KAÇAK GELİN

By edibeh

8.6K 177 1

“yakında yeniden buluşacağız. Git ve kendini iyice sakla. Seni kesinlikle bulacağım.” diyen en yakın arkadaş... More

KAÇAK GELİN
2.Bölüm
3.Bölüm
4.Bölüm
5.Bölüm...
6.Bölüm
8.Bölüm...
9.Bölüm
10.Bölüm...
11.Bölüm...
12 Bölüm...
13. Bölüm...
14.Bölüm...
15.Bölüm...
16.Bölüm...
17.Bölüm
18.Bölüm...
19.Bölüm
20.Bölüm...
21.Bölüm
22.Bölüm...
23.Bölüm...
24.Bölüm...
25.Bölüm...
26.Bölüm...
27.Bölüm...
28.Bölüm...
29.Bölüm (Finale bir kala...)

7.Bölüm...

197 6 0
By edibeh

Ankesörlü telefonu; ankesör kısmını telaşla kaldırıp birkaç tuşa bastıktan sonra almayı unuttuğu derin nefesleri aldı. Deli gibi koştuğu için midesine kramp girmişti. Bu yüzden telefon çalarken iki büklüm olmuş ağrısını bastırmaya çalışıyordu. Telefonun açılıp “Efendim…” sözünü duyması üzerine hızla doğrulup “Benim” dedi.

Heyecandan kalbi durmak üzereydi. Bir süre telefonda sessizlik olsa da şaşkın bir ses doldu kulaklarına. Buda chin ho’nun derin bir nefes almasını sağlıyordu. Elini cama yaslayıp “Acil buluşmalıyız young jea” dedi. Kalbi göğüs kafesini yarıp geçecek şekildeydi.

Ailesinin başını belaya soktuğunun farkındaydı ama birinden yardım istemeliydi. Young jea şaşkınlıkla “Buluşmak mı? nasıl?” dedi. Abisinin Amerika da olduğunu sanıyordu hala.

“Dinle beni. Annemlere belli etme. Kore’ye döndüm. Jessica’nın başı belada. Bu yüzden bir miktar paraya ihtiyacım var. Telefonum yok sakın beni arama.”

Sözleri hızlı hızlı söyleyip saatini kontrol etti. Neredeyse bir dakikayı doldurmak üzere olduğunu fark edip young jea’nın ne cevap vermesini beklemeden hızla telefonu kapattı. Nerede buluştuklarını ve ya her zaman ki yer gibi bir şey diyemezdi. Young jea’nın telefonunun dinlenme ihtimaline karşı kelimelerine saklamıştı buluşma yerini.

Young jea’nın zeki olduğunu bildiği için içi rahattı. Hızla bulduğu yerden ayrılıp elindeki elbiseyi bir çalının üstüne attı. Tek amacı Hye su’yu takip etmelerini engellemekti. Kızın ceketini ise yine kızın çantasına tıkıp geldiği yönün aksi tarafına doğru yürüdü. Siyah bir şapka ve siyah bir güneş gözlüğü takmıştı ve başı önde dikkatlice ilerliyordu.

Aklındaysa hye su vardı. Telefonunu ona vermekle hata yapmıştı. Biran önce ondan kurtulması gerektiğini söylemeliydi. Young jea ile buluşacakları yere doğru ilerlerken etrafına bakınmayı da ihmal etmiyordu. Young jea’nın kendisinden bile zeki olmasına ilk kez mutluydu. Tam bir saat sonra ulaşması gereken yere ulaştı. Burayı çok severdi. Sırtını ağaca yaslayıp han nehrinin güzelliğine baktı. Kore’ye döndüğü an buraya gelirdi ve yine buraya geliyordu. Bu sefer young jea ile buluşmak için.

Başını ağaca yaslayıp gözlerini kapadı. Öylesine yorgundu ki birkaç saatlik uyku bile yorgunluğunu alabilirdi. Arkasında duyduğu sesle düşüncelerinden kurtulup ağacın arkasından çıktı. Young jea elinde küçük bir çantayla huysuz bir şekilde yüzüne bakıyordu. Çantayı ona uzatırken “Arabanı iki sokak geriye park etmen çok zekiceydi.” Dedi. Diğer yandan da parmağıyla arka tarafı gösteriyordu.

Chin ho onun huysuzca suratını buruşturmasına gülerek baktı. En azından arkasını kollayacak biri vardı. Uzatılan çantayı alıp içine baktı. İçinde Gri bol bir kapüşonlu ve rahat bir kot vardı. İstemeden içindekilere gülüp “arabamı mı karıştırdın sen?” dedi. Valizinin hala arabanın içinde olduğunu hatırlamıştı.

Young jea bir ayağına ağırlığını verirken “Eve iki sokak uzaklığa bıraktığın arabayı görmeyeceklerini mi sandın? Beynini nerede aldırdın sen?” diye çıkıştı abisine. Ne olduğunu bilmese bile abisinin beladan bahsetmesi saçmalıktı.

Hele de hye su deniyorsa kesin babasıyla alakalıydı. Aslında eve gelen düğün davetiyesini görmüş ve bayağı bir şaşırmıştı ama sevgili abisi Kore’ye gelmiş ve beladan bahsediyorsa bu da demek oluyor ki sevgili ablası hye Su’yu kaçırmıştı.

Chin ho kardeşinin çıkışmalarına gülümseyerek baktıktan sonra “sen ne güne duruyorsun?” dedi. Onun varlığı sayesinde şuan bu kadar rahat duruyordu. Düşüncelerini geri itip aniden ciddileşti. Elindeki çantayı yere bırakıp birkaç adımda yanına geldi.

Young jea’nın ellerini kavradı hızla. Kardeşinin yüzüne dikkatle baktı. Kendisinin aksine yüzü pürüzsüzdü. Kendisinden 1 yaş küçük olmasına rağmen daha genç duruyordu. Kavradığı elleri bırakıp hiç düşünmeden kendine çekip ellerini sırtına koyarak sarıldı. Eğer bir şey olursa en çok young jea’yı özlerdi.

Young jea sanki her şeyiymiş gibiydi ve bunu bu gün bir kez daha anlamıştı. Gözlerine korkudan mı yoksa telaştan mı bilinmez yaşlar hücum ediyordu. Boğazının kuruduğunu hissetse de önemsemeden konuştu.

“Eğer bana bir şey olursa… Hye su’ya ve ailemize iyi bak. Sana güveniyorum.”

Young jea duyduğu şeyle hızla abisini geri itip yüzüne baktı. Kirpiklerini ıslatan yaş taneleri belirgindi. Onun yüzüne bakarken üzgünlük değil öfke hâkim oluyordu. Abisini sarsarak “Ne saçmalıyorsun seni aptal!” dedi. Az buçuk durumu kavrasa bile ona bir şey olma ihtimali; hele de hayatının tehlike de olma ihtimali onu deli ediyordu. Üzerinde duran ince gömleğin yakalarına yapışıp çekiştirerek sorusunu yineledi.

“Sen ne saçmalıyorsun seni aptal! Ha? Ne saçmalıyorsun?”

Gözleri öfke saçıyordu. Abisinin kimin için böyle salakça konuştuğunu anlayamıyordu. Chin ho başını öne eğip onun itelemelerine önem vermeden “beni öldürmekle tehdit etmiş hye su’yu…” dedi.

“bunu bilmene rağmen… Bunu bilmene rağmen onu kaçırdın mı?”

“onu bir başkasına veremem! Eğer o birinin olacaksa mutlaka ben olacağım!”

“Aptal mısın sen? Senin beynin yok mu? Kimin kızını nereye kaçırdığının farkında mısın sen! O park hyun! Bu kadar serveti nasıl yaptığını sanıyorsun yardıma ihtiyacı olan insanlara yardım ederek mi?”

Young jea öylesine öfkelenmişti ki abisini deli gibi sarsıyordu. Chin ho ise ona direnmiyordu bile. Başı öne eğik onun bağırışlarını dinliyordu. Bay park’ı çok iyi tanıyordu. Kim olduğunu; Kore’nin ekonomisini bile ellerinde tuttuğunu çok iyi biliyordu. Hiçbir işinin de yasal olduğu rastlanmamıştı ama sırf hye su için babasının kimliğini saklamış ve adama yakın kalmıştı.

Şimdi ise sevmeye çalıştığı adama baş kaldırıyordu. Muhtemelen ezilip geçilecekti ve asıl endişesi ailesiydi. Sahip oldukları şirket hye suların şirketleri kadar olmasa da gayet iyiydi. Babası Chin ho tıp fakültesine giderken bir hastane bile yaptırtmıştı. Aileden aileye aktarılan servet bu güne dek bir won bile azalmamış aksine katlanmıştı.

Dillerini dişlerine takarak çok çalışmış ve bu güne gelmişlerdi. Bu servet için bile üzülmemişti chin ho ama babasının fakir insanlar için didindiğini bildiği için olsa gerek bu servetten de ailesinin vazgeçemeyeceğini düşünüyordu. Düşüncelerinden sıyrılıp yakasında duran elleri itip “artık geriye dönemeyiz!” dedi. Hye su’nun çoktan kayıplara karıştığından emindi.

Young jea ellerini saçlarına atıp bir süre deli gibi etrafa baktı. Öfkeden sık sık küfürler yağdırıyor abisine bağırıyordu. Sonun da ellerini başından çekip “Onu bul ve geri getir!” dedi. Aklına başka bir fikir gelmiyordu. Ailesini bile düşüncesizce tehlikeye atan adama öfkeyle bakarak sözlerini yineledi. “Onu bul ve geri getir. Böylelikle bay parktan af dileriz. Kimse zarar görmemiş olur…”

Chin ho duyduğu şeyle gözleri kocaman açılmış kardeşine bakarken istediği şeyle bitin halinden kurtuldu. Onu iteleyip “Ne saçmalıyorsun sen!” diye bağırdı. Onu ne zorluklarla oradan çıkardıktan sonra geri götürmek saçmalıktı. Onu asla böyle bir tehlikeye geri sürüklemeyecekti. Young jea abisinin kollarını yakalayıp öfkeyle gözlerine baktı. Eğer o aptalca davranacaksa kendisi temizlerdi yaptığı pisliği. Abisini yeniden itip düşüncelerini dile getirdi.

“Eğer sen ailemizi koruyamazsan ben korurum! Yaptığın pisliği temizlemeye cesaretin yoksa ben temizlerim!”

**

Hye su burnuna gelen çiçek kokularını huzurla içine çekti. Sıcacık yatakta yan dönüp hafifçe gülümsedi. Sıcak olduğu kadar yumuşacık ve rahattı. Hatta fazla rahat… Telaşla gözlerini açtı. Yine bulunması gereken odadan daha farklı bir yerde uyanmıştı. İki kişilik yatak her şeyiyle bembeyazdı. Karşısında duran aynalı komedin koyu renk ahşaptan yapılmış ve son derece modern gözüküyordu. Hızla yataktan doğrulup etrafa baktı. Bulunduğu oda eski tarz gibi gözükse de son derece modern ve şıktı.

Karşıda duran duvarın yerini koyu renk camlar almıştı. Dışarısı tamamen hoş bir bahçeye ev sahipliği yapıyordu ve o yeşillik çok uzak noktalara kadar gidiyordu. Hızla yataktan çıktı. Tanrıya şükürler olsun ki hala o kocaman gelinlik üzerinde duruyordu. O kabarık kaz tüyüyle bile rahat bir uyku çektiyse yatak kesinlikle pahalı olmalıydı.

Dağılan sarı saçlarını eliyle ensesinde toplayıp birbirine doladı. Bir süre nerede olduğunu düşündü. Hatta bir ara yakalandığını bile sandı ama yakalanmış olsa üzerinde ki gelinliği çıkartmış olurlardı. Yavaşça odadan çıkıp merdivenlerden aşağı indi. Ev öylesine şık ve moderndi ki insan şaşkınlıktan küçük dilini yutabilirdi.

Merdivenlerin sonunda bulduğu geniş salon ise modernliğin ötesindeydi. Bulunduğu oda gibi burası da camla kaplıydı. Bir süre dikkatle cama odaklandı. Cam sanki bombeli gibi duruyordu. Gözlerini kısmış cama dikkatle bakarken “Gördüğün gibi dışarıya doğru camlar. Yani oval gibi duruyor dışarıdan baktığında.” Diyen birisi ile olduğu yerde sıçradı.

O sesi tanımıştı ilk ama yine de beklenmedik bir anda konuştuğu için sıçramıştı. Bakışlarını ters yönde ayakta duran adama çevirdi. Eve uyumlu üzerinde gri dökümlü bir kazar ve altında ona uyumlu bir eşofman vardı. Yüzü ilk gördüğündeki gibi hala ay gibi parlıyor. Yüzüne uyumlu geniş gözlükler takıyordu. Elindeki beyaz bardağı işaret edip “kahve ister misin?” diye sordu.

Eğer il sung konuşmasaydı daha çok inceleyebilirdi ama incelemeyi bırakıp “Evet.” Dedi. Elinden geldiğince gülümsemeye çalışıyordu ama gülümseyemiyordu. İl sung arkasını işaret ederek “Mutfak o tarafta kendine bir bardak al ve doldur.” Dedi. Öylesine rahat bir tutumu vardı ki hye su şaşkınlıkla ağzını açtı. Böyle havalı kendini beğenmiş birini ilk kez görüyordu.

Matt bile bu adamdan daha mütevazı gözüküyordu şimdi gözüne. Hye su işaret edilen yerin aksine yürüyüp beyaz kanepeye gömüldü. Kanepe de en az yatak kadar rahattı. Ayaklarını uzatıp karşısında duran adama gülümsemeye çalışarak “kimsin?” dedi. Sorduğu soru tamamen saçma ve yersizdi. Bu soruyu sorması gereken kişi il sung olmalıydı ama onun yerine hye su soruyor bir de arsızca sırıtıyordu.

İl sung hayretle ağzını açıp “bunu bana sen mi soruyorsun?” dedi. Söylediği kesinlikle saçmalıktı. Ama kız başını sallayıp onu onaylayınca karşısında duran deri korluğa oturup alayla güldü. Hemen arkasından önünde duran cam masaya bardağı koyup sırtını koltuğa yasladı.

O kadar havalı duruyordu ki başka bir zaman başka bir yerde karşılaşsa hye su kesinlikle bu adama sarka bilirdi. Ama şuan ki amacı bu adamdan biraz para koparmaktı. Adam bir süre kıza bakıp güldükten sonra elini önünde birleştirip konuşmaya başladı.

“Kaç yaşındasın sen?”

“25”

“Sence ben oradan senden küçük gibi mi gözüküyorum?”

“hayır.”

“o zaman Kore’de kendinden büyüklerle saygılı bir dille konuşulması gerektiğini biliyorsundur dimi?

“Evet. Sen kaç yaşındasın?”

“’28”

İl sung öylesine gururla söylemişti ki yaşını istemeden hye su elini azına kapayıp gülmesini engelledi. Öyle bir kendinden emin gözüküyordu ki bir ara yakışıklı yüzünün altında yaşlı bir adam sakladığını sanmıştı ama adam kendisinden sadece 3 yaş büyüktü. İl sung ise kızın kahkahalarına öfkeyle bakıp “Komik olan nedir?” diye çıkıştı. Evine izinsiz gelen kadın yâda kız karşısına geçmiş saygısızca gülüyordu. Hem de bir teşekkür bile etmeden.

Hye su elini ağzından çekip öfkeli bakışlarının aksine sevecen bir tutumla bakıp “benden çokta büyük değilsin.” Dedi. Her defasında senden büyüğüm diye dolanan adam kendisinden sadece 3 yaş büyüktü. Hoş Kore’nin kültüründe biri senden bir gün bile büyük olsa onunla saygılı konuşman gerekirdi ama hye su’yun Amerika da alıştığı tek şey bu olduğu için karşısında duran yakışıklıyla saygılı konuşamıyordu.

Patavatsızca verdiği cevaplar yüzünden il sung’un öfkeli bakışlarıyla susup bakışlarını etrafa çevirdi. Öylesine güzel bir evde yaşıyordu ki adam; şaşkınlıktan ne demesi gerektiğini düşündü. sonunda il sung’a bakıp “bu cennet yer senin mi?” diye sordu. Öylesine hayran kalmıştı ki eve; böyle bir evde kalsa asla dışarı çıkmazdı.

İl sung’un öfkeli bakışlarıyla buluştuğunda tırnaklarını dudaklarına götürüp sustu. Onun bakışlarından nedense susması gerektiği mesajını çıkarıyordu. İl sung oturduğu yerden kalkıp eline yeniden beyaz bardağını da aldıktan sonra geldiği yöne doğru yürüdü. Yürürken de kıza bakmadan “geldiğin odada kıyafetler var. Onları giy ve aşağı in. nereye gitmek istersen seni bırakacağım.” Dedi.

Onu bu saray yavrusu evinde bir dakika bile tutmak istemediğine karar vermişti çünkü. Hye su gözlerini kısmış adamın arkasından bir süre baktıktan sonra muzur bir gülüş yüzüne yerleştirip bu adamdan para koparacağına emin oldu. Geldiği yöne doğru yönelip etrafa daha dikkatli baktı. Bir gün kendi evi olursa bu adamın kullandığı iç mimarı kullanmaya karar verdi. Bu ev gerçekten de harika ötesiydi.

Çıktığı odaya girip etrafına bakındı. Katlı duran kot pantolon ve siyah bir badi gözüne ilişti. Bembeyaz odanın içinde tezat duran şeyleri nasıl en başta fark edememişti. Kıyafetleri üzerine geçirip gelinliği yatağın üstüne fırlatır gibi attı. Artık rahatlamıştı. En azından kendini sıkan bir şey yoktu. Üzerine tam oturan kıyafetlerle biraz rahatlayıp yatağın hemen yanında duran yeşil converselerini geçirdi.

Aynada yansımasına bakıp yakın zamanda siyah bir şapka ve gözlük alması gerektiğini aklının bir köşesine yazıp aşağı indi. Hemen merdivenlerin dibinde manken gibi dikilen adamla gözlerini kırpıştırmak zorunda kaldı. Hiç dikkat etmemişti ama kendisinden uzundu. Hoş kendisinden Chin ho bile uzundu ama olsun bu adamın chin ho’dan bile uzun olduğunu düşündü.

“Hazırsan çık…” kurduğu cümle boğazına dizilmişti. Hemen arkasından gelen firen sesi susması gerektiğini hissettirdi. Gözleri büyümüş kızda hayretle adama bakıyordu. Korkuyla bir merdiven geri adım bile atmıştı. Kulağına kapının açılma sesleri doldu. Aynı hızla sertçe kapanan kapılar. Şaşkınlıkla kıza bakıp “ben birini beklemiyordum” dedi. Aynı anda kulağına “Etrafı sarın!” bağırışı geldi. Yolun sonu gibiydi. Hye su bir adım daha geri atıp “yakalanamam.” Dedi. Eğer şimdi yakalanırsa bu Chin ho’nun ve kendisinin sonu demekti. Gözleri irileşerek az önce kurduğu cümleyi tekrarladı.

“Yakalanamam…”

Bölüm sonu…

Continue Reading

You'll Also Like

1.3M 58.9K 61
Aile problemleri yüzünden evden kaçmış ve kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan, aynı zamanda sinir hastası olan Pare, ucuza gelsin diye ikinci el...
9M 544K 62
Sosyal medya hesabı üzerinden futbol yorumculuğu yapan ve hayli popüler olan Dila Aral, kullandığı rumuz dolayısıyla herkes tarafından erkek zannedil...
1.3M 42.6K 38
Üzerime doğru yürümeye devam etti. Gelip tam karşımda durdu. Gözünü kırpmadan yüzümü inceliyordu. Gözlerini gözlerime dikti. Soru dolu bakışlarla y...
102K 6.6K 19
Ömer abi: Melis nerde? BxB kurgusudur