YÜKSELİŞ

By nursu_cugalir

1.5M 98.8K 22.4K

Fantastik #1 Yeşil Prenses serisinin 1. kitabıdır. Ve şeytan, inini, parçalanmış ruhları koymak için kendis... More

Giriş ❋ YÜKSELİŞ
Karakterler
1.Bölüm • Asılsız Suçlama
2.Bölüm • Tanzanit Ejderhası
3.Bölüm • Ölümcül Kılıç
4.Bölüm • Kusurlu Güzellik
5.Bölüm • Kızıl Saçlı Tanrıça
6.Bölüm • Kan Havuzu
7.Bölüm • Cehennem Gibi Dört Gün
8.Bölüm • Suçsuz Masum
9.Bölüm • Banyo ve Temizlik
10.Bölüm • Büyücünün Şimşeği
11.Bölüm • Lordhor'un Kibar Leydileri
12.Bölüm • Nyapuvarus Gecesi
13.Bölüm • Şeytanın Ateşi
14.Bölüm • Davetsiz Takipçiler
15.Bölüm • Ozların Saldırısı
16.Bölüm • Yanık ve Kehanet
17.Bölüm • Ebedi Yemin
18.Bölüm • Tanzanit Armağanı
19.Bölüm • Tehlikeli Hırs
20.Bölüm • Sarayın Dersleri
21.Bölüm • Zehir Ustası
22.Bölüm • Masumların Gerçekleri
23.Bölüm • Şeytanın Mırıltısı
24.Bölüm • Katilin Hikâyesi
25.Bölüm • Kadife Eldiven
26.Bölüm • Lordhor'daki Casus
27.Bölüm • Yeminli Koruyucu
28.Bölüm • Avcıların Merhameti
29.Bölüm • Konseyin Kararı
30.Bölüm • Petronus'a Mektup
31.Bölüm • Oyun Gecesi Hazırlıkları
32.Bölüm • Beklenmedik Gönüllü
33.Bölüm • Düello ve Zafer
34.Bölüm • Taht Anlaşması
35.Bölüm • Acımasız Dövüş
36.Bölüm • Korkutucu Ağıt
37.Bölüm • Şifacıların Yeteneği
38.Bölüm • Kasvetli Oda
39.Bölüm • Asker Ordusu
40.Bölüm • Ölümün Zehirli Tonu
41.Bölüm • Gül Kokusu Hediyesi
42.Bölüm • Canavar Kız
43.Bölüm • Suç ve Zindan I
43.Bölüm • Suç ve Zindan II
44.Bölüm • Yolculuk ve Aşk
45.Bölüm • Karanlık Geçmişler
46.Bölüm • Şeytanın İni I
46.Bölüm • Şeytanın İni II
47.Bölüm • Ölümün Tatlı Şarabı
48.Bölüm • İntikamın Kara Suları
49.Bölüm • Kristal Zehri
50.Bölüm • Müstakbel Kraliçenin Yanışı
51.Bölüm • Sgieen Gizemi
B.K. |Kıyafetler|
E.K. |Kapaklar|
B.K. |Tanrıça ve İnanç|
TEŞEKKÜRLER
2.KİTAP

FİNAL • Büyülü Fosil Tırnak

21.4K 1.4K 399
By nursu_cugalir

Herkesin görüşlerini bildirmesini istiyorum bu bölüm, hayalet okuyucuların bile. Çünkü bu, Y.P'nin son bölümü, finali. Size bu kitapta veda etme vakti... Ama ikinci kitap da var ♥ 

Fosil tırnağı Petronus çok merak ediyordu. Bir anlığına, neden Lordhor'da böyle bir şey yok ki diye düşünmeden edemedi. Zaten Predezia her yönden daha güçlüydü. Toprak olarak aralarında epey fark vardı. Predezia çok büyüktü ve daha zengin, daha verimliydi. Toprakları çok iyiydi.

Üstelik bu fosilin namı tüm ülkeleri salmıştı. Predezia ve Lordhor ittifak devletleriydi ancak görünüşe göre bundan böyle olmayacaktı. Çok yakında yeni bir savaş başlayabilirdi, bunu kim bilebilirdi ki?

Ohandon ülkeyi iyi yönetemiyordu. Sefalet vardı ve bu berbattı. Saray dışındakilerle pek ilgilenmiyordu. Lev'i birçok konuda sevmezdi ama bu yönden severdi; saray dışındakilerle ilgileniyordu. Evet, sokaklarda zengin insanlar fink atmıyordu ancak en azından Lordhor'daki gibi açlıktan ölen insanlar yoktu.

Savaş olursa tam açlık olurdu. Bir de bu savaşa diğer ülkeler de karışırsa... Bu sefer yeşillerin nesli gerçekten de Büyük Savaş'ın öncesindeki siyah ırkı gibi tükenebilirdi. Yeşiller nesillerini devam ettirmek zorundaydı. Evet, onları pek sevdiği söylenemezdi ancak onlar da bir insandı. Bunu o da biliyordu.

Eğer savaş çıkarsa, Predezia ve Lordhor'un barış antlaşması sona erebilirdi. Ki dünyanın en güçlü krallıklarından biri de Lordhor ve Predezia idi. Elbette en ama en büyüğü Krastaza Krallığı'ydı. Ardından Predezia geliyordu. Krantaza Krallığı'yla bir işi yoktu. Asıl savaş Predezia ve Lordhor arasındaydı ama eğer bu iki krallıkta savaş çıkarsa, bu diğer ülkeleri de etkilerdi.

Ama eğer ki Ohandon sessizce öldürülüp Petronus tahta geçerse, savaş falan çıkmazdı. Lev bunu nasıl başaracaktı?

O mu çok zekiydi, Petronus mu çok saftı?

Lev bunu yapabilirdi.

Predezia'yı çoğu yönden seviyordu. Lordhor öyle değildi. Büyük Savaş'ta Predezia, Lordhor topraklarının büyük bir kısmını ele geçirmişti. O zamanlar Lordhor büyük bir açlık yaşamıştı. İnsanlar susuzluktan ölüyordu. O zamanlar tahtta Ohandon'un büyük büyük dedesi vardı. Bu savaş çok eskiden olmuştu ve barış antlaşması hâlâ geçerliydi. Antlaşma kırk yıl daha devam edecekti. Tabii bozulmazsa.

Petronus ve Lamird, Sgieen Denizi'nin kumsalına ulaştılar, fakat şaşırdıkları bir şey vardı.

Sgieen sahili hiç de tahmin ettikleri gibi değildi.

Issız değildi veya tek bir insandan yoksun bir yer de değildi.

Kıraathaneler, meyhaneler, tavernalar, insanlar kol geziyordu. Hatta kumsalın kenarında çeng çalan bir sokak çalgıcısı bile vardı. Bu işte bir terslik vardı. Neden harita burayı göstermişti?

Petronus kısrağından inmeden, başını Lamird'e çevirdi. Alt dudağını dişledi. "Burası da neresi?" diye sordu. İçinde tuhaf bir his vardı. İstediğine ulaşamayacağına dair bir his...

"Bizi buraya sen getirdin," diye mırıldandı Lamird omuz silkerken. "Doğru yere getirdiğine emin misin?"

"Eminim, Lam." Kulaklarını çeng sesi tırmalıyordu. Gözlerini kısıp ilerideki ışıklı deniz fenerine dikti. "Burası tam da Sgieen Denizi. Ohandon neden buranın haritasını almış? Ya onca yolu boşuna geldiysek?"

"Az sonra gün ağaracak, Petronus. Burayı kazalım ve bakalım."

"Etrafta onca insan var, bunu nasıl yapabiliriz?" Petronus gözlerini devirdi ve sıkıntıyla iç geçirdi. "Gerçekten de bir gariplik var. Kral Ohandon buranın haritasını boşuna çıkarmamıştır. Üstelik çıkarıp o kadar gizli bir yere saklaması... Gerçekten kuşkulanacak bir durum, değil mi?"

"Doğru," dedi Lamird, atından inmek için hareketlenirken. "O zaman bu gizemi bir an çözelim, çünkü uykuya ihtiyacım var."

"Handa kalırız, bu sorun olmaz. Benim de uykuya ve yemeğe ihtiyacım var."

"Hana ne gerek var, Petronus?" Lamird işaret parmağıyla tavernayı gösterdi. "Şurada yemek yiyelim. Çok yorgunum, biraz dinlenmemiz gerekiyor. Bunu sen de biliyorsun."

Petronus kafasını salladı. "Biliyorum." Hızlıca atından inmeye başladı ve gözlerini ışıklı tavernaya dikti. Okunu ve yayını ata bağladı. "Hadi," dedi. "Gidelim."

Atlarını tavernanın önüne götürdüler ve konukların atlarına sahip çıkmakla yükümlü olan birkaç seyise, kısraklarını ve eşyalarını para karşılığında emanet ettiler. Sakince içeriye girdiler.

Taverna genişti ve sosyetelerin, soyluların takıldığı bir mekân gibi görünüyordu. Genelde gittikleri tavernalarda maşrapalarda biralar içilirdi ama burada en parlak kadehlerde gül şarapları içiliyordu ve kumar da oynanmıyordu. Kadınlarda cüppeler değil, brokar elbiseler vardı. Erkeklerin ceketlerinin ön cebine renkli mendiller sıkıştırılmıştı. Garsonlar da uçuk renkli peçe takmamışlardı; tıpkı müşteriler gibi güzel ama standart elbiseler giymişlerdi ve konuklarına nazik davranıyorlardı.

Petronus burayı sevdi.

Boş bir masaya oturdu. Karşısına erkek kardeşi geçti. Bir garson başlarına geldiğinde Petronus, "Kuzu yahnisi ve patates çorbası alalım," dedi kararsızlıkla. Onay almak için kardeşine baktığında Lamird kafasını salladı. Bunun üzerine Petronus gülümsedi ve, "Bir de üzüm şarabı..." dedi kadına.

Garson kadın başını salladıktan sonra gitti.

İki kardeş karşılıklı oturdular. Sessizlik hâkim oldu beyinlerine. Ortam sessiz değildi. Mekândaki ses insanın kafasını yoruyordu ama Petronus'un düşünceleri o kadar derindi ki, duyduğu sesleri bile umursayamıyordu. Ne yapacaktı? Buraya boşuna mı gelmişlerdi? Bunun için fazlasıyla üzüldü. Üzülmekten başka yapılacak şey yoktu çünkü. Berbat hissetmenin bile ötesine geçmişti artık.

Ya kral olamazsa? Ya fosili Predezia kralına götüremezse?

O zaman ne yapacaktı?

Tüm hayallerinin bu şekilde yerle bir olmasına izin veremezdi.

Lamird'e sordu. "Şimdiki planımız nedir?" Plan olmadığını biliyordu. Yalnızca olmasını istiyordu.

"Yemek yemek." Lamird gülümsedi ve kaşlarını hınzırca yukarıya kaldırdı.

"Lamird!" diye uyardı Petronus, kardeşini. Ciddi olması gerekiyordu, çünkü gerçekten ne yapacağını bilmiyordu.

"Şimdiki planımız..." diye düşündü. Diyecek bir şey bulamadı. "Gerçekten, ne yapacağız?"

"Bilmiyorum," diye mırıldandı Petronus, ellerini şakağına koyarken. "Hiç bilmiyorum." Elleriyle alnındaki saçları sıyırdı; gözlerini yumup aklına bir fikir gelmesini diledi ama yoktu. Hem de hiçbir şey.

"Kazmaktan başka çare mi var? Ve insanlar kimin umurunda? Cidden... Üstelik bunca insanın gecenin köründe ne işi var? Sabah oluyor ama sokak çalgıcısı hâlâ çalıyor. Burası garipmiş." Lamird yüzünü buruşturarak tavernanın kristal avizesine bakmaya koyuldu. Bir yandan da parmaklarıyla ahşap masada ritim tutuyordu, bunun farkında değilmiş gibiydi.

Petronus cevap vermedi.

Bu sırada başlarına tepsiyle bir kadın geldi. Bu kadın az önceki garsondu. Garson, tepsideki kadehleri ahşap masaya koydu. Ardından ibrikteki şarabı kadehlere doldurmaya başladı. Cam kadehler kırmızı sıvıyla dolarken ortaya hoş bir ses çıktı.

Kadın, kadehleri doldurduktan sonra ibriği masanın ortasına gelişigüzel koydu. Ardından tepsideki dört tabağı masaya yerleştirdi. Sulu ve yumuşak kuzu yahnisi ve patates çorbası...

Petronus, "Teşekkürler," diye mırıldandığında kadın, soylulara yapılan selamlamalardan yaptı ve tepsiyle beraber gitmeye başladı. Petronus, tıpkı Lamird gibi, ilk önce çorbadan başladı. Ahşap kaşıkla çorbayı içmeye koyuldu.

Çorbayı içerken bir bağırış sesi duydu. İki adam tartışıyor olmalıydı.

"Seni pis! Krala nasıl laf edersin?" Adamın sesinden, çok öfkeli olduğu anlaşılıyordu. Ses tonu sertti.

Buna başka bir adam cevap verdi. "O düzenbazın teki, anlıyor musun beni? Kralı korumaktan başka işin gücün yok? Hadi, müşterilerinle ilgilen, cahil aptal!"

Petronus'un midesi kasıldı. Kralı korumak?

Lamird'e şaşkınca baktığında, kaşığının elinde kaldığını gördü. O da aynı şaşkınlıkla Petronus'a bakıyordu. "Neler oluyor?" diye sordu Petronus'a.

"Bilmiyorum," deyip dinlemeye koyuldu Petronus. Taverna sessizliğe bürünmüştü. Herkes bağırış seslerini dinliyordu.

"Ver şunu!"

"Hayır dedim ya adam. Vermem, işe yaramıyor zaten. Denize atacağım."

"Kandırma beni. Bal gibi de yarıyor."

"Veremem, kral benim kellemi alır! Bu bir emanettir! Kral bana güvendi."

"Bana ne?"

"Olmuyor diyorum, kullanamazsın diyorum!"

"Kullanırım onu, sen bir ver."

"Hayır!"

"Ver!"

"Git tavernamdan! Hemen çık!"

"Sen kimi kovuyorsun? Alayım mı canını?"

"Al da görelim bakalım."

"Bunu istediğine emin misin?"

"Yapamazsın."

Keskin bir ses geldi. Petronus bu sesi biliyordu. Kılıcı kından çıkarma sesi...

Petronus'un burun delikleri titredi; hemen ayaklandı ve bağırış seslerinin geldiği yöne doğru ilerledi. Oraya gidiyordu çünkü kral ve emanet sözcükleri geçmişti. Bunun tesadüf olma ihtimali yoktu. Haritada burası çıkıyordu ve biri kraldan bahsediyordu.

Hayır, bu kesinlikle tesadüf olamazdı.

Arkadan bir ses geldi. "Gitmeyin." Petronus duraksadı ve arkasına baktı. Tedirgin bir genç kız söylemişti bunu.

"Neden?" diye sordu Petronus'un arkasındaki Lamird.

"Bu tavernanın sahibiyle biri kavga ediyor. Tavernanın sahibi belalıdır. Siz de arada karışıp ölebilirsiniz."

Petronus kıkırdadı. "Hiçbir şey yapamaz."

"Gitmezsek diğer adam ölecektir," diye ekledi Lamird. "Hadi, Petronus."

Petronus kafasını salladı ve koşar adımlarla mutfak olduğunu düşündüğü yere yürüdü. Evet, kavga kesinlikle buradaydı. Hâlâ bağırış sesleri vardı ama bunlara kulak kabartamazdı. Ahşap kapı kapalıydı ve açmak istiyordu.

Tokmağını oynattı; açılmadı. Kafasını kardeşine çevirdi. Lamird kaşlarını çatarak ona bakıyordu. "Açalım," dedi Petronus. "Açmalıyız."

Lamird onun yanında geldi ve kapıyı zorladı. "Ağırlığımızı buraya verelim. Açılır." İçeridekiler kendi seslerinden, kapının sesini duymuyor olmalıydılar.

Birlikte kapıya yüklendiler. Kapının ahşabı gıcırdarken Petronus, "Adamı düşündüğümden bu eziyeti çekmiyorum," diye mırıldandı zorlukla. "Kral dedi, kralın adı geçti. Emanet olduğunu söyledi."

"Elbette ben de onun için bunu yapıyordum, aptal." Lamird gücünü daha fazla kapıya verdi.

Petronus terliyordu. Kapı açılmadığında kendini geri çekti ve üzgünce kardeşine baktı. Ancak pes etmiş değildi.

Tekmesini ansızın ahşaba savurduğunda bir an kendinden geçecek gibi oldu. Öylesine sert vurmuştu ki ayak tabanı sızlamıştı.

Gözlerini açıp baktığında kapının aralandığını gördü. İçi mutlulukla doldu ve kardeşine baktı. Kardeşi gülümsüyordu.

Petronus kapıyı duvara vurup içeriye hızla girdiğinde gördüğü manzara karşısında fazlaca şaşkındı. İri yarı bir adam, diğer adamı öldürmüştü. Yeni öldürmüş olacaktı ki kan yeni yeni çıkıyordu adamdan. Ama asıl şaşırtıcı olan şey; yaşayan adamın elindeki şeydi.

Bir tırnak...

Fosile benzeyen, taşlaşmış bir ejderha tırnağı... Görkemli pençesi...

Petronus'un kalbi, sanki göğüs kafesindeki kemikleri kırmak istercesine atmaya başladı. Bir an yüreğinin ellerine düşeceğini düşündü ancak böyle bir şey olmamıştı. Heyecan seviyesi yükselirken, o fosili almak için can atıyordu. Bu tırnak, o fosil olabilirdi. Evet, evet; o olabilirdi.

İyi de nasıl buraya kadar gelmişti bu?

Bunu düşünecek vakit yoktu, çünkü o adam çoktan fosili cebine atmış ve elindeki kanlı kılıcı onlara doğrultmuştu. Adamın gözü dönmüş gibiydi ve deli deli bakıyordu. Kılıcın ucundan bir kan damlası, yerdeki adamın gözüne düştü. Kimse korkudan buraya giremiyordu. Hatta çoğu kişi topuklamış olmalıydı.

Petronus ellerini teslim olurcasına kaldırıp, "Sakin ol," dedi. "Sana zarar vermeyeceğiz."

Adam başını hafifçe omzuna yatırdı ve gözlerini kısarak ona baktı.

"Taverna sahibi sen misin?" diye atladı Lamird.

"Hayır," dedi adam. Kafasıyla yerdeki ölüyü işaret etti. "O."

Petronus yüzünü buruşturarak kanlı cesede baktı. "Bak, o fosili bize vermen gerekiyor, anladın mı? O bize lazım."

Adam tiz bir kahkaha attı. "Dalga mı geçiyorsunuz siz? Bu kadar basit vereceğimi mi sanıyorsunuz? Bunun uğruna arkadaşımı öldürdüm," deyip yeniden ölüye baktı. "Şimdi basın gidin. İstediğinizi alamayacaksınız."

"Hayır," dedi Petronus net bir şekilde. Yayı ve sadağı da yanında yoktu. Eğer adam ani bir atak yapsa dövüşmekten başka çaresi de yoktu. Kılıç konusunda berbat olduğu söylenemezdi ama oku ve yayı atta kalmasaydı onu hemen yere yığabilirdi. "Fosili almadan hiçbir yere gitmiyoruz."

Lamird ahşap kapıyı gıcırtıyla kapattı. Soluklarının sesi buradan bile duyulabiliyordu.

Petronus'un göğsü sertçe inip kalktı. "Bak, o senin hiçbir işine yaramaz..."

Katil adam, Petronus'un sözünü kesti. "Size ne?"

"Onu nereden buldun?" diye sordu Lamird. Adam bu sefer kılıcını uzaktan Lamird'e doğrulttu ama Lamird'in pek umurunda gibi görünmüyordu. Gayet normal bir şekilde kapıya yaslanmıştı ve eli, kemerindeydi. Kılıcını her an çekmeye hazır gibiydi ama bunu belli etmemeyi çok iyi başarıyordu. Petronus bunu anlamıştı çünkü onun ağabeyiydi, ama adamın anlaması imkânsızdı.

Petronus, kardeşinin zekiliğine gülümsedi. O her zaman Petronus'tan daha iyi düşünürdü. Birlikte bir maceraya atıldıklarında genellikle planları yapan Lamird olurdu. O çok zekiydi ve oyunculuğu gerçekten iyiydi. Şu an umursamıyor gibi görünüyor olabilirdi ancak Petronus, onun bal gibi de umursadığını biliyordu.

"Tavernanın sahibi benim arkadaşımdı. Ondan aldım," dedi adam tereddütle. "Predezia'nın fosiliymiş, büyülüymüş."

"Fakat..." diye mırıldandı Petronus. "onun büyü gücünü Predezialı bir leydiden başka kimse kullanamaz."

"Kimi kandırıyorsunuz siz? Karşınızda çocuk yok sizin."

Petronus sıkıntıyla iç geçirdi. "Ölü arkadaşın bu fosili nereden bulmuş?" diye sordu.

"Bu sizi neden ilgilendiriyor?"

"Ben bir casusum," dedi Petronus rahatlıkla. Zaten az sonra adam ölecekti, bilmesinde bir sakınca yoktu. "Ve onu alıp sahibine götürmem gerekiyor." Adama sertçe bir bakış attı. "Söyle, arkadaşın nereden bulmuş?"

"Kral vermiş." Adam o kadar tereddütlüydü ki sesi bile kısık kısık çıkmıştı. "İşe yaramaz diye tutturdular."

"Bu doğru, işe yaramaz. Eğer işe yarasaydı kral neden bir taverna sahibine versin ki zaten, değil mi?" Petronus kaşlarını çattı ve arkasındaki Lamird'e baktı. "Neden bir taverna sahibine vermiş?"

Lamird omuz silkti. "İşe yaramadığı için."

Adam lafa atladı. "Kralla arkadaşlardı."

"Ne?" diye sordu Petronus şaşkınlıkla. "Ohandon ile bu taverna sahibi arkadaşlar mıydı?" Sonra ise asıl amacının ne olduğunu hatırladığında kendine kızdı. Şu anki sorunu Ohandon'un ölü arkadaşı değildi. O fosili alması gerekiyordu. Bu katil adamı sakince mi ikna etmeliydi, yoksa öldürmeli miydi? Ama kazanamayabilirlerdi. Aslında iki kişilerdi. Kazanabilirlerdi. Fakat bunu yapmak istemiyordu. "Dostum, eğer sen bana o fosili verirsen sana altınlar veririm."

"Altınlar umurumda değil," diye tısladı katil. "Ölen karımı geri istiyorum."

Petronus'un yüreği bunu duymayla beraber acıyla burkuldu. "O fosille karını geri getirmeyi mi düşünüyordun? O öldü mü?"

Adam başını öne eğdi. Kılıcı yavaş yavaş yere eğilirken, "Evet," dedi. "Karımı geri getirmeyi düşünüyordum." Hüzünle Petronus'a baktı. "Söyle bana, bana gerçeği söyle, toprak kafalı adam. Bu fosilin büyüsünü kullanabilir miyim?"

"Hayır." Petronus'un sesi netti ama yine de adama üzülmüştü. "Dene de gör." Bunu derken tereddütte kalmıştı çünkü Lev'in dediğinden hiç emin değildi. Yine de denemesinde fayda vardı.

Adama acıyordu. Sevdiği birini kaybetmişti; evet, Petronus bunun acısını biliyordu. O, karısını falan kaybetmemişti ama annesini kaybetmişti. Annesi ölmüştü. On beş yıl önce, Lordhor'daki büyük veba salgınına o da kurban gitmişti. Mordroyketi'ye şükür ki bu hastalık Petronus'a bulaşmamıştı ancak o zamanlar onun pençesine az daha yakalanıyordu.

Adam tırnağı daha sıkı kavradı. "Deneyeyim mi?" diye sorarken uzun, örgülü saçlarını geriye attı ve kapıyı işaret etti. "Kapıyı ört," dedi Lamird'e. Kılıcı yere bıraktı. "Bunu nasıl yapacağım?"

Petronus burnuna gelen yoğun kan kokusunu yutmaya çalışırken omuz silkti. "Hiçbir fikrim yok."

Gerçekten de bilmiyordu. Öğrenmeye de tenezzül etmemişti çünkü onun istediği şey fosil değildi. İstediği şey tahta geçmekti, tacı almaktı. Bazen düşünüyordu, fosili Lev'e vermeyip çalsam da kızı kaçırsam? Ama korkusu cehennemdi, Mordroyketi'nin ateşinde yanmak istemiyordu. Bunu yapamazdı. Eğer bir şey başaracaksa çabalaması gerekiyordu.

Lamird tam kapıyı kapatacakken kapı çalındı. Lamird, ağabeyine endişeli gözlerle baktı ve kürkünü düzeltti. "Kim o?" diye bağırdı.

Bir adam, "Yaşıyor musunuz? Sorun yok, değil mi?" diye sordu.

Petronus, odanın dışındaki bu adamın güzel niyetine gülümsemeden edemedi. "İyiyiz, sorun yok. Yalnızca sohbet ediyoruz," dedi.

Ardından kulaklarını boğaz temizleme sesi doldurdu; birkaç saniye sonra da buna uzaklaşan adım sesleri eşlik etti.

Lamird aralık kapıyı kapattı. Ancak tam olarak kapanamadı çünkü kapıyı kırmışlardı. Bunun üzerine gözlerini devirdi ve kapıya kaykıldı. Yavaşça oturup arkasındaki kapıyı bedeniyle tam olarak kapatırken, sessizce karşısındakileri izlemeye koyuldu.

"Her neyse," dedi katil adam. "Nasıl deneyeceğim?"

"Bilmiyorum dedim ya," diye homurdandı Petronus omuz silkerek. "Fosile bir şeyler falan söyle. Karım geri gelsin de."

Adam ona garip bir bakış atsa da ses çıkarmadı ve çömeldiği yerden biraz geri kaydı. Çünkü kan, düzenli bir yol çizerek ona doğru geliyordu. Ortalığa yemek ve kan kokusu hâkimdi. Ama taze kan kokusu, yemeklerin kokusunu bastırıyordu.

Adam başını onaylarcasına salladı. Hüznü, gözlerinden anlaşılıyordu. Ölen karısını, arkadaşını öldürebilecek kadar seviyordu demek. Çok âşık olduğu açıktı. Petronus ona acımaya başlıyordu. "Ey, gücünü Mordroyketi'den alan büyülü fosil..."

Lamird kıkırdadı.

Petronus gülmemek için kendini zor tuttu. Gözlerinin etrafı kırışırken dişlerini birbirine bastırdı ve dudaklarının yanaklarına yayılmasını önlemek için dudaklarını dişlerine sabitledi. "Dur," dedi. "Onun gücünü Mordroyketi vermiyor ki. Fosilin büyüsünü, Predezia'nın beş yüzyıl önceki Tanrıça Devstvennitsa'nın ruhu veriyor. Onun adını an."

"Ha!" Adamın dudakları şaşkınlıkla aralandı fakat bir süre sonra onun haklı olduğunu kanısına vardı ve kafasını sallayarak alt dudağını dişledi. "Ey, gücünü Tanrıça Devstvennitsa'dan alan büyülü fosil; bana ölen karımı geri getirebilir misin? Bunu yapabilir misin? Hadi, yap bunu!" Fosilden ses seda çıkmayınca adam derin bir nefes aldı; göğsü hızla kalkıp indi. Tekrar denedi. "Hadi fosil, bana eski karımı getir." Yine hiçbir şey olmayınca yüzünü acıyla buruşturdu. "Acaba Predezia dilinde mi söylemek gerekiyor?"

"Bilmem, alakası olduğunu sanmıyorum," dedi Petronus taş kesilmiş tırnağa bakarken. "Ama sen yine de bir dene bakalım. Predezia dilini biliyor musun?"

Adam düşünüyormuş gibi yaptı ama sonra başını iki yana salladı. "Hayır, bilmiyorum. Sen biliyor musun?"

Petronus söylendi. Yine kabak onun başına patlamıştı. Her şey dönüp dolaşıp ona geliyordu. Zor bir şey değildi, bunu biliyordu ama olayları uzatmak istemiyordu. "Biliyorum," dedi bıkkınlıkla. "Adın ne?"

Adam burnunu çekti; göz çevresindeki kırışıklıklar daha fazla belirginleşti. "Mytic."

Petronus kafasını salladı. "Tamam, Mytic." Adamın elindeki fosili aldığında içi garip bir hisle sarmalandı. Bunu deneyecekti, nasıl olsa hiçbir şey olmayacaktı. Neyi kaybedebilirdi ki? Bu fosili Predezia kralına götürünce her şey güzel olacaktı. Ama... ama gitmeden önce bu adamı öldürmesi gerekiyordu. Bunun acı verici olduğunu biliyordu fakat o bir kral olacaktı. Böyle şeylere alışması gerekiyordu.

Fosil tırnağı daha sıkı tuttu. "Büyülü fosil tırnak; buraya hemen Mytic'in ölen karısını canlı olarak gönder," dedi Predezia dilinde. Adam ona öylece bakıyordu, çünkü ne dediğini bilmiyordu. Ki Petronus doğru şeyleri söylediğini düşünüyordu. Eğer o kızdan başka birisi yapabiliyorsa bile bu şekilde olacağını hiç düşünmüyordu; bir rahibe, bir kâhin, bir büyücünün olması gerektiğini tahmin ediyordu ki muhtemelen öyleydi.

Yine hiçbir şey olmadı. Odanın dışındaki sessizlikten, insanların korkup kaçtığı anlaşılıyordu. Ocakta kaynayan yemek çoktan yanmıştı ama alev almamıştı.

Mytic'in suratı kaskatı oldu. Siyaha boyanmış gözlerinden hüzün belli oluyordu.

"Olmadı mı?" diye sordu.

"Olmadı," diye cevap verdi Petronus. "Olmuyor işte. Fosili bize ver, gidelim. Eğer... Eğer ağzını açıp kimseye tek bir laf etmeyeceğine söz verirsen canını bağışlarım."

Mytic'in gözleri iri iri büyüdü. Öfkelendi. "Sen kim oluyorsun da benim canımı bağışlıyorsun? Benim canımı bir tek Mordroyketi bağışlar; bunu tanrıçamdan başka hiçbir insan yapamaz." Dişlerini birbirine denetledi ama dudakları vahşice aralanmıştı.

