DÜŞ KEFENİ.

By matmazelhayalleri

3.6M 250K 416K

"Ah, saçları; ölümü üzerine giyinip boğazıma sarılan saçları." Tenlerinde ateşten bir mızrak, ruhlarda yanığı... More

Düş Kefeni.
1. Bölüm: "Şeytan Ve Melek"
3. Bölüm: "Çocukluk Hatırası."
4.Bölüm: "İzmarit."
5. Bölüm: "Veca."
6. Bölüm: "Azap Çığlıkları."
7. Bölüm: "Kartal Kanadından Düşen Gözyaşı."
8. Bölüm: "Zihin Fısıltıları."
9. Bölüm: "Mezar Çukuru."
10. Bölüm: "Bal ve Zehir."
Bölüm 11: "İkiz Gezegenler."
12. Bölüm: "On Altı."
13. Bölüm: "Denizler Cinayet İşlemezler."
14. Bölüm: "Yanımıza Yara Kalan."
15. Bölüm: "Kundaklama."
16. Bölüm: "Hıçkırık."
17. bölüm: "Kalbin Göğsün İçinden Sökülmesi."
18. Bölüm: "Kalp Kırıldıkça Çoğalır."
19. Bölüm: "Kurt Ve Ceylan."
20. Bölüm: "Denizden Boğulmadan Kurtulmak."
21. Bölüm: "Kalp Yetene Kadar."
22. Bölüm: "Kurşun."
23. Bölüm: "Dikişler."
24. Bölüm: "Seçim."
25. Bölüm: "Verilecek Kırık Bir Kalp."
26. Bölüm: "Gerçekler."
27. Bölüm: "İtiraf."
28. Bölüm: "Duman Ve Kalbi."
29. Bölüm: "Kapanan Gözler."
30. Bölüm: "Cinayetlerin Faili."
31. Bölüm: "Cam Küre."
32. Bölüm: "Eve Dönüş."
33. Bölüm: "Yabancının Kapısında."
34. Bölüm: "Son Şans."
35. Bölüm: "Kalbin Sahibi."
36. Bölüm: "En Zor Bekleyiş."
37. Bölüm: "Yeni Bir Sayfa."
38. Bölüm: "Darmaduman."
39. Bölüm: "İnsan Olmayı Hatırlamak."
40. Bölüm: "Aynalar."
41. Bölüm: "Hissedilmeyen Acı."
42. Bölüm: "Bilekteki Kesiklerin Kalpteki İzleri."
43. Bölüm: "İki Yüzlü Yüzsüz Şeytan."
44. Bölüm: "Korku Treni."
Mühim. ♥️
DÜŞ KEFENİ KAPAK. ♥️
Merhaba.♥️

2. Bölüm: "Kumpas."

136K 7K 15.3K
By matmazelhayalleri

Multimedya;

Gnash - i Hate U i Love U Ft. Olivia O'brien.

Afiyetle okuyunuz canım kızlar.

🍷

2. Bölüm: "Kumpas."

Gökyüzüne satır kala kırıldı kaderimin kalemi.

Ruhumun duvarlarında söndürülen kimsesiz sigaraların izmaritleri, bir avuç kül yangınıydı. Ruhumun sarıldığı kefen o sigaranın ucundaki cılız ateşle delinmiş, izmarit delinen o boşluktan ruh duvarına akmıştı. Ateşle lekelenen o ruhun yanıkları, kalemi kırılan kaderin bana biçtiği izlerdi.

Geçmiş sırtından bıçaklanmış bir sevdalıydı ve intikamı için peşimde dolanıyordu.

Hayatın sırtındaki dikişler patır patır kopmaya, kopan ipliklerin meydan getirdiği yarıktan vicdansızlık akmaya başladığı günden bu yana merhameti usulca yitirmiştim. Kadehim içindeki ile beni zehirlemekle yetinmemiş, avucumun içinde parçalara ayrılmış ve her parça damarlarıma çakılmıştı. Damarlarımdaki kan su gibi çekildiğinde, kanın yerini artık yakıcı, asitli bir su almaya başlamıştı.

Uzun bir zamandır hissizdim. Öyle ki biri avucunu göğüsümün kemiklerine gömse, kırılan kemiğin çıtırtısına bile sağır kesilecektim.

Şu anda kimdim? Nerede ve kiminle ne yapıyordum? Verebilecek çok cevabım vardı ama hiçbir cevap kana susayan yanlarımı tatmin etmeyecekti. Mezuniyetimin ardından geçen kırkbeş dakika, bir ipin ucundan teker teker düşerek zeminde gümbürdeyen boncuk gibiydi. Düşen her boncuk geçiveren dakikalara tekabildi. Hayatımın en kusursuz şaşkınlığını bir adamı bıçaklayarak sakat bıraktığım gece vakti yaşamıştım; sahi o adam o sakatlığa dayanamayarak intihar etmişti değil mi? Etmeliydi. Etmeli ve gebermeliydi.

Duman...

Duman Alanguva karşımdaydı.

İhtirasın şevkiyle yelesini silken bir kurtun, çakır mavi gözlerine düşmüş olan vahşiliği onun alnıyla şakağında kesişen damarında can bulmuştu. Kül rengi gözlerine ismini veren yangın, geçmişin tutuşturduğu ateşte harlanmıştı. Lambası sönen bir odanın bomboş, kanla lekelenmiş duvarlarına bakıyor gibiydim; kıvrımlı kirpikleri gözlerini örttüğü her an kirpik ucundaki ruhani kan damlaları odanın duvarlarına sıçrıyordu. Islak, ucundan damlaların sarktığı ve kahve çekirdeğinin sıcak rengini andıran saçları alnına parmaklık misali dağılmıştı. Kürek kemikleri dik duruşuyla yücelmiş, koyu kotunun paçasından akan damlalar zemindeki sessizliği taciz ederken, gözlerimiz kazayla çarpışan bisiklet lastikleri gibi kesişmişti döndüğümüz sokak köşelerinde.

Keskin, burnumu sızlatan dolu nefesi sertçe yudumladığımda, dakikalar sonra bir yaşam tepkisi verdiğimi farkettim. Beni ittiği kapalı havuzda, sırtımı havuzun mermer taşına yaslamış doğrudan ona bakıyordum. Duman ise aynı benim aldığım pozisyonu almış, sırtını dayadığı havuz mermerinde kıpırtısızca duruyor ve bakışlarıma yanıt veriyordu. Sessizliğin çaldığı müzik gürültülüydü; tecavüze uğramış mağdur bir bedenin susarken attığı çığlık gibiydi. Simsiyah saçlarımın kalbimin sırtına yaptığı kıdemsiz ağırlığı hissederken, "Acım acın mı?" Diye sordum, sesimin tınısında bir yarık açılmış ve sorum o yarığın içinde ulumuştu. "Peki ya nefretim nefretin mi?"

Donuk, etrafına ruhsuzluğun rengi fırçalanan iri küllerinde yaşam için atan bir nabız yoktu. Oysa sorumun nabzı deli gibi atıyordu. "Şuna da bakınız siz?" Soğukkanlı alayının etrafında ateşten yeller esiyordu. "Hala acıyı hissedebilecek kadar duyarlı olduğuna inanıyor. Eğer hala acı hissedebiliyorsan burada olmamalıydım, çünkü ben bir bok hissetmiyorum."

Kirpiklerimi kısarak bakış alanımı küçülttüm, istediğini düşünmekte özgürdü ama katiyen benim düşüncelerimi yargılayamazdı. Ona bu hakkı vermiyordum. Parmak uçlarımı havuz suyunun üstünde yavaşça gezdirirken, "Nefretimin sırtını dayaması gereken bir şeyler var. Ben acıya dayamayı seçtim. Kimi ahmaklar acı çekerken bunu yalanlar ve kimileride benim gibi kendine dürüst davranır. Evet, sen hangi kısımda olduğunu anlayabilecek kadar zeki olmalısın."

O tabiki de ahmaktı.

Sinirlenmedi, dönmedi, bakmadı. Güldü. Allah şahidim olsun ki, o ruhsuz tebessümün yarattığı etkiyle bir an daha durmadan buradan kaçacağım sandım. Cennete ekilen iyilik çiçekleri iyiliğe küsecek oldu, bu anı tattıkları için. "Mahşer, seninle can yakmak eğlenceli olacak." Sesi toktu. "Hayır, seninle aldığımız canların ardından kadeh tokuşturmak daha eğlenceli olacak."

Aynı eksende lakin farklı gezegenlerde yaşıyorduk. Sigara kokulu nefesim, bir bebeğin vebalı nefesi gibi tahriş olurken boğazımda, "Eğlenceli olmayacak," diye konuştum durağan bir sakinlikle. "Sen can alırken, canının canı nasıl alındı onu hatırlayacaksın. Ve bu hiç eğlenceli olmayacak."

Loş ışıklar yanaklarımıza iri lekelerini düşürdü, karanlık sırtımdaki kaburgalarda ve aydınlık çehremdeydi. Kalın kaşları çatıldı, bunun haricinde tek tepkime göstermedi. "Canımın canı alınırken izledim. Önce göğüs kafesimin önündeki parmaklıklar söküldü, sökülen her parmaklığın yerini hissizlik doldurdu. Yirmi yaşım felç oldu, senin yirmi yaşın felç oldu mu?"

Bir adam bıçakladığımda onaltı yaşındaydım.

"Benim onaltı yaşım idam edildi. Sallandırılarak, acı çektirilerek." Keskin bir kartalın yırtıcılığını taşıyan bakışlarım mermer taşına isabetlendi. "Senin onaltı yaşın yatağa kız atarken, benim onaltı yaşım annesinin kesilen dilini topladı. Bu yüzden asla benim kadar acı çektiğini iddia edemezsin, yirmi yaşında ne yaşadığını tınlamıyorum."

Bana baktı, ona bakmadım. Sonra güldü, soğukça. "Yatağa kadın attığımıda nereden çıkarıyorsun?" Sorusu ile birlikte ona doğru döndüm. "Kendimi evleneceğim kadına saklıyorum."

Tip tip ona baktım. "Dalgamı geçiyorsun?"

"Evet."

Duygunun hiçliği göz çukurlarıma sevdalanmıştı, kırılan kalemin birbirinden kopan bir yarısı ben ve diğer yarısı kendisiydi. Dudaklarım tek bir çizgi halinde gerilirken, manasız kelâmına çıt çıkarmadım. Sessizlik aramızda uyuklarken, ceketinin cebine uzandığını göz ucuyla gördüm. Olgun yüz hatları ve kemikli çene yapısı, göze ilk çarpan detaylardı.

Duman Alanguva zannımca 26 yaşındaydı.

Sigara çıkardı, çakmağın minik parıltısı ilgimi ayartmıştı. Sigarayı ıslak dudaklarının boşluğuna kıstırdı, kalın dudakları sigarasının üstüne yayılırken, sert bir nefesi aynı anda yudumladık. Çantam Çisem'de olduğu için sigara yakma keyfinden mahrum edilmiştim ve canımın çekiyor olması hiçte güzel bir ayrıntı değildi.

"Neden şimdi?" Diye sordum mesafeli bir yaklaşımla. "Neden altı yıl sonra? Menuziyetimin olduğu gece?"

Islak saçlarının uclarından kopartılan iri damlalar havuz suyunun içine, uçurumdan atlayan bir beden misali düşüyordu. Omurgasından sallandırsam, o köşeye bakmayı sürdürecek gibiydi. "Üniversite sana ayak bağı olacaktı, bitirmeni bekledim. Mezun olmalıydın, bu kumpas bittiği gün hayata tekrardan karıştığında dik durabilmen için mezuniyet diploman şarttı. Plan basitti. Taşları yerine oturttum, kumpası kurdum ve pimi çekmeyi bekliyorum." Tütün acı koktu. "Hayır, pimi beraber çekeceğiz."

Cevabı mantıklıydı, sabrı ise hayranlık uyandırıcıydı. O gece geleceğim dediği andan bu yana onu bekliyordum, bu kadar bekletmesi sinir bozucu olsada doğru an bir oyundaki en iyi silahtı. "Peki." Kanım kalbim tarafından hızlıca pompalanırken, damarımda yarık oluşacak gibiydi. "Beni havuza itme saçmalığıda ne demek? Bir daha benim iznim haricinde beni ve bedenimi yöneltme. Sana bu hakkı kim veriyor!"

"Sesini kıs." Tırmandığım zirveden aşağıya itilirken, tutunduğum kuru dal, sesindeki tırpanla sökülmüştü. "Hak tanımayacak kadar haksızlığa uğradım. Ben seni kurban ettiğin merhamet yanın yüzünden, kurban edecek merhametsizler seçmeni yargılıyor muyum? Hayır, sen de haklı yanıma dokunma."

Yanaklarımın içini ısırırken, "Bana dokunmazsan sana dokunmam," diye konuştum donuk bir sesle.

"Dokunmazsan haklı yanıma, dokunmam açık yarana."

Soğuktan titreyen ıslak dudağımı dişlerimin arasında ezdim. "Bu bir sınır mı?" Diye sordum, tek kaşımı kaldırırken.

Kafasını yana yatırdı, yıllardır sönük lambası olan ruhumun odasında bir intikamın sevinci geziniyordu; intikam zebanilerinin avuçlarında merhametsizlerin ayak bileğine geçecek olan prangalar saklıydı. "Hayır." Net tavrı irkitsede ifadesizliğimden ödün vermedim. "Sınır koyarsan çizmek isterim. Sınır koyarsam çizmek istersin. Bilirsin, yasak olan her seferinde daha cezbedicidir."

Ona baktığımda çiçekleri solmuş, papatyaların boynunu bükmüş ve güllerin yapraklarını dökmüş olduğu boş bir tarla görüyordum. Çiçek eksem ekemezdim, gül yapraklarını söksem sökemezdim. Yalnızca geçer bu tarlanın ürkütücülüğünü izlerdim, bir çaresizliği izler gibi.

"Peki, kafama göre takılırım," diye konuştum, sesimin yamacında bulutlar yağmur septiriyor ve gök ortadan ikiye yarılıyordu. "Ne zaman başlıyoruz?"

Yarılan gök onun başına düştüğünde, bakışlarının odağı havuz mermerine odaklandı. "Sigara paketim bittiği zaman."

Sigara paketini göz hapsine aldım, paketin ağzından birçok sigara görünüyordu. Kalbimin sırtını ağartan kaburgalarımı havuz mermerinden ayırdım ve yavaşça ona doğru yüzmeye başladım. Oluk oluk sevdam olan babamın bana öğrettiği ender şeylerden biri yüzmekti. Ona dair hatırladığım ilk şey dudaklarını kıvıran temiz tebessümü olsada, bilincim bu detayı hazine gibi kolluyordu. Geniş suda bacaklarımın ve kollarımın yardımıyla ona doğru süzüldüğümde, mesafemizin yakaları örtünmüş ve beden ilmekleri birbirine geçmişti.

Yanı başında durduğumda, ıslak kirpiklerimin şövalyelik yaptığı irislerimi kaldırarak onu göz hapsine aldım. İçi boş gözlerle ne yaptığıma bakarken, havuz içerisindeki kolumu kaldırdım ve mermerin üstündeki sigara paketine uzandım. Saçlarım onun kollarına saçıldı, bir kısmı ise suyun içinde dalgalandı. Sigara paketini ıslak avuçlarımla kavradım, içerisinden çıkardığım bir dal sigarayı dudaklarımın arasına kıstırdım.

"Ne yapıyorsun Mahşer?"

Pakette ne kadar sigara kaldığını umursamadım, avucum içindeki paketi havuzun içine fırlattıktan sonra, "Paket bitti," diye konuştum, sus çizgimde biriken su damlaları sigarayı ıslattı. "Hadi, şu oyuna başlayalım."

Sonra çakmağı kavradım.

Sigarayı yaktım.

Külünü suya silktim.

Kül söndü, bu sahnenin perdesi üstümüze örtüldü.

Sizin hiç babanız öldü mü?

Babacım.

Babacım.

Babacım.

Bu kelimenin değerini dört yaşında, küçük evimizin odasında ellerimi açmış sobanın sıcaklığı ile avuçlarımı ısıtırken ilk kez tatmıştım. Babam o sıralarda, üşüyen ayaklarıma çorap giymem için ısrarcıyken, şu sıralarda; üzerinde solmuş papatyaların boyun büktüğü toprağın altında, evrenin üstüne örttüğü tabutun içindeydi.

Uyuyamadığım için dirilsin istemediğim geceler, yaşayamadığım için batsın istediğim günlerle dolu geçmiş satırları, lanetin akıttığı mürekkebi geleceğe sıçratmak için yemin içmiş gibiydi.

Zamanın beli kırıldı, kaynarken saatler fokurdadı.

Sırtımı yasladığım cennet kapısı, babamın sıcacık göğsüydü. Cennetin kapısı sırtımdan çekildiğinde, babam ölmüştü.

Babam giderken annemi götürmüştü.

Islak toprağın kendine has kokusunu içime çekerken, topuklu ayakkabılarımın batıp çıktığı çamur birikintisiyle sinir bozucu bir homurtu çıkardım. Duman birkaç adım gerimden, benimle birlikte müstakil evimizin sokak kapısına yürürken, parmaklarımla kavradığım elbiseyi yukarıya doğru çekiştirdim. Bu tanıdık yabancının neden beni evime bırakma gereği duyduğunu bilmesemde, bunu sorun etmemiştim ama sokak kapısına dek gelmesi sinir sistemimi temelinden sarsmıştı.

Sakinliğin eteklerini kelimelerimin üstüne çekiştirirken, "Ne zaman buluşacağız?" Diye sordum kuru bir sesle.

Sesi, geceye kanadını son kez açan bir serçenin vahşiliğindeydi. "Gece batıp, gün dirildiğinde."

Tökezlediğim sırada omzumu tek katlı evin, boyası dökülmüş duvarına yasladım. O esnada arkamdaki Duman'da durmuş ve bakışlarını sokak kapısına dikmişti. "O da neyin nesi?"

Gözlerimi ağır bir yavaşlıkla ona çevirdim. "Neyden bahsediyorsun?"

Kaşlarını çattı, iki kaşının göçüğünden geçen kıl inceliğindeki damarı gördüm. "Sokak kapısında bir adam var, kapıyı yumrukluyor."

Annem.

Yayvan adımlarla yürüdüğüm ferah cennet ovalarında, ayak bileğime bir düşmanın hançeri saplanmış gibi hissettim. Hançer kemiğimi parçaladı, yükselen çatırtıların sesi; bir kıyametin kopmadan hemen evvel üflediği uğultuyu andırıyordu. Dizlerim titrerken, aceleyle ileriye döndüm ve panikle büyüyen gözlerimi sokak kapısına doğrulttum.

"Orospu çocuğu." Dişlerimin arasından tıslarken, muhteşem bir hızda ileriye atıldım. "Çürük dişli pezevenk."

Duman'ın duraksadığını hissettim. "Ama ben böyle vaziyete..."

Parmaklarımı elbisemin eteklerinden kopararak durdum ve topuklu ayakkabılarımın içerisinden çıktım. Sırtımı bükerek eğildim ve çıkardığım topuklu ayakkabıyı yakalayarak doğruldum. Ev sahibi durmadan sokağın çelik kapısına darbeler indirirken, annemin ürkmüş ve çaresiz siması gözlerimin önüne indi.

Kanıma süt beyazı ölüm karıştı.

"Mehmet Bey." Koşturarak mesafeyi kapadığımda, soluk soluğa sokak kapısının önünde durdum ve iri gözlerimi ev sahibine diktim. "Gecenin bu saatinde, evimde ne halt yiyorsunuz? Mahrem denen şeyden haberiniz var mı?"

Adam irkildi, kapıya indireceği yumruk havada asılı kaldıktan birkaç saniye sonra kolu yana indi ve omuzunun üstünden bana döndü. Yaşanmışlığın ıslak imzasını döşediği yüz kırışıklıkları, yamuk burnundan verdiği sert soluklar ve sinirle kıstığı gözleri midemi bulandırdı. Arsız, mahremime izinsizce ve haydutça saldıracak olan bu herife gram tahammülüm yoktu. İri ellerini eskimiş gömleğiyle sarılan bel boşluğuna gömerek bana doğru tehtitkâr bir adım attı.

"Kiramı almaya geldim." Hoşnutsuz söylemi, iğneleyici bir tavıra hakimdi. "Kira günü dündü ve koskoca bir gün geciktirdin. Paramı bile veremeyecek kadar aç kokarken nefesin, partilerde rahatlıkla geziniyorsun küçük hanım."

Zihnimin kana susamış yanlarından aşağıya akan kelimeleri dişlerimi sıkmama sebebiyet verirken, dinen sakinlik içim boyunca dalgalandı. Nazikliğe aç buyurganlığı canımı sıkarken, "Nefesimin ne koktuğu seni alakadar etmez Bey Amca. Ben ne istersem o kokar." Duman sırtını duvara yaslamış, muhakkak ki boş gözlerle bize şahitlik yapıyordu. "Kiranı vereceğim, boş lafmayı bırakta kapımın önünden çekil."

Omuzlarımı dikleştirdim, adamın kirli gözleri eteğimin çıplak bıraktığı bacağıma dokunduğunda, bir kurt olmak ve pençelerimi sûretine geçirmek istedim. Duman'ın hareketlendiğini farkederken, "Kapımın önünden ayrıl," diye bağırdım, ıslak dudaklarım titriyordu. "Annemi korkuttun hayvan herif."

Haylazlıkla parıldayan gözleri bacaklarımdan yukarı doğru bedenime tırmanmaya başladığıda, içimi didikleyen bulantıyı üstüne kusmak istedim. Duman yanımdan geçerek adamın yanında bittiğinde, ev sahibinin gözleri ona tırmandı. Aniden batan bir güneş gibi soldu gözlerinin parlaklığı, korku sığınağının duvarlarını tırnaklayarak gözlerinin bebeğine gürültüyle düştü. Duman adamın üstüne yürüdükçe adam gerilemeye ve kapının önünden sıyrılmaya başladı.

Tısladım. "Iguana suratlı puşt."

Duman'ın yalnızca sırtını görebildiğim için adamın ne için bu denli korktuğunu bilemiyordum. Koşturarak kapıyla aramdaki mesafeyi kapattım, anahtarım çantamda ve çantamda otelde kaldığı için kapıyı açmamın mümkünatı yoktu. Topuklu ayakkabılarımı hırsla zemine fırlattıktan sonra, alnımı çelik kapının soğuk yüzeyine yasladım.

"Anne." Feneri sönen umutların, kararttığı bir odada, bomboş ve hissiz duvarlara sesleniyor gibiydim. "Annecim, benim. Hadi, kapıyı aç."

Arkamda bir patırtı koptuğunda, omuriliklerime sert bir tokat yemişim hissine kapıldım ancak katiyen ardıma dönmedim. Soğuğun buz kestiği parmaklarımı avuç içime büktüm ve parmak eklemlerimle kapıyı tıkırdattım. "Anne, beni duyuyor musun? Beni duy. Bak, buradayım. Kimseler yok, hiç kimse sana zarar veremez."

Hıçkırık.

Bir hıçkırık daha.

Bedenim etimden sıyrılmış, yanıma yığılmış ve kemiklerden ibaret olan iskeletimi izliyor gibiydi. Deşilen kalbimin yerine derin bir hüzün kondu, hüznün yıpranmış kanatları göğüs kafesime sürtündü. O kanatlara bulaşan kin, içimi gıdıklarken usulca yutkundum. "Anne, hemen kapıyı aç!" Emrivâki ses tonum, iyiliğe kötürümdü. "Eğer hemen kapıyı açmazsan arkamı dönüp gideceğim. Yalnız kalacaksın, buna katlanmak istemiyorsan kapıyı aç."

Üzgünüm anne, seni kırmak mecburiyetindeyim.

"Terk et burayı." Duman'ın genzinden yükselen sert ses, kürek kemiklerimin perdesini çekiştirmiş ve tenimin kenarına kıvrılmıştı. "Seni dövmek zor olmaz yalnızca vaktimi alır. Vaktimi seninle harcamamı istiyorsan ibneliğe devam et, Bey Amca'cım."

Adamın bedeninden geçen ürperti beni tatmin etmişti. "Gidiyorum," diye konuştu aceleyle. "Tamam evladım gidiyorum. Sakin ol."

Duman hırladı. "Sensin lan evlat! Kuzular kurt kesiliyor başımıza." Homurdandı. "Yavşak."

Seslere sağır kesildim, büyük ihtimalle ev sahibi bahçe kapısından dışarıya doğru adımlamaya başladı; kırık dökük bahçe kapısının çıkardığı sesi buna yormuştum. Acıyla gerilen alnımı kapıya sürttüm, dilimin ucunda zerk eden metalik tadın adı; çaresizlikti. "Anne!" Bağırdım. "Lütfen aç kapıyı." İç çektiğini işittim. "Hava çok soğuk, üşüdüm annecim."

Duman'ın heybetli gölgesi müstakil evin küçük pencere camlarına devrildi. Bakışlarımız puslu cam yüzeyin üstünde kesişti, bir an tattığı çaresizliğimin onun sırtına kabzası çekilen bir silah doğrulttuğunu düşündüm. Kirpikleri yavaşça kısıldı, hissizlik kirpik uclarından gözünün içine sarktı. Kül gözleri gömüldü, geçmiş dirildi.

Sokak kapısının diğer tarafından yükselen soluğun varlığını işittiğimde, bakışlarımı camın sisli yüzeyinden ayırarak kapıya indirdim. Tuttuğum nefesi usulca verirken fısıldadım: "Anne, kapıyı aç. Aç ki, sana sarılabileyim."

Fısıltımın sakinliği, bir mumun kenarından yavaşça akan vefakâr damla gibiydi. Damla düştüğünde, sakinliğin durulduğu vagon bir tren istasyonunda mola vermişti. Duman o köşede, iri elleri cebinde bir heykel kadar ruhsuzca dururken, kapının ardından tıkıtılar yükseldi.

Beş saniye sonra kapı açıldı.

Geriye yatan sokak kapısın ardından görülen annem, elinde tuttuğu bir bıçağı kan donduran vicdanımın üzerine saplamış gibiydi. Akan yarıktan vicdan akmaya başladığında, delice kıstığım renkli gözlerimi annemin yorgun yüzüne diktim. Omuzlarına serpilen kısa saçları dalga dalga hırpalanmış, çakır mavi gözleri korkuyla büyümüştü. Çelimsiz, iskelet misali kemikleşen ziyan bedeni durmaya son verdiğinde benden önce davrandı ve hızla bedenime sarıldı.

Vücudum sendeledi, sırtım kapının pervazına çarptığında, gözlerimi sımsıkı yumdum. İp üstünde yürüyen bir cambazın, düşeceğini anladığı o anda tüm evrene gözlerini yumması gibiydi. Evren yavaşça üstüme yıkılırken, uzayda nefes alacak bir yerler keşfedilmiş gibiydi; nefes alabilmem o derece mümkünatsızdı.

"Geçti." Soğuktan sızlayan parmaklarım, koyu sarı saçlarının üstünde keşfe çıktı. "Lütfen ağlama annecim, bak burada yalnızca seni koruyacak insanlar var. Titreme, ne olursun titreme."

