BEYAZ LEKE

By asliaarslan

33.3M 1.9M 7.3M

Yaşıyorduk, işkence çekiyorduk, idam ediliyorduk, köle gibi çalıştırılıyorduk, susuyorduk, çığlık atıyorduk a... More

BEYAZ LEKE
1. MAHKUMİYET
2. SUÇ KRALI
3. SİYAH ELDİVENLER
4. İLK TEMAS
5. SEVGİLİ MÜVEKKİLİM
6. GÖKYÜZÜ, GÜNEŞ ve HAYALLER
7. İKİ DAKİKA ON YEDİ SANİYE
8. RÜYALAR ALEMİ ve GERÇEK DÜNYA
9. DÜŞEN MASKELER
10. MAHKEME
11. SAVAŞ ÇANLARI
12. HER GÖZYAŞI BİR YANGIN
13. SAVAŞA RAĞMEN
14. ZAAFLAR ve TERCİHLER
15. SON İKİ DİLEK
16. ZEHİRLİ URGAN
17. DÖNÜM NOKTASI
18. KAR KRALİÇESİ ve ATEŞ KRALI
19. YİRMİ DOKUZUNCU KİŞİ
20. ON OCAK MİLADI
21. FIRTINA ÖNCESİ SESSİZLİK
22. FIRTINA
23. FEDA
24. KURUCU ve LİDER
25. KAYIPLAR
26. SAÇ TELİNDEN URGAN
27. SUÇ KRALI ve KRALİÇESİ
28. TUTKUNUN NOTALARI
29. DENİZ KIZI
30. AYNANIN İKİ YÜZÜ
31. ON ALTI SAAT YİRMİ DOKUZ DAKİKA
32. YÜZÜK
33. HAYAL SAVAŞÇILARI
34. ONURLU BİR ADAMIN KIZI
35. DAVET
36. ZAMANA KARŞI
37. SÖZLER ve YEMİNLER

38. AYNADAKİ YANSIMALAR

389K 22K 76.4K
By asliaarslan

Merhabaaaa! Öncelikle BEYAZ LEKE, Mahkumiyet kitabımızın çıktığını ve siparişe açıldığını söylemekle başlamak isterim.

Canımız, içimiz Beyaz Leke'miz burada. Desteğiniz, sevginiz ve ilginiz için çok teşekkür ederiimm!

Bölümde +18 sahneler var, uyarıyı ekledim, rahatsız olanlar için. O sahnelere aslıı aslıııı yazanları kör kuyulara atarım. Aslı değilim ben... Raife de değilim... okuyun geçin işte...

Bu kitapta geçen kişiler ve kurumlar tamamen hayal ürünü olup her ayrıntısıyla kurgudan ibarettir!

Keyifli Okumalar!

Şarkılar:
Beth Hart, Caught Out In The Rain
The weeknd, Starboy
Oscar And The Wolf, The Game

Hayır, aşk kitaplardaki gibi değildir.

Kimi kitaplarda aşk gururdur, kimi kitaplarda aşk vazgeçmektir, kimi kitaplarda aşk platoniktir, kimi kitaplarda ise aşk ölümden ibarettir. Bir kitabın kapağını kapattığınızda ve o aşkın içinde olduğunuzun hayalini kurduğunuzda dünya üzerindeki hiçbir kişi, o kişiden daha fazlası olamaz, diye düşünürsün.

İtiraf etmek gerekirse lise hayatım annemden gizli gizli okuduğum aşk kitaplarıyla geçmişti ve her kitapta farklı bir adama aşık olur, her gece yatmadan önce o adamın hayaliyle uyurdum. Umudum, öyle bir aşkı bulabilmek değildi elbet çünkü biliyordum, gerçek hayatta o adamlara yer yoktu. Sadece hayallerimde o aşkı yaşamak beni mutlu ederdi. Altında yatanın ise ne olduğunu o zaman bile biliyordum: kim olursam olayım, sevilebileceğim düşüncesi. Herkes çok güzeldi ve ben çirkindim. Herkesin arkadaşları vardı ve ben yalnızdım.

Herkes o kişiydi, ben o kişi bile olmamıştım. Olmak gibi bir çabam da yoktu.
Ben o kitaplardaki kadındım.

Bir keresinde babam, yatağımın altındaki parkenin içine sakladığım kitapları bulmuştu ve elbette ki kızmamıştı fakat uykusuzluktan kıpkırmızı gözlerle ona bakarken beni uyutmayan kişinin, bir kitap karakteri olduğunu o an fark etmişti.

Hiçbir şey söylemediğim halde ne düşündüğümü anlamıştı zaten beni o zamanlar bu hayatta anlayabilen tek kişi babamdı. Dünyanın belki de en sağlıklı cümlesini kurdu bana: "Onlar gerçek değil, Eftal, biliyorsun değil mi?"

Aksini iddia etmedim. "Biliyorum," demiştim sakince. "Tam da bu yüzden kitaplara sığınıyorum."

Babam, dudaklarının ucuyla gülümseyip "O zaman gerçek dünyayı kaçırırsın," demişti. "Çünkü aşk, herkese uğramaz gerçekte ama uğrarsa da bir kitap sayfalarındakinden çok daha güzeldir." Derin bir nefes verip devam etmişti. "Ve çok daha öldürücü."

Hiçbir cevabım yoktu çünkü söylediklerinin benim için geçerli hiçbir tarafını görememiştim. Hayır, o adamlar gerçek değil, biliyorum ve evet, gerçek hayatta o adamlardan yok.

Bir ay sonrasında annemin kitapları bulup parçalayarak çöpe atması ve yüzüme, "Hayal dünyasından çık çünkü sen o kitaplardaki Prensesler gibi değilsin!" demesiyle sığındığım o dünyalar da ellerimden alındı.

Uzun bir süre aşk kitaplarına dokunamadım sonrasında okuduğumda da aynı hissetmedim. Babam ümit verememişti annem kendi içimden geçirdiğim o cümleleri bana söylediğinde aslında aşka değil, bir kez daha kendime küsmüştüm.

Belki de tam da bu yüzden o yılbaşı gecesinde bana çarpan adamın aşk olabileceğine inanmamıştım, aklımın ucundan bile geçmemişti. Belki de o defalarca yanımdan geçip giderken hissetsem bile ona dönüp bakamamıştım.

Şimdi ise çok rahat bir şekilde yeniden aşk kitaplardaki gibi değildir, diyebiliyordum.

Çünkü aşk, gerçek hayatta çok daha güzeldi, bir gün o kişi uğruna ölmeyi bile göze alabilecek kadar üstelik.

Bir avukatın, bir mahkuma aşık oması, bizim hikayemizdi.

Kapının eşiğinde durmuş Tugay Demir Çeviker'in yüzüne bakarken o kitap sayfalarında gibi hissetmemin tek nedeni, annemin parçalayıp attığı o kitaplardaki adamlardan bile çok daha güzel olmasındandı.

Kalbim delicesine atarken boğazımı temizledim ve içeriye doğru bir adım attığımda Tugay, başını omzuna doğru yatırıp bana o hep bilindik gülümsemelerinden birisini gönderdi. İlk günden beri aynı olan o gülümsemesi. Fakat şimdi hiç olmadığı kadar özgür gibiydi.

Özgür gibiydik.

İçeri geçtiğimde kapıyı kapattı ve kısa bir süre daha bana baktı ve sonrasında bakışları üzerimdeki elbiseye doğru kaydı. Dudakları düz bir çizgi halini alırken kaşları havalandı. "Hayalimdekinden daha güzel olmuşsun."

Bocaladığımda "Sen de," dedim kekeleyerek. "Sen de çok şey olmuşsun," konuşamıyordum, aptallaşmıştım, "anladın işte."

Tugay, güldüğünde bakışlarımı kaçırdım ve yanaklarımın kızardığını hissettim. Ben utanıyordum, hayır utanma duygum yok demiyordum ama bütün dünyanın gözü önünde onu öperken bile utanmayan ben şimdi neden kıpkırmızı kesilmiştim, çözemiyordum.

Koridora bakarken sıkıca tuttuğum saksıyı yavaşça yan taraftaki masanın üzerine koydum ve sonra ellerimi elbiseme sildim. Öne doğru bir adım attım ve sonrasında yarım yamalak gülümsediğimde "Evin de güzelmiş aslında," dedim. Eftalya Atalar'ın daha aptal hali olamazdı, kafama bir şarap şişesi içmeye ihtiyacım vardı.

Tugay'ın gülme sesi geldiğinde ona bakmak yerine koridorda küçük adımlar attım ve ilk önce mutfağın olduğu yere doğru yöneldim ve sonrasında oradan tamamen kaçmak isteyerek salona doğru ilerledim. Arkamdan beni takip ettiğini biliyordum ve bu daha fazla kızarmama neden oluyordu. Salondan içeriye girdiğimde "Burası da büyük epey," dedim yine aptalca bir şekilde. "Koltuklar filan... İyiymiş."

Tugay daha fazla güldü ve sonrasında bana doğru hafifçe yaklaştığında derin bir nefes aldı. Alkol alıp almadığımı anlamaya mı çalışıyordu?

Gözlerim koltukların olduğu yerden ayrılıp o bütün kararların alındığı meşe ağacından yapılma masaya yöneldiğinde dudaklarım hafifçe aralandı ve gözlerim irileşti.

İki tabak, bir şarap şişesi, iki şarap bardağı. Masanın ortasında çeşit çeşit yemekler, hepsinin görüntüsü harika.

"Sandalyeler falan," dedi Tugay, yarı alaylı yarı ciddi bir sesle. "Masa. Duvar da şurada."

Omzumun üzerinden ona bakıp bakmamak konusunda kararsız kaldığımda gözlerim televizyonun olduğu yere doğru döndü, hafif bir şarkı çalıyordu ama öylesine geriden geliyordu ki, ben kalbimin atışından duyamayacak durumdaydım.

Tugay, bir adım attığında aniden irkilip bakışlarımı ona çevirdim ve gözlerim kocaman açıldı. Tugay da aniden durduğunda ellerini kaldırdı ve sonrasında gülmemek için kendini durduruyormuş gibi, "Adım atmak," dedi. "Yürüdüm sadece."

Benimle dalga geçiyordu ve ben bile anlamadan ne hissettiğimi bildiğine o kadar emindim ki.

Yanımdan geçti ve kendisinin solunda kalan sandalyeyi yavaşça çektiğinde oturmam için çenesiyle işaret verdi. "Sevgili Avukat," dedi içten bir sesle, içim alevlendi. "Bu masa size Tugay Demir Çeviker tarafından hazırlandı, oturmak istemez misiniz? Görüyorum ki çok resmiyiz artık."

Başımı hızlı bir şekilde salladıktan sonra küçük adımlarla sandalyeye doğru ilerledim ve sonrasında oturduğumda ellerimi koyacak yer bulamayıp kucağıma bıraktım. Tugay karşımdaki sandalyeye değil, masanın başındaki sandalyeye oturduğunda hemen çaprazımdaydı. Nefes almayı unutmuştum, bir beynimin olduğunu bile hissetmiyordum artık. İşte tam da bu aşamada, kitaplardaki o karakterleri düşündüm. Havalı bir giriş, kahkahalar, cilveli gülüşler... Benim ise ne yapacağım hiç belli olmuyordu.

Gözlerimi masaya çevirdiğimde ortadaki et soteyi gördüm, hemen yanındaki yoğurtlu mezeyi, onun hemen yanındaki iç pilavı. İki yanında başka mezeler de vardı, salata ve haşlanmış sebzeler. "Sebzeleri kaç dakika pişirdin?" diye sordum bir anda.

İfadesini göremiyordum. "Neden?"

"Tatlarını kaybetmemeleri için az pişirmek gerekirmiş."

Tugay'ın yeniden gülme sesi geldi. "Emin ol, her şeyi ayarında yaparım." Öne doğru eğildiğini hissettim, bana bakıyordu, ben ise brokoliye. "Tek bir şey dışında."

"Dana eti mi, kuzu eti mi?"

"Dana."

"Yazık."

"Neye?"

"Danaya. Düşünsene, belki de çocukları vardı." Ellerimi masaya yerleştirdim ve kırmızı şaraba baktım, onu bardağa doldurmak yerine kafama dikmek gerekirdi, başımdan aşağıya boşaltmak gerekirdi.

"Vejeteryan olduğunu bilmiyordum," dedi Tugay, afallamış bir şekilde.

"Değilim zaten, dana eti en sevdiğimdir, sosla bayılırım. Sadece empati kurdum." Tugay'ın geriye doğru çekildiğini hissettiğimde sol protez eli masanın üzerine yerleşti ve diğer eli de çekingen bir şekilde, belki de en çekingen şekilde bana doğru uzandığında yavaşça çeneme dokundu.

"Sen az önce et soteyle empati mi kurdun?" diye sordu ama soruyu sorarken öyle bir gözlerimin içine baktı ki yutkunmak zorunda kaldım. "Beni daha ne kadar şaşırtabilirsin, sevgili avukat, inan bilmiyorum."

"Küçükken kafamdan brokoli ağaçları çıkacağına inanıyordum." Tugay, kaşlarını kaldırdı ve bana bakmaya devam etti, gözlerindeki o hayranlık bir an bile olsun, değişmedi. "Şaşırmadın o kadar." Gülmeye çalıştım sonra gözlerimi açtım. "Zeytin çekirdeğini yersek kafamızdan zeytin ağacı çıkacağı gerçeği?" Yine şaşırmadı ve başını yavaşça aşağı yukarı salladı. "Her an kusabilirim."

Gülümsedi ve yine şaşkınlık yoktu. Kaşlarımı çattığımda çenemi havaya kaldırdım. "İç çamaşırlarımı giymedim bugün."

Tugay'ın gözleri kocaman açıldığında hafifçe öksürdü ve eliyle ağzını kapatırken masanın diğer tarafındaki su bardağını aldı ve büyük yudumlar içti. Geri masaya bırakırken kaşlarını kaldırdı ve "Tamam," dedi kısık bir sesle. "Yazık danaya, empati kurdum."

Gözlerimi kapattım birkaç saniye ve sonra geri açtığımda "Ben daha önce kimseyle bu kadar yoğun hislerle buluşmadım," dedim kendimi tutamayarak. "Yani buluşmalarım oldu elbette ama hepsi fiyaskoydu ve bir tanesi bana hesabı ödetip kaçmıştı, çok komikti." Tugay'ın kaşları çatıldığında sustum ve derin bir nefes aldım ardından ellerimi masaya yerleştirdiğimde yüksek bir ses çıktı. "Bak, ben şu an ne yapacağımı bilmiyorum. Biz seninle hep hayalini kurduğumuz gibi bir buluşma içerisindeyiz, silahlar yok, kan yok, Krallık yok, başbaşayız, şarap var, yemek var, dana var. İnanabiliyor musun, yazık danaya ama o bile var." Elime çatalı aldım ve ete batırıp ağzıma attım ve çiğnerken "Fakat çok lezzetli," dedim. "Yani ben ne yapacağımı bilmiyorum, hayır, et yemekten söz etmiyorum, şu an bir aptal gibiyim, ilk defa aşık olduğum bir adamla başbaşa yemek yiyorum böyle bir ortamda. Kalbim çok hızlı atıyor, elim ayağım titriyor." Brokoliye çatalı batırdım ve onu da ağzıma attım. "Çok güzel pişmiş," dedim ağzım dolu dolu. Gözlerini ayırmadan beni izliyordu. "Yani bugünden sonra benden soğuyabilirsin ama nasıl davranılır bilmiyorum, hayal edince çok güzeldi ama içinde olduğunda insan beynini kaybediyormuş, aptal aptal şakalar falan yapasım geliyor." Şaraba uzandım ve açılmış olan tıpasını çıkarıp şişeyi kafama diktim ve büyük yudumların ardından bakışlarımı ona çevirdim. "Mesela bunu bardağa boşaltmamız gerekirdi, bu çok hadsizce, kabaca, kendine bilmezceydi ama ben işte aldım, kafama diktim." Şişeyi masanın üzerine bıraktım ve sonrasında ciddiyetle ona döndüm. "Bak, eğer aptallığımı kaldıramıyorsan ve bu kadarı sana fazla geliyorsa susabilirim, zaten çok konuştuğumu da biliyorum, susmam gerekiyor, susmalıyım tam şu an ama susamıyorum ve..."

Sağ eliyle çenemi tuttuğunda ve masanın üzerinden eğilip sertçe dudaklarımın üzerine dudaklarını kapattığında masanın üzerindeki ellerim kaskatı kesildi ve kalbim sanki durdu. Dudakları alt dudağımı esir aldığında öyle sert ve bir yandan da o kadar tutkulu bir şekilde öptü ki, temasının verdiği his, ateşin içindeymiş gibi hissettirdi. Oldukça yavaş bir şekilde alt dudağımı, dudaklarıyla öptü ve sonrasında yavaşça çekilirken kapalı gözlerini açıp benim gözlerimin içine baktı. "Her şeyi kuralına göre ilerletecek olsaydım, Tugay Demir Çeviker olmazdım, öyle değil mi?"

Yutkunduğumda içimde büyüyen ateşle "Bu çok," dedim ve afallamış bir şekilde ona bakarken gülümsedim, "yani bu gerçekten hadsizceydi." Elim göğüs kafesime doğru gittiğinde o geriye doğru çekildi ve sırtını sandalyeye yaslayıp bana bakmaya devam etti. "Tamam," dedim sakince. "Madem bu ilk buluşma gibi, ona göre ilerleyelim, hem bu şekilde de biraz kendimizi buluruz. Yeni tanışmış gibi..." Ona baktım, "tam yeni tanışmamışız da o barın ardından ikinci buluşmamızmış gibi davranalım. Ve bilirsin, ilk buluşmada kimseyi izinsiz dudaktan öpemezsin." Güldüğünde başını iki yana salladı. "Yoksa tokadı yersin."

"Hoşuma gider," dediğinde omzunu indirip kaldırdı. "Ama bu fikir hoşuma da gitti." O da önümdeki şişeyi aldığında ve bardağa boşaltmak yerine kafasına diktiğinde rahatladığımı hissediyordum. Şişeyi geri masaya bıraktı. "Kurallar var, yasaklar var."

"Öpmek yasak."

"Öpmek," dedi başını sallayarak. "Yasak." Sonra aklına bir şey gelmiş gibi gözlerini kıstığında sol protez elini öne doğru uzattı. "Hatta bu gece sen beni öpene kadar seni öpmeyeceğim, bu kez bu meydan okumayı ben kaybetmeyeceğim."

Eline baktım ve sonrasında bakışlarımı ona çevirdiğimde elini sıktım. "İnatçı bir insanım, biliyorsun."

Tugay, öyle bir gülümsedi ki, belki de bu bana attığı en şehvet dolu gülüştü. "Beni," dedi üzerine basa basa. "Öpmek zorunda kalacaksın, sevgili avukat, biliyorsun, değil mi?"

Gözlerimi devirdiğimde elimi onun elinden kurtardım ve rahatlamış bir şekilde tabağıma yemekleri koymaya başladım. "Genelde ilk erkekler öper," dedim omzumu silkerek. "Adınız neydi?" Sırıttım ve tabağı yemeklerle doldurdum. "Bardan sonra eğer buluşsaydık emin ol, dünyanın en suratsız ve hazırcevap insanı olurdum çünkü aşktan nefret ettiğim bir dönemdeydim." Bardaklarımıza şarapları doldurdum ve sonrasında masanın üzerindeki salataya uzandığımda benden önce davranıp tabağıma koydu. "Mesela bu hareket çok havalı ama bilerek yaptın." Tugay, güldüğünde öyle keyifliydi ki, gözlerimi kıstım. "Ve sen de bugün sarhoş olacaksın."

"Avukat," dedi keyifli hali yavaşça uzaklaşırken. "Sarhoş olursam aklımı kaybederim ve aklımı kaybedersem herhangi bir durumda..."

"Herhangi bir durum yok." Bardağımı kaldırıp bardağına vurdum. "Bu gece benim için sarhoş olacaksın." Öyle emir verir gibi konuşmuştum ki, aksini savunmak istese bile o an bunu dile getirmedi. "Hem sen ne kadar kontrolünü kaybedebilirsin ki?"

"Bilmiyorum," dedi başını iki yana sallayarak. "Hiç delicesine sarhoş olmadım." Bu hoşuma gitmişti. Bardaktaki şarabı kafama diktiğimde ve aynısını yapması için ona işaret verdiğimde Tugay sadece bir saniye düşündü ve bir saniyenin sonunda o da bardağını kafasına dikti ve ikincisini de doldurdu, onu da hızlı bir şekilde içti.

Son yudumunun ardından onun tabağına da yemeklerin bazılarından koydum ve bacak bacak üstüne atıp "Acaba," dedim ağzım dolu dolu. "O bardan sonra gerçekten bir buluşmaya çıksaydık, nasıl olurdu?"

Tugay da yemeğini yemeye başladığında artık müziğin sesi daha netti, dünyadaki yerim daha rahattı ve her şey öylesine sıradandı ki, bu daha fazla heyecanlanmama neden oldu. "Büyük ihtimal, ben pek konuşamazdım," dedi büyük bir itiraf gerçekleştiriyormuş gibi. "Çünkü seninle tanışmanın binbir türlü halini düşünsem de en korkak olanını seçtim." Bardağını kaldırıp bardağıma vurduğunda birkaç yudum içti ve gülümsedi, gülüşü çok güzeldi. "Yani benim de daha önce elbette buluştuğum kişiler oldu fakat..."

"Kimler?"

"Kişiler."

"Kimler ama?" dedim kaşlarımı çatıp sertçe ete batırırken. "İsimleri nelerdi?"

Tugay gözlerini kıstı. "Normalde bu da çok saygısızca olmaz mı ilk buluşmaya göre?" diye beni çıldırtmak istiyormuş gibi. "Yani, özel hayatım sonuçta ve o kadınların..." Çatalı daha sert bir şekilde ete batırdım ve ağzıma atarken büyük bir nefes verdim. Tugay korkulu gözlerle olduğu yere sindi.

"Neden benimle daha önce hiç tanışmadın?" diye sordum açıkça. "Ve bu masada vardır bir nedeni, demek yasak."

Tugay yutkunduğunda gözlerini televizyonun olduğu tarafa doğru çevirdi ve sonrasında "Ben," dedi ağız ucuyla. "Utanırdım."

"Ne?" dedim gözlerimi kocaman açarak. "Sen ve utanmak öyle mi?"

"Evet." Bakışlarını kaçırma sırası ondaydı. "Yani daha birçok sebep var elbette ama o sebepler olmasa bile ben utanırdım." Omuzlarını kaldırıp indirdiğinde gözlerini bu kez de tabağa doğru çevirdi. "Yani senin için dünyanın en cesur adamı olabilirim, sevgili avukat ama bir kadına, özellikle o kadın sensen adım atmak konusunda oldukça çekingen olurdum. Bir kahve içelim mi, diyeceğim?" Yüzünü buruşturdu. "Bir yürüyelim mi?" Başını iki yana salladı ve bardağındaki alkolü dibine kadar içti. "Konsere davet etmek? Yok artık." Tabaktaki etlerle oynamaya başladı. "Bir de beni kabul etmezdin, eminim bundan."

Kendimi tutamayıp "Şu an benim yerimde olmak isteyecek kaç kadın vardır, kim bilir?" dedim karşı gelerek. "Kendinin farkında değilmişsin, değilsin."

Yüzünü buruşturdu ve bakışlarını bana çevirdi. "Başka kadınlar kimin umurunda?" diye mırıldandı. "Ayrıca ben normal bir adam değilim, bu konuda hemfikir olmamız gerekir." Tabağının yanındaki peçeteyle oynamaya başladı ve gözlerini gözlerime çevirdi. "Fakat işte tanışmamız gerekiyordu, kader bize bir hikaye yazmıştı ve ben de..."

"Ve sen de bana tehdit dolu bir mektupla çiçek gönderdin, o şekilde tanışmamızı sağladın öyle mi?" diye sordum, güldü. "Pekala," diye mırıldandım, "bir kahve içelim mi, demekten daha normal geliyor kulağa."

Tugay, bir şey söyleyecek gibi oldu ve sonrasında sanki kendini engelleyen bir şey varmışçasına göğsü inip kalktığında şişeden bardağa şarabını doldurdu. Üç büyük yudumda içtiğinde bardağı masaya bıraktı ve sonra başını omzuna doğru yatırıp gözlerini gözlerime çevirdi ve bakışları dudaklarıma kaydığında yutkundu. "Hiç mi yasak?"

"Hiç mi yasak çok mantıksız bir cümleydi," diye kıkırdadım. "Alkol kanına mı karıştı senin?"

"Biraz bile mi yasak?"

"Yasak." Gülümsedim ve ona doğru yaklaştım hafifçe. "Şimdi söyle bakalım, neyden utanırmışsın sen."

Büyük bir nefes verdi ve kendini anlatmak için süre tanıdı. "Sana mesajlar atmaya utanırdım ama mektuplar yazmak oldukça rahattı, sana çiçekler vermeye utanırdım ama sana bir bahçe yaptırmak hiç de kulağa kötü gelmiyordu. Seninle dans etmek istediğimi söylemeye utanırdım ama bir hastane odasında kısıtlı bir zamanda seninle dans etmek beni felaket derecede cesurlaştırdı. Seni ilk kez öpmeye öyle bir utanırdım ki, asla bunu yapamazdım ama bir mahkeme salonunda bütün dünyanın gözü önünde öpmek beni bu dünyada sadece ikimiz varmışız gibi hissettirdi." Sağ eliyle peçeteyle oynamaya devam etti. "Sana piyano çalmaya utanırdım ama savaşın ortasında bile sana piyano çalabilmek beni heyecanlandırdı." Gülümsediğinde belki de Tugay, ilk kez bu kadar uzun cümle kuruyordu ve alkolün kanına karıştığını hissedebiliyordum. "Utancımdan ölsem sana evlenme teklifi edemezdim ama bütün dünyanın gözü önünde sana mahkum olduğumu göstermek beni fazlasıyla özgür hissettirdi."

Sağ elini havaya kaldırdığında gözlerim kocaman açıldı çünkü peçeteden yapılmış gelişigüzel bir laleyi elinde tutuyordu.

"Sana bu çiçeği yapmaya utanırdım ama şimdi sana çiçek vermediğim her an çok eksik hissediyorum." Bana doğru uzattı ve sonrasında göz kırptı. "Yine de bu ilk buluşmamız olsaydı, sana bu peçeteden çiçeği verirdim."

"Tugay," dediğimde elinden laleyi aldım ve gülümseyerek bakışlarımı ona çevirdim sonrasında kulağımın arkasına sıkıştırıp ona baktım. "Ben de o an bunu yapardım sanırım, aptalca görünmek umurumda bile olmazdı."

Bana çok kısa bir an baktı ve sonrasında gözleri kocaman heyecanla açılırken "Dur!" dedi ve hızlı bir şekilde cebinden telefonunu çıkardı. Başımı iki yana salladığımda telefonu havaya kaldırdı ve benim fotoğrafımı çekmek istediğini anladım. "Gülümse, sevgili avukat," dedi, tutkuyla. "Çünkü bir peçeteden çiçeği bile saklayacak kadınla beraberim, bunun bir hayal olmadığını kendime hatırlatmak için fotoğrafını çekmem gerekiyor."

Dudaklarım aralandı ve sonrasında kıkırdamaya başladığımda art arda fotoğrafımı çekti. Elinden telefonu almaya çalıştığımda ise bana izin vermedi ve o da gülmeye başladı. "Tugay!" dedim kahkahamın arasından. "Dur," ellerimle yüzümü kapattım, "dur yoksa bağırırım!"

Tugay'ın gözleri kocaman açıldı ve sonrasında "Unutuyordum!" dedi ve oturduğu sandalyeden hızlıca kalktı. Telefonu masaya bıraktığında duvar kağıdında benim uyurken olan fotoğrafım olduğunu gördüm.

Hızlı bir şekilde salonun ortasındaki masaya doğru ilerledi ve elinde bir defter ve yeni bir şarap şişesiyle geldiğinde geri yerine oturdu.

"Ne oluyor?" diye sordum merakla.

Bir anlık aramızdaki o rol gereği olan mesafeyi aştığında sandalyeyi yanıma doğru çekti ve defterin bir sayfasını açıp önüme koydu. "Bana mahkum olduğum zaman bir mektup yazmıştın, hatırlıyor musun?" dedi hevesle. Sesinde öyle çocuksu bir neşe vardı ki, ela gözleri parlarken bana hiç mahkum olmamış hatta hiç kimseyi öldürmemiş bakıyordu. O Tugay Demir Çeviker'di, dümdüz Tugay'dı. Barda tanıştığım o adamdı. İzlediğimi fark ettiğinde afalladı ve yüzünü düzeltmeye çalıştı. "Bir şey mi yaptım farkında olmadan?"

"Hayır hayır," dedim başımı iki yana sallayarak. "Sadece mektupta yazanları düşünüyordum, devam et lütfen."

Yeniden gülümsediğinde defterin sayfasını işaret etti. "O mektup benim mahkumiyetimin en güzel kitabıydı ve her cümlesi ezberimdeydi. Geçen gün yapılacaklar listesinden söz ettin ve ben hepsini not ettim." Defteri önüme doğru itekledi. "Yaptıklarımızın üzerini karalayacağız, yapamadıklarımız ise sırada bekleyecek." Bir anlık afalladı ve masum bir şekilde güldü. "Yani bunu, ölüm listesindeki insanların üzerini çizmek gibi düşün ama daha masum." Kendini susturmak istiyormuş gibi elinin tersini ağzına götürdü ve dudaklarının arasından bir küfür yuvarladı. "Saçma bir örnekti, ilk buluşmaya yakışmadı ama işte onların da üzeri çiziliyor ya hani," kendini açıklama çabasına yüzünü buruşturdu, "ben ne anlatıyorum şu an?" Uzanıp yeni şarap şişesini açtı ve kafasına diktiğinde kasıldığını hissettim. Aslında tam şu an karşımdaki belki de kimsenin görmediği, benim bile ulaşamadığım Tugay'dı. "Anladın değil mi?" dedi şişeyi bana doğru uzatıp. "Anladım der misin? Yoruldum şu an konuşmaktan. Çok zormuş."

Kahkaha attığımda ellerimi havaya kaldırdım ve onun yüzünü avuçlarımın arasına alıp öpmekle sımsıkı sarılmak arasındaki ince çizgideyken "Tugay," dedim dişlerimi sıkarken. "Bu tarafını benden nasıl gizlersin?"

"Hangi tarafımı?" dedi gözlerini açarak. Daha fazla güldüğümde şarap şişesine baktı ve sonrasında kaşlarını kaldırıp bir şeyler düşündü ama bunu bana söylemedi. "Bir şey yapıyorum değil mi ben şu an? İşte biz bardan sonra buluşsaydık kesin bu adam olurdum, anladın değil mi?"

Ve o halini sevmeyeceğimi düşünüyordu. Bu kendisine yaptığı en büyük haksızlıktı.

Üzerine gitmeyerek deftere baktım ve hepsini düzgün el yazısıyla madde madde ayırdığını gördüm, mektupta yazılanlar oradaydı, aşağılarda ise konuşurken belki de hayal diye ağzımdan kaçırdıklarımdı ama hepsini aklında tutmuştu.

Anlatmak istediğim anılarımı sıralamıştı önce. Rugan ayakkabılarımın ve beyaz lekelerle olan anılarımın üzerini çizmişti çünkü onları biliyordu artık. İlkokulda maalesef sırtına aşık olduğu çocuk, yazıyordu. Saçlarını ilk ne zaman kısacık kestirdi, diye sormuştu. Kocaman pastayı neden tek başıma yediğimi.

Altına gerçekleşecekler listesi yapmıştı bazılarını mektubumdan kopya çekerek.

Birlikte sinemaya gitmek. Üzeri çizili değil.

Konsere gitmek ve sonrasında sokaklarda bağıra çağıra şarkı söylemek. Üzeri çizili değil.

Bir şarap şişesini kafamıza dikmek. Gülümsediğimde defterin yanındaki kalemi elime aldım ve üzerini çizdim.

Güneşin doğuşunu seyretmek. Üzerini çizdim yine, gerçekleştirmiştik bunu da.

Sokak ortasında uzanıp yıldızları seyretmek. Üzeri çizili değil.

Birlikte dans etmek. Kaşlarımı çattım ve üzerini çizmek yerine yanına kocaman harflerle DELİCESİNE yazdım. Bakışlarımı ona çevirdiğimde gözlerini kocaman açtığını gördüm.

Birlikte sarhoş olmak. Üzeri çizili değildi ama bu gece çizilecekti, biliyordum.

Lunaparka gitmek. Üzeri çizili değil.

Piyano çalmayı öğretmek. Elim titreye titreye üzerini çizmek için kalemi elime aldığımda beni engelledi ve bakışlarım ona döndüğünde "Hayır," dedi. "Çok daha güzelini yaşamadan çizme üzerini, sonrası kötüydü çünkü."

Sevgili avukatımın bindiği uçağın pilotluğunu yapmak. Üzeri çizili değil. Kendini tutamayarak "Sevgili avukat," dedi hemen yanımdan. "Sana bir şey itiraf edeyim mi?"

"Et."

"Edeyim mi ki?" Kıkırdadım çocuksu masumiyetine.

"Lütfen et."

Bakışlarımı ona çevirdiğimde ela gözleri umut ışığıyla parlıyordu. "Benim de en büyük hayallerimden birisi bu." Başını aşağı yukarı salladı ve sonra yutkunduğunda nefesi yüzüme çarptı. "Pilotluk çocukluk hayaliydi, sen ise bir hayalden çok daha fazlasısın. Gerçekleştireceğiz bunu, ben o uçağı kullanacağım ve sen de yanımda oturacaksın, söz veriyorum."

Gülümsediğimde kendimi tutamayarak elimi yüzünü yerleştirdim ve yavaşça yanağını okşadım. "Tek bir şüphem bile yok senin verdiğin sözlerden."

Başını yavaşça elime yasladığında gözleri gözlerimden dudaklarıma doğru kaydı ve yutkunduğunda alt dudağını yavaşça içeriye doğru kıvırdı. Ona doğru yaklaştığımda ve dudaklarıyla dudaklarım arasında çok az bir mesafe kaldığında neredeyse dudaklarım dudaklarına dokunacaktı. "Şu an ne düşünüyorsun?" dedim yavaşça dudaklarımı hareket ettirerek.

Sağ elini sandalyemin arkasına koyduğunda sıkıca tuttuğunu anlamıştım. Çok az daha yaklaştı ve dudakları dudaklarıma değil, dudağımın kenarına dokunduğunda ve oradan sürtünerek çeneme doğru kaydığında sandalyeyi sıkıca tutan sağ eli, sırtıma uzandı ve oradan da enseme doğru ilerledi. Parmakları saçlarıma dokunduğunda dudakları çenemin çizgisinde dolaştı ve nefesini verirken yanağıma doğru tırmandı. Parmakları ensemin dibindeki saçları yavaşça tuttuğunda yumuşak değildi ama bu daha fazla heyecanlanmama neden olmuştu.

Başımı arkaya doğru yatırdığında dudakları çenemin altına doğru gitti ve boynuma doğru ilerlediğinde protez olan elini bacağımın üzerine koydu.

"Tugay," dedim mırıldanarak. "Aklından ne geçiyor?"

Dudakları boynumdayken duraksadı ve sonrasında nefesini verdikten sonra ensemdeki parmakları uzaklaştı ve yüzüyle yüzüm yine aynı hizaya geldiğinde "Yazık," dedi boğuk bir sesle. "Yazık değil mi danaya? Çocukları vardır belki."

Güldüğümde kalbimin atışlarını duyuyor muydu bilmiyordum ama o an ellerimin sıkıca gömleğinin yakalarında olduğunu fark ettim ve çektim. Boğazımı temizlediğimde "Çok yazık," dedim deftere dönerek. "Zaten brokoliler de net bir şekilde minik ağaçlar."

Gözlerimi kıstığımda defterdeki diğer maddeleri okumaya çalıştım, Tugay ise şarap şişesini kafasına dikti ve neredeyse yarısına kadar içti. Sonrasında ise bana uzatıp "Marco yıllanmış şarap diye verdi ama bozuk mu bu?" dedi bana uzatıp.

Tadına baktığımda kekremsi tadı aldım fakat şaraptan başka bir şey de değildi. Birkaç kez daha içtiğimde "Yıllanmış diyedir," dedim geri masaya koyarken ama benim de başımın döndüğünü hissetmeye başlamıştım. Onu sarhoş etmek isterken benim de sarhoş olacak olmam planlarım arasında yoktu.

"Belki de." Omzunu silktiğinde elini çenesine yerleştrdi ve bana doğru baktı, ben ise deftere döndüm.

Birlikte uyumak. Üzerini çizdim.

"Burada yakışıklı ve seksi olduğumdan söz etmiştin," dedi gülerek. "Üzerini çizmeye çalışmıştın bir de." Sesinde bile bir gülüş vardı ve kelimeler dudaklarından çıkarken artık daha özgür gibiydi. "Kaçar mı benden?" dedi göz kırparak. "Kör ışıkta okuyana kadar neler çektim, bir bilsen."

"Okuman gerekseydi, karalamazdım..." dedim bakışlarımı kaçırarak.

Beni öpmek. Üzeri çizili değil. "Şu ana ne kadar da uygun," dedim gözlerimi devirip ona bakarak. Aynısını yapmaya çalıştığında beceremedi, bir kez daha gözlerimi devirdiğimde yeniden denedi ve yine başarılı olamadı. Gülmeye başladığımda o da bana katıldı ve ben güldükçe onun da gülüşü arttı. Evin içinde hiç bu kadar yüksek kahkahalar olmadığına neredeyse emindim ama o an gülerken, hayatım boyunca da böyle gülmediğimin farkındaydım.

Hangi aşamada sandalyeden yere düşmüştüm veya oturmuştum bilmiyordum ama bana bakıp gülerken sırtını sandalyeye yaslamış başını iki yana sallıyordu. "Tamam," dedim gülüşümün arasından. "Kaldır beni çünkü kalkamıyorum."

Tugay, bir emir vermişim gibi kafasını salladığında ve beni kaldırmak için elini uzattığında kendini toparlayamadı ve hemen yanıma oturduğunda bu kez nefesim kesilene kadar kahkaha attım. Tugay ise gülüşünün arasından "Amına koyduğumun Marco'su," dedi ama öyle bir gülüyordu ki, hiç kızgın gibi değildi. "Şarabın içine," gülüşünün arasından devam etti, "afyon şurubu koydu. Onu," çenesini havaya kaldırdı ve gülüşü durmadı, "onu mandalinayla boğacağım." Bir anda gülüşü duraksadı ve kaşlarını çattı, işaret parmağını dudaklarına götürdü. "Tüh," dedi yeni aklına gelmiş gibi. "Küfür ettim. Tüh."

"Tugay," dedim kahkahalarımın arasından. "Biz..." Nefesimi verdiğimde elim karnıma doğru gitti ve gülümseyerek yüzüne baktım. "O hayallerin hepsini gerçekleştireceğiz. Zorundayız." Masanın üzerindeki defteri aldım kalemiyle beraber yere koydum ve sonrasında kaşlarımı kaldırdım. "Şimdi buraya her şeyi genelleyen bir şey yazacağım ve onun üzerini biz bile çizemeyeceğiz."

Tugay, kaşlarını kaldırdığında merakla deftere baktı.

Sonsuza kadar, yazdım ilk önce. "Yok," dedim. "Sonsuza kadar yaşayamayız, gerçekçi olmaz." Sonsuza kadarın üzerini çizdim. Ölene kadar, yazdım ve sonrasında başımı iki yana salladım. "Bu da çok karamsar." Kelimeleri toparlayamazken, Tugay, elimden kalemi aldı ve defteri kendisine doğru çevirdiğinde gömleğinin iki düğmesinin açıldığını gördüm, göğüs kasları tam karşımdaydı. Bunu ben mi yapmıştım? Düğmeleri yoktu, yakalarını tutarken mi koparmıştım?

"Özgürlük içinde," dedi Tugay tekrar edip aynı anda yazarken, "bütün hayallerini gerçekleştirip," dudaklarında tebessüm oluştu, "çok da yaşlanmadan," yazdı ve sonrasında bana doğru eğilip fısıldadı, "yaşlanınca ikimizin de aşırı huysuz olacağına eminim çünkü." Kıkırdadığımda başımı salladım. "Özgürlük içinde, bütün hayallerini gerçekleştirip, çok da yaşlanmadan..."

"Yaş belirt," dedim sertçe. "Yaş belirt. Şu anda da çok genç sayılmayız, kötü enerji göndermeyelim evrene."

Tugay, sanki dediğim çok mantıklı bir şeymiş gibi kafasını salladı. "Kırk nasıl?"

"Abartma," dedim sert bir sesle. "Yakında kırk yaşında olacaksın zaten."

Tugay, gerçekten alınmış bir şekilde bana bakıp "Yaşlı mıyım yani ben?" diye sordu. "Bana yaşlı dedin."

"Hayır." Doğruldum ve kalemi elinden aldım. "Elli nasıl?"

"Elli sayısını sevmem," dedi Tugay aynı alıngan ses tonuyla.

"Neden?"

"Küçükken matematikten elli aldım diye babam beni üç gün aç bırakmıştı." Duraksadığımda itirafı onu da rahatsız etti ve sonrasında defteri o çekti.

"Elli beş diyelim," dedi.

"Elli altı," dedim. "Elli altı da anlaşalım. Elli beş kulağa çok kötü geliyor."

"Tamam dediğin gibi elli dokuz olsun."

Gülümsedim ve başımı salladım. "Harika."

"Savaşı kazanıp özgürlük içinde, bütün hayallerini gerçekleştirip, çok da yaşlanmadan, altmış bir yaşına kadar," başını kendinden çok emin bir şekilde salladı, "mutlu yaşadılar." Bana baktı, ben de ona baktım ve aynı anda aynı kelimeleri söyledik. "Ve birlikte öldüler."

Kalemi bıraktığında ve bana bakmaya devam ettiğinde arkadan gelen müzik sesi sanki daha çok gürleşti ve gözlerim kocaman açıldığında "Tugay," dedim doğrularak. "Tugay! Bu o şarkı! Kalk!" Oturduğum yerden kalktığımda sarsak adımlarla salonun ortasına doğru ilerledim ve ayakkabılarımı ayaklarımdan fırlattım. "Bu şarkıyı bilmediğini sakın söyleme bana!" dedim heyecanla ve ellerimi kaldırıp dans etmeye başladım. Tugay ise yerde oturmuş, dizlerini kırmış, ellerini dizlerinin önünde birleştirmiş gülümseyerek beni izliyordu. "Titanik filminde çalan şarkı bu. Jack ve Rose dans etmişti hatta," Rose gibi parmaklarımın ucunda durmaya çalıştım ama başarılı olamadım, "bak böyle!" Kendi etrafımda birkaç kez döndüm ve sonrasında aklıma estiği gibi dans etmeye başladım.

Koltuğun üzerine çıktım sonra orta sehpanın üzerine ve sonrasında sandalyenin üzerine. Dünya dönüyordu, her şey dönüyordu ama sabit kalan ve net görebildiğim tek kişi Tugay ve onun hayranlıkla izleyen gözleriydi. Başka şarkılara geçti ama ben dans etmekten hiç vazgeçmedim ve sonrasında tek başıma olmak beni rahatsız ettiğinde "Sen de geleceksin," dedim uzanıp onu çekiştirirken. "Benimle dans et, lütfen."

"Avukat," dedi Tugay fakat bütün gücümü verip onu yerden kaldırdığımda. "Ben böyle dans etmeyi bilmem ve..."

"Lütfen sıyrıl kendinden bu gece," dedim kendi etrafımda dönüp onun sol elini tutarak. "Her genç adam bir kez de olsa aptalca dans eder."

"Avukat," dedi bir kez daha ama çevresinde dans ederek döndüğümde ve sonrasında sol elini tutup onun etrafında döndüğümde yüzüme çok kısa bir an, bir bakışını yakaladım. O an, bu anmış gibi, bir kez daha tekrarlanamazmış gibi. Özgürlüğün tadı buradaymış gibi. "Sana nasıl hayır diyebilirim," dediğinde sol eli belime sarıldı ve beni kendi etrafında döndürdüğünde dansıma kendi çapında eşlik etti. Çevresinde döndüm, elleriyle destek sağladı, ellerimi boynuna sardım, havaya kaldırıp döndürdü. Salonun her yerinde gezinirken benimle beraber ilerledi, her adımında gülüşüme katıldı, her gülüşünde başka bir özgürlük vardı.

Kaç dakika o şekilde dans ettik bilmiyordum ama yorulup onun omuzlarına tutunduğumda şarkıların aslında yavaşladığını ve müziğin aslında bizim kafamızın içinde çaldığını fark ettim. O an, o da bunu fark etmiş olacak ki, elleri belime uzandığında beni kendisine sertçe çekti ve vücutlarımızın tek bir beden halini almasını sağladı. Sol elimde bana yaptığı peçeteden laleyi tutarken gözleri gözlerimden bir an bile olsun ayrılmıyordu. Müziğin ritmine göre yavaşça dans etmeye başladığında aslında tek yaptığımız olduğumuz yerde hareket etmekti.

Sağ eli belimin kavisinde gezinirken kalçamın hizasına doğru gidiyor ardından yeniden yukarıya çıkıyordu. Gözleri yüzümün her zerresinde gezinirken "Ne düşünüyorum biliyor musun?" diye sordu.

"Biliyorum," dedim.

"Neyi?"

"Yazık değil mi danaya?"

Güldüğünde ona katıldım. Sol eli, önüme gelen saçımı arkaya doğru attığında protez eli yanağımı okşadı, hayır öylesine canlıydı ki, soğukluğun zerresini bile hissetmiyordum. "Ben hayatım boyunca hiç bu kadar özgür hissetmedim," dedi kısık bir sesle. "Aslında özgürlüğüm sensin derken nasıl da haklı olduğumu düşünüyordum. Gülüyorsun, sen gülüyorsun ve ben özgürüm işte, sevgili avukat."

"Bir mahkum olarak kurdun bana bu cümleyi," dedim başımı sallayıp. "Ben ise hayatı boyunca hiç mahkum olmamış birisi olarak söylüyorum, hiç bu kadar özgür hissetmemiştim." Yutkunduğumda ellerim omuzlarından yüzüne doğru kaydı. "Hangi halin olursa olsun, ben sana aşık olurmuşum."

Canımın acıdığını hissettim o an. Hayatımız yüzünden. İlk kez hayatımız yüzünden bu kadar nefret ettim her şeyden çünkü yarın savaş vardı, ölüm vardı, suçlar vardı, biz vardık. Şimdi ise tamamen özgürdük, saklanmak istediğim o zamanın içindeydim.

Tugay, bir anda beni kaldırıp kucağına aldığında dudaklarımdan tiz bir çığlık koptu ve bacaklarımı beline doladım. Birkaç adım attı ve beni masaya oturttuğunda bacaklarımı iki yana açıp bacaklarımın arasına yerleşti. Sağ eli belimden elbisemin açık olan kısmına, bacağıma doğru ilerlediğinde sol eli beni kendisine daha fazla yaslıyordu. "Avukat," dedi fısıldayarak. "Yap artık şunu."

Bacağımdaki sağ eli yavaşça okşarken yukarıya doğru tırmandı ve baldırımdan yukarıya doğru çıkarken "Sen yapsana," dedim gülümsemeye çalışarak fakat sağ eli kasığımın çizgisine doğru ilerlediğinde kasıldığımı hissettim. Parmakları yavaşça aşağıya doğru inerken bacaklarımı birleştirme hissiyatı içindeydim ama beni engelliyordu. Gözleri gözlerimden ayrılmazken yüzüme doğru yaklaştı ve dudakları alnıma dokundu ardından burnumun ucuna ve oradan yanağıma. Sağ eli ise daha fazla aşağıya inerken kendimi tutamadığım ilkel bir dürtüyle belimi kavislendirdim ve kendimi eline sundum. Başım yavaşça geriye doğru giderken dudakları çenemden aşağıya boynuma indi ve daha aşağılara doğru gittiğinde elinin tersinin kadınlığımın üst kısmını okşadığını hissettim.

Başımı kaldırıp ona baktığımda dudakları göğüs kafesime doğru indi ve sol eliyle elbisenin omzunu düşürdüğünde göğsümün bir kısmı açığa çıktı. Nemli dudaklarını göğsümün üzerine bastırdığında ve sonra dilini gezdirerek aşağıya doğru indiğinde sağ eli, aşağıya doğru indi ve parmaklarını yavaşça tepe noktama bastırdı.

Dudaklarımdan bir inilti döküldüğünde elim ensesine gitti ve saçlarını kavrayıp "Tugay," diye fısıldadım sert bir sesle. "Öp beni." Tugay'ın dudaklarında silik bir tebessüm oluştu fakat beni öpmek yerine eziyet edermiş gibi parmağını daha fazla tepe noktama bastırdı ve elbisenin göğüs kısmını dişiyle çekiştirerek tamamen açığa çıkardı. Protez olan eli sertçe masanın üzerine indiğinde dilini göğsümün ucuna sürttü ve sonrasında yavaşça dudaklarının arasına aldığında sağ eli minik birkaç daire çizdi. Ellerim sıkıca omuzlarına tutunduğunda "Tugay," dedim daha kısık bir sesle. "Lütfen."

Karnımda, kasıklarımda, vücudumun her zerresinde kaynar ateşler vardı; onun dokunduğu her yer ise daha fazla yanıyordu. Fakat ben acı değil, hazdan başka hiçbir şey hissetmiyordum. Göğsümde dilini gezdirip dişleriyle çekiştirdikten sonra parmakları dairelerini hızlandırdı ve sonrasında daha fazla aşağıya doğru indiğinde neredeyse dizlerinin üzerine çökmüştü.

Alttan alttan bana baktığında "Sana dizlerimin üzerine farklı şekillerde de çökeceğimi söylemiştim değil mi?" diye sordu. Dudakları iç bacağıma doğru ilerlediğinde elim saçına daha fazla tutundu ve neredeyse masaya tamamen uzandım. Dudakları bacaklarımın içinde gezindi, yukarıya tırmandı tırmandı ve tırmandı. Tam kasık çizgimin olduğu yere geldiğinde dudaklarımdan yalvarır gibi bir ses döküldü ve titrediğimi fark ettim. Onun nefesini hissetmek bile beni delicesine titretebiliyordu.

Bir anda durdu ve doğrulduğunda yarı baygın gözlerle ona baktım, Tugay ise dudaklarını ıslatıp benim doğrulmamı sağladı. "Beni öpmeyen bir kadına bunları yapmak yanlış gibi geldi," dedi ağzının ucuyla. "Ne diyorduk? Brokoli ağaçları gerçekten de..."

Sertçe onu yakalarından tutup kendime çektiğimde "Seni öldürürüm," dedim oldukça inançlı bir şekilde. "Ve şaka yapmıyorum. Bana meydan okuma."

Gülümsediğinde zorlukla yutkundu ve yakasını tuttuğum ellerimden bile kalbinin atışını hissettim. "Bütün meydan okumaları zaten sen kazandın," dedi başını omzuna doğru yatırarak.

Onu kendime daha fazla çektim, bacaklarımı beline doladım ve erkekliğini pantolonuna rağmen tam kadınlığımın üzerinde hissettiğimde sertliği sesimin mırıldanıyormuş gibi çıkmasına neden oldu. "Seni öpmeyeceğim," dedim dudaklarına yaklaşarak. "Herkese karşı savaş kazanabilirsin ama bana karşı daima kaybedeceksin." Gömleğinin düğmelerini sertçe açtığımda birkaç düğme yere yuvarlandı. Ellerimi göğüs kafesine yerleştirdim ve yavaşça aşağıya indirirken kasıldı, dudaklarını birbirine bastırdı. Parmaklarım pantolonunun kemerine gittiğinde "Bana kaybetmekten hoşlanmıyorsan, şimdi bunu bitirebiliriz," dedim. "Çünkü ben herkesi yenen Tugay'ın bana kaybetmesini çok seviyorum."

Düşündüğümden daha uzun bir süre yüzüme baktı ve sonrasında elleri karnındaki ellerime uzandı sonrasında ise uzaklaştırdı. Vücudunu da benden uzaklaştırdığında dağılmış saçları, düğmelerinin yarısı kopmuş gömleği, nemli teniyle yüzüme baktı. Ela gözlerinde şehvet, tutku, sevgi, aşk her şey vardı ama geriye doğru bir adım attığında bu kez yenemediğimi fark etmiştim.

Bundan sonrası +18 efenim...
(sanki daha öncekiler değilmiş gibi)

Biraz daha geriye gitti ve sonrasında başını yavaşça iki yana salladığında gözlerini yere çevirdi, dudakları bir şeyler söyleyecekmiş gibi aralandı. Neredeyse yalvaracaktım fakat Tugay, öyle sert adımlar attı ve öyle sert bir şekilde dudaklarıma yapıştığında beni düşmekten kurtaran tek şey, belime sarılan kollarıydı.

Beni kucağına aldığı gibi olduğum yerden kaldırdı ve sağ eli, sertçe kalçamı kavradığında beni masanın karşısındaki duvara yasladı, canımın acısını engelleyen tek şey protez eliydi, aslında o da sırtımı acıtmıştı ama bu umurumda bile değildi. Dudakları dudaklarımın arasına yerleştiğinde beni hiç olmadığı kadar sert bir şekilde öptü ve kalçamı kavrayan parmakları tenime gömüldü. Islak dudakları dudaklarımı emerken gözlerimi sıkıca yumdum ve öpücüğüne karşılık verdim; dili dudaklarımın arasına yerleştiğinde tadımı almak istiyormuş gibi dudaklarımın her yerini öptü ve sonrasında dişleriyle çekiştirdiğinde hırıltılı bir nefes verip beni yasladığı duvardan ayırdı ve yürümeye başladı.

Nefes ve mırıltı seslerim birbirine karışırken tökezlediğini hissettim, merdivenin basamağına geldiğimizde dudaklarını dudaklarımdan ayırmadan basamakları zorlukla da olsa tırmandı ve bir yerde beni tırabzana yaslayıp orada öptü ardından yeniden doğrulduğunda ve birkaç basamak ilerlediğinde bu kez basamakların üzerine oturttu beni. Merdivenlerde üzerime çıkarken hızlı bir şekilde üzerindeki gömlekten onu kurtardım ve fırlattım.

Onun tenine dokunmak istiyordum, onun teni parmaklarımın ucunda dans etsin istiyordum. Tırnaklarımı göğüs kafesine sapladığımda ateş gibi teni vardı, öyle sıcaktı ki, bu onu daha fazla kendime çekmeme neden oldu. Merdivende bacaklarım beline dolandığında "Dayanamıyorum," diye fısıldadım, kendimi ona daha fazla yaslayarak. Eli, altındaki pantolona giderken dudaklarını benden ayırırsa sanki her şey son bulacakmış gibi bir an bile benden uzaklaşmadı. Bacaklarımın arasındaki erkekliği daha fazla sertleşirken ve baskısı artarken çıplak tenimi tahriş edecek kadar baskı yaptı bana ve bu gülümsememe neden oldu.

Nefes almak istermiş gibi çekildiğinde "Avukat," dedi fısıldayışı bir emir gibi dudaklarından dökülürken. "Her zerreni," dediğinde yeniden belime sarıldı ve tırabzana tutunarak ayağa kalktığında beni de bir kez daha kucağına çekti. Aralıklı gözlerle gözlerime baktığında vücudundaki ateş, ela gözlerinın artık bir kıvılcım parçası gibi görünmesine neden olmuştu. "Her zerreni istiyorum senin. Beni şimdi durdurmazsan..."

Bu kez dudaklarının üzerine ben kapandığımda gülümsedim. "Her zerremle istiyorum seni," dedim ellerim saçlarını kavrarken. "Bana istediğin her şeyi yapabilirsin."

Yıldızlar çaktı, ateşler bir sönüp bir yandı ve yeniden dudakları dudaklarımı bulduğunda bu kez her öpüş darbesinde iniltiler birbirimize karışıyordu. Merdivenleri tırmandı ve sonrasında duvara yaslandığında elim kemerine gitti ve açtığımda düğmesini açmak için epey çaba sarf ettim. Titreyen ellerimle zorlukla açtığımda onun eli, artık çıplak kalçamın üzerindeydi.

Duvardan ayrılıp odasından içeriye girdiğinde dengesini sağlamakta güçlük çekiyordu. En sonunda yatağın yanına geldiğimizde dudaklarını benden ayırdı ve yatağın üzerine sırt üstü düşmemi sağladığında gözlerim kocaman açık ona baktım. Pantolonu çıkmıştı, altında sadece siyah boxerı vardı, kasları gerilmişti ve damarları belirgindi. İçeriye vuran ayın ve sokak lambasının ışığı onu aydınlatırken öylesine nefes kesici görünüyordu ki, ona dokunmadığım her anın nasıl da boş geçtiğini fark ediyordum.

Gözlerim onun yüzünden ayrıldığında ve tavana doğru kaydığında kendimle yüzleştim. Oradaydım, yatakta uzanıyordum, elbisem belime kadar inmişti, göğüslerim ortadaydı, bir bacağım tamamen ortadaydı. Saçlarım yatağın üzerinde dağılmış, dudaklarım aralıklı, tam göremesem de kızarmıştım.

Ve kendime bakarken, değil nefret, değil utanç, değil kaçma isteği duydum; kendime ilk kez bu kadar hayran kalmıştım çünkü her şeyimle orada doğaldım, bütün lekelerimle, sarhoşluğumla, yüzümdeki aptal gülümsemeyle. Belki de o an ben...

"Sen," dedi Tugay, dizini yatağa yaslayıp bana doğru yaklaşırken. Aklımdan geçeni okuyordu sanki. "Senden daha güzel hiçbir şey görmedim ben. Bu dünya değil, dünya sikimde bile değil, benim dünyam senin güzelliğinin çevresinde dönüyor. Benim dünyam bir tek senin için dönüyor. İzle kendini, güzelliğine bir de sen hayran kal."

Üzerime geldiğinde ve dizlerinin üzerinde durduğunda nefes nefese ona baktım, kalbim öyle bir atıyordu ki, tek istediğim oydu ama cümle bile kuramıyordum. Beni yavaşça kaldırdığında ve üzerimdeki elbiseyi çekip çıkardığında tamamen çıplak bir şekilde karşısında kaldım.

"Hiç mahkum olmadığını söylemiştin, değil mi?" diye sordu kısık bir sesle dizlerinin üzerinde durup bana bakarken. Yutkunduğumda cevap vermemi bile beklemedi ve sağ elindeki kemeri ortaya çıkardığında yüzündeki gülümseme kasıklarımdan sıcacık bir sıvının dökülmesine neden oldu sanki. Dudaklarım aralandığında üzerime çıktı ve sonrasında bileklerimi tuttuğunda birleştirip çevresini kemerle sıktı. "Senin tek mahkumiyetin bu şekilde olabilir, o da bana olsun."

"Tugay," diye fısıldadığımda ellerimi indirip ona tutunmak istedim fakat başımın tepesine ellerimi kaldırdığında ve beni tavandaki yansımamla baş başa bıraktığında dudakları dudaklarıma sürtündü ardından göğüslerime doğru indi ve sonrasında karnıma, oradan kasıklarıma. Beni öperken aslında lekelerimi de öptüğünü biliyordum, çünkü görüyordum, görmek beni daha fazla kıvrandırmaya başladığında Tugay, beni yatağın köşesine çekti ve dizlerinin üzerine çöküp dudaklarını yavaşça kadınlığıma bastırdı. Tiz bir çığlık attığımda ellerimi indirip onu tutmak, kendime çekmek istedim fakat bileklerim bağlıydı, ona mahkumdum.

Art arda nefesler alırken belim kavislendi ve Tugay, dilini tam tepe noktama bastırıp ilk önce yavaşça ardından hızlı bir şekilde hareket etmeye başladı. Kısık inlemelerim yükseldiğğinde belim durmadan hareket ediyor, kendimi ona bastırıyordum. "Tugay," dedim ismi, kendisi, varlığı teh ihtiyacımmış gibi. Sağ eli, çeneme gitti ve parmaklarını dudaklarımın üzerine sürttüğünde kendimi tutamayarak parmaklarını ısırdım ve sonrasında emdim. Tugay bunun ardından daha fazla hızlandı ve ıslattığım parmaklarını göğsüme doğru ilerletip en zirve noktamda nemli izini bıraktı.

Her temasında daha fazla kıvranıyordum, öyle ki, dudaklarımı ısırdığımı kan tadını aldığımda fark ettim. Kapalı gözlerimi araladığımda ve tavandaki yansımamızla karşılaştığımda bizi o şekilde görmek daha fazla delirmeme neden oldu. "Tugay!" diye bağırdığımda artık kendi sesimi bile tanıyamayarak durumdaydım. "Seni istiyorum, çok istiyorum, içimde istiyorum seni. Her şeyini," dedim yalvarıyor gibi. "Her şeyini... Çok..." Dili duraksadığında bileklerimi artık açmak için çaba sarf ediyor, onu her şeyiyle hissetmek istiyordum. "Lütfen," dedim bakışlarımı ona çevirip hazdan tir tir titrerken. Bana öyle bir bakıyordu ki, ikimizden başka kimse sanki bu dünyada değildi.

Sadece ikimiz vardık.

Bacaklarımın arasından çekildikten sonra beni yatağın yukarısına doğru taşıdı ve her hareketinde gözlerini gözlerimden bir an bile olsun ayırmadı. Ellerimi öne doğru uzattığımda "Seni hissetmek istiyorum," dedim. "Sana dokunmak istiyorum."

Tugay, büyük bir nefes verdikten sonra bileklerimdeki kemeri açtım ve ellerim serbest kaldığında onu hızlı bir şekilde omuzlarından tutup kendime çektim, nemli dudakları dudaklarımın üzerinde durduğunda alnım alnına değiyordu, gözleri gözlerimdeydi. Dilini dudaklarında gezdirdiğinde boğazından keyifli bir ses döküldü ve sonrasında ellerim omuzlarından sırtına, sırtındaki o kırbaç izlerine doğru ilerlediğinde dudağımı dudağına sürttüm. Kendi tadımı dudaklarından aldığımda onun için nasıl hazır olduğumu biliyordu, aslında ben ona uzun zamandır hazırdım, bunu bilmesi gerekirdi.

Ellerim beline doğru indi ve boxerı aşağıya doğru indirdiğimde son bir kez, sanki aksini söylesem yalvarmayacakmış gibi "Emin misin?" diye sordu. Bu hareketi bile o adam olduğunu haykırıyordu bana.

"Hiçbir şