğin kelepçesi seslerin bileklerinden yakalamıştı. Bir süre hiç konuşmadan birbirimizin bakışlarına karşılık verirken, morgu yıkılan buz cesetler gibi harrketsiz kaldık.

Ta ki; kalbi apseli bir adam konuşana dek. "Vaktimiz daralıyor, hadi gidelim."

Tek kaşımı sorgular bir şekilde yukarı kaldırırken, "Rica edeceksin," diye konuştum sertçe. "Hâlâ kavrayamadın mı? Benimle olan konuşma tarzını değiştir."

Bana dik dik baktı. "Hadi gidiyoruz."

"Rica et."

Sandalyesinden doğrulurken homurdandı. "Bastıbacak ya..."

Duman arkasından gelmemi emreden bir bakış attığında, tırnaklarımı onun suratına saplamak istemiştim ama bu bana bir şey kazandırmazdı. Ben de bu yüzden daha iyisini yaptım. O mekânın önüne park ettiği Lang Rover'ına bindiğinde ben yerimden asla kımıldamadım. Masanın üstündeki sigara paketinden bir dalı araklayıp dudaklarım arasına kıstırdım ve çakmakla yakıp yeni bir sigarayı daha yavaşça içmeye başladım. Benim kendime saygım vardı, bana benim istediğim gibi davranmadığı sürece tırnaklarımı çıkarmaktan gurur duyacaktım. Sigarayı bilhassa yavaşça tüketip, balkondan dışarıyı ve onun arabasını izlerken, çıldırdığını görmesemde hissediyordum.

Bu içimi bir nebze soğuttmuştu.

Sigaranın izmaritini küllüğün içine yığdıktan sonra sandalyeden doğruldum ve deri ceketimi badimin üstüne geçirdim. Bir ağrı gibi sırtımda taşıdığım ve uçları belimin kavisini okşayan saçlarımı dalgınca düzelttim. Paketi ve telefonu cebime attıktan sonra başımı hafifçe yukarı kaldırarak Kaptan'a göz attım. Elindeki kupayı tezgâhın üstüne bırakırken, neler karıştırdığımı merak ettiğini gözlerinden görebiliyordum. Gözlerime aksi bir bakış kondurup ona bakarken, "Hesabı yaz bir yere," diye konuştum, beremi avuçlarken. "Yanımda param yok. Bankadan çekeceğim, dönüşe bırakırım."

Bizi yıllardır tanıdığı için para almamak için uğraşırdı ama ben her defasında zıkkımlandığım her şeyin bedelini öderdim. Bu halime sinir olduğunu biliyordum, yine sinirlenerek, "Git şuradan," diye konuştu, ağzının içinde cıklamaya devam ederken. "Hem o herif kim, daha onu konuşacağız. Kendine dikkat et de, benim babalık damarımı kabartma."

Baba.

Baba.

Baba.

Donuk gözlerle ona bakmaya son verdikten sonra hızlı adımlarla kafeden ayrıldım. Kaldırım kıyısına yaklaşan araba ile kendimi saniyeler içinde şoför koltuğunun yanına attığımda Duman hırladı. "Lanet olasıca bir aksiliğin var. Sikeyim!"

Ona cevap verme zahmetine girmeden doğrudan ön cama düşen iri yağmur damlalarına bakarken, şık araba kaldırım kıyısından kalktı. Beremi avuçlarım içinde sıkıp, sessizliğin emrine ayak uydurdum ve asla konuşmadım. Nereye gittiğimizi bilmiyordum, yolların aşinası olsam bile ileriye baktığımda görmek istediğim tek şey, ruhları devrilen ruhsuzlardı.

Araba yolculuğumuz gergin bir sakinlikle akıp gitti. Duman arabayı kullanırken kontrollü ve sakindi ama bunun yanında hızlı ve kuralsızdı da. Onunla ilgilenmedim, yol üzerinde birkaç sigara daha yakıp kendimi biraz daha hazırladım iskeleti olacağımız kumpasa. Saat, kalbimin aksi yönünde hareket eder gibi ağır bir biçimde ilerlerken, yağmur şiddetini hafifçe arttırmıştı. Silecekler ön camda biriken suyu temizleyerek görüşü netleştirirken, Arnavut'un meşhur kaldırımlarında yavaşça durdu araba. Dinen motorun bıraktığı rahatsız edici uğultu yerini kusursuz bir sessizliğe bıraktığında, kaşlarımı çattığım içik gerilen anlım gevşedi. Bir tutam saçımı hırçınca kulağımın arkasına ittirirken, düşmancıl bakışlarım ile trafiğin yoğun olduğu sokağı izledim.

Duman Alanguva'nın sesi, harabe bir şehrin üstünden kalkan o bir serçenin kayalıklar üstünde çırpınması gibiydi. Telaşlı, hızlı ve asabi. "Arabasının bu sokağa girmesine sadece beş dakika kaldı," diye konuştu keskin bir sesle. "Trafik yoğun, o yüzden geçtiği bu sokağı seçtim. Onun karşısına çıkmamızın bir tesadüf olduğuna inanmalı."

O kendini bilmez herif bunu bizim planlı bir şekilde yaptığımızı düşünebilirdi ve böyle düşünmemesi için iyi bir taktikti. Kafamı bir robot gibi ruhsuzca sallarken, "Arabanın altında nasıl kalacaksın?" Diye sordum düz bir sesle. "Araba hızlı gelirse bunu başarma olasılığın düşer."

Kemikli parmakları kapı kulpuna yönelirken, "Trafiği durduracağız," diye konuştu esrarengiz bir sesle. "Unuttun mu biz nişanlıyız? Ve, nişanlılar sıkça kavga eder."

O adama bizi nişanlı olarak tanıtması tamamen onun aptallığıydı ve şimdi bu aptallığı yüzünden canım sıkılacaktı. Bedenini dışarıya çıkarttığında burnumdan sinirli bir nefes verdim ve tek seferde arabanın kapısını açarak zeminde doğruldum. Yağmur damlaları elimin sırtına nişan alınmış silah mermileri gibi ağırca tenimden aşağıya kayarken, kırmızı beremi siyah saçlarımın üstüne yerleştirdim.

Yan yana bir vaziyette kaldırımın yontulmuş taşları üstünde dururken, ikimizinde elleri kendi ceplerindeydi. Duman bileğindeki saate bir kez daha göz attıktan sonra, "Vakit geldi," diye konuştu tek düze bir sesle. "Kavga çıkar."

Zihnim olayı saniyeler içinde kavradığında, ellerimi ceplerimden çıkardım ve gözlerimin yörüngesini yüzüne kaldırırken, kuvvetli elimle onu geriye itip bağırdım. "Sen nişan yüzüğünü nasıl takmazsın sersem herif?"

Duman sersemleyerek kaldırımda gerilerken, "Ne yüzüğü lan?" Diye homurdandı anlamayarak.

Etrafa bir bakış atarken dişlerimin arasından tısladım. "Aptal, nişanlıyız ya."

Aralanan dudaklarını birbirine bastırarak susarken, geç algılayan beynine birkaç ahlâksız küfür savurdum. Benim gibi etraftaki kalabalığı kolaşan ederek bana döndüğünde, "Hayatım, duştan çıktıktan sonra takmayı unutmuşum," diye konuştu, yola doğru adımlayarak. "Yoksa, senin aldığın yüzüğü niye takmayayım?"

Kaşlarımı çattım. "Ben sana yüzük almam."

Duman'ın dişini sıktığını gerilen çenesinden anlamıştım. "Mahşer, kendine gel. Numara çeviriyoruz."

Etraftaki insanların dikkatini çekmeyi başardığımızda ona tip tip bakarak haklılığını yalanladım. Ellerimle onu yola doğru itip trafiği durdurmayı amaçlarken, "Ayrılacağım senden," diye bağırdım, yüzüme sahteden bir üzüntü ifadesi kondurdum. "Artık beni sevmiyorsun. Hem... hem mesajlarıma görültü atıp bırakıyorsun!"

Duman bir an duraksayarak ne demek istediğini anlamaya çalışırken, kalabalık artık durarak bizi izlemeye başlamıştı. Kimisi eğlenerek, kimisi ayrılığımıza üzülerek bize bakarken Duman oyuncu bir edayla konuştu. "Ama bebeğim, biliyorsun geleceğimiz için çok çalışıyorum. Yoğun olduğum için dönemiyorum sana."

Elimin tersini alnıma yaslayıp, dudaklarımı bile isteye titreterek konuştum. "Ah, Tanrım. Neydi günahım?"

Duman bu yaptığım harekete gülmemek içi genzini temizlerken, kimsenin görmediğine emin olarak kaşlarımı çattım ve küfür ettim. Ona ettiğim küfürü kaale almadan, doğrudan bana bakarken, "Kuzguz, yapmasana böyle," diye konuştu, kurmaca bir hüzünle. "Benden ayrılırsan kafama sıkarım. Bak, yaparım. Çok ciddiyim."

İnsanlar bununla birlikte bizim konuşmamıza dahil olmaya başladıklarında arabalarda yol ortasında durmuş, kornalarına basıyordu. Onun omzunun üstünden caddeyi dönen köşeyi izlerken, aşinası olduğum bir araba köşeyi yavaşça döndü. Göğsümdeki kaybedişlerin savaşı, ruhumda edebi bir hazımsızlık yaşarken, bedenimin anında kaskatı kesildiğini hissettim. Duman bu farklılığımı gözettiğinde, hızlıca omzunun üstünden arkasına döndü.

O an Duman'a değil, bir aynaya baktığımı hissettim.

İki insanın nefreti bu kadar mı benzerdi birbirine?

Benziyordu.

Duman'ın çenesi kitlendi, dudakları birbirine yaslı satırlar gibi tek çizgi halinde gerilmişti. Rüzgâr ikimizinde saçlarını amansız bir istekle birbirimizin suratına çarparken, kaskatı kesilen pazularının ağrıyabileceğini dahi düşündüm. Bu elbette umurumda değildi. Umurumda olan tek şey o adamı kandırabilmekti. Duman sessiz bir şekilde fısıldadı. "Gül dikeni, ne yapacağını biliyorsun."

"Zevkle yapacağım."

Duman kemikli baş parmağıyla alt dudağını usulca okşarken, diğer parmakları boş durmaksızın sakallarını sıvazlıyordu. Kafasını mekanik bir şekilde öne yatırıp cümlemi onayadıktan sonra, bir eli dirseğime uzandı. Kaba ve aynı zamanda zarif olmayı başaran parmakları dirseğim boyunca kayarak avucuma uzandı ve elinin içiyle elimin sırtını kafesledi. Ne kadar diken varsa elimin sırtından toplamış, ne kadar yıldız varsa elimin sırtına gömmüş gibiydi. Elimi eliyle birlikte kaldırarak, göğsüne yerleştirdi ve ciddi bir sesle konuştu. "İterken çok kalbime yakın yerlerden itme. Arada bir tökezleyebiliyor, şu anda bir kalp ağrısıyla uğraşamam."

Söylediklerinde beni rahatsız eden bir şeyler vardı ama ne olduğunu çok umursamdım. Bu ciddi bir meseleydi, aksilik yapacağım bir konu olmadığını bildiğimden kafamı salladım. "Dikkat ederim."

Gergin bir soluk aldıktan sonra elimin sırtından topladığı dikenlerle birlikte uzaklaştırdı elini. Elim göğsüne yaslı bir engel gibi kaldığında, "Bitti," diye bağırdım, herkes artık bizi izliyor vaziyetteydi. "Atacağım nişanı. Bitireceğim bu ilişkiyi. Ben, beni üzen birini istemiyorum. Git şimdi, durma."

Onu sert darbelerimle geriye doğru iterek hedefimizdeki arabanın önüne düşürmeye çalışırken, insanlar arabalarından inerek bize küfür etmeye başlamışlardı. Normalde hepsinin ağzına sıçma planları yapmam gerekiyorken, onu kalbine uzak yerlerden geriye doğru ittirmeye devam ettim. "Konuşma. Sus. İnanmıyorum sana, sen sevmiyorsun beni."

Duman'ın kehribar irislerinden kalkan tabutlar, insan ölüsü değil hayallerin ölüsünü taşıyor gibiydi. Zift misali bulaşıcı bir hastalığı andıran gözlerinde görebildiğim tek şey duymak istediği azap çığlıklarının sebebi olmak isteyen bir adamdı. Elleri oyunumuz gereği bana uzanmaya çalışırken, "Bitemez," diye bağırdı, sahici bir oyuculukla. "Nasıl bitirmek istediğini söylersin?"

Berem, hızımla birlikte alnıma doğru düşerken, ruhumun ilmeklerinden kendini asan hırslar içime çarpmaya başlamıştı. "Bitti Kunduz."

O adamın, sakat bıraktığı o kendini bilmez caninin arabası tıpkı diğer arabalar gibi durmuştu. Herkes bir hayretle bizi izlerken, kolumu son defa kaldırdım. Yağmur şiddetleniyordu, Dumanla birbirimizin aynısı olan öfkemiz, kabuğundan çıkmak için sabırsızlanırken, dudaklarım arasından sancır gibi nefesler çektim. Duman'ın arabayla arasındaki mesafe tamamen örtüldüğünde, göğsüne duvar misali dikilen elimle onu arabanın üstüne doğru ittim.

İnsanlar çığlık attı.

Yapmak istediğim tek şey, o caninin göğsünü kadavralaştırmaktı.

Duman'ın varlıklı bedeni sertçe arabaya çarptığında, çenem ve birçok uzvum sinirden titriyordu. İnsanlar telaşla birbirlerine girerken, sesler artık uğultulu bir şekilde yükseliyordu kulaklarıma. Bedenimin kontrolü hâlâ bendeydi, gücümün farkındaydım ve herkesi dize getirebilirdim. Kendimi de öyle. Araba istop etti, Duman kontorülünü benim ellerime bıraktığı bedenini ön tekerleklerin önüne yığdığında, kalbi delik bir adam için için fazla devrimci olduğunu düşündüm.

İnsanlar Duman'a doğru koşturuyordu ve Duman rolü gereği zeminde kıvranıyordu. Berem kaşlarıma kadar indi, kirpiklerimde ağırlık yapan yağmur damlalarının soğukluğunu hissederken, arabanın ve o caninin şoförü arabadan indi. Kalabalığı aşarak Duman'ın başına geldikten az bir vakit sonra o da arabadan indi.

Melih Han Yüreksiz karşımdaydı.

Gözlerim hissettiğim fazla sinir ve gerginlikle seğirirken, bir uçurum kıyısındaki çıkıntılara tutunmasam dağılacak gibi hissediyordum. Ve tutunduğum çıkıntı nefretim, imtikanımdı. Melih Han huzursuz ve rahatsızca kalabalığa bakarak Duman'ın yanına yürüdüğünde, artık olaya dahi olmam gerektiğini düşünerek bağırdım. "Ah, kunduz. Ben nasıl yaptım bilmiyorum..." dizlerimin üstünde zemine yıkıldığımda, Melih Han'ın gözlerini üstümüzde hissettim. "İyi misin hayatım? İyisin değil mi, çok korkuttun beni."

Parmaklarım onun siyahtan gömleğininin yakalarını yalancı bir endişeyle kavrarken, insanların üzüntülü halleri midemi bulandırmaya başlamıştı. Duman yapması gerekeni yerine getirerek yalandan sızlanırken, "Galiba kalbim ağrıyor," diye konuştu, kafasını zemine sürttü. "İyi değilim."

Cidden iyi oynuyordu. Bilmesem belki ona kanardım ama ben biliyordum. Ya da hayır ben kanmazdım. İnsanlar, şoförün savurucu hareketleriyle gerilerken, Melih Han bize doğru eğildi. Eli omzuma dokunduğunda, omzumu kolumdan çıkarmak istedim, tıpkı onun elini cehennemin topraklarına saplamak isteyişim gibi. "Siz... Hanım Efendi, iyi misiniz. Siz de o Bey Efendisiniz. Ah, çok şaşırtıcı."

Yalancı bir şaşkınlıkla omzumun üstümden ona doğru döndüm. Yüzüme usulca bir ifade kondurdum, gözlerimi hafifçe irileştirirken, tepkilerimi ölçülü ve teknik bir biçimde vermeye gayret ettim. Ben istedim, elbette her şey olacaktı. Dudaklarımı ufak çaplı bir şaşkınlıkla araladım. "Melih Han Bey, siz?" Duman'ın beni hızla kendine çevirmesiyle dudaklarımdan daha fazlasını dökemedim. Gömleğindeki elimi sıkılaştırırken, gökyüzünden düşen intiharlara asılı kalmış bir kadınmışım gibi baktı bana ve tısladı. "Sana kalbimin ağrıdını söyledim."

Evet, yapması gereken tam olarak buydu. Daha iyi bir oyunculuk bizim olduğunuz durumu zirveye taşırdı. İçimdeki öfke fokurdarken, "Hayatım sakin ol," diye konuştum acılı bir sesle. Omzumun üstünden tekrar Melih Han'a dönüp şöyle fısıldadım: "Bana yardımcı olur musunuz? Nişanlıma bir şey olmasını istemiyorum."

Duraksayarak katıksız bir hoşnutsuzlukla bana bakarken, bizi gördüğü ilk an tanıdığını biliyordum. Yaşlı parmaklarıyla gravatını bolartırken, şoförüne doğru keskin bir bakış atıp, sessiz bir emir verdi. Sonra bakışları tekrardan aşağıya inerek yalancı ifademi tavaf etti. "Nişanlının ağrısı var gibi. Bir hastaneye götürelim isterseniz."

"Yok, yok," diye konuştum gözlerimi saf saf kırpıştırırken. "Arabamız bayağı geride kaldı, bizi arka caddeye kadar atarsanız sevinirim. Bu küçük ricamı geri çevirmezsiniz değil mi Bey Efendi?"

Dudaklarımı büzüp iğrendiğim o bariz ifadeleri suratıma giydirirken, tek gayem onu etkileyebilmekti. Yutkundu, ilgili gözleri yüzümden sıyrılarak Duman'ın sanrılı çehresine indiğinde, "Arabaya buyurun," diye konuştu sakin bir sesle. "Arkadaşınıza bir şey olmasını istemem."

Duman sert bir sesle konuştu: "Arkadaş olamayacak kadar öpüştük." Dişlerimi sıktığında, bir tutam saçımı parmağına sararak devam etti. "Arkadaş dediniz ya, hatırlatmak istedim sadece."

Melih Han gergin bir şekilde gülümsemeye çalışarak, Duman'a doğru eğildi ve onun bedenini kaldırmasına yardımcı oldu. Duman'ın kendini zor tuttğunu biliyordum. Adamın ona dokunmasından iğrenmişti, bunu elini midesine yaslayarak bulantının önüne geçmek isteyişinden anlıyordum. Melih Han huzursuzca onu lüks arabasının arka koltuğuna taşıdığında, Duman arabanın içinden gözlerini cama kaldırarak bana odaklandı.

Melih Han ile aynı anda konuştular.

"Sen yanıma gel."

"Küçük Hanım, isterseniz siz öne geçin."

İki adamdan duyduğum iki farklı cümle ile birlikte kaşlarımı keskin bir hizayla kaldırdım. Canım ne isterse onu yapan bir kadın olarak bana bir şeyleri emretmelerini ruhuma karşı yapılmış bir saldırı olarak kabul ediyordum. Şoför koltuğunun yanındaki yolcu koltuğunu işaret Melih Han'a düz bir bakış atıp ruhsuzca konuştum. "Nişanlımın yanını tercih ederim. Çok zarifsiniz, teşekkür ederim."

Onun cevap vermesine lüzum görmeden arka kapıyı biraz daha açtım ve bedenimi Duman'ın yanındaki boşluğa yığdım. Kalabalık yayılmış, trafik olağan haline geri dönmüştü ve şoför, Melih Han'ın tek bakışıyla arabayı kaldırmıştı. Kendimi kontrol altına almak için gözlerimi yumarak burnumdan sert nefesler aldım. Bu karşılaşmalar beni yoruyordu. İğreniyordum, midem sarsılıyor ve düşüncelerim rüzgârla savrulan gülden yapraklar gibi etrafta çalkalanıyordu. Bu adamın babamın ölümünde payı vardı ve ben bu adamın kokusunu solumaya mecbur kılınmıştım.

Onu bağırta bağırta öldürmek istiyordum.

Gözlerimin içine bakarak yalvarsın istiyordum.

Babamın, annem için yalvardığından çok daha fazla.

Parmaklarım, oynatamayacağım kadar şiddetli bir şekilede kasılıp benim canımı yakarken, babamın yüz hatları usulca gözlerimin önüne oturmaya başladı. Babamı anımsadıkça boğuluyordum ve şu dakika, o adamın üzerine saldırmamak için boğulduğum acıların koynundan kurtarılmalıydım.

Duman kaçınılmaz olanı yaparak beni kurtardı. "Az düşünürsen her şey senin için daha kolay olur."

Asılı kaldığım mum iplerinde az önce sönmüş bir geçmiş vardı. O beni kurtardığında, mum iplerinde asılı kalan geçmişler sönmüştü. Haklılığını reddetmedim. Omzumun üstünden ona dönerek tabuta kaldırılacak kadar cesetleşmiş olan gözlerime ona dokundurarak konuştum. "Az konuşursan her şey senin için daha kolay olur."

Bıyık altı sırıttı ama yüz hatları hâlâ gergindi. Bunu neye yormam gerektiğini bilemezken, elbette karşılıksız kalmadı. "Dudaklarını böyle yavaşça hareket ettirerek konuştuğunda, dudağının üstündeki ben şekilden şekile giriyor." Durdu, ona taviz vermeyen bakışlarımı gönderirken, ön taraftaki kalabalığa kısa bir göz attı. "O ben, dudağının sol üstünde mi, yoksa sağ üstünde mi?"

Sinirle hırladım. "Götünün sağ yanağında."

Duman ani gelen gülüşünü bastırmak için genzini temizleyip bakışlarını benden uzaklaştırdığında, izlenildiğimizi hissettim. Şüphesiz ki, bu kişi Melih Han'dı. Arabanın aynasımda kesişen gözlerimizde tartışması bir kaos vardı ama ben bunu hissettirmek yerine gözlerime koyabileceğim en sahte ve sevimi ifadeyi kondurdum.

İki yüzlü, yüzsüz bir şeytan için fazla sevimli bir bakıştı.

Melih Han koyu kaşlarını hafifçe çattığında, sessizliğin iliklendiği dudaklarım bir yalanla aralandı. "Melih Han Bey, eğer nişanlıma çarpmamış olsaydınız sizi gördüğüme sevinebilirdim."

Araba yabancı bir sokağa girdiğinde, Melih Han'ın gözleri benden ayrılarak kısa bir an için Duman'a dokundu. Lakin Duman'ın aurası gereği ürkütücü olduğunu biliyordum. O size bakarak değil, size gülerek sizi korkuturdu. Gülümsemesinde cehennem yetiştirmişti. Melih Han gerginliğini saklamaya çalışarak, "Nişanlın bana çarpmış olmasın," diye konuştu, sesinin kibirli olduğunu sezebilmiştim. "Sanırım kavga ediyordunuz. Fazla agresif bir çiftsiniz."

"Ihıh..." Duman eliyle dizimi yavaşça okşadığında, parmaklarına nasıl bir azap çektirmem gerektiğini düşündüm. "Fazla ateşli bir çiftiz."

Melih Han bozuldu, ifadelerini saklamayı başardığına inanacak kadar zavallıydı. Başını anladığını belirtircesine sallarken, "Yine de trafiğin yoğun olduğu yerlerde bu tartışmalarınız çok çocukca," diye konuştuğunda gözlerimi abartıyla devirdim.

"Ah, doğru," diye konuştum sahte bir üzüntüyle. "Siz bizden yaşça bayağı büyüksünüz. Biz sizden genç olduğumuz için bize bunlar normal geliyor ama tabi siz de haklısınız..." sırıttım. "Yaşlılık zor olmalı."

Melih Han gururuna yapılan saldırıya sessiz kalamadı. "Sadece 46 yaşında, gayette genç bir adamım."

Duman eliyle göğsünü ovarken, bunun göstermelik kazanın bir oyunu olduğunu pekâlâ biliyordum. Düz bakışlarını cama kilitlemiş bir halde, "Babamdan 1 yaş büyüksünüz," dedi mekanik bir sesle. Sonra onu alaya aldı, onun ütopyasında asılı kalmış hayallerden sallandırdığı ilk şanssız kişi Melih Han'dı. "Size Baba diyebilir miyim Melih Han Bey Amca."

Alaylı gülüşümü bastırmak için yanağımı dişlerken, Melih Han'ın aşağılanmasından aldığım zevki ve hazzı anlatamazdım. Bu ruhumun tarumar olmuş kıyılarına iyi gelebiliyordu. Melih Han gürültüyle öksürüp düştüğü bu aşağılık durumun içinde çırpınırken, "Ah, hayatım çok ayıp," diye konuştum boş bir sesle. "Melih Han Bey, dediği gibi gayet genç bir adam."

Duman ağzının içinde fısıltıyla geveledi. "Küçül de cebime gir kerhane dölü."

Kirpiklerimin silah görevi gördüğü korkusuz bakışlarım Melih Han'ın donuk yüz ifadesini ön camda izlemeye devam ederken, "Her neyse çocuklar," diye konuştu gergince. Konuyu kapatması yenilgisinin kabullenişiydi. Ve en güzel yenilgiler benim dudaklarımın sebep olduğu yenilgilerdi. "Sizi nerede indirmemizi istersiniz?"

Umursamazca olduğumuz sokağa ve sokak sonundaki arabaya baktık. Bilerek arabayı uzak bir yere fark etmek ikimizinde aklına yatmış olan zekice bir fikirdi. Numaracı bir tebessümle, "İşte arabamız," diye konuştum katı bir sesle. "Burada indirebilirsiniz ama önce sizdem bir şey isteyebilir miyim?" Minik ve ayartıcı ses tonumu iyi kullanmayı bilerek onu kandırdığımda, "Tabi ki," diye konuştu.

Duman'ın hâlâ dizimde duran parmaklarının boğumlarında yüzen balıkların daha fazla benim tenime dökülmelerine müsaade etmeyerek elini bi hayli sertçe uzaklaştırırken, "Melih Han Bey size bir teşekkür borçluyuz," diye konuştum olağan bir sesle. "Bize yardımcı oldunuz. Eğer kabul ederseniz, numaranızı alabilir miyiz? Size bir yemek ısmarlamak isteriz."

Duman'ın kehribarlarındaki silahlanmış askerler iş başındaydı. "Kesinlikle," diyerek beni onayladı. "Nişanlım haklı. Borçlu kalmayı seven bir adam değilim. Sevgilimi kırarsanız ben de sizi incitebilirim, bu yüzden teklifimizi kabul edin."

Melih Han eliyle kırlaşmış sakallarını sıvazlarken, oldukça düşünceli görünüyordu ve herkesin düşman olabileceği bir adam için elbette düşünmeliydi. Sesindeki soğuk tınıyla, "Pekâlâ veletler sizi kırmayacağım," diye konuştu sakin bir sese tonuyla. "Yemek teklifinizi kabul ediyorum."

Duman kaşlarını inanamazca çatarken, yalnızca benim duyabileceğim bir sesle konuştu. "Bize velet mi dedi?"

Dişlerimi sıkarken, "Dedi," diye konuştum kabullenemez bir tavırla. "Bize velet dedi?"

Duman ahlâksız bir küfürle dudaklarının rengini günahlaştırırken, Melih Han'a hiç de iyilik barındırmayan bakışlar atıyordu. "Hatırlat Gül Dikeni, zamanı geldiğinde bununda hesabını soralım."

Kafamı sallarken, "Canım isterse hatırlatırım," diye konuştum kendimden ödün vermeden. "Asıl sen bana hatırlat."

"Peki."

Sinirli bir nefes yudumladım. "Bütün erkekler aptal olmak zorunda mıydı?"

Duman ona ettiğim hakarete canı istediğinde karşılık veriyor, canı istemediğinde sadece gülüp geçiyordu. Bu sefer canı istemiş olmalı ki, közde pişirilmiş kuş tüylerini serpti kalbimin üstüne. "Mahşer, babana haksızlık ediyorsun."

Dudaklarım tek bir çizgi halinde gerilirken, kimsenin ne hissettiğimi bilmesine izin vermeden hissiz ve umursamazca camdan dışarıya baktım. Dilimin ucunda zerk eden bu müphem sızı, cesetletmiş umutlarımın kokusu kadar ağırdı. "Ah, beni vurduğunu sandığı yerde sevinen Duman'cık..." aşağılayıcı bir şekilde güldüm. "Zirve biraz soğuk ve biraz da rüzgârlı. Sesin tam net gelmiyor."

Bana tip tip baktı. "Bastıbacak ya."

İçerisinde bulunduğumuz araba Duman'ın arabasının yanında durduğunda, son anlara dayanabilmek için ciğerlerimi acıtan nefeslerler çektim içime. Duman oturduğu koltuktan agresif bir şekilde doğrulurken, Melih Han'ın üstüme yıktığı bakışlarına kaldırdım gözlerimi. "Tekrar teşekkür ederim," diye konuştum tek düze bir sesle. "Numaranızı alabilir miyim?"

"Rica ederim Küçük Hanım."

Pezevenk.

Ona bir Küçük Hanım olmadığımı çok iyi gösterebilirdim ama hiçbir şeyi riske atmamak için sadece bekledim. Onun numarasını telefonuma kaydettiğim süre boyunca Duman'ın dikkatli ve keskin bakışları daima olarak üstümüzdeydi. Duman Melih Han'a sahteden bile bir teşekkür etmediğinde aslında kendimin daha güçlü olduğunu görerek bir kez daha babama minnet duydum.

Ben babamın ölümünün faillerinden olan bir adama teşekkür edebilecek kadar güçlüydüm. O değildi.

Arabadan indiğimizde, rol gereği Duman ile yan yana kalmak sinirlerimi bozmuş, istemediğim bir şey yapmak canımı sıkmıştı. Melih Han'ın arabası yanımızdan uzaklaşıp, sınırlarımız dışına çıktığında Duman hırladı. "Boğazına sarılmamak için bir an ellerimi bileklerimden koparmak istedim." Göğüs kafesi münkünatsız bir yokluktaymış gibi çırpınırken, asıl yokluğunun parmaklarında taşımak istediği kan olduğunu biliyordum. "Ya da ben az daha çıldırıp, az daha kendimden geçseydim onun boğazına sarılmamak için sana sarılacaktım."

Yüzümde kıpırdayan tek şey ağırca kırptığım gözlerim olmuştu. "Bana sarılsaydın, muhakkak şu an kalbin bunu kaldırmayacak ağırdı. Benim gibi kadına sarılmak herkesin haddi değil."

Tek bir çizgi halinde gerilen dudakları aralandı: "Arabaya geç."

Durdum. Ona boş bakışlarımı gönderirken, neden sürekli onun arabasıyla bir yerlere gittiğimi sordum kendime. Bu çok saçma ve gurur kırıcıydı. Hatta iğrençti. Kaşlarımı kendime hissettiğim sinir bozukluğuyla çatarken, "Ben seninle gelmiyorum," diye konuştum ruhsuz bir sesle. "Yapmamız gerekeni yaptık. Numara biz de ve samimiyeti bir nebze ilerlettik. Şimdi senin arabana binmem tamamen saçmalık."

Aksiliğim onun sınırlarını zorluyordu ama benim sınırlarım taşlanacağına, onun sınırlarını taşlamayı yeğlerdim. Gergince burun kemerini sıkarken, "Seni sadece eve bırakacağım," diye konuştu sert bir ses tonuyla. "Tamam, aksiliklerin karelinde olduğunda gayet güzel ama şu an bu yaptığın gereksiz."

Ona az önce baktığımdan daha boş bir şekilde baktım. "Canım istiyor ve yapıyorum. Ayrıca gereksiz olduğuna sen değil, ben karar veririm."

Başını iki yana yatırarak boynunu gerdiğinde, sakin kalma çabası güttüğünü biliyordum. "Gül Dikeni," diye konuştu, uyarı dolu bir sesle. Dilinin ucuna mürekkep aktığından fazla siyahti kelimeleri. "Arabaya binmeni istedim. Benim arabama binmen sana yapılan bir hakaret değil."

O istediğini düşünmekte özgürdü ama ben düşüncelerime tutsakken, onun özgürlüğü tutsaklığımla yarışamazdı. "Duman, ne düşündüğün zerre umurumda değil."

Elini siyah kabanının cebine yerleştirirken, "Sana bir taksi çağırayım," diye konuştu sert bir üslupla. "Buralarda yakın bir durak var. Gelir hemen."

Umursamazca cevap verdim. "Çağırabilirdim."

Duman çıldıracakmış gibi gözlerini yumarken hırladı. "Sen o çeneni kapat artık!"

Ona ruhsuzca baktım. "Taksi, çabuk olsun."

Duman aradığı taksi durağından benim için taksi çağırdığında, söylediğim cümlenin üzerinden ters ters ağzıma bakmakla yetindi. Önüne döndüğünde ben de sırtımı Lang Rover'ın kaputuna yasladım ve taksinin ayağıma gelmesini bekledim. Bu süre içinde sadece susmuş, ileriye boş boş bakmıştık. Düşüncelerim her şeyden daha azap verici olsa da yine her şeyden daha mühimdi. Yaşadığımız bu olayların ne kadar korkutucu olduğu ortadaydı ama bir sakindik. Bu sakinlik patlayacak bir volkan etkisi taşıyordu. Biliyordum.

Beraber, aynı sokakta, aynı zaman diliminde ve aynı sessizliğin sırtında, kral ve kraliçe misali hakim kalarak bekledik. Şüphesiz hakimiyet sağladığımız birbirimizdi. Bu sessizliğin üçüncü veya beşinci dakikasında, sokağa giren ticari taksinin gölgesini kendisinden önce görmüştüm. Beremi alnımdan geriye iterek, ilmeklerin rahatsız edici dokunuşundan kurtulduktan sonra, kalçamı yasladığım arabadan uzaklaştım. Duman'ın gözleri kanser hücresi gibi üstüme yayıldığında, bu adamın bulaşıcı bir hastalık olduğunu fark ettim.

Taksi ikimizin önünde durduğunda, Alanguva kontrollü bedenini taksinin ön koltuğuna yönlendirdi. Dirseklerini ön cama yaslayarak şoföre doğru eğilerek onu uyarmaya başladığında, gözlerimi abartıyla devirerek arka koltuğa yanaştım. Kapıyı açarak koltuğa yerleştiğimde, Duman'ın şoförü hedef alan ve bir türlü bağışıklık kazanamadığım gözleri, bana bulaştırmak istediği bir hastalık misali tekrardan gözlerimi hedef aldı. Ve bizim dilimizde fısıldadı: "Evet zirvedesin ama zirve bazen iki kişiliktir. Bil istedim."

Sesi iki kişilik bir oyundu ama kanmayacak kadar oyuncuydum. Onun kirli sakallarında toplanan yıldızların gözlerimi almasına izim vermeden, "Biliyorum," diye konuştum dümdüz bir sesle. "Kralsız kraliçe olmaz."

Dudağının sol kıvrımı yukarı kıvrıldığında, bir hilâlin doğuşu canlandı gözümde. Hilâl sol dudağında doğup, sağ dudağının asıl kıvrımında batmış gibiydi. "Ve şunu da bildiğini biliyorum; kalbi apseli bir adamın uykuları ölüme çıkabilir. Benden çok umudun olmasın."

Sesim kâbuslara gebeydi. "Umutların cesetlerini babamın öldürüldüğü gece kaldırdım."

Diyecek bir şeyi olamayanlar daima susardı. Çünkü diyecek şeyler olanlar muhakkak konuşmuştur. En çok içine. O da belki içine konuştu ama bana sustu. Bana susuşlarında, kafası zehirdi. Taksi şoförüne elimle basit bir haraket yaparak ilerlemesini istediğimde, kafamı hafifçe aşağıya eğerek taksi camını örtmeye çalıştığımda, Duman'ın elinin bana doğru yöneldiğini göz ucuyla ördüm.

Ona engel olmak isterdim;

Eğer, elini saçlarıma atarak beremi avuçlayacağını bilseydim.

Saçlarım beremin hızlı çekilişiyle etrafa dağılırken, Duman Alanguva çoktan arkasını dönmüş ve arabasına doğru ilerlemeye başlamıştı. Parmaklarındaki beremle birlikte. Elimin tersiyle simsiyah, durdulamaz saçlarımı tek omzuma alarak onun rüzgârla dağılan saçlarına katıksız bir boşlukla baktım.

O arabasına binerken görebildiğim tek şey elini kalbine yasladığıydı.

Taksi hareketlenerek olduğumuz mevkiden uzaklaştığından kısa bir süre sonra eve varabilmiştim. Bu süre içinde düşünebildiğim tek şey sahip olduğum mesleği, intikamım uğrunda nasıl yoldan çıkaracağımdı. Psikoloji ve piskolijik travmalar fazlaca ağırdı ve insanlar bunu tadana kadar bunun zorluğuna hakim olamıyordu.

Bir insanin psikoljosini bozabilirdim.

Bir insanın psikolijisini düzeltebileceğim gibi.

Ve bu elbet işime yarayacaktı.

Borcumu ödeyerek taksiden indiğimde, sigara paketimden bir dal almak için cebime uzandı ellerim ama yakalayabildiğim tek şey boşluktu. Kaşlarımı çatarak bahçeli, müstakil evimizin demir kapısına yürürken, "Düşürdüm mü lan?" Diye konuştum kendine kendime. "Mahşer, kızım sen milyonlarını düşürür, sigara paketini düşürmezsi..." duraksadığımda aklıma gelen fikirle hırladım. "Duman. Allah'ın spastik özürlüsü! Sigaralarını batırdım diye cepledin değil mi sigaraları mı?"

Bahçenin demir kapısını sertçe açaraj içeriye girdiğimde, botlarım çamur bataklığına öyle acımasız davranıyordu ki, bunun hissettiğim sinirle alakalı olduğunu biliyordum. Bahçeyi kısa sürede yürüdükten sonra kotumun cebine attığım anahtarı, kilidi açmak için kavradım ama kapı benim uğraşmama gerek kalmadan aralandı. Kapının kulak tırmalayan gıcırtısını boş vererek başımı yukarı kaldırdığımda görebildiğim ilk şey Öğünç ve elindeki çizimlerimdi.

Elimin tersiyle onu iterek aralanan boşluktan içeriye girdim ve kalçamı duvara yaslayarak ayağımdaki botları bir çırpıda çıkarttım. Öğünç sokak kapısını örterken, "Çok yoğun sigara kokuyorsun," diye konuştu huzursuzca. "Anlıyorum seviyorsun ama çok içme. Arada bir keyif sigarası yapman yeterli."

Ceketimi üzerimden sıyırıp salondaki en yakın koltuğa fırlattıktan sonra, gözlerimi yukarı kaldırarak onun ısrarlı bakışlarına karşılık verdim. "Kafamı ütüleme Öğünç."

Öğünç tavrımın bu olduğunu bildiği için alınmıyordu ama alınsa da çok tınlamazdım. Boynumu gererek onun gözlerini devirmesini izlerken, "Senin kokundan çok yabancı birinin kokusunu alıyorum," diye konuştu rahatsızca. Eliyle ensesini ovarken, kalbinin çatlaklarından sızan bir kıza duyduğu hisler için ona üzülmedim bile. "Bu üzücü. Bayağı."

Mutfaktan yükselen annemin ve Çisem'in seslerini işittiğimde, sonsuz ve eşsiz bir müziğin piyanistliğini yapıyor gibi hissettim. Hem müziği yapmak, hem de o müzikte dans etmek sadece azmedenlerin edebi zaferi olabilirdi. Onların bile iyi gelemediği bu evren de bana kim iyi gelebilirdiki? Elbette intikam. Badimin omuzlarını çekiştirirken, salomu usulca yürüyerek mutfağın eşiğine yanaştım. Öğünç arkamdan gelmeye devam ederken isyanla konuştu. "Nasıl bu kadar vurdumduymaz olabiliyorsun? Hayret vericisin."

Omzumun üstünden ona döndüğümde, ruhumun bu ithamı hak ettiğine olan inancım fazlaydı. "Fazla doz acı," diye konuştum kısık bir sesle. "Hissizleştirir. Ta ki, biri o fazla doz acının vaat ettiğinden daha fazlasını vaat edene kadar."

Çehresi gergindi. "Sana ne vaat edebilirim?"

İşaret parmağımı dudağımın üstüne yasladım. "Şu an için sessizlik."

Yanımdan geçip mutfak masasına yürürken sevimli sevimli gülümseyerek konuştu. "Sana krep yaptım, tadına bakmak ister misin?"

Cevap vermeden mutfağa girdiğimde nemli avuçlarımı kotumun sert baskısı üzerine sürttüm. Bu sırada iflah olmaz bakışlarımın yörüngesini annem ve Çisem'e çevirdim. Annem yine kırdığı bir bardağı toplarken, Çisem ısrarla buna itiraz ediyor ve bardağı kendisinin toplayacağından bahsediyordu. Çisem'in çikolata irisleri annemin ince ve zarif yüz hatlarından sıyrılarak bana uzandığında, bataklıktan kurtulmuş birinin sevincini gördüm orada. "Mahşer, nihayet gelebildin," diye konuştu asabi bir sesle. "Anneni hiçbir şekilde ikna edemiyorum. Cam kırıkları eline batıyor ama beni dinlemiyor."

Yuvarlak, kahvaltılıklarla süslenen yemek masasına yürürüp çektiğim bir sandalyeye oturduğumda sessizce yutkundum. Anneme geliştirmek zorunda olduğum o kalın zır, ruhumun duvarları önüne dikilirken, "Bırak toplasın," diye konuştum umursamaz bir sesle. "Onu bu konuda defalarca uyarmıştım. Hâlâ inatla cam kırıklarını toplamak onun seçimi. Eli kesilirse de acısına katlanabilir..." boş boş gülümsedim. "Babamın yokluğuna katlanmış, bir kesiğe mi katlanamayacak? Çisem, annemi hafife alıyorsun."

Çisem alt dudağını sertçe dişleyerek ağzından yanlış bir kelimenin çıkmasına mani olurken, acımasızlığımın bileklerinden akan kana hayretle bakıyordu. "Mahşer, o senin annen," diye konuştu çatlak bir sesle. "Nasıl canının yanmasına izin verirsin. Aptal. Sadece öldüğünde kıymetini bileceksin değil mi? Bana diyorsun ama aptal bir kız çocuğu olan sensin."

Kâbuslara yatmış, ölülere uyanmış bir kadına konuştuğunun farkında mıydı? Kurşun geçirmez gözlerimle onun umut etmekten vazgeçmeyen gözlerine baktım. "Çisem, bir daha annemi benden daha çok önemsediğini idda edersen, hiç yapmam dediğim şeyleri yaparak kalbini kırarım."

Öğünç göğsünde bağladığı kollarını sıkılaştırırken, "Sen dahi olsan Çisem'i incitmene izin vermeyeceğimi biliyorsun," diye konuştu ciddi bir sesle. "Senin acını anlamamakla bizi suçlayabilirsin ama yanında olmamızla suçlayamazsın."

Annemin olduğunu bildiğim çay bardağını dudaklarımın üstüne yaslayıp uzun bir yudumu çekerken, "Sigara versene," diye konuştum, ne dediğiyle ilgilenmeyerek. "Paketi ne yaptığımı bilmiyorum."

Öğünç sırıttı. "Keş."

Ona orta parmağımı kaldırdığımda sırıtması genişledi ve Çisem'in yanağından bir makas alarak konuştu. "Çisem, paketim çantandaydı. Çantam nerede."

Çisem ikimize de tip tip baktı. "Gerçekten yeni boyattığım saçlarımı fark etmediniz mi?"

Gözlerimle mavi saçlarının ucunu renklendirdiği mor boyaya baktığımda, gerçekten fena durmadığını görerek, "Hoş," diye konuştum, sadece dudaklarımı kıpırdatarak. "Gayet hoş."

Öğünç'te beni onaylayan mırıltılar dökerken, "Hoş," diye konuştu, ikimize aynı anda göz kırpacak kadar çapkın bir adamdı. "Gayet hoş."

Çişem annemin yanından doğrulurken saçlarını çekiştirdi. "Bileklermi keseceğim. Durun, kesip hemen geliyorum."

Öğünç onun arkasından gözlerini kısarken, dudağının sol kanadında soyut bir şefkat yakaladım. "Paketimi getir."

Çisem homurdanmaları eşliğinde gözden kaybolduğunda, bardağı masanın üstüne bırakarak annemin boş çırpınışlarına baktım. Gri pijamaları içinde olan zayıf bedeni yere doğru kıvrılmış ve incecik parmakları dağılan cam parçalarını topluyordu. Bunu yaparken hissizdi, elinin kesilmesinin zerre önemi yoktu ve bu sefer ona mani olmayacaktım.

Olmamalıydım.

Olamazdım.

Olmayacaktım.

Evet, anneme duyarsız kalabilecek kadar güçlüydüm. Tabi ki öyleydim. Yerimden kalkıp annemin yanına gitmemek, elini kesmekle tehtit eden cam parçalarını almamak için tırnaklarımı avuç içime batırdım. Yapmamalıydım. Asla.

O cam parçalarını bırak ve oradan kalk anne.

Lütfen.

Annemin cam parçalarımı topladığı süre boyunca olduğum yerde kaskatı bir şekilde oturdum. Donuk gözlerle ilerideki boş bir noktaya bakarak oraya resim çizdim. Çizdiğim resimi kimse görmesin diye simsiyah boyadım resmimi. Tıpkı kimsenin görmesini istemediğim için katrana boyadığım göğsümün içindeki kalp adı verilen bu organa yaptığım gibi.

Çisem mutfağa girerek elindeki sigara paketini masanın üstüne ittirdiğinde, "Aşk olsun Sultan'ım," diye konuştu hafif bir üzüntüyle. "Hâlâ topluyor musun o cam parçalarını."

Annem o gün ilk defa benim yüzüme baktı.

Omzunun üstünden bize döndüğünde, yıllardır babamın kesmeye alışık olduğu saçlarının düzensizliğini gördüm. İçinde bir viraneyi taşıyan göz bebeklerinin önüne göğsünden söktüğü kemikleri dikmişti sanki. Sanki o bana böyle boş bakarken uğursuz bir müzik çırpınıyordu kulaklarımda, ne kadar uçurtma varsa ipi sarılıyordu bir kartalın kanadına. Ne kartal bırakıyordu kanadı ne uçurtma vazgeciyordu uçmaktan.

O bana baktığı müddetçe, taşıdığım tüm organlarımın iflahı kesiliyordu.

Ona hissize bakmayı başardığımda, annem parmaklarını kullanamadığı için hoşnutsuz bir mırıltı döktü. Öğunç anneme uzanarak onun elindeki kırıkları kendi avucuna düşürürken, "Çisem haklı," diye konuşu. Annemin dağınık saçlarına bir buse bıraktığında, babamın buseleri kondu zihnimin hatıra defterine. "Sen kır, biz toplarız kraliçem. Bu zarif ellerine yakışıyor mu hiç?"

Annem boşa çıkan parmaklarını kullanarak işaret diliyle konuşmaya başladığında, sigarayı turuncumsu çakmak ateşiyle tutuşturmuştum. Annem parmaklarının dilinde şöyle dedi: "Günleri karıştırmaya başladım. Kocamın ölüm yıldönümüne ne kadar kaldığını saatlerce düşündüm ama tarihi bir türlü hesaplayamadı..."

Sesimi vefasızca yükseltirken, babamın masalları bir bir dönmeye başladı kulaklarımda. "Anne, sen mazoşistin tekisin. Acı bağımlısı, kendine zarar vermeyi seven bir hasta. Sen babamla gerçekten evli bile değildin ki!"

Annem sesimin şiddetinden ve kelimelerimin doğruluğundan ürktüğünde geriye dogru sendeledi. Ona yardımcı olmaya çalışan Öğünç'e karşı bir koruma mekanizması geliştirirken, Çisem bana doğru seslendi. "Mahşer yalvarırım şunu kes. Anneni incitme, lütfen. Tanrım, son ver şuna!"

Annem kalbiyle çırpındığı kadar parmaklarıyla da çırpındı: "Bana babanın ölüm yıldönümünü söyle."

Sandalyeyi gürültüyle iterek yerimden doğrulurken dişlerimin arasından tısladım. "Kahrolasıca, Allah'ın belası, lanetli bir geceydi anne. Hiçbir gecenin olamayacağı kadar karanlık ve sikik bir geceydi."

Sandalye hızımla birlikte sarsılarak zemine düştüğünde, Çisem parmaklarını dudaklarına örterek çığlığını bastırdı. Öğünç bana uyarı dolu bir bakış atarken, göğsüme azap çektiren bu kalbimin neden başka bir işe yaramadığını düşündüm. Yapabildiği tek şey beni süründürmekse ben neden vardım ki? Hızlı soluklar alıp verirken, gözlerim beynimin komutasında irileşmişti. Annem Öğünç'ün onu durdurmasına izin vermeyerek camların üstüne doğru yürürken, saçlarının dalgalarından göğsüne boşalan içi geçmiş umutları tarafından katledildiğini gözlerine görmüştüm. Parmakları konuştu: "Sana annelik yapmamış olmam, yanımda arsızca konuşacağın anlamına gelmez. Sana annelik yapamamam anne gibi hissetmediğim anlamına da gelmez."

Sinir bozucu bir gülümseme dudaklarıma asılıp, yanaklarıma yayılırken, ayağımına altına susturulmuş çığlıklar saklanmış gibiydi. Annem'in titreyen dudakları her konuştuğunda, o çığlıklar ayak bileklerimden yakalıyordu beni. Gözlerimin namlusunu annemin gözlerindeki karanlığa diktiğimde, zaman tam ortasından delinmeye ve bizi geçmişe götürmeye başlamıştı.

Diyebildiğim tek şey şu oldu: "Kırdığın cam kırıklarını topladıktan sonra ilaçlarını içeceksin."

Annemin yaptığı tek şey ise cam kırıkları üstünde bir çocuk gibi zıplamak oldu.

Bunu ne ara yaptığını kavramam birkaç saniyemi almıştı. Dolan gözlerinden başarılı intihar eylemi gerçekleştiren Havva'nın kutsanmış yaşları gibi aktı, göz yaşları. Yanaklarını parlatan bu acının rengi şeffaftı. Çıplak ayaklarıyla cam kırıklarının üstüne yürüyüp ayaklarını sertçe o cam kırıklarına bastırmaya başladığında, ayağımın altındaki topraklardan cehennemin kanserli hücreleri yayılmaya başladı.

Önce topuğuma bir sızı dokundu

Sonra ayaklarımın tabanına.

Ve sonra, ayak parmaklarıma ateşten mızraklar saplandı.

Annemin ayakları altından boşalan kan, benim ruhumun cesedinden boşalan kadar fazla mıydı?

Ruhumun kaldırdığı morglarda annemin cesedine mi rastlayacaktım?

Hiçbir şey yapmadım. Bir şey yapmalı mıydın? Ne yapmam gerekiyordu? Bilmiyordum. Hissetmiyordum. Bomboş gözlerle annemin ıslak kirpiklerle çerçevelenen gözlerine bakarken, tarumar edilen bir odada, dokunulması yasak bir elmaya dokunmuş ve cezalandırılmış hissediyordum. Göğsümün kanı artık toprak dahi ıslatamayacak kadar yokluktaydı ve ben bir acının beşiğinde sallanan çocukluğuma bakıyordum.

Öğünç annemi camlardan üzerinden uzaklaştırırken, Çişem içerisinde olduğu hayret yüzünden ağzını bile açamıyordu. Annem'in ayaklarından akan kan cam kırıklarının üstünden aşağıya doğru keskin kavisler çizerken, parmaklarım arasındaki sigarayı tekrardan dudaklarıma kıstırdım. Annem'in irislerine dalga dalga yayılan bu acıyı imha etmek istedim ama etmedim.

Yaptığım tek şey arkamı dönerek oradan uzaklaşmak oldu.

Odama gittim.

Odamın beyaz ahşap kapısını aşırı bir gürültüyle örttüğümde, hızlı ve sert adımlarımla yatağıma yürüdüm. Yatakta kalçam boyunca kayarak pencere camı yanına ilişerek yanağımı üşümüş cama yasladım. Bacaklarımı savrukça ileriye doğru uzatıp, ruhundan geçmiş bir fahişe gibi dağınıkça otururken, asıl vecanın kimde olduğunu düşündüm. Asıl iltihaplı bendim.

Sigaramın dumanı dudaklarımdan sızarak camın yüzeyine dökülürken, ojeli tırnaklarımı diz kapaklarım yasladım. Bakmaktan başka bir şey yapmadım. Sigarayı bile içmedim, sigara öylece dudaklarım arasındaki kıvrımda terk edilmiş bir yara gibi kalakaldı. Dudaklarımın yarası.

Dudaklarımdaki yaralar nasıl dökülürdü?

Dudaklarımdaki apseler nasıl soyulurdu?

Sanırım benim bir sigaraya daha ihtiyacım vardı...

🍷

Ve, bir sigaraya daha.

Sonra bir başka sigaraya daha.

İçmeye, içtikçe daha çok içmek istemeye ve içtiğim müddetçe içime kül düşürmeye bağışıklık kazanmıştım. Bağışıklık kazandığım tek şey sigara değildi, uzun zamandır kabuklarımı soymaya bağışıklık kazanmıştım.

Bu kendi mezarına toprak atmak gibiydi.

Gün akıp gideli bi hayli zaman oluyordu. Gün boyu yatağımın içinde sigara içmiş, çok fazla düşünmüş ve Çisem'in saçma nasihatlarını dinlemiştim. Saatler sonra yatağımın içinde uyuya kaldığımda, hava çoktan kararmış ve odamı feci bir şekilde sigara kokusu sarmıştı.

Beni uyutmayanın bu olduğunu sandım.

Lakin beni uyutmayan bu kalp ağrısıydı.

Gecenin tam üçünde, göğsümü kıvrandıran dehşet bir kalp ağrısıyla uyandığımda, ne olduğunu henüz kavrayamamıştım. Alnımda, ensemde ve kulaklarımın arkasında ter damlacıkları birikmişti. Üstümde örtülü olan hiçbir şey yoktu. Komodinin üstündeki gece lambasından yayılan loş ışık yüzümün bir kısmını aydınlatmıştı ve bacaklarım sısmada gibi titriyordu. Islanmış kirpiklerimi usulca yukarı kaldırarak pencereye düşen yağmur damlalarına bakarken, parmaklarım benim bilincim dışında hareketlenerek kalbime uzandı.

Kalbim çok ağrıyordu.

Bacaklarımı kendime çekerek yatağımda küçüldüğümde, yıllardır var olan ağrının ilk kez böylesine şiddetlendiğini hissediyordum. Bir zirveyi koşarak tırmanıyor, nefes nefese kalıyordum. Benim gibi uykuya deli bir kızı dahi uykudan ayıltacak bu ağrıda neyin nesiydi Tanrım? Bir işaret, bir somutluk istiyordum. Kalbim göğsümün altında kıvranırken, dişlerimi alt dudağıma geçirerek, acıyı indirgemeye çalıştım. Ruhsal acının fazlalığından fiziksel acıları hissedemez olmuştum ama buna rağmen nasıl bu kadar kıvranabiliyordum?

Tırnaklarımı yatağın bordo renkli çarşafına geçirerek yüzümü yastığa sürttüm. "Bu da neyin nesi?" Diye hırladım, göğsüm daralırken. "Hiçbir fiziksel rahatsızlığım yokken, bu ne saçmalık? Kimin acısı bu! Kimin!"

Gökyüzünün tenine iliklediği yıldızlar soyut bir şekilde parıldayıp, insanlara umut vaat ederken, bu ağrıyı oyalamak istedim. O an sigarayla bunu yapacağımı bildiğimden sigarama uzanmak istedim ama kıvranan bedenimi yerimden kıpırdatamadım bile. Bu ağrının geçici olduğunu biliyordum ama geçene kadar benim canımı okumasına izin veremezdim.

Ter dökmeye başladığımda, elimi kalbime daha sert bastırarak göğsümün duvarını ezdim. Dayanırdım ama dayanmak zorunda kalmak canımı sıkıyordu. Dişlerimi yastığa geçirerek hızlı nefeslerimi dindirirken, çektiğim azabın bir sanrı olmasını diledim ama elle tutulabilecek kadar yoğun bir ağrıydı. Yatakta bir süre kıvrandım. Bacaklarım uyuşuna, dişlerim titreyene, midem sarsılana kadar yatağın içinde taş kesildim. Ensemden boşalan ter sırtımdan akmış ve tenimde parıldamıştı. Gözlerim uykuya itaat etmek için hazır olda beklerken, kalbimdeki ağrı uyumama izin vermiyordu. Bu tıp olarak zor bir ihtimaldi ama neden şimdi sebepsizce bu ağrıyı hissediyordum ki?

Pantolonumun cebindeki telefonu uyuşan parmaklarımla yakaladığımda, gözlerim uykusuzluktan sızlamaya başlamıştı. Telefon avucuma düştüğünde yerimde rahatsızca kıpırdandım ve ağarlaşan gözlerimi ekrana diktim. Gücümün iradesini sonuna dek kullanıp, telefon rehberindeki isme tıkladığımda, balık pulu gibi dökülen acı içimde oluk oluk akmaya başladı.

Bay Alanguva Aranıyor.

Telefonu yastığa düşürüp kulağımı telefona yasladığımda, kirpiklerimi az daha kısarak bakış açıma sadece hilâl şeklindeki ay'ı aldım. Göğsüm, bir mücadeledeymiş gibi savaşırken, çalan telefonun melodisini dinledim.

Yapabildiğim en iyi şey buydu.

Ta ki; Duman telefonunu açana dek.

Telefonun açıldığına dair hopörlerden yükselen o hışırtılı sesi işittiğimde, nemlenen dudaklarımı hafifçe ıslattım. Akrep ve yelkovan vaktin ruhunu soyarak zamanı sıyırırken, gecenin merhametten yoksun ayazı pencere camımı tokatladı. Derin bir nefesin sesi yükseldiğinde, kalbimin odacıklarındaki kapılar kalbime doğru hızla örtünmeye başladı. Kalbim hırpalanmış, vecalanmış ve acının sınırlarını parçalamıştı.

Duman'ın nefesi hastalığa yakalanmış gibiydi.

Nefesinde cennetlik bir cinnet vardı.

Şakaklarımdan saç diplerime doğru yavaşça akan ter damlası tenimi gıdıklarken, zaptedilmeyen göğüs darlığım ile sıkışık bir nefes aldım. Varlığının var etmekte olduğu kaos, damarlarımdaki tüm kanı çekerken, eş zamanlı olarak sertçe yutkunduk. Dudaklarım desibeli şiddetli bir sesle aralandığında, bataklığın balıklarındaki süzgeçler bir bir koparılmaya başlanmıştı. Sert bir fısıltıyla, "Şu kalp ağrını durdur," diye konuştum, apseli bir sesle. "Yapman gerekeni yap ve..." kalbime aniden saplanan bu hastalıklı hisle, tırnaklarımı ellerime biraz daha batırdım ve devam ettim. "Kalbindeki ağrıyı azalt. Duman, hemen yap şunu."

Onun kıvrandığını biliyordum. Kalp ağrısı ile canının acımasına rağmen, neden gerekli olanı yapıp ilacını almıyordu. Ve, ben neden onun kalp ağrısını hissedebiliyordum. Saçmalıktı ama bunun hissetmekle alakası olduğunu pekâlâ biliyordum. Duman'ın korkutucu sakinlikteki usul nefesi hattın diğer ucundan kulağıma dökülürken, sesi vagon ağırlığı taşıyan bir tren kadar yorgundu. "Ne saçmalıyorsun? Kalbimin ağrıdını da nereden çıkardın?"

Dişlerimi birbirine bastırarak dizlerimi sertçe karnıma yaslarken, "Soru sorma," diye konuştum emrederek. "Sadece istediğimi yap."

Şaşırıyordu ama bunu saklamakta ustalanmış bir mekanizmaya sahipti. Çarşafın hışırtılarını andıran bir ses yükseldi, ardından kadehin var edebileceği o tok ses. Kaşlarım farkındalığımla çatılırken, dudaklarımdaki tüm heceler oyun dışı kaldı. Kuralsız bir adama savaşıyor ve o adamla bir orduya karşı savaşıyordum. Kalbime saplanan kazıkları sökebilecek tek kişi oydu ve bunun için nasırlı kalbini değil, zarif parmaklarını dinlemeliydi.

O ilacı içmeliydi.

Sesim cinnet geçiriyordu. "Duman, artık lanet olası ilaçları al!"

Yenilgileri hazmedemeyen benliğim beynimle birlikte harekete geçtiğinde, Duman zihnimde üremiş tüm kanserli fikirleri sesiyle topladı. Usulca konuştu: "İlacımı içtim ama alkol aldığım için faydasını görmeyeceğim."

Kalbimim kalbiyle beraber tuhaf bir şekilde ağrıdığını bilse, yine de o alkolü alır mıydı?

Göğsümdeki acı tekledi. "Yani Duman... ne demek istiyorsun?"

Bir venüs kadınına karşı kaybedecek bir adam için fazla cürretkârdı seçilmiş kelimeleri. Ruhumun omurgasındaki acı, bütün bedenime ve sefil organlarıma yayılmaya devam ederken, biraz daha apseli olan sesi devam etti. "Yani..." sesi bulanık bir su gibiydi. Bulanık su da seçilen tek balık gibi hissettim kendimi. "Bu gece sana tatlı rüyalar, bana azap çığlıkları Gül Diken'i."

Aynı çığlıklardan mı bahsediyorduk?

Bitmeyen.

Dinmeyen.

Susmayan.

Sonsuz ve edebi olan.

Bölüm Sonu.

Ee nasıl buldunuz? Bölüm uzunlukları kurgu yoğunlaştıkça artıyor ve uzun yazmayı sevdiğimi bilen bilir. Sevin, ben çok şeyimi vererek yazıyorum.

Ve sizi, seviyorum.

Instagram: emineasr.
Twitter: emineasr.
AskFm: emineasr.



Continue Reading

You'll Also Like

590K 39.2K 29
Peyda, bir Gerçek Aile/Kaçırılmış Çocuk klasiğidir. "Şimdi, on yedi yıl sonra annem ve babam karşımda dikiliyorlardı. Onları görüyor, onlarla aynı m...
1.4M 46.5K 22
"Zorla evlendik farkındasın değil mi?" dedim dehşetle. Umursamadı ve gözlerimin en derine bakıp, belimde olan eli belimi okşamaya başladı. "Evet kar...
HATEM By mayleydim

Teen Fiction

2.1M 115K 38
*yaş farkı mevcuttur. *asker-köy kurgusudur. *+18 sahneler bulunacaktır ona göre okumanız önerilir. İnci & Hatem Bir iki saniye sonra şah damarımın y...
2.1M 130K 60
pabucumun bayboyu Ayşen: Ama senin gibi tiplerden hoşlanmam. Ayşen: Senin gibi tipler dediğim. Ayşen: Kötü çocuk gibi takılan. Ayşen: Zeki ve çalışk...