İNTİKAMIN PENÇESİNDE (+18)

By ElisyaRoyal

25.5M 906K 567K

♌ İNTİKAMDAN DOĞAN TUTKULU BİR AŞK ♌ Küçük yaşta anne ve babasının ölümüne şahit olan acımasız genç bir adam... More

▶ | Giriş
İP_1 | "KAR KÜRESİ"
İP_ 2 | "SİYAH TEHLİKE"
İP_3 | "DÖVMENİN ZIRHI"
İP_ 4 |️ "ŞEYTANIN SİLÜETİ"
İP_6 | "SOĞUK KELEPÇE"
İP_7 | "KAR KOKUSU"
İP_8 | "ÖZGÜRLÜK"
İP_9 | "EŞİKTEKİ CESETLER"
İP_10 | RUHTA UYANAN CANAVAR
İP_11 | "YENİ KARARLAR"
İP_12 | "KUZEN"
İP_13 | "KIRILAN İNANÇ"
İP_14 | "KARANLIĞIN NABZI"
İP_15 | İHANETİN PASLI BIÇAĞI
İP_16 | YERALTI KAFESLERİ
İP_ 17 ️| "YERE DÜŞEN KAN"
İP_18 | HESAPLAŞMA
İP_ 19 | KAYIPLAR
İP_20 | "ESKİ EV"
İP_21 | BIÇAK SIRTI
İP_22 | "SİNEMA"
İP_23 | KUĞULU PARK
İP_24 | "RUH SIZISI"
İP_ 25 | SİYAH ️BUZ
26_İP | "SINIR"
İP_19 | "ŞEYTANLA DANS"
13 ▶ | "İS"
14 ▶ | "ÖNSEZİ"
İP ▶ 15 | "KAÇIŞ"
16 ▶ | "ÖZEL"
17 ▶ | "UNUTMAK"
18 ▶ | "BAĞIMLI"
19 ▶ | "BEKÂRET"
20 ▶ | "PLAN"
21 ▶ | "SARHOŞ"
22 ▶ | "YANGIN"
23 ▶ | "KIŞ"
24 ▶ | "BAĞ"
25 ▶ | "KOVMAK"
27 ▶️| "BABA"
28 ▶️| "İZ"
29 ▶️| "MEKTUP"
30 ▶️| "ZEHİR"
31 ▶️| "SİYAH İNCİ"
32 ▶️ | "SERSERİ RÜZGÂR"
33 ▶| "ÂZAD"
34 ▶ | "ÖLÜ AŞK"
35 ▶️ | "DİLEMMA"
36 ▶️| "SESSİZLİK"
İP ▶️ 37 | "KORKU"
İP ▶️ 38 | "İSLİ KALP"
İP ▶️ 39| "GÜMÜŞ GÖZYAŞLARI"
İP ▶ 40 | "UYUMSUZ" ️
İP ▶ 42 | "KÖR KUYU"
İP ▶43 ️| "GERÇEĞİN PORTRESİ"
İP ▶ 44 | "ATEŞ KADEHİ"
İP ▶️ 45 | "️GECE TUTULMASI"
İP ▶️ 46 | "️MÜHLET"
İP ▶️ 47 | "️ÇAKALIN ISLIĞI"
İP ▶️ 48 | "️ATEŞ KIRAĞI"
İP ▶️ 49 | "BUZ KIRAĞI"
İP ▶️ 50 | "ÖLÜMLE RANDEVU" FİNAL
İNTİKAMIN PENÇESİNDE II
İP_51 | HAYAL KIRIKLIĞI
İP_52 | YAĞMUR VE KAR TANESİ
İP_53 | YAĞMURA GÖMÜLEN DÜŞ
İP_54 | HIRLAYAN NEFES
İP_ 55 | GERÇEĞİN DİKENİ
İP_56 | YANILGININ NEFESİ
İP_57 | KIŞ ÇİÇEĞİ
İP_58 | KAYIP RIHTIM
İP_59 | BOŞLUKTA BİR ÇINLAMA
İP_60 | İNSANIN KENDİ YIKIMI
İP_61 | ZAMAN YANLIŞI
İP_62 | KALBE GİDEN HARİTA
İP_63 | KUŞKUYA DÜŞERKEN

İP_5 | "AĞA TAKILAN ISLAK KELEBEK"

462K 19.3K 11.8K
By ElisyaRoyal

İşte 5. Bölüm!

Yorum yapmayı ve yıldıza basmayı unutma ❤

5. BÖLÜM | AĞA TAKILAN ISLAK KELEBEK

Karanlık bastırıyor yeniden
Ama biliyorum ki ölümlü uyku
Sallanan bir beşikte karabasana dönüşmüş...

Büyücü bir akrebin zehrinden gıdalanan dondurulmuş şuurum, şafak sökerken yavaş yavaş kendine geliyordu. Zihnimde bitmek tükenmek bilmeyen bir plak cızırtısı... Hiçbir melodi yok, zihnimin köşeleri korkunç melodramlarla dolu.

En son bir kâbusun ortasında ölmemiş miydim?

Eğer tüm o gördüğüm şeyler gerçek değilse, karanlık zihnimin içinden akan pis irinler olmalıydı.

Rüzgâr, ne acımasızdı. Esintileri, ne vurucuydu. Çok üşüyordum. Vücudum çıplak mıydı? Gözlerimi açamıyordum, bedenim acıyor, boğazım kurumuş, dudaklarım sanki birbirine yapışmıştı. Ötelerden gelen sesler duyuyordum. Bedenimde dalgalanan hissi başta kendimden sanmıştım ama hayır, bu basbayağı bir arabanın taşlık bir yol üzerinde gitmesiydi.

"Ne demek ilgilenmedi? O lanet olası onun annesi!"

Onun sesiydi, bu sesin ona ait olduğunu çok iyi biliyordum.

Edim Demiray'ın tehlikeli, ifadesiz sesi.

Gözlerimi açtığımda görüş alanımın bulanıklıktan çıkmasını bekledim. Bir an içimdeki her şey sustu, ne yapacağımı hatta ne hissedeceğimi dahi bilemedim. Anahtarı kaybolmuş bir kutu gibi hissediyordum. Başımı kaldırmak için hareketlendim fakat enseme bıçak gibi saplanan ağrı yüzünden yeniden uzanıp bir elimi enseme atarak ovaladım. Kendimi toparlamaya çalışırken Edim'in konuşmalarına odaklanmaya çalıştım. Diğer yandan Edim'in arabasına ne zaman bindiğimi hatırlamaya çalışıyordum, kafam zincirleme kaza geçirmiş olay yeri gibiydi. Araba hareket halindeydi. Edim'e neler olup bittiğini sorsa mıydım? Sonra gece olanlar aklıma su gibi döküldü; Khen, verdiği sıvı uyuşturucu, hareketsiz hâlim ve Edim'in görüsüntüsü... Bu yüzden sessiz kalmaya karar verdim.