"Peki, o zaman hiç kimseye bir şey söylemeyeceksin, tamam mı?"

Petronus, yanağında hissettiği büyük acıyla beraber irkildi. Bir an dünya durmuştu sanki. Keskin acı yavaş yavaş yerini büyük sızıya bırakırken düştüğü yerden doğrulmaya çalıştı ve gözlerini araladı. Gözlerini bile yaş bürümüştü.

Mytic, onu tek bir yumruğuyla yere sermişti.

Petronus'un içini öfke kaplarken kaşlarını çatarak adama doğru geldi. Mytic ayağa kalkmıştı. Lamird'in de ayaklandığını fark edebiliyordu. Petronus, elindeki fosili pantolonunun cebine soktu ve adama sert bir yumruk atmaya yeltendi. Fakat adam, onun yumruğunu havada yakalamıştı.

Lamird'in, kılıcını kınından çıkardığını duydu. Tanıdık ses kulaklarını tırmalarken acıyla boğuşan elini adamdan kurtarmaya çalıştı. Ardından diğer eliyle kemerindeki kılıcı çıkarmaya çalıştı, ama Mytic onu fark etmişti ve Petronus'un diğer elini de sıkıca kavramaya başlamıştı.

Petronus'un her iki eli esir tutulurken kurtulmaya çalıştı. Mytic'in bakışlarından, ne kadar öfkeli olduğu görülebiliyordu. Gözleri, sanki içinde şimşekler çakıyormuşçasına parlıyordu.

Lamird, kılıcıyla beraber Mytic'e doğru geldiğinde adam, Petronus'u kapıya fırlattı ve yerdeki kanla kaplı kılıcını almak adına hızla eğildi.

Petronus'un sırtı acıyla can çekişirken kardeşine yardım etmek istedi ama bu şu anda mümkün değildi. Lamird, Mytic'ten ondan daha hızlı davrandı ve adamın gövdesine kılıcını savurdu. Çok iyi nişan alamamıştı; kılıç, adamın gövdesini yalnızca sıyırmıştı.

Mytic acıyla inledi ve iki büklüm oldu. Lamird bu fırsattan yararlanıp kılıcı, adamın kellesini almak için hareketlendi, fakat bu sefer hızlı davranan Mytic olmuştu. Mytic sola kaydı ve acıyla bütünleşen yüz ifadesine hâkim olamayarak yerdeki kılıcı aldı.

Petronus'un sırtı hâlâ çok ama çok acıyordu. Gözlerini yumup kulaklarını dolduran kılıç seslerinin bir an önce durmasını diledi. Lamird'in inleme sesini duydu ama arından gelen Mytic'in sesi daha fazlaydı. Petronus'un bir şeyler yapması gerekiyordu. Gözlerini açtı ve kemerine sıkıştırdığı degord'u kınından çekti. Hançerin kabzasını sıkıca tuttu ve dövüşen adamlara baktı. Degord'unu Mytic'e isabet ettirmesi gerekiyordu.

Nişan aldı ve fırlattı.

O kadar halsizdi ki. İsabet ettirmiş mi diye baktı. Evet! Evet! Hançer tam da adamın kalbine saplanmıştı.

Mytic iki büklüm olurken gözleri sanki kan çanağına döndü. Ellerini, kalbindeki hançerin kabzasına yönlendirdi. Yere düşerken yanındaki şamdanı da devirdi. Ortalık yavaş yavaş alev almaya başladı.

Lamird'in şakağından kan akıyordu ama hâlâ sapasağlamdı. Sendeleyerek Petronus'un yanına gitti. Bu sırada lambirden'ını kemerindeki kına geri koydu. Birkaç kez öksürdü. Ağabeyini kollarından tutarak kaldırdı. Petronus ise karşı koymayarak var gücüyle kalktı. Burnuna gelen yanık ve duman kokusunu solumamaya çalışarak birlikte odadan çıktılar.

Muhtemelen birkaç dakika sonra burası kül olacaktı. Zaten içeride, mutfaktaki ölüler hariç, tek bir insan bile kalmamıştı. Koca tavernanın sahibi de ölmüştü. Yani kimse bir şey kaybetmeyecekti.

Birlikte tavernadan çıktıklarında herkes kendi halindeydi. Sabah olmaya başladığı için çoğu kişi gitmişti ve sokak çalgıcısı da yoktu. Taverna tamamen alev alınca muhtemelen insanlar denizdeki suyu içeriye çarpacaklardı.

Lamird ve Petronus, bundan sorumluymuş gibi görünmemek için hızla ahıra gidip kısraklarını aldılar. Tek bir kelime bile etmeden atlarını dörtnala vurdular. Sahildeki bazı insanlar onlara bakmıştı ve herkes epey garipsemişti. Ki bunda haklıydılar.

Bir süre sonra cadde arasındaki boş, güvenli bir alana girdikleri zaman atlarını durdurdular ve birbirine baktılar. Lamird, "Fosili aldın, değil mi?" diye sordu şakağındaki kanı elinin tersiyle silerken.

"Evet," dedi Petronus. Uykuya ihtiyacı vardı ve fosili bulmaya sevinecek hali bile yoktu. "Buldum."

"Mordroyketi ye şükür! Az daha ölecektim, Petronus. Beni kurtardın, teşekkür ederim."

"Ahmak, teşekkür etme," diye homurdandı Petronus, cebindeki fosili yoklarken. "Biz kardeşiz!"

Lamird gülümsedi ve Petronus'un elindeki fosile baktı. "İyi iş çıkardık. Tahta geçip tüm ülkenin sorumluluğunu üstlenmeye hazır olmalısın, kardeşim."

***

Lev için bugün, her zamanki gibi, kasvetli bir gündü. Petronus'tan altı-yedi günden beri ses seda yoktu. Ne mektup yolluyor, ne de bir yaşam belirtisi veriyordu. Onun için endişeleniyordu.

Altı buçuk gün boyunca neredeyse hiçbir şey olmamıştı. Darya'yı pek görememişti ve onu ne zaman görse, kız ona karşı mesafeli davranıyordu. Yelena ise yüzüğünü ona geri vermişti. Artık Yelena onun hiçbir şeyiydi. Eşyaları vermemişti çünkü eşyalarının neredeyse hepsi Lev'e aitti. Bu yüzden vermeye tenezzül bile etmemişti. Eğer verirse elinde hiçbir şey kalmazdı. Ki eşyalar Kral Lev'in hiç umurunda değildi. Bir beladan kurtulduğuna seviniyordu.

Dün kardeşi Oleg, Lev'i ziyaret etmeye gelmişti. Lev buna sevinmişti ve onu güzelce ağırlamıştı. Şu anda hâlâ saraydaydı. Üç gün sonra gideceğini söylemişti.

Diğer kardeşleriyle görüşmüyordu Lev. Daha doğrusu görüşemiyordu. Çünkü onlar bulundukları mıntıkadan oldukça uzaklardı. Onlar da gelmeye tenezzül etmiyordu. Bu, Lev'in pek de umurunda değildi; umurunda olmayan diğer şeyler gibi.

Umursamamak mükemmel bir şeydi.

Şimdi ise geceydi. Bir gün daha bitmişti ve çoğu kişi odasına çekilmişti. Lev henüz odasına gitmemişti. Avluda yalnız başına oturup, başını dinleyip düşünüyordu. Oynadığı oyunu mutlu son ile bitirmeye çok az kalmıştı ve bu oyunda Darya bir piyon değildi; o, oyunun ta kendisiydi.

Eğer Petronus, büyülü fosil tırnağı bulursa ne olacaktı. Darya'ya kendi dileğini nasıl söyleyecekti? O söylese bile Darya yapacak mıydı? Ne diyecekti? "Dünyadaki en güçlü kişinin ben olmasını sağla, Darya. Herkesin bana itaat etmesini sağla," mı diyecekti? Bu dünyadaki en saçma şey olurdu. Darya kendi istediğini söylerse ne olacaktı? Ona ihanet ederse... Bir yolunu bulup halletmesi gerekiyordu.

Darya kötü birisi değildi; onu harcayamazdı. Onu eski tanrıça seçmişti. Üstelik yaşanmışlıklar vardı. Yani... Yani Lev onu öylece köşeye savuramazdı. Onun iyi bir kız olduğunu biliyordu. Ama ne hissettiğini bilmiyordu. Kalbinden emin değildi. Âşık olmak aptalcaydı, bunu istemiyordu. Kalbinde aşka ait hiçbir şey olmamalıydı. Sevgiye dair kini vardı.

Burnunu avlu bahçesindeki güzel karanfil kokusu doldururken gözlerini yumdu ve arkasına yaslandı. Sıkıntıyla iç çekti. Hikâyesinin sonunun iyi bitmesini istiyordu. Mücadele ettiği şeyler için çabalamak onun işiydi. Asla ama asla etmemeliydi, ki pes etmek söz konusu bile olamazdı. O, babası Dmitry gibi olamazdı. Lev aylak bir kral değildi. Lev güçlü, ne istediğini bilen, hırslı bir kraldı.

Gözlerini açtığında gökyüzündeki yıldızları gördü. Yıldızlar, lacivert gökyüzünde beyaz benekler oluşturuyordu. O anda Lev bir anlığına gökyüzüne girmek istedi. O sonsuzlukta kaybolmak...

Yanına birinin geldiğini hissettiğinde hafifçe irkildi ve kafasını aşağıya indirip yanına gelen kişiye baktı. Gelen Darya'ydı. Korsajlı, siyah bir elbise giymişti ve uzun, sarı saçlarını önlerden kalınca örüp arkasında toplamıştı. Boynunu malakit taşlı bir gerdanlık sarmıştı. Bu malakit, köprücük kemiğine inanılmaz güzel bir dokunuş yapıyordu. Elinde iki şişe şarap vardı. İkisi de açılmamıştı; içilmemişti.

Darya, şişe tutan sağ eliyle Lev'in boş yanını gösterdi. "Oturabilir miyim?" diye sordu.

Lev şaşırdı ama belli etmedi. Ellerini kafasından çekip, "Tabii," diye mırıldanmakla yetindi.

Kız usulca adamın yanına oturdu. İkisi de gecenin sessizliğine gömüldüler.

Darya, Lev'e bir şarap şişesi uzattığında Lev itiraz etmeden aldı. Cam şişenin mantarını açtı ve kırmızı şaraptan birkaç yudum aldı. Şarap, tatlı acılığı ile birlikte midesine yol alırken, sıvının soğukluğundan dolayı bunu hissetti. Bugünden beri hasret kaldığı bu içkiden birkaç yudum daha aldı.

Kral Lev, "Hava da ne karanlık... Hiç sevmem," diye mırıldandı boş boş. Amacı sadece sessizliği dağıtmaktı.

Darya, Lev'e bir bakış attıktan sonra önüne döndü. Ardından şişeyi boğazına dikti. Açıktaki boğazı hareketlenirken dudakları kırmızı şarapla ıslandı. Bu yüzden elinin tersiyle ağzını sildi. "Karanlığın güzelliğini ancak aydınlık bir gözle bakarsan görebilirsin," diye bir lafı ortaya attı.

Lev, kızın cevabına şaşırdı. "İçinde karanlık varsa bir daha bir daha aydınlık gözle bakamazsın," dedi. "Çünkü ışığın çoktan sönmüştür." İç çekti ve cam şişeyi kavrayan ellerini biraz olsun gevşetti. "Işığım yok ama içim bir alevle yanıyor."

"O zaman..." diye mırıldandı kız, bakışlarını adama sabitlerken. Dolgun dudakları gölgeyle aralandı. "Karanlığına ateş tutmak varken, neden o ateşte yanarsın?"

Lev duraksadı. Kaşlarını çattı. "Öylesine siyaha büründüm ki, içimdeki ateş bile o karanlığı aydınlatmaya yetmez."

"Bunlar derin konular," deyip geçiştirdi Darya. "Ve ben derinlikten hoşlanmam. Boğulmaktan korkarım."

"Korkma." Lev gözlerini Darya'ya sabitledi. "Korku en büyük düşmanın olmalı."

Darya birkaç saniye boyunca şarabını içti; cevap vermedi. Ardından, "Sen de korkuyorsun," dedi.

Lev bunu inkâr edemezdi. O da bazı şeylerden korkardı. "Derinlikten korkmam," diye cevap verdi. "Korktuğum şeyler, saçma şeyler."

"Gözden düşmekten korkuyorsun. Toplumdan korkuyorsun. Korkmaktan korkuyorsun. İnsanlara yapabileceğin şeylerden, caniliğinden korkuyorsun. Eskiye dönmekten korkuyorsun. Karanlıktan nefret ediyorsun ama ışıktan da korkuyorsun. En ufak sevgi kırıntısından bile korkuyorsun. Bu kadar korkak birinin, bana korku hakkında nasihatler vermesi doğru mu sence?"

Kral Lev cevap vermedi. Kısmen doğruydu. Hatta tamamen doğruydu. Ama toplumdan değil de, toplumun yapabileceği şeylerden korkuyordu. Boğazını kuru bir şekilde temizledi ve şarabın mantarını şişenin içine attı.

"Eskiden insanlardan da korkardım," diye mırıldandı Darya gözlerini uzaklara daldırırken. "Ama artık hiçbirinden korkmuyorum."

"İnsanlar, korkulması gereken yaratıklar değildir. Asıl kendinden korkmalısın. Herkesin içinde bir canavar vardır ve bu canavar hiçbir zaman başkalarına karşı gün yüzüne çıkmaz. Ama içindeki canavar başkalarını değil de, seni yer bitirir. Kendinle savaşa girersin. Ve bu savaşı kazananlar hep canavarlar olur. Senin içinde yaşayan canavar bir tek sana düşmandır." Lev elleriyle kendini gösterdi. "Bir süre sonra içindeki canavar tüm bedenini işgal eder; kontrolü eline geçirir."

"Biliyorum." Darya, Lev'in avuç içini, kadife eldivenli başparmağıyla okşarken gülümsedi. "Ama sen, canavarınla hiçbir zaman savaşa girmedin. Yalnızca ona teslim oldun ve bedenini işgal etmesine izin verdin."

"Ben buyum. Canavarın tam kendisiyim. Kral olmayı bile hak etmiyorum."

Darya ne itiraz etti, ne teselli verdi. Yapılması gereken şey tam da buydu. "Aynen," dedi. "Kral olmayı hak etmiyorsun." Ama gözlerinde şefkat vardı. Gözleri, diliyle aynı şeyi söylemiyordu.

Bir muhafızın, diplerinde bitmesiyle beraber Lev irkildi ve yayıldığı yerden biraz olsun dikleşti. Elini, Darya'nın elinden hızlıca çekip ceketinin yakasını düzeltti. Soru sorarcasına adama baktı.

Muhafız, "Majesteleri, sizinle görüşmek isteyen biri var. Bir atlı..." dedi.

Lev şüpheli bir yaklaşımla bakışlarını avlunun kocaman kapısına yönlendirdi. Kapı aralıktı ve arkadaki adamla bir muhafız ilgileniyordu. Buradan atlı adamın yüzü gözükmüyordu ama doğru atının kafası fark edilebiliyordu. "Gece gece kim bu?" diye sordu. Darya ile konuşmasını böldükleri için onlara içinden küfretti ve ayaklandı. Ardında bıraktığı Darya'ya baktığında umursamazca, dik bir şekilde şarabını içtiğini gördü. Gözleri başka tarafa bakıyordu.

Kral Lev adımlarını avlu kapısına yönlendirdi. İçi merakla bürünürken ahşap kapının aralığından baktı.

Petronus Ementry ve onun kardeşi. Kardeşinin adı hakkında hiçbir fikri yoktu, önemli de değildi. Sadece kardeşi olduğunu biliyordu.

Petronus'u görmeyi beklemiyordu.

Dudakları şaşkınlıkla aralanırken, "Neden buradasın?" diye sordu.

Bunun üzerine Petronus gülümsedi ve atından inmek için ayaklarını üzengilerine bastırdı. Atından indi ve, "Girebilir miyim?" diye sordu.

Lev kafasını onaylarcasına salladı. Petronus'un reveransını yaptıktan sonra atını avluya çekişini izledikten sonra birlikte avlunun ıssız yerlerine yürüdüler. Onları sessizlik yönlendiriyordu.

Lev durdu. "Neden geldin? Yürümek için mi?" diye sordu sertçe. Boğazında bir yumru oluşurken gözlerini kıstı.

"Durun, majesteleri." Petronus elini kürkünün dublesine attıktan sonra küçük, yaldızlı bir sandık çıkardı. Yeni bir sandığa benziyordu. Lev'in kalbi tekledi; tahmin ettiği şeyin olmasını istiyordu. Gözünü aşırı heyecan bürürken, Petronus yaldızlı küçük sandığı yavaş yavaş açmaya başladı.

Lev'in artık sabrı kalmamıştı. "Hadi!"

Petronus sandığı tam olarak açtı. Lev, sandığın içindeki şeyi gördüğünde bayılmamak için zor tuttu. Vücudu kaskatı kesilirken sırtından aşağıya buzlar dökülmüş gibi hissetti; midesi kasıldı. Sandığın içindeki şey büyülü fosil tırnaktı.


2. kitapta görüşmek üzere! 

Continue Reading

You'll Also Like

73.6K 2.7K 13
"Seni çok seviyorum Çavê Şîn. Seninle gözlerimi açıp kapatacak kadar. Seninle doğup ölecek kadar. En çokta o mavi gözlerine aşık oldum."
22.4K 62 8
Selam ben Asya 26 Ekim 2008 doğumluyum. doğduğum günden beri bir yurtta kalıyorum, annemi ve babamı hep çok merak etmişimdir. Neden bıraktılar beni b...
303K 26.3K 47
Astsubay Kıdemli Başcavuş Tuğra Duman, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin seçkin bir birimi olan Pençe timinin yardımcı komutanıdır. Görev, sınır ötesindeki...
195K 16.1K 42
Av oyunlarını bilir misiniz? Hani bir ormana hayvanları salarlar, en hızlı avcıyı bulabilmek için. Avcılar için bir zevk ve güç gösterisi olan bu oyu...