Kemikli sayılabilecek raddeye dek zayıflamış olan yüzünü göğsüme bastırırken, titreyen çenesi kalbime baskı yapıyordu. Kolları ikimiz arasında dirseğinden büküldü, o ağladığında paçalarına asılıp ağlamaması için yalvarmak istiyordum. "O şerefsiz burada değil ki. Sana zarar veremedi, kimse sana elini süremez anne."

Zayıf bedeni yıkılmadan önce insanları korkutan bir deprem edasıyla titredi. Yıkılmasına izin vermedim. Yıkılmadan evvel, kollarımı dal gibi ince olan belinin etrafı boyunca sararak onu kafesledim. "İyi misin?"

Soruyordum, cevap verebilecek bir dile sahipmiş gibi.

"Eğer iyiysen, saçımı çekmeni istiyorum annecim."

Annem, titreyen parmaklarıyla saçlarımı çekti.

Kutuplarda soğuyan kalbim, birilerine kadavra olmak üzereyken ait olduğu yere, göğüs kafesimin ardındaki boşluğa gömülmüş gibi hissettim. Yumduğum gözlerimi aralarken, parmaklarım güzel saçlarını eskitmeye devam etti. "Saçımı acıttın." Yalnızca annemin duyabileceği kadar sessizce güldüm. "Babam hep vahşi bir kadın olduğunu söylerdi. Anne, babam hep olduğu gibi yine haklıymış."

Titremeleri elektrik gibi çekildi zarif bedeninden. İç çekişleri durulan bir deniz gibi dinerken, kemikli çenemin gövdesini mis kokulu saçlarına sürttüm. "Hadi, içeri geçelim. Zaten buz gibisin, üşütmeni istemiyorum."

Cevap veremedi. Kesilen dilinin ondan mahrum ettiği konuşma yetkisi, bana verebileceği tüm cevapları avuçlarından koparmıştı. Narin bedenini yöneltmeme rızacı oldu, minik adımlarla onu içeriye yönelttim. Sokak kapısı direk salona açıldığı için, birkaç adımda içeriye varmış ve onu koltuğa oturtmuştum. Öylesine korkmuştu ki, güvende olmasına rağmen bana sarılmaktan ve gücüme sığınmaktan vazgeçmiyordu.

"Anne, geçti."

Duman'ın ayakkabılarıyla içeriye girdiğini gördüm, duraksamadan mutfağa açılan kapıya yöneldiğinde kaşlarımı çatsamda sakinliğimi korumak için çabaladım. Annemin yanında, böyle bir kriz sonrası sesimi yükseltmek istemiyordum. Annem başını göğsümdan kaldırarak hafifçe gerilediğinde, açılan boşluğa kırılmışlığın parçaları savruldu. Parmaklarımla perçemlerini iteklerken, akına kızıl damarların yerleştiği çakır mavilerini yüzüme dikti ve işaret diliyle derdini anlatmaya başladı.

İçimin acısına kürek kürek toprak attım, hislerimin cesedini o toprağa gömdükten sonra hissizliğin maskesini yüzüme özenle giydirdim. Parmaklarının telaşla çırpınışı, boyanın gerçekliğiyle ilk kez karşılaşıp sevinciyle kâğıdını renklendiren bir çocuk hızındaydı. Panik kırdığı dalda uyuklayan bir zanlı gibi şüpheciydi.

Annem şöyle diyordu: "O adama kapıyı açmamak için çok direndim. Seni bekledim, o çok hızlı vuruyordu ama ben seni bekledim. Evimize girmek istedi, onu evimize almadım."

Parmaklarını avuç içime kıstırdım, pinpirikli korkusunu yutması için kararlı bir tavırla kestim cümlelerinin önünü. "Bir daha kapımızı çalmaya cürret edemeyecek. Ev sahibi dahi olsa bunu yapmaya hakkı yok. Sen sakın korkma, korkmak sana hiç yakışmıyor."

Üşüyen ellerimi farkettiğinde bir an için korkusunun mahkûmu olmaktan vazgeçti ve avuç içleri telaşla elimin sırtını ısıtma mücadesine girişti. O sırada Duman, mutfağın eşiğinden salona yöneldi ve mesafemizi örttü. İri elinin parmakları arasına hapsettiği cam bardağın yarısına kadar su doldurmuştu.

Sesi, kırık bir bardağı tekrar ve tekrar kırmak isteyecek kadar çatlamış bir merhametsizliğe minnetti. "İçir."

Annemin onun emrivâki sesini işittiğinde yerinden sıçradı, korkulu gözleri ellerine inerken kafamı iki yana salladım. "Sakin ol. O sana zarar veremeyecek kadar borçlu bana."

Gözlerime geçirdiğim asma kilidin anahtarı annemin bakışlarından uzandı, anahtar kilidi çözdüğünde annem bana olan güveni altına girdi ve kafasını salladı. Bir elimi annemin baskısından ayırarak Duman'ın avuçları arasındaki bardağa uzattım; parmak uçları, çarmıha gerilen bir kanaryanın yolunmuş tüyleri gibi okşadı parmak uclarımı. Kanarya öldüğünde, parmak ucu parmak ucuma olan dokunuşndan menfa edildi.

"Hadi, iç anne."

Annem kuru bir etten fazlası olamayan kemikli elleriyle cam bardağı kavradı ve ağzını bardağa yaslayarak minik yudumlar içti. Titremeleri tamamiyle dinmiş olsada, kaba gürültünün onun zihnine işkence olduğunu gayet iyi biliyordum. Kafamı zerre oynatmadan yalnızca gözlerimi kaldırarak Duman'ın kemikli çehresini göz hapsine aldığımda, "Teşekkür ederim," diye konuştum, dilimin ucunda kelimeleri deşen parlak bir bıçak vardı. "Ben hallederim, gidebilirsin."

Bu yüzden kanlıydıya kelimelerim.

Ceketini tek omuzuna asmıştı, yayvan bir rahatlık ve aynı anda kusursuz bir ciddiyet ifadesi yüzünde kesişmişti. "Abin nerede? Sizinle ilgilenmesi gerekiyor, ortalığı böyle piçlere mi bırakıyor?"

Abim arkasına bile bakmadan gitti.

Açık yaramın üstündeki yara bandı yabancı eller tarafından kaldırılmış, vebalı yaramın kanı donduğu yerden çözülmüştü. O yarayı açan bu şahsa mekanik bir robot gibi bakarken, "Ortalık zaten bu piçlere kalmış," diye konuştum, buz gibi bir sesle. "Abim yok. Abim olmayacak. Abimi unut. Zaten abimle ilgilenseydin, intikam için bana muhtaç olmazdın."

Annemin irkildiğini hissettim, tırnakları avuç içime hilaller kazırken, Duman keskin kartal azmindeki kımdemsiz kül gözlerini gözlerimin içindeki mezara dikti. "Kimseye muhtaç olmadığımı görecek kadar zeki bir kadın olduğunu var sayıyorum." Kafasını yana yatırdı, sözleri yana yatan bir kadehten damlayan son yudumlardı. "Gözlerin öyle söylüyor. Gözlerin öldüğüm yerden öldüreceğim der gibi bakıyor."

Bedenim gerildi, ruhumun çıplaklığı bu yabancıya soyunamazdı. "Gözlerime bakma."

"Gözlerin bakılmayacak gibi değil."

İrkildim. İrkildi. Hafifçe eğdiği belini doğrulturken, kaburgalarımın sırtına bir yumruk devrildi. Yumruğun gücü öyle derindi ki, kaburgam çatladığı yerden sızladı. Duman sert bir nefesi yudumladıktan hemen sonra, bakışlarını anneme doğrulttu. "İyi geceler gözleri öldüreceğim der gibi bakan kadının annesi." Soğukça güldü. "O çok vahşi, sahi onunla nasıl başa çıkıyorsunuz?"

Dişlerimi sıktım. "Git şuradan."

Annemin gerilen yanakları gevşedi, çelimsiz parmaklarıyla bileklerini ovarken sessiz kalma mecburiyetindeydi. "Mahşer, annenle konuşmak istiyorum."

"Annem konuşamıyor seni aptal."

"Yoo." Tip tip bana baktı. "Biz gözlerimizle konuşuyoruz."

Parmaklarımı saçlarımın arasından geçirirken, sakinliğin tüm kökü benliğimden söküldü. "Evimden git." Sesimi yükselttim. "Ne yapmaya çalışıyorsun?"

Bir adım geriledi, yakıcı gözleri tüm bedenimde yavaşça gezintiye çıktığınde, tükürüğüm boğazıma takılmış gibi hissettim. Parmakları nemli sakallarını maharetle sıvazlarken, "İşte, olmanı istediğim kadınsın. Hırsın için önüne geleni sikip atacak kadar gözü dönmüşsün." Durdu. "Sahte olamayacak kadar gerçek, gerçek olamayacak kadar muazzam. İntikam sevdam büyüleyici görünüyor."

Gökyüzünden sarkıtılan bir ip boynuma geçmiş gibi hissettim. "Peki sen olmanı istediğim adam mısın?"

"Yirmi yaşımdan beri."

16 yaşımdan beri.

Sustum. Konuşmak istemedim, istemediğim her anın misafiri göz satırımıza mürekkebini akıtan yabancı harflerdi. Sessizliğin kopan vaveylası, boğazıma geçen ipi sökecek kadar güçlü bir sulhtu. Kafamı salladım, gözlerim onun mahkemelerle dolu kül gözerine sırt çevirdi ve anneme döndü.

Hiçbir şey anlamadığını bakışlarıyla belli eden annem, çattığı kaşlarının derin çukurundan sarkan soru işaretlerinin noktasını bilincime mühürledi. "O hiç kimse," diye konuştuğumda, Duman beni yalanlayan bir cevap verdi. "Yemin içtiğimiz o gün hiç kimse olamayacak kadar çok bağlandık. İnkâr etme, bağlandığım yerden daha çok bağlarım seni kendime."

Gözlerimi yumdum. "Git artık."

Duman diri kül gözlerini annemin sûretine çevirdi. Temkinli bir sertlikle koruduğu ifadesi, dağların yamacında uluyan bir vahşi hayvanın kuzu gördüğünde geçirdiği alalade bir maske gibiydi. "Yandığım yerden daha şevkle yanmak için kullanacağım kızınızı," diye konuştuğunda, eski bir yıkıntının satır aralarında yan yattı gökyüzüne azad edilen kuşun kanadı. "Üzgünüm Hanımefendi."

Sonra arkasını döndü ve gitti.

Kelimeleri döndüğüm sokakta uğradığım kazanın faili meçhul zanlısıydı ama cümlesinin doğruluğu tartışılmaya kapalıydı. Beni kullanacaktı, ben de onu kullanmak için beni kullanmasına izin verecektim. Çıkar ilişkisiydi.

Annemin parmakları hareketlendiğinde, daldığım boşluktan sıyrılarak ağır bir yavaşlıkla ona döndüm. Alalacele bir panikle kıvrıldı zarif parmakları. "O genç adamda kim? Nereden burada ve senden ne istiyor? Ne intikamından bahsetti? Kızım, tehlikede misin?"

Onu yumuşak karşıladığımda soruları artacaktı, bir şeyleri göze aldığımda bir şeyleri inciteceğimi çok öncelerden öğrenmiştim. Avuçlarımı ıslak elbisemin üstünde toplarken, "Bilmen gereken bir şey yok," diye konuştum soğuk bir sesle. "Anne, tehlike saçmayı istiyorum. Yalnızca yandığım kadar yakmayı diliyorum. Bu benim hakkım, hakkımdan geçmeyeğim."

Parmakları bir kez daha hareketlenecek olduğunda sert bir tavırla karşı koydum. "Hayır, sorma. Sadece artık babamın huzurla uyuyabileceğini bilerek huzurla uyu. Kimsenin varlığına minnet etmeyeceğim, herkes benim varlığıma minnet edecek."

Kış ayazında, iri kar kristalleri septiren gökyüzü ile günahkârların koşuşturduğu zemine sıkışan hayallerim vardı. Sırtını gökyüzüne, yüzünü zemine yaslayan her hayalimin içi deşildi. Hayaller hayalet olduğunda, sırtımı dayadığım gökyüzü gürültüyle düştü zeminin kollarına. Hayallerim artık o satırda değildi.

O vakitten sonra ne göğ, ne der yer yüzünü göstermedi.

Annemi sıcak yatağının içine teslim ettikten sonra, ıslak elbisemin ağırlığını daha fazla kaldıramayarak odama geçtim. Çalışma masamın üstündeki gece lambasıyla odayı soluk bir biçimde aydınlattıktan sonra pencere perdelerini örttüm. Çift kapaklı işlemeli dolabımdan dizleri çıkmış siyah bir eşofman ile gri bir kapüşonluyu alarak dağınık yatağımın üstüne bıraktım. Aynaya sırt çevirdim, kuyruklu elbisemin fermuarına uzandım ve fermuarı indirerek elbiseyi bedenimden sıyırdım. İkinci bir deri gibi bedenimden sıyrılan elbise gürültüyle ahşap zemine düştüğünde omuzlarım düştü.

Evet Mahşer. Kimse yok, güçlüymüş gibi yapmaktan vazgeç.

Dolaptan çıkardığım temiz iç çamaşırlarıyla bedenimin çıplaklığı aza indirgedikten sonra eşofmanı ve kapüşonluyu bedenime geçirdim. Odadan ayrılarak kirlilerimi banyodaki sepete attım, banyonun uğursuz bir sesle cereyan eden kapısını örteceğim sırada sokak kapısı gürültüyle çaldı.

"Mahşer," diye bağırdı Çisem. Sesinin yutulduğu okyanus tuz değil kızgınlık kokarken, benim için hissettiği en derin endişesini mesafemize rağmen hissettim. "Allah'ın cezası saatlerdir neredesin? Götüne doksandokuzbuçuk tane şaplak atacağım. Hem de tırnaklarımın kırılma olasılığını göz alarak."

Yayvan adımlarla yanaştım ve sokak kapısını açtım, kapının ardından içeriye giren soğuk saklambaç oyununda ansızın sobeleyen ebe gibiydi. Çisem avucuna topladığı elbisesinin kuyruğunu peşisıra içeriye sürükledi ve kapıyı gürültüyle örttü. "Hoş geldin Çisem."

"Hos goldon Çosom." Keyifsiz bir alayla homurdandı, kinayeli sesine aldırmadım. "Ya sen ne kadar sorumsuz bir arkadaşsın."

Gözlerimi devirdim, ona sırt çevirerek odama yöneldiğimde, ağzında gevelediği birkaç kelimeyle beni takip etti. Odam, bir kız çocuğunun uyurken dinlediği hikâyeden esinlenerek hayal ettiği masal diyarı kadar eşssizdi gözümde. Bir tek odamın duvarlarına soyunur, çırılçıplak kalabilirdim.

Yumuşak yatağımın içine çökerek bağdaç kurduğumda, Çisem elindeki çantayı gürültüyle yere attı. "Evet, mezuniyet gecende ortadan kaybolmanın mantıklı bir sebebini açıkla. Hemen şu an."

Üstündeki elbiseyi çıkardı, dolabımdan aldığı pijama takımını izinsizce giyerken boyası dökülmüş duvarın kirişlerine baktım. Ruhumun sönük lambalarına doğrultulmuş el feneri dahi soluktu; içim o denli kasvetliyken, tebessümler gül goncası gibi açamıyordu dudaklarımda.

"Mahşer, senin için çok endişelendim." Yatağa zıplayıp, el havlusuyla maviye boyadığı kısa saçlarının suyunu emerken, küskün bir çocuk misali büktü dudaklarını. "Gittim o Leman şirretinin tabağına tükürdüm, sana bir şey yaptığını zannettiğim için." Kıkırdadı. "Aptal, o yemeği yedi."

Siyah oje yedirdiğim frençli tırnaklarıma göz gezdirirken, "Kimse bana hiç bir şey yapamaz," diye konuştum, kelimemde işlenen cinayetin sabıkalısı bakire dudaklarımdı. "Buna izin vermem."

Avuçlarıma sıcak dokunuşunu bağışlarken, "Benim kızım," diye fısıldadı, sesi yorgundu. "Kimsenin sana bir şey yapmasına izin vermem."

İçimde ölen bir yan ellerini deli gibi birbirine vurarak koşturdu, cennet sandığı cehennem ovalarında. Yangın vardı, nasıl görmezdi? "Biliyorum ki," diye konuştum yavaşça. "Sen de biliyorsun değil mi?"

"El kadarken biliyordum, hâlâ biliyorum." Zaman, kitap gibi sıralandığı satırlarını geçmişten geleceğe sarkıttı. "Sen kimsenin bana bir şey yapmasına izin vermezsin. Senden yalnızca iki yaş küçük olsamda beni böyle abla gibi bağrına bas istiyorum, çocukça mı?"

"Çocukça," diye konuştuğumda, elinin tersiyle dirseğime vurdu ve homurdandı. "Eve erkek atmışsın, komşular kapının önünde dedikodunu döndürüyorlardı." Sinirle homurdandı. "Geçtim ve o yaşlı bunaklara dedim ki; teyze bosma asabımı, menopoza girmiş ve terden kokuşan bedeninin ayarlarını bozarım."

Yüzümü buruşturdum. "Eve erkek atmadım."

Kuşkuyla bana baktı. "Artık çılgın bir bakire değil misin?"

Şortun çıplak bıraktığı bacağına can yakan bir cimcik atarken, "Hey, kes şunu," diye sızlandım. "En az senin kadar bakireyim."

Bir anda beni geri iterek yatağa devirdi ve önümdeki boşluğa geçerek sırtını göğsüme yasladı. Melodik kıkırtısını işittiğimde en sevdiğini ninniyi dinleyen bebek kadar temiz ve ferah hissettim. Nemli saçları yastığa serpilirken, dizlerimi tıpkı onun gibi karnıma çektim. Koyu renkli pikeyi omuzlarımıza kadar örttükten sonra, gözlerimi küçük penceremin ardındaki gökyüzüne diktim. Burası mahsense orası, çikolatalarla sevindirilmiş bir sürü çocuğun el çırptığı mutlu bir gezegendi.

"Bugün neler olduğunu anlatacak mısın?"

Endişelendiğini biliyordum, dost aynı bisiklete binip aynı kazaya kurban gitmek ve bundan bir an dahi pişmanlık duymamaktı. Onun için ölsem, ölmediği icin sevinirdim. Dilimdeki safrayı itelemek adına usulca yutkundum. "Artık geceleri uyuyabilmek istiyorum. O benim geceleri uyumak için tek şansım. İyi olmak için birilerinin kötü olması şart ve ben iyi olduktan sonra kimin kötü olacağı çokta umurumda değil."

Huysuz bir mırıltı döktü. "Mahşer hangi dil konuşuyorsun?"

"İyi olmamı ister misin Çisem?"

"O nasıl soru?" Cevabı kızgınlığında saklıydı. "Tabi ki isterim. Her şeyden ama şeyden çok isterim."

İri bir yıldız gökyüzünün damarını yuva bellemişti. Pür dikkat o yıldıza bakarken, başka yıldızların bana küstüğünü hissettim. "Ne yaparsam yapayım yanında olur musun?"

"Cevabını bildiğin sorular sorma."

Yatağın baş ucunda bulunan komidine uzandım, malbora paketini kavrayıp içinden bir dal sigara çıkardığımda, Çisem'de pakete uzanacak oldu. "Sen içmiyorsun." Pakete uzanan eline yapıştırdım. "Kırarım elini."

Kıkırdadı. "Başüstüne leydim."

Hafifçe doğruldum, pencere camını açıp dumanın onu zehirlememesi için açtığım camın aralığına eğildim. Tülün eskimiş ve yıllanmış uçları yatak boyunca sürtünürken, çaktığım çakmakla sigarayı tutuşturdum. Sigarayı iki dudağımın nefeslik çukuruna kıstırdıktan sonra, kalın dudaklarımı sigaranın üstüne yaydım. "Mahşer, tüm herkesin canını oku ama sakın canını yakma. Canımın canı yanarsa, öldürürüm seni."

Sigaranın acı metalik tadı genzimi gıdıkladı, aşinası olduğum lezzet ciğerlerimin infazını veren usta bir yargıçdı. Kırık, gayriihtiyarı bir içtenlikle burkulan dudağımı onun bakışlarından gizledim. "Tamam, eğer ölürsem öldürürsün beni."

Sigaranın bitap, yorgun külünü silktim, su birikintisine düşen sönük kül cızırdayarak söndüğünde sigaranın mayhoş keyfine vardım. "Canın yanmayacağına göre sorun yok." Yüzünü yastığa gömdüğünden dolayı sesi boğuktu. "Uyuyacağım, sen de yat."

Kafamı salladım. "Yatarım."

"Yanımda yat."

"Bebek misin, sen be!"

Kalçama yavaş bir şaplak attı. "Bebeğim ben. Yanımda uyu, söz, temas yok ve sarılmayacağız. Kardeşimle uyumayı özlemiş olamaz mıyım?"

"İyi." Pes ederken, bunu zaten isteyen yanımın dilini lâl ettim. "Yatacağım, uyu sen."

"Ossurmadan uyu."

Sırıttım. "İğrençti."

"Teşeke."

Sırtını bana döndü, bir kedi kıvrıldı ve eminim ki güzel gözlerini yumdu. Yumulan her gözde gömüldüğümüz karanlık, pahalı bir romanın en sevdiğin sayfasının yırtıldığını görmek ve o muazzam satırları okuyamamak gibiydi. Geceler çok güzeldi. Muazzamdı. Ve biz geceleri uyuyarak o sayfaları yırtıp, satırları okumaktan menfa ediliyorduk.

Karanlık insanın diğer yüzü gibiydi.

İçmekte ehlileştiğim sigarayı yavaşça, keyfine ve tadına vararak içtikten sonra izmaritini cam pervazda söndürdüm. Alnımı cama yaslayarak nemi tenimde hissederken, şafağın semaya doğduğu ve günün dirildiği gökyüzüne uzun uzun baktım. Her göz kırptığımda bir yıldıza sırt çevirdim, her yıldız urgan gibi asılı kaldığı gökyüzünün askeriydi.

Yıldızların silahı ise kaydıkları o anda inandırdıkları dileklerdi.

O dileklerle bizi vurduklarında hepimiz öldük.

🍷

Herkes bir parça şeytandı. Bir dalga küçük kız çocuğunu yuttuğunda evladını kaybeden annenin bir yanı şeytandı. Hazine arayan bir avcının haritasına sek bir rakının iri damlaları düştüğünde ve harita işe yaramaz bir hâl aldığında o avcı bir parça şeytandı. Bedeni bir inşaatın zirvesinden sarkıtılan ve yere düşerek felç kalan o insanda bir parça şeytandı. Süslü, ışıltılı bir idamla toprağa gömülen bir adamın eşide şeytandı.

Ve babası acımasızca cinayete kurban giden kız çocuklarıda şeytandı.

Sağ omzumdaki melekler düşüncelerimi buseledikten, iyiye dair olan her yanımı şeytana sattıktan bu yana vicdan kapılarım gürültüyle kapanmıştı.

Kadıköy'de barlar sokağında, Duman Alanguva'nın karşısında tüm ifadesizliğimle dikilirken üşüyen kollarımı sıvazladım. Sırtım hafif, slow bir parçanın yükseldiği mekânın duvarına yaslıydı ve gelip geçen kalabalığın dikkatini çeliyordum. Deri ceketimin altında, sırtı şeritli bir kırmızı badi giyinmiştim ve koyu kotum ikinci bir deri gibi sarmıştı ince bacaklarımı. Kırmızı berem, simsiyah saçlarımın arasında tıpkı toprağın üstünde yeşeren kırmızı bir gül gibi duruyordu. Ayağımla ritim tutarken, kısık renkli gözlerimi onun kemikli yüz hatlarında gezdirdim. Üstünde siyah bir boğazlı kazak vardı ve kotu benimkiyle hemen hemen aynı tondaydı. Ellerine giydiği deri eldivenlerle soğuktan korunurken, sokağın ucuna bakmaya son vererek bana döndü.

"Üşüyor musun?" Sesi hiç beklemediğim bir anda, davet edildiğim dans gibiydi. Öyle ani, öyle beklenmedik.

Sepken halinde yağan yağmur, uzun saçlarıma iri darbeler indirirken, "Ne yapacaksın? Ceketini mi vereksin?" Diye sordum mesafeli bir sesle.

"Hayır, sarılacağım."

Sarılmış kadar oldu.

Bir an bana sarıldığını, kaburgalarımı sıkacak kadar sıkı sarıldığını hissettiğimde, bir tiyatro sahnesinden aşağıya itilmiş gibi hissettim. Gözlerimi irice açmamak adına reflekslerime hakim oldum ve anlamayarak ona baktım. "Sen kimsin ki, bana sarılacaksın?"

Biçimli kaşı yavaşça hareketlenerek alnına yükseledi, aramızdaki iki soluk kadar olan mesafeyi bir soluğa indirdi ve yukarıdan bana baktı. Kül rengi bakışları, rahmine yangın sıçramış bir yuvada yetişmiş oğlan çocuğu kadar hırçındı. "Ben kim olmamı istersen o olacağım. Çünkü sen, kim olmanı istiyorsam o olacaksın." Sesinin tınısı, öldürmeden evvel öldüreceğinin haberini veren bir katil kadar duygusuzdu. "Bu kumpasta birbirimizi kollamamız gerekiyor. Seni buraya ben getirdim, üşümeni ve hasta olup planı ertelemeni kaldıramam."

Kalkan kaşlarımı indirirken delici gözlerle doğrudan ona bakmaya devam ettim. Bakışmamızın anlarına uzaydan sarkıtılan yıldızlar düşmüş gibiydi, intikamın gözlerdeki hazzı o denli parlaktı. "Sağlam bir bünyeye sahibim. Üşüsem bile bunu sorun etmiyorum, benimle ilgilenme."

Komik bir şey söylemişim gibi güldü. "Soluğun soluğuma çarpıyor. Soluğun soluğuma çarpmaya devam edecek, hem de uzun bir süre. Elbet birbirimizle ilgileneceğiz."

Yutkunmamak için nefesimi tuttum ve sırtımı daha sert bir şekilde bastırdım duvara. Saçlarım şelale misali omuzlarımdan aşağıya serpişirken, aramızda soğuk bir ürpertinin tahtı sallandı. "Buraya neden geldik?" Diye sordum, ağzımdaki kavruk tatla. "Kimi bekliyoruz?"

Ciddileşti. Epey ciddiydi lakin şimdi put kadar keskin bir coğrafyaya hakim oldu. Kirpik uçları, dökeceği kanların sahiplerine doğrultulmuş ucu kor bir bıçak gibiydi. Boyu benden uzun olduğu için ona aşağıdan bakmak zorunda kalırken, burnundan yakıcı bir soluk verdi. "Mahşer," diye fısıldadı; fısıltısında geçmişin dikiş izlerini görür gibi oldum. "Sana geleceğimin sözünü verdiğim o andan beri tek bir an boş durmadım. O gece herkes piyondu, bizim kendini kral sanan köpeğe ulaşmamız için piyonların arasına karışmamız lazım. Ve en küçük piyon az ilerideki mekânda, onu bekliyoruz."

Dudaklarım ufak bir boşlukla aralandı, tuttuğum nefesim o boşluktan sarkarak onun çenesine çarptığında, bir yemin gibi peşinde sürüklediğim şaşkın iniltim cümlesine noktaydı. Anlamıştım ama bunları daha önceden bilmem gerekiyordu. "Sen şaka mısın, be adam!" Sinirle bağırdım. "Bunu şimdi mi söylüyorsun, bu mu senin yapacağın iş!"

"Kıs sesini." Boynunu yana yatırdığında, teninde kabaran kalın damar tehtitvâri bir şölendi. "Önceden bilseydin telaş ve panik yapacaktın. Kurcalama, söyledim ve biliyorsun işte."

Yağmurla ıslanan parmak ucum şakağımı ovarken, farklı yöne sapan düşüncelerin önünü kestim. "Bir daha bunu yapma," diye emrettim, şiddetime oranla sakin bir dille. "Berabersek, her şeyi bilmek hakkım."

Sesi toktu. "Her şeyi mi?"

"Her şeyi."

"Pekâlâ." Kabullenişinin arkasındaki duvardan bir karanlık doğmuştu, doğan karanlık bilekleri kesilerek intihara sürüklenen bir kadının karanlığıydı. "Mahşer, bu yemini unutma. Çünkü hatırlattığımda, böyle alık alık yüzüme bakmanı istemem."

Oysaki kurşun geçilmez sahte maskem yüzümün her yanına iliklenmişti. Parmaklarımı şakaklarımdan kopararak kolumu yana indirdim, rüzgârın uğultusu kulaklarımı tırmaladı. "Sensin alık."

Gözlerini devirdi. "Çocuk musun sen?"

Bir an ona dil çıkarmak istesemde özenle işlediğim sahte oyunculuğumdan ödün vermedim ve dudaklarımı birbirine bastırdım. Ona dil çıkardığımı hayal etmek işime gelirken, "Sen baksana bana bi." Ona doğru iri bir adım attığımda, sakallı çenesi saçlarımı teğet geçti. "Ben çocuk olamayacak kadar büyük ve olgunum."

Bana baktı.

Kül rengi gözleri yavaşça gözlerimden sıyrıldığında, uçurtmanın ipini saçlarına bağlamış bir kız çocuğu kalbimde dirildi. Üst dudağına oranla daha dolgun olan alt dudağını inci gibi dizlerinin arasına kıstırdı, bütün bedenimde cinayet işleniyor gibiydi ve iddialı cümlemle bedenimdeki ilk cinayeti ben başlatmıştım. Bakışları kalçamda durduğunda, bir an sinirden üstüne atlayacağım sandım. Genzini temizlerken, "Evet, baya baya olgunlaşmışsın," diye konuştu beni çıldırtacak bir sakinlikle.

Sinir uclarım şiddetle titredi. "Gözlerini kalçamdan çek. Hemen."

Sırıttı. "Neden? Onunla bakışıyoruz."

Dişlerimi sıktım. "Gözlerini kaşıkla oyarım."

Külleri kalçamda oyalanmaya devam etti. Ruhsuz bir tavır takınmakta ustaydı. "Sana bakmamı ve olgunlaştığımı görmeni isteyen sendin."

"Anlamak istediğin yerden anlıyorsun," diye cırladım, tırnaklarımı avuç içime sapladım. İmkânı olsa bileğime saplar, akan kanı suratına sıçratırdım. "Sana bünye olarak olgunlaştığımdan bahsettim. Tabi siz erkekler kadında beyin değil, iki portakal aradığınız için bunu yapman normal."

Sinirimin dile vurduğu kelimelerin hiç birini umursamadan kaşlarını çattı. "İki portakal?"

"Orada kal."

"Ne?"

Gözlerimi baydım. "Tamam, susalım."

"Sustuğun yerde konuşuyor gözlerin."

Afalladım. "Hımm?"

Bakışlarını sokağın ucuna dikti.
"Beren kaymış."

Parmaklarım benden bilinçsiz bir atakla havalandı ve beremin uçlarına tutundu. Berem çokta kaymış değildi ama saçımın bir kısmını korumaktan acizdi. Bereyi çekiştirerek örttüğüm her saç telimi yağmurdan sakındım ve ellerimi yanıma indirdim.

"Piyon sahnede."

Duman'ın sesinin tısında gökyüzüne uçurtma açan bir oğlan çocuğunun saf sevinci saklıydı, o uçurtmanın ipinin takılacağı serçe sanki onun emriyle gökyüzünde şaha kalkmıştı. Her azam kutuplarda sınanmış bir evsiz gibi kaskatı kesilirken, genzime oturan yutkunuşu itelemek için derin derin nefesler aldım. Bir an Duman'ın parmakları çeneme saplandığında, bahçede biten gül yapraklarına tırpan saplanmış gibi hissettim. Gözlerim irice açılırken, buz gibi parmaklarının sıcak tenime emanet ettiği ürpeti tüm bedenimi titretti.

"Bak oraya," diye emretti, nefesi kulağıma çarptı. Başımı hafif bir açıyla yana yatırdı ve çenemdeki parmaklarının yardımıyla görüş alanımı belirledi. "Düşmanı tanı, bil. Kimin ruhunu bedeninden ayıracağını bak, gör. Orada bir yalancı, orada emrimize tutsak av. Orada yalancılara kul köpek olan piyon var. İyi izle, bu bir yanılma değil, gerçeğin ta kendisi."

Gerçek çırılçıplaktı.

Soyduğumuz gerçek çaresizliği için ağlarken, çenemin kemiği onun parmak boğumlarına baskı yapıyor, yıldırım gibi çarpıyordu. Bakışlarımı bakışlarının eksenine diktim, o vakit orada bir yalancı, bir av, bir cinayet gördüm. Nefret, tortulu bir çamur gibi genzimi acıtırken, "O şerefsiz mi?" Diye sordum, babamın ruhuma kondurduğu her öpücük sızladı.

"Evet, o ucuz bir piyon."

Sokağın diğer ucunda dikilen şahsın arkası bize dönüktü, geniş omuzlarında son derece pahalı ve şık bir ceket taşıyordu. Kumaş pantolonu, kundura ayakkabılarının üstüne dökülmüştü ve yanında, şemsiyesiyle onu yağmurdan kollayan bir şoför vardı. Zengin olduğu aşikârdı, zengin olmasının benim veya bizim için fark gözetmediğide aşikârdı.

"Takip edeceğiz." Kemikli parmakları topraraklarımdan çekildi, boşluğa akıp gidiveren parmaklarında akrep zehri taşıyor gibiydi. "Jeep arka sokakta. Dikkat çekmemek için buraya taşımadım, bu adam yıllar evvel ki o adam ama hâlâ kralla görüşüyormu bilmiyorum."

Gözlerim o herifin omuzlarında asılı kalırken, "Onu takip ettirmiyor muydun?" Diye sordum kısık sesle.

"Altı yıl." Parmakları bu sefer dirseğime gömüldü ve beni hızla kendine çekerek, kaldırım boyu yürümeye başladı. "Para var, yürek var, cesaret var, adamlık zaten var. Bak, ben de her şey var ama o adamda paralı askerlerden başka bir halt yok. Her şekilde üstesinden gelirim."

Dirseğimi parmaklarının baskısından kopardım. "Geliriz," diye düzelttim mesafeli bir sesle. "Kadınım diye beni gerinde bırakmayı mı düşünüyorsun?"

Sokağın köşesini dönerken, "Asla, diye konuştu, kati bir keskinlikle. "Benim kadar cürretkârsın kuzgun."

"Kuzgun?"

Jepin yanına yanaştık. "Cürretkâr bir kuzgun."

Jeepi uzaktan kumandayla açtığı için, kısa sürede arabadaki yerimizi almıştık. Şoför koltuğunun yanına çöreklendim, beremi başlarımdan sıvayıp kucağıma düşürürken doygun sesini işittim. "Kemeri takarsan sevinirim."

Kemeri taktım. Sırtımı deri koltuğa yaslayıp bacaklarımıda koltuktan aşağıya sarkıttıktan sonra bakışlarımı ön cama odakladım. Jeep ani bir manevrayla haraketlendi, motorun gürleyişini işitirken, Duman'ın biçimli parmakları direksiyonda muazzam bir hakimiyet sağladı. Jeep olduğu sokağın köşesini dönerek az önce bulunduğumuz sokağa giriş yaptığında yavaşladı. "Takibimizi farkedebilirler," diye konuştum endişeyle. "Dikkatli olmamız lazım."

"Endişelenme," diye konuştu, parmakları ritmik bir yavaşlıkla direksiyonu döverken. "O ibneyi defalarca takip ettim, ruhu duymadı diyemem ama asla kumpası tehlikeye atmam."

Ona güvenmekten başka şansım olmadığını hatırladığımda sessiz kalmayı tercih ettim ve iletişimi kestim. Gözümüze kestirdiğimiz adam şoförünün açtığı arabanın arka koltuğuna kurulduktan sonra, yumruğumu sıktığımı farkettim ama bu farkediş hiç bir şeyi değiştirmedi. Öfkeli biriydim, ezik ve savunmasız olmaktansa fazla öfkeli olmayı tercih ederdim. Birkaç metre uzağımızdaki araba hareketlendiğinde, Duman yavaşça arabayı takibe aldı.

"Bizi nereye götürecek?"

Direksiyonu sola kırdı. "Bir başka piyona."

O gecenin mimarını bilmiyorduk, öğrenmemiz için piyonları elden geçirmemiz gerekiyordu ama onları nasıl elden geçirebileceğimizi bilmiyordum. Yanımda birinin olması daha güçlü hissettiriyordu, aynı nefreti aynı kişiye duyduğunuz bir insan düşünün; sonra o insana duyduğunuz bilinçsiz sıcaklığı. Sessizliğin dikişlerini dudaklarıma geçirdim, yol boyu sakin ve sessizce akıp giden yolu izledim; bu yola yaydığımız acı egzozla hangi masumun nefesini kirlettiğimizi, kimin günahına girdiğimizi sorguladım.

Sonra aldığım nefesi bile şeytana sattığımı hatırlayarak bu günahlarımız ne kadar masum kaldığını farkettim.

Bedeni satmanın ruhu satmaktan farkı yoktu, hatta ruhu satmak çok daha aşağılıktı. Ruhumu şeytana sattığım için aşağılık olabilirdim ama bunu benden başkası bilmiyordu. Şeytan beni avladığı ve ağına düşürdüğü için memnunken, ben de şeytanın ruhuma fısıldadığı kirli düşüncelerden memnuniyet duyuyordum. Ruhumun satırlarında şeytanın safranı vardı, şeytan külçe gibi düştüğü bilincimin içine akrep ve yelkovanı düşürmüş, hepsi kuyumu gözümün içine baka baka kazmaya başlamıştı.

Önümüzdeki araba bizi hiç farketmedi, zaten kalabalık ve gürültülü yollardan geçtiğimiz için farketme imkânı vermemiştik. Anadolu yakasından Avrupa yakasına geçmiştik, trafikte bir süre oyalanmış olsakta çok düşündüğüm için bu ayrıntı gözüme batmamıştı. Jeep ara sokakta, zengin bir mevkide ve özenle temizlenmiş İstanbul sokaklarında durduğunda gerginliğim omurgamdan kürek kemiklerime dek uzandı.

"Mahşer," diye konuştu yavaşça. Birbirimize duyduğumuz muhtaçlık zarif bedenine yosun düşmüş bir denizkızının, dev okyanusta soluk soluğa hayatta kalma mücadelesi verirken, onu kurtaracak bir ele duyduğu muhtaçlıktan ibaretti. "Yitirdikleri merhamet yanın yüzünden asla pişman olmayacağını biliyorum. Herkes yaşaması gerekenden fazla yaşadı, infaz iki dudağımın ucunda."

Omuzlarımı dikleştirdim, kelimeleri ansızın kaybolduğum dağ yamaçlarında avucuma bırakılmış pusulaydı. Şüphesiz ki, yönümü bulmak için kimi zaman o pusulaya ihtiyacım olacaktı. "Yıllardır uyuyamıyorum. Uyuyamadığım geceler kadar uyutmak istemediğim geceler var. Bu sebepten infazları değil kâbusları olmak istiyorum."

Uzaydan kayan kuyruklu bir yıldız, yatağında uyuklayan o oğlanın rüyası olmuştu. Gözlerinde gördüğüm tam olarak buydu; yaşadığı kâbusları yaşatmak tıpkı benim gibi onunda rüyasıydı. "Şahane bir fikir," diye konuştu hoşnutluğu aşikâr olan bir sesle. "Benim gibi bir pezevenkin bile çok hoşuna gitti."

Gözlerimi devirdikten sonra sanki anlaşmış gibi gibi aynı anda kapının kulpuna asılarak bedenlerimizi dışarı bıraktık. Beremi saçlarıma örttükten sonra dikkatli gözlerim radar misali etrafı gezindi. Jeepi tam sokağın köşesine park ettiği için araba görünmüyordu ve böylelikle kimsenin göz hapsinde değildik. Kaputun etrafını dolandık, bedenlerimiz, duvarın arkasındaydı ve kafalarımızı yana yatırdığımızda onları görebiliyorduk. Sırtımı duvara yasladım, Duman'ın heybetli bedeni tam arkamdaydı ama bedeni katiyen buselemiyordu bedenimi.

"Nereye gelmişler?" Diye sordum kısık sesle. "Zengin yeri burası."

Omuzumun üstünden kafasını ileriye uzatmış, dikkatle arabasından zarifçe inen adamı izlerken, sakalları çok gözüme batıyordu. "Ben de zenginim," diye böbürlendiğinde gözlerimi devirdim. "Oldukça nezih bir mekan. Gündüz vakti buraya gelmesinin tek sebebi biriyle buluşacak olması."

Kafasını geriye yatırdığında, yakınlıktan irkilsemde pür dikkat ona bakmaya devam ettim. Kül gözleri, ruhumun ışık girmemiş beşiklerine bir bebek düşürmüş gibiydi. Bebeği yakalayamadığımda, zavallı bebek çığlık çığlığa öldü. Hiçbir şey hissetmedim. "İçeride olağanüstü bir durum olursa bana ayak uydur," diye konuşurken, sesi olduğundan daha da kısıktı.

Dik dik ona baktım. "Canım isterse uydururum."Sesim düzdü. "Ayak."

Homurdandı. "Şuna da bakınız siz..."

Onu zerre umursamadan duvarla arasından sıyrıldım ve tuttuğum nefesi sertçe verdim. Ona sırt çevirdiğimde, heybetli bedeninin gölgesine ayak bastım. Sokağın köşesini döndüğümde bana eşlik etti, bu sırada piyon nezih mekanın kapısından içeriye yönelmişti. "Adamın adı neydi?" Diye sordum ilgiyle. "Hiçbir şey bilmiyorum."

"Ortamlarda Cambaz diye bilinir," diye konuştu, doğru söylüyordu. "Gerçek adı Yusuf Harzemşah."

"Yusuf kadar temiz bir ismi kirlettiği için kendinden utanmalı."

Dirseği dirseğime sürtünürken, ters ters bereme baktı. "Onu taktığında adamın uykularına kabus değil, rüya olabilecek bir kıza benziyorsun."

"Ha?"

Mekanın üst düzey güvenliği tarafından taranırken, "Yürü kuzgun," diye konuştu ifadesiz bir dille.

Güvenlikte oyalandığımız birkaç dakikada gerginliğim hat safhaya çıkmıştı. Duman pahalı ve kalite kokan aurası ve kıyafetleriyle kolayca girmemize sebep olduğunda, bir işe yaradığı için teşekkür etmedim. Resturant oldukça şıktı, deniz manzarası olağanüstü dev camların arkasından görünürken, takım elbiseleriyle masayı süsleyen adamlar ve şuh kahkalarla ortalığı çınlatan kadınlar dikkatleri cezbediyordu. Burun kıvırarak zengin budalalarını izlerken, iyi niyet barındırmayan yılan sinsiliğindeki gözleri üstümde hissettim.

"Mahşer." Duman'ın bir adım önümdeki bedeni, bel boşluğuna kurşun saplanmış bir vücut gibi çakıldı kaldı zeminde. Sesindeki deprem; saçlarımın kırık uçlarına bağladığım uçurtmamın yer yüzüne çakılmadan evvel, son kez tadına baktığı gökyüzü gibiydi. Gökyüzü uçurtmama ihanet ederken, son satırlarını karalayan bir yazar gibi devam etti son cümlesine. "O adam yaşıyor. Ölmemiş."

Hayret dolu bir nida dudaklarımdan firar ederken, renkli gözlerimi onun baktığı yöne çevirdim. O an uçurtmam yere çakıldı, bir yerlerde küçük bir kız çocuğu iç çeke çeke ağladı.

O gece vurduğum ve intihara sürükleyerek öldüğünü var saydığım adam yaşıyor, tam karşımda abartılı kahkahalarıyla kadehini yudumluyordu.

Kadehi yüzünde parçalamak istedim.

Bölüm Sonu.

Mahşer kadehi parçalamadan bölümü bitirdim. Aylar sonra bölüm yazdığım için gözümden kaçmış detaylar olabilir, lütfen yüzüme vurunuzkskdjdk. Bir de hikâyenin karışık olduğunu biliyorum ama zamanla bu karışıklık giderilecek.

Instagram: emineasr
Twitter: emineasr
AskFm: emineasr

Yiyerim sizi.❤

Continue Reading

You'll Also Like

1.8M 105K 64
Ulaş: Ev alma, komşu al demişler. Işık: Öyle mi demişler. Ulaş: Öyle demişler. Alacağım seni kendime. Mecburuz.
YUVA By _twclr

Teen Fiction

560K 28.9K 49
Amelya 20 yıl sonra aslında ailesinin gerçek olmadığını intikam için bebeklerin karıştırılmasına nasıl bir tepki verecek gelin hep birlikte okuyup öğ...
191K 12.8K 20
17 Yıl sonra gerçekleri öğrenen Bade, yıllardır onu arayan abilerine giderse. Azıcık dram. Bolca eğlence. Bolca aksiyon. Bir tutam da kaos. Daha...
134K 9.4K 89
Öğretmen ama AŞKA ÖĞRENCİ (Texting) • Anaokulu öğretmeni olan Beyza yoğun bir sene geçirdiği için yeni dönemde dinlenmek için görev değişikliği yapmı...