"Ne yani çocuk bakıcılığı mı yapacağım?"

"....."

"Oraya bırakmak...," dedi, duraksadı. "Saçma olmaz mı?"

Ne konuştuklarını anlamıyordum ama Edim son soruda tereddütlü ve isteksizdi. Daha önce o ses tonuyla konuştuğunu hatırlamıyordum. Onun ses tonu her zaman tereddütsüz kendinden emin olmasının yanı sıra yıkılmaz, güçlü ve mesafeli çıkardı.

"Elbette hayır!" Tıslamıştı. "İntikamım herkesin her şeyin üzerinde, biliyorsun," dedi, buz gibi sesi insanı üşütüyordu, bir kez daha titredim. "Gerekirse gözümü bile kırpmadan kızı öldürürüm."

Tüm zamanların akrep ve yelkovanı aynı anda durmuş, gün dönümü bile durmuştu sanki. Etrafa saçılan kelimelerin arasında tek bir kelimenin harfleri zamanı boşluğa itmişti. Öldürmek?

Edim beni öldürecekti, telefonda konuştukları her bir sözün muhatabının ben olduğumu hissedebiliyordum. Burdan hemen kaçmalıydım. Araba yavaşça dururken, nedense bu duruş aklıma tek bir şeyi getirdi beni burda öldürecekti. Kaçmalıydım. Daha nerede olduğumu bile bilmiyordum, bunu anlamaya çalışacak zamanım yoktu. Üstelik Edim'in neden beni öldürmek istediğini de bilmiyordum.

Araba tamamen durdu, ensemdeki ağrı kendini göstermesine rağmen aldırmadan doğruldum, hızla kapıyı açarak vücudumu dışarıya attım. Dışarı çıktığım gibi tüm gücümle koşmaya başladı.

Arkamdan sertçe kapanan kapının sesini ve, "Lavin!" diye öfkeyle bağıran Edim'in sesini duyunca mümkün olduğunca hızlandım.

Kahretsin, burası taşlık bir arazıydi, orman olsa belki onu şaşırtma veya kurtulma şansım az da olsa vardı, bu bomboş bir kadın kadar çıplak arazide ondan nasıl kurtulacaktım, bilmiyordum. Buradan bakınca birbiriyle iç içe görünen dağlar ve yine gökyüzüne uzanan tepecikler görünüyordu. İster istemez birinin öldürülmesine müsait bir yer diye düşünmeden edemedim, beni öldürmek için elini kirletmesine bile gerek yoktu; yüksek bir dağın tepesinden yuvarlaması yeterliydi. Edim arkamdaydı, muhtemelen yetişmek üzereydi. Eksileri ve artıları tarttığımda, eksi olan sonuçlar beni işaret eden bir denklemin içindeydim. Kalbim patlayacak gibiydi. Gücümün son kırıntılarını kullanırken sonunda ayağım bir taşa takıldı, dizlerimin üzerine düştüm. Zihnimden geçen kelimeler boğazına birer birer dizildi.

Yutkundum.

Yutkundum, ama neyi?

Hisettiğim hayalkırıklığını, acıyı, kimsesizliğimi, acizliğimi, ihaneti. Hepsini teker teker kanaya kanaya yutkundum...

Geriye sonu belirsizlik girdapı olan üç nokta kaldı.

Ağrıyan başıma, ciğerlerimin ve dizlerimin acısı da eklenmişti. Gözlerim doldu, yapmayacaktım kurtulamayacaktım. Kalkmaya çalıştığımda bana yetişen Edim, kolumdan sertçe tutup kaldırdı. Çenemden kavrayıp, "Benim karşımda hiçbir şansın yok, küçük aptal," dedi, sesi buz gibiydi. Gözleri... siyah gözlerinden, o siyah dünyadan aynı renkte alevler yükseliyordu. "Bir daha kaçarsan..."

Hırsla elini çenemden çektim. Nefes nefese, "Ne istiyorsun benden?"diye sordum, gözlerim yanıyordu. Onun karşısında ağlamayacaktım. Gözleri, yüzü, duruşu hiç tanıdığım Edim gibi değildi. Evet, görünüşü Edim'di ama sanki içine farklı bir ruhu hapseden bedenden farksızdı sureti. "Ben bir şey yapmadım."

"Doğru yapmadın," diye onayladı beni.

"O hâlde ne istiyorsun benden?"

"Senden değil."

Beni oyuna getirip tuzağa düşürmüştü, tıpkı ablamı da oyuna getirip tuzağa düşürdüğü gibi.

"Ablam mı?" diye sordum.

"Ne sen, ne de o şımarık ablan...," dedi, nefret dolu bir sesle. "Şimdi kapat çeneni, cevaplarını daha sonra alacaksın." Aramızda anlamsız ve sessiz bir bakışma geçti. Bakışındaki dikkat soğuktu. "Senin gibi bir çocukla uğraşmak yeterince berbat."

"Karşılaşmamız başından beri tesadüf değildi, o ara sokakta bilerek, isteyerek karşıma çıkmıştın."

Tek kaşını kaldırdı, "Bu durumda zekânı taktir etmeliyim, değil mi?" dedi, sesi alaycıydı. "Benim yaptığım hiçbir şey tesadüf olmaz."

Edim tekrar kolumdan tutup beni sürüklemeye başladığında başta itiraz edemeyecek kadar sersemlemiştim. Fakat daha sonra kolumu ondan kurtarıp, "Senden nefret ediyorum! Dokunma bana!" diye bağırdım, kendimi geriye doğru çektim. "Kendim yürürüm, ellerini üzerimde istemiyorum."

Edim önce gözlerini kıstı, sonra dudakları alayla yana kıvrıldı. "Demek benden nefret ediyorsun."

Korkutucu bir sakinlikle bana yaklaştı. Göğsümde çiçek gibi boy veren korkuyu görmezden gelmeye çalışırken, Edim hiç beklemediğim bir şey yaparak hızla dudaklarıma kapandı. Öylece afallayarak dondum, hislerim allak bullak oldu. İnanamıyordum, Edim beni öpüyordu. Ben bunun hayalini bile kurmaya cesaret edememiştim. Neden? Anlam veremeyen aklım, çareyi başımı terk etmekte bulmuştu sanki. Kocaman olmuş gözlerle yerimde bir heykel kadar hareketsiz durmaya devam ederken, onun ateş gibi yanan dudaklarının ıslak baskısı aniden çekildi.

Edim kaşlarını çatmıştı. Yıldızsız geceyi andıran gözlerinden tek saniye süren bir şaşkınlık ifadesi boş bir durakta duraksayan otobüs gibi geçip gitti. Fakat o gözlerde başka bir şey daha vardı; savaş. Açık açık kendiyle girdiği bir savaştı bu.

Ama o boğazını düşüncelerini temizler gibi temizlediğinde, gözlerindeki savaş hâli silindi. Neredeyse bunun kendi uydurmam olduğunu düşünecektim. Hiç bozuntuya vermeden, "Benden nefret etmiyorsun," dedi alayla. "Unuttun mu, bana âşıksın."

Mezar gibi suskunlaştım. Garip bir duygu içindeydim, sanki artık gerçek olduğumu hissedememekti bu.

Beni öpmüştü.

Hayır, bu bir öpücük değildi, bu bir alaydı; benimle alay etmişti.

Sözlerimin boşa olduğunu bana ispat etmeye çalışmış, bunu yaparken de dalga geçerek öpmüştü beni.

Ona öfkeyle bakarken, elleri bileğimi kavrayıp zorla yürütmeye başladı. "Keşke ölseydim," diye söylenmeme karşılık, "Keşke ölseydin," diye tekrarlarken beni, ölümün hecesini diline dolar gibiydi. "Böylece ben de seninle uğraşmak zorunda kalmazdım."

Şoför koltuğuna geçmeden önce beni arka tarafa fırlatarak kapıyı olduğu yerde titreten bir çarpmayla kapattı. Kendi koltuğuna yerleştiğinde kaçmamı önlemek için kapıları kilitleyerek arabayı hareket ettirirken ona belli etmeden gözyaşlarımı dökerek koltuğa sindim. Daha önce nasıl da Edim'in bir canavar olduğunu fark edememiştim? Kendime bunun için kızarken, aslında dün gece onun gözlerinde adını koyamadığım o kara duygunun artık ne olduğunu biliyordum.

Nefret...

Saf nefret vardı gözlerinde.

Hareket eden arabanın içinde, içten içe aptal olmama dert yanarken hassas olan bedenim uykuya teslim oldu...

🔸

Gözlerimi yeniden açtığımda, arabada uyanmayı beklerken küçük penceresi olan rutubetli her şeye sinen yoksul kokulu odada, eski bir yatağın üzerinde gözlerimi açtım. Başımın altındaki yastığın ortasındaki çukurlaşmış baş izini hissedebiliyordum, fakat o bana mı aitti yoksa benden önce bu yatakta yatan başka birine mi aitti bilmiyordum. Duvarlar parmak izleriyle dolu, kapı pis bir renge boyanmıştı. Tavandan sarkan lambanın üzeri katmerleşmiş siyah pislikle örtülüyken, içinden sızan ışığı soluk ve cılızdı.

Yattığım yerden doğrulup oturur pozisyona geçtim, odada benden başka kimse yoktu. Soğuktu, çok üşüyordum ve çok açtım. Ayaklarımı yataktan sarkıttım, zemine değen ayaklarımı indirdiğimden daha hızlı bir şekilde geri çektim, yer buz gibiydi.

Ayakkabılarımı yatağın hemen yanındaydı, alıp sakince ayaklarıma geçirdim. Ayağa kalktım ve üzerime baktım, yüzümü anında buruşturdum. Beyaz gömleğim neredeyse kirden dolayı kendi renginden çıkmış, siyaha yakın bir renge dönmüştü. Ellerim, kollarım, bacaklarım tüm vücudum kirliydi.

Saatler sürecek sıkı bir banyoya ihtiyacım var.

Gözlerimi devirdim, önceliğim burdan çıkmak olmalıyken neleri düşünüyordum böyle? Demirden kapıya ilerledim, açmaya çalıştım ama açılmıyordu. Yumruklamaya başladım. "Edim!" diye bağırdım, adının dilimde bıraktığı bakır tadına aldırmamaya çalıştım. "Aç şu kapıyı!"

Kapı gürültüyle iri yarı olan bir adam tarafından açıldı. "Edim nerde?"

Şeytanca gülümseyen adam, "Edim yok... ama ben varım," diyerek üzerime doğru yürürken, geriye sendeledim.

Edim yok.

Bu kısacık cümle, onun gözlerindeki mide bulandırıcı ifadeyle bitiştiğinde, kalbimin yaprak gibi kuruduğunu hissettim, bedenim içten dışa doğru titredi.

Alacağım cevap beni ölesiye korkuturken, "O nerde?" diye sordum. "Beni buraya Edim getirdi, yani burda olmalı."

Adam tek bir adım atmadı, durdu ve pis duvarlarda çınlayan bir kahkaha bıraktı. "Buranın neresi olduğu hakkında bir fikrin var mı, küçük kız?"

Boğazımın tıkandığını hissettim, başımı hemen hayır anlamında iki yana salladım. İnsanın kendinden başkasıyla olamadığı o derin yalnızlık duygusu, kalbimi avuçlarının içine almış sıkıyordu.

Adam, "Burası bir genel evin, en alt katı," dediğinde, nerde olduğumu bilmediğimin farkındalığı ona ayrı bir zevk vermişti. "Sessizdir, atılan çığlıklar asla bu kapının ardına ve duvarların dışına çıkmaz, çıkamaz." Sanki bu odaya giren kişi karanlığın içinde boğularak kana susamış bir canavara dönüşerek çıkıyormuş gibi seslendirmişti bu sözleri. Bir kez daha titredim. "Burda genelde ne yaparız biliyor musun?"

Cevap vermedim, gözleri vermek istediği cevap için cayır cayır tutuşmuştu. O gözlerde vereceği cevabın bir ilk değil de, defalarca kez tekrar edilmiş bir yanıt olduğunu görebiliyordum.

"Küçük kızları itaatkâr hâle getirmek için kullanırız bu odayı," dediğinde, soğuk gözlerim odayı taradı. Hep böyleydi bakışlarım, hayata soğuk bakmıştım ve bu bakışlar 18 sene boyunca beni korumuştu. Oysa şimdi aynı bakışların bu adamdan ve bu odadan koruyamayacağını hissediyordum.

Düşüncelerim ipi kopmuş boncuklar gibi dağılıp etrafa saçıldı, bu olanlar anlamsız bir kâbus olmalıydı. "Edim nerde?" diye yineledim sorumu. "Nereye gitti o?"

Adam atabileceği en çirkin, en ürkütücü kahkahayı bastı. "Edim'in nereye gittiğini merak ediyorsun demek," dedi alay ederek. Gözlerim sararmış dişlerine takıldı. "Burda bıraktı seni, artık buraya aitsin."

Gözlerim dehşetle açıldı, buraya bırakılmış mıydım? Hem de Edim tarafından? Kafamdaki alev alev yanan hiçbir düşüncenin sıcaklığı dinmiyor, açıklığa kavuşamıyordu. Beni sırf buraya bırakmak için kaçırdığı düşüncesi yalın biraz da uçuk geliyordu, oysa ben daha başka, daha büyük bir nedeni olduğunu düşünmüştüm.

Diğer yandan yalnız bırakılmışlık ve terk edilmişlik duygusu yine benliğimi kaplamıştı. Bana ağır gelen bu olay karşısında kendi yalnızlığıma kaçacak imkânım yoktu. Bu oda gözüme boş, karanlık bir ev gibi gözüküyordu ve içimde duvarlarını tırmalama isteği saçarak karanlık ürpertiler beliriyordu. Bir anlığına içime o kadar kapandım ki kendim ve dış dünya arasındaki uyum bozuldu.

Adam üzerime doğru yürürken, "Eğitim zamanı, küçük kız," dedi, aldığım nefesler boğazıma dizildi. Deprem molozlarının altında kalmışım gibi hareketsiz kaldım, boğulurcasına acı içindeydim. "Eğitimlerim hep eğlenceli geçer, aslında bu bir bakıma sana bağlı. Tek şartım uslu olman ve bana uyum sağlaman."

Sonunda budalaca tutumumu terk ederek adım adım geriledim. Uslu olmak mı? Ben kaderin fırtınasına karşı uslu yaratılmış ve öleceğimi bilsem bile ağırbaşlılıkla boyun eğen biri değildim. Başımda uğultu vardı, kalbim sıkışıyordu. Bu adama bırak kendi karanlık yoluma gideyim desem, beni bırakır mıydı?

"Eğitimin de, eğlencen de yerin dibine batsın!" diye bağırdım. "Rahat bırak beni."

Adam duraksadı. "Gözlerinde gördüğüm şey mücadele edeceğinin belirtisi mi?" Yine güldü. Rüzgârın en mide bulandırıcısı bu adamdan esiyordu. "Ah, evet o," dedi, kendi sorusunu yanıtlayarak. "Mücadelenin burda hiçbir işe yaramadığını bilmen gerekir, ölümü çağırmaktan başka."

Yanıt vermedim. Benim korkularımdan ölüm çıkıp gideli epey oluyordu. Gözlerim kapıya kaydı, ondan kurtulmanın bir yolu olmalıydı.

Belime uzanan kolundan kurtulmaya çalıştım. "Uslu dur," diyerek beni belimden yakaladı.

Çaresizce çırpındım, gözlerimi açtığım yatağa beni zorlanmadan atıp üzerime geldiğinde o anda yapabileceğim tek şeyi yaparak tırnaklarımı memnun yüzünün yanaklarına geçirdim; adamdan vahşi bir inilti döküldü, yanlarıma koyduğu elleri bir anda çekilerek birkaç saniye kendi yüzünü kapattı. Tırnaklarımın arasına dolan ılık sıvıyı hissedebiliyordum.

Ellerini yüzünden çekip, "Seni küçük sürtük, kim olduğunu sanıyorsun sen?" diye kükrediğinde, yataktan kaçmaya yeltendim. "Bu hareket sana çok pahalıya patlayacak, pişman olacaksın."

Öfkeli gözleri benden ayrılmadı, "Sana kim olduğumu göstereceğim, sürtük," derken, kumaş pantolonunu tutan kemerini açıp çıkardı. Gözlerm irileşti. Gelecek darbenin hissi yüzümü koruma güdüsüyle birleşince kollarımla yüzümü kapatıp yana döndüm. Çıplak koluma inen ilk kemer darbesiyle birlikte dudaklarımdan ilk çığlık da kopup duvarlardan tenime çarptı. Acıdan soluğum kesildi. "Benden hemen özür dile küçük sürtük!"

İkinci darbe...

Ben özür dilemediğim için üçüncü darbe de geldi. Dudaklarımdan zayıf bir sesle, "Yapma," kelimesi hece hece döküldü.

Karşımdaki adamın beni duyduğu yoktu, dilime biriken kelimeleri sarf etmenin de anlamı yoktu; egosunu tatmin etmek için darbelerine devam ediyordu. Kendinden zayıf olana eziyet etmek onu güçlü hissettiriyordu sanki, darbelerin şiddeti her defasında artıyordu. Başım, kollarım, gövdem ve bacaklarım... neresi denk gelirse acımasızca vuruyordu.

"Bitmesini mi istiyorsun?" diye sordu. "Benden hemen özür dile, küçük sürtük!"

Dişlerimi sıktım, bedenimi kastım. Hayır, ondan asla özür dilemeyecektim. Ölsem daha iyiydi ama dayanabileceğimi biliyordum.

Sonunda durduğunda ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordum, bütün vücudum uyuşmuştu. "İnatçı çıktın, bunu sevdim. Hemen teslim olsan yaptığım işin ne anlamı kalırdı," dedi, sesinden zevkin soluğu döküldü. Zorlayıcı kurbanlardan daha çok hoşlandığını anladım. Kemeri kenara bıraktı. "Sonuçta her zaman senin gibi birini bulamıyorum. Şimdilik bu kadar olsun ama merak etme, daha sonra devam edeceğiz."

Dudakları kıvrılarak üzerime uzandı, yüzüme siper ettiğim kızarmış muhtemelen birkaç dakikaya kadar moraracak kollarımı başımdan çekmeye çalışırken uğraş vermesi gerekmişti. Bütün vücudum sızlıyordu. "Bırak beni," dedim, sesim tıkanır gibi çıkmıştı. "Dokunma bana."

"Alış buna, çünkü artık burdasın," dedi acımasız sesiyle. "Açılışı benimle yaptığın için şanslısın."

Artık burda mıydım? Öyle olmalıydı. Edim beni buraya bırakıp arkasına bile bakmadan çekip gitmişti? Simsiyah bir incinmişlik hissediyordum. Üstelik ben daha tüm bunları niye yaşadığımı bile öğrenememiştim. Acaba annem hiç merak etmiş miydi? Barda edindiğim birkaç arkadaşın evinde hap almak için toplandığımız oluyordu bazen. O zamanlar ortadan kaybolurdum, bu durum devam ettiği için annem beni aramaz ya da aratmazdı. Yine annem beni sıradan kaybolduğum günlerden birinde sanıyordu büyük ihtimalle.

Ama şimdi annemin beni merak edip bulmasına başımın dertte olduğunu bilmesine öyle ihtiyacım vardı ki. Anneler, çocuklarının başına gelen şeyleri hissetmeliydi; anne olmanın ne anlamı olacaktı yoksa. Dudaklarımdan bilinçsiz bir istekle, "Anne... yardım et," cümlesi döküldüğünde, adamın elleri bacaklarımda dolaşıyordu. Umutsuzluk göğü kaplayan karanlık gibi içimi kapladı, burdan kurtuluşum yoktu. Bana yardım edebilecek kimse yoktu. Belki... Tuncay. O yardım edebilirdi ama bu kez o da bulamazdı, üstelik şimdi beni evde sanıyordu. Ablam Eylül kim bilir kaçıncı eğlencesindeydi. Bu adam bana hoyratça sahip olup zarar verirken yardımıma kimse gelmeyecekti.

Burdan sonrası benim için hayat değil, ölüm olacaktı. Yaşayacağım bu acı tecrübeye mezardan başka bir sonu yakıştıramıyordum.

Artık sadece gücüm tükenmiş hâlde tavana bakıp gözyaşları içinde olacakları beklerken kapının açılma sesini duydum, umursamadım. Üzerimdeki ağırlık kalktığında, gözlerimi hemen yatağın yan tarafında yerde dayak yiyip acı içinde bağıran adama ve ona sertçe yumruk atan Edim'e çevirdim. Edim öfkeyle karışık gürlemesiyle, "Sen! Sen nasıl bu kıza dokunursun, piç herif!" diye söylenerek sertçe vuruyordu. Edim şimdiden, benim yüzünde açtığım izlerin üzerini kandan bir perdeyle örtmüştü. "Sana sadece kapının önünde durup onun başında beklemeni söylemiştim, ona saldırmanı değil!"

Adam benim saniyeler önce kapıldığım çaresizliğe kapılıp, "Geri geleceğini bilmiyordum," dedi, hissettirdiği acının mislini en ağır şekilde yaşarken. Fakat Edim bu adamı dinliyor ya da kulak verecek gibi durmuyordu. "Sen gelmeden önce, patron artık burda kalacağını söyledi."

Ağrıyan vücudumu doğrultup yatağın başlığına dayandım. Korkunun siyah gölgesi zihnime çökmüştü, onları izlemeye devam ederken bacaklarımı kendime çekip titreyen ellerimi bacaklarının etrafında dolayarak nefesim kesilecekmiş gibi bir şiddette boğazımdan gelen acı hıçkırıklarla ağlamaya başladım; göğüs kafesimde zehirli sarmaşıklar bitiyor nefes boşluğumdan geçip soluk borumu sarmalıyordu âdeta. Tüm bunlar nasıl olmuştu, nasıl buradaydım ve bu şeyler başıma nasıl gelmişti? Birbirine kördüğüm gibi bağlanan bu sorular Edim'deydi. Edim adamı neredeyse öldürecekti ama ağzımdan durmasını söyleyecek tek bir kelime çıkmıyordu.

Belki gözlerim şu an işlenen bir cinayete tanık oluyordu... Ve bunu sonra anlayacaktım.

Edim, yüzü kan içinde hatta vücudunun çeşitli bölgelerinde yarıklar açılmış olan iri yarı adamın karnına son kez tekme atıp bana döndü; yüzü sert ve hissizdi. Gözlerini titremekte olan vücudumda gezdirip birkaç saniye boş ama uzun uzun baktı. Bacaklarım, kollarım kızarmıştı, bunlar görünen kısmı olup sırtımı örten o gömleğin ardında da kızarıklıklar olduğuna emindim. Dişlerini sıktı, güçlü çenesi kasıldı.

Gözlerinin içi, Tanrı'nın odunsuz tutuşan dumansız siyah cehennemi gibiydi.

Bu yüzdendi, gözlerine baktığımda cayır cayır yandığımı hissetmem.

Bu yüzdendi, gözlerini sözlerinden daha tehlikeli bulmam.

Yanıma ilerleyip yatağın üzerine oturdu, aramızda bir kişinin daha oturacağı mesafeyi bilerek bırakmıştı. "Ne yaptı sana?" diye sordu, siyah bakışları kızardığına şüphe duymadığım yanağımı bulurken. Soğuk buzdan maskesi bir anlığına yüzünden sıyrıldı, siyah bir şefkat gözlerinde belirip kayboldu. Elini kaldırıp yanağıma dokunacak oldu fakat yatağın üzerindeki kahverengi kemere gözü ilişince, elini yumruk yaparak vazgeçip ayağa kalktı ve bedenimi dikkatle kucaklayıp kapıya doğru yürümeye başladı.

Edim'in siyah tişörtünün ön kısmını sağ yumruğumun içine alarak kalan son gücümle sıktım, ondan güç alırcasına tutundum. Kendimi yalnız ve sahipsiz hissediyordum sanki bu dünyaya bir kusur olarak gelmişim gibi. Başıma daha neyin veya nelerin geleceğini bilmiyordum. Bildiğim tek gerçek; etrafım beni öldürmeyen, ölüme yaklaştıran tehlike kozasıyla yavaş yavaş örülüyordu. Çaresizce şansımı deneyerek, "Edim, lütfen bırak evime gideyim," dedim, hıçkırıklar içinde kafamı sert göğsüne gömerken. Bunu ondan istedim, çünkü Edim yatağın üzerinde oturduğunda onun siyah gözlerinde merhamet adlı duygunun zayıf ama yine de var olan ışığını görmüştüm. "Ben sana hiçbir şey yapmadım. Çok korkuyorum, bırak evime gideyim."

Edim, sanki kendi içinde mücadeleye tutuşmuş gibi biraz duraksadı hemen sonra, "Hayır," dedi. Aldığım tek cevap buydu, katı, buz gibi soğuk bir hayır. Beni kollarından bir hata yapmış ve o âna dek fark etmemiş gibi indirdi. Dümdüz gözlerimin içine bakıp sessiz, siyah bir zehir akıtırken, "Ben, kendisine rahatça sığınacağın, yardım isteyeceğin biri değilim," dedi, sesi buz gibiydi. Omuzlarımı kavradı. Gözlerindeki katmanlı ve ölçülü soğuk gücün kaynağı öfkesi miydi?

Sözleri ucu olmayan kırık bir bıçak gibiydi; zamanın arasından süzülen kırık bıçağın saplandığı yer, beni kurtardığı o geceyi hatırlayarak bir anlığına hissettiğim güven duygusuydu. Duruşumu düzeltip dikleştirdim, dimdik bir beden ve dimdik bir ruhla. Gözlerimde yanan alevi ben hissettiğime göre onun doğrudan gördüğüne emindim.

"İstemiyorum, bırak!" diye bağırdım. Omuzlarımı kavrayan uzun parmaklarının baskısından kurtulmaya uğraştım, kollarım hissettiğim hayal kırıklığının var ettiği duyguyla uyuşmuştu. "Senden nefret ediyorum."

Edim cevabımı onaylayarak, "istediğin kadar benden nefret edebilirsin," dedi açıkça, parmaklarını omuzlarımdan kollarıma indirmişti. "Aramızda olması gereken tek şey, nefret."

Siyah gözleri, yaşlarla ıslanan kirpiklerime takıldı. O ifadesiz bakışlarını çekmedi, sonunda kanlanmış bakışlarımı ayıran ben olmuştum. Ne düşündüğünü merak ediyordum.

Edim, kapıyı işaret ederek güçlü çakı gibi bir sesle, "Şimdi, şu demir kapıdan çıkacağız ve sen ne olursa olsun etrafına bakmayacaksın," diye uyarıda bulunduğunda gözlerim tekrar ona çevrildi. "Eğer bakarsan, bu defa gerçekten seni burda bırakıp giderim." Sesi blöften uzaktı, tehditkâr tonundaydı. "Anladın mı, Lavin Kutup?"

Beni burda bırakacağını duymak içinde olduğum odanın yıkılıp altında kaldığımı hissettirirken, her dakikası sigara gibi önce cızırdayarak yanan, ardından aynı sigaranın külleri gibi savrulan bu günün artık sona ermesini diliyordum. Evimde sona ermesini. Bu şartlar altında Edim'e uyum sağlamaktan başka çarem yoktu, aklımı kullanarak daha iyi bir şart bulana kadar. Başımı usulca evet anlamında sallayıp, "Tamam, anladım," dedim, aldığım nefes boğazımı ağrıtıyordu. Mavi bakışlarımı yavaşça yere çevirip yanağımı ıslatan yaşları sildim, duygusallığı da bedenimdeki acıyı da kenara atmalıydım; ağlamanın da bedenimin acısıyla yakınmanın da bana faydası yoktu. Edim'in gözlerindeki siyah buzdan duvarın arkasındaki canavarla göz göze geldiğimde o anda bir karar vermek zorunda olduğumu biliyordum.

Kendimden başka güç alacağım kimsem yoktu.

Dizlerim kanasa bile durmayacak, yarama bakmak, kanı durdurmak, acımı sarmak için dahi yere çökmeyecektim.

Edim bileğimi çarpan nabzımın üzerinden kavradı, kapıdan çıktık. Bileklerime kadar canım acıyordu, saçlarıma kadar kırgındım; canımın acısını saçlarına örüp makastan geçirecek kadar çok. Uzun koridorun sonuna geldiğimizde, koridor sonundaki büyük kapıdan çıkıp kalabalığın ortasından geçmeye başladık. Birilerine çarpmak yaralı vücudumu acıtıyor, kalabalığın sesine karışan inlemelerim havaya yükselen toz zerresi gibi sessizdi.

Başımı kaldırmaya pek cesaret edemesem de sonunda merak duygum galip geldi, dayanamayıp kafamı yerden kaldırdım, etrafıma baktım. Bu mekân daha önce takıldığım barların havasından farklıydı, hiç benzemiyordu. Yaşça büyük iri adamlar vardı etrafta. Sahnede yarı çıplak kadınlar dans ediyordu, aynı görev için orda bulunan kadınların bir kısmı masaların üzerinde devam ettiriyordu dansını. Çalan müzik. Müzik deyince insanın aklına hep yumuşak şeyler gelirdi, o yüzden kulağı tırmalayan cızırtılı rock demek bu tanıma uyardı. Saatlerdir hiç durmamışlar da devamlı hareket halindelermiş gibi etraf ter kokusu içindeydi.

Edim başımı kaldırdığımı anlamış olsa gerek bileğimi sertçe sıktı, hemen panikleyerek başımı yere eğdim. Başımı yerden kaldırdığımı nasıl anlamıştı? Sonra Edim aniden durduğunda ben de durmak zorunda kaldım. Niye durduğuna bakmak için başımı kaldırdım, iri bir adam Edim'in karşısındaydı. Adamın bakışları bana dokununca rahatsız oldum, neredeyse görünmeyecek şekilde Edim'in arkasına saklanacaktım.

"Hey!" dedi adam kalın ve gür bir sesle. Sakalları uzundu ve iki taraftan örmüş aralarını küçük boncuklarla süslemişti. "Edim, bu şey yeni mi? İşin bitince onu almak isterim vermek istemezsen, onun için dövüşürüm."

Kulağıma dolan bu sözler zihnimin karıncalanmasına yol açtı, panik duygusu yeniden tenimin altına yayıldı.

Benim için dövüşmek mi?

Edim, bileğimi bıraktı beni kolunun altına aldı, şaşkın bakışlarım vahşi bir hâl almış yüzünü buldu; adamın boğazına çökmemek için kendini zor tuttuğu kasılan çenesinden belli oluyordu. Dişlerinin arasından, "Çekil önümden, o paylaşacağım biri değil. O benim kızım," derken, ölüm kağıdın üzerine dökülen mürekkep gibi gözlerine yayılarak koyulaştı. Adamı kızgınlıkla kenara itip, "Uzun süre de öyle kalacak," diye ekledi.

Garipti, bu sözler adamın sessiz kalıp başıyla onaylamasına, geri adım atıp çekilmesine neden oldu.

Dışarı çıktık. Yağmur, aldatılmış bir kadının gözlerinden kopan yaşlar gibi düştüğü toprağa bir ahın cesedini bırakır gibiydi.

Ruh halim iyi durumda değildi, sisler içinde kalmış ufuk kadar karman çormandı. Saçlarıma dökülen yağmur, tenimi üşüten rüzgâr bir parça yenilenmiş ve canlanmış hissetmeme neden oluyordu.

"Neden benim için dövüşmek istediğini söyledi?" diye sordum, yenildiğim merak duygusu gözlerimin yüzeyine dağıldı. "Beni daha önce görmemişti bile."

Edim bana döndü. "Buranın özelliği. Biri başkasının yanında gördüğü kızı beğenirse o kız için dövüşür ve kazanırsa diğerinden kızı alır."

Yüzümü buruşturdum, demek bu yüzden benden etrafıma bakmadan yürümemi istemişti. Beni ne diye böyle barbar bir yere getirmişti ki?

Edim'in tehlikeli bakışları, bakışlarıma sızdı. "Benim seninle işim bitmeden hiç kimseye vermeye niyetim yok seni, çünkü sen bana lazımsın."

Öfke yüreğimde yanan ateşin kızışmasına neden oldu. "Niye? Yoksa beni buraya değil de, buradan eksiksiz bir yere mi bırakacaksın?" diye sordum. Kafamın içindeki dinmeyen yağmur suları ve devamlı yanan ateşler birbirine karıştı. Düşüncelerim bir ateş hattına, bir buz kırağına maruz kalıyordu. "O adam saldırırken, beni o iğrenç yerde bırakıp gittiğini söyledi."

Son sözleri alıngan bir tonda söylemek istememiştim, ruhum öylesine kırgın kalbim öylesine paramparça olmuştu ki bir anlığına güçlü olmak ağır gelmişti.

Edim, ihtiyaç duymuş gibi burnunda sert bir nefes çekti. "Senin orda kalacağını söyleyen kişi ben değildim," dedi, dümdüz bir sesle.

"Öyle mi?" dedim, sesimin alaycı çıkışına engel olmadım. "Eğer beni orda bırakan, zaten beni kaçıran kişi değilse başka kim olabilir?"

Edim, gözlerini kısıp başka bir yöne çevirdi. "Sana hesap vermek zorunda değilim," dedi, katı bir sesle. "Seni ilgilendiren tek mesele bu yolculuk süresince sakin uslu durman. Bana zorluk çıkarmazsan senin için daha kolay olacak."

"Çok beklersin," dedim sessizce.

"Ne dedin?"

Yanıt vermedim, sadece alt dudağımı derinden ıssırdım. Bahsettiği yolculuktan dolayı değil, bambaşka bir yere yapacağım yolculuktan dolayı.

Edim, "Burada bekle, arabayı alıp geliyorum," dedi, normal bir sesle. Arkasını dönmeden önce keskin nişancı gibi gözlerini kırpmadan gözlerimin içine bakıp ekledi. "Sakın yerinden ayrılmak gibi bir aptallık yapma."

Edim bana sırtını dönüp yağan yağmurun altında uzun adımlarla uzaklaşmaya başladığında, bundan sonra neler olacağını düşündüm. Düşünceler, bir göletin içini kendine mesken tutan yavru kurbağalar gibi zihnimin dört bir tarafından fırlayıp kıpır kıpır farklı yönlere yüzüyorlardı. Edim'e güvenemezdim. Beni tekrar şeytanın damarlarının özellikle buralara bağlı olduğu tehlikeli bir yere bırakabilirdi. Elime geçen bu şansı değerlendirmeliydim, burda öylece durup Edim Demiray'ın belirlediği kadere razı olarak onu beklemeyecek, başka bir kadere kaçacaktım.

Yolun sağına ve soluna baktım, sokak tıpkı Edim gibiydi, ıssız ve soğuk. Tıpkı onunla karşılaştığım gece gibiydi, karanlık ve tekinsiz.

Yapabilirdim, burdan kurtulabilirdim.

Düşmanı üzerine çağırmak delice bir davranış bunu biliyordum ama çıkmaz bir yolda sürekli can telaşı içinde yaşamaktansa, kuşkudan başka bir şey getirmeyen kaygıyla yaşamaktansa böylesinin daha iyi olduğunu düşünüyordum. Kararlılığın gücü damarlarımı kan gibi doldurduğu o anda, düzeni bozuk çanlara dönen karmaşık düşünceler tarafından terk edilen başımın biraz olsun sessizliğin tadını aldığını hissettim.

Yağmurun yağışı hızlandı, sağıma düşen yola dönüp koştum. Yaşam buydu işte doğumla ölüm arasında bir hayat mücadelesi, bir koşuşturmaca. Sonra insan bazen arkasına bakmak istiyor, bazen hayat biraz dur demek istiyor ama hiçbir faydası olmuyordu, çünkü yollar sessiz bir ritimde yarılıyor, parçalanıyor sen dur dediğinde, kendini diğer yolda buluyordun zaten. En acılı durum ise acımasız insanların, ruh emen katillerin bile başlangıçta temiz ruhla doğup kirli ruhla bitişe yaklaşması olmalıydı. Ruhun bekâretini korumak, bedenin bekâretini korumaktan çok zordu.

Ben de ruhumun özündeki temizliği koruyamadım, sonrada ruhum kirlendi.

Bedenime saplanarak bana eşlik eden yağmura rağmen hızımı kesmemeye çalıştım. Soğuk adım adım tenime, ben geceye nüfus ederken her adımım zemine bir kurbanın endişeyle kaplı ayak izini bırakıyordu. Suya yazılamayan yazı gibi ıslak zemine de iz bırakılamıyordu; yağmur, gece kurban seçilenlerden yana değildi, izleri siliyordu.

Bileklerimdeki nabza delice çarpan buzdu, göğsümdeki cana tekmelercesine vuran ateşti; içten yanıyor, dıştan donuyordum. Sessizliğin kadim bulutuyla kuşanmış yollardan, sokak lambalarının yanmadığı sokaklardan hızla geçerken ciğerlerimdeki hava boşalıyordu. Gri bir sisin içinde kaybolduğumu düşündüm, bacaklarımda topladığım güç tükeniyordu. Özgürlüğün ilk hamlesi olan iradem hâlâ benimleydi, koşmaya devam ettim.

Beni hareket ettiren şey içimdeki hayattı, bedenim tamamen tükenmişti ama içimdeki hayat ölmeyi reddediyordu.

Susuz kalmış bir çiçeğin kuruduğu gibi kalbimin yavaşça kuruduğunu hissettim, durup içinde koştuğum sokağın sınırlarını belirleyen ıslak duvara avucumun içindeki kaderin çizgileriyle tutundum. Damarlarım tenimi yırtıp fırlayacakmış gibi belirginleşip şişti. Başımı eğdim, diğer avucumu göğsümde sarsılan atışın üzerine koyup derin derin nefesler aldım. Sesler duyuyordum, yanılmıyorsam insan kalabalığından fazla uzak değildim.

Arkama baktım, kara celladımdan eser yoktu. Beni bıraktığı yerde bulamadığı için Edim Demiray'ın göğsünde yanan öfkede çoktan bir yankıya dönüştüğümü biliyordum. Yorgun bacaklarıma tonlarca ağırlığında yük bağlanmış gibi hissediyordum; bu ağırlık bana galip gelecek ve beni üzerinde durduğum toprak yolun altına çekecekmiş gibiydi. Devam etmeliydim, kalabalığa karışmayı başarırsam onun için açık hedef olmaktan bütünüyle olmasa bile biraz olsun uzaklaşmış olacak, böylece beni bulmakta zorlanacaktı. Tuncay'ı arayabilir, polisi buraya çağırabilirdim.

Bedenimdeki kemer izlerinin üzerine yaslanan ağrı kendini o morlukların içinde büyütüp düşmanımmış gibi çoğalırken, koşmaya devam ettim. Önceki gibi değildim; hızım düşmüştü. Nefesim sık sık kesiliyor, ciğerlerim patlayacakmış gibi ağrıyor, dizlerim zangır zangır titriyordu. Zihnime sapı olmayan bıçaklar saplanıp duruyordu; çekip çıkarsam ellerim parçalanacaktı, bıraksam zihnim kaybettiği kanı düşüncelerimin üzerine akıtıp kurutacaktı.

Ayaklarım ikinci kez durduğunda, kurtulma umudum gözlerimde durmuş parlıyordu. Toprağın yerden yükselen kokusu burnumdan süzülürken, paldır küldür alıp verdiğim nefesler göğsümü astım hastasıymışım gibi şişiriyordu. Dudağımın kenarında başarının ufak bir görseli kıvrıldı. Karşımda iki büyük binanın sıkıştırdığı ara sokağa giden uzun bir yol, o yolun sonunda ışık ve birbirine çarpmadan yürüyen insanlar vardı. Yüzüme akan yağmuru elimin tersiyle silip hareket etmeye karar verdiğim sırada, gideceğim yolun önünü gürültüyle duran simsiyah bir jip kapattı. Bir an ne olduğunu anlayamadığım için, kaşlarımın arasındaki çukur hissettiğim huzursuzlukla dolup taştı. Islak kirpiklerimin ağırlaştırdığı göz kapaklarımı birbirine değdiremedim, donup kaldım.

Aklım allak bullak oldu; birden fazla soytarı kılıklı düşünceler, sivri dişlerini en derin yaralarımdan geçirip ruhuma saplamış çekiştirip duruyorlardı. Gözlerimi usulca kapattım, zihnim sessizliğin derin boşluğuna uzandı. Sessizliğin çığlığını yaran kendi nefes sesimi işittiğim anda gözlerimi dikkatle açtım. Kalbim bitmek bilmeyen adrenalinden bıkmış gibi tekledi. Deniz rengi gözlerim korkunun tesiriyle genişledi, dudaklarım inanmazca aralandı ve zihninin köşesine ateşten bir dar ağacı inşa edildi.
Arabanın siyah film kaplı camlarından içerdekinin kim olduğunu göremiyordum, ama kim olduğunu biliyordum.

Celladım dar ağacı için hazırdı, buradaydı.

Aramızda içindekini göstermeyen cam olsa bile, şu an Edim Demiray'la göz göze olduğumu biliyordum.

Jip bir süre terk edilmiş gibi önümde bekledi, öyle ki sonsuza dek bu şekilde duracağımızı sandım. Jipin kapısı sessizce açıldı, gökyüzü Edim'in öfkesini bana iletmek istiyormuşçasına tıpkı bir erkeğin sesi gibi şiddetle gürledi. Kalbimin atışları hızlandı, sesleri en derin korkumun damarlarından geçip kaburgalarımda yankılandı.

Edim, arabadan acelesiz bir tavırla çıktı. Islak, siyah saçları alnına yapışmıştı, yüzü ifadesizlikle maskeliydi. Edim'in karanlık gözleriyle karşı karşıya gelme hatasına düştüm, dudaklarımın kenarına sıkışmış sözcükler cam kırığı gibi ard arda yanaklarımın içine saplandı. Ağzımı birazcık açsam kan kusacakmışım gibi hissediyordum.

Edim Demiray, bir adım atıp dirseğini arabanın kapısının ucuna yasladı. Önce arkama baktı, sanki geldiğim yolun kilometresini hesaplıyordu. Sonra başını, hafif bir açıyla omzuna eğip, kanımı donduran buz gibi bir sesle, "Yorulmuş olmalısın," diye konuştu.

İçimde, 'Evet' diye bağıran dünya dolusu insanın sesini duydum, belki tüm bu sesler hislerimin dilinden akmıştı.

Evet çok yoruldum, herkesten daha çok; gözlerimi yakan gözlerinden çekemeyecek, geriye dönüp kaçıp gidemeyecek kadar çok. Dünyanın içindeki küçücük bir zerre olmamın aksine, dünya kadardı benim yorgunluğum.

İşte bu çaresiz yorgunluktu beni bir adım geriye gitmeye zorlayan...

O an, kaderimin ağlarının bilinmez, karanlık bir uçurumun etrafında yavaş yavaş örüldüğünü ve benim o ağdan kurtulamayacak ıslak bir kelebekten farksız olduğumu anladığım yorgun bir andı.

9.Haziran.16 | Perş.

Saat | 11:00

ELİSYA

🌺

Ufakta olsa yorumlarınızı görmek isterim.

Yıldıza basmayı unutma ❤

İnstagram : elisyaroyal

Twitter : ElisyaRoyal

Ask.fm : ElisyaRoyal

Continue Reading

You'll Also Like

185K 8.9K 24
Bir kız var, acısını kalbine gömüp, hayatını müziğe veren. Gece Alkay. Hayatın tüm zorluklarına göğüs germiş, kendi ayakları üzerinde duran bir kız...
3.1K 204 5
Son bir ayı kalmış olan Cenan ve ona ölümüne bağımlı olan Arif.
174K 12.2K 78
7 ölümcül günâhın toplandığı fani ruhun nasıl da kaldırıyor o kadar vahşeti! Kana susamış lanetli bir canavarsın sen; duygulardan, bir insana ait her...
879K 61.1K 36
Peyda, bir Gerçek Aile/Kaçırılmış Çocuk klasiğidir. "Şimdi, on yedi yıl sonra annem ve babam karşımda dikiliyorlardı. Onları görüyor, onlarla aynı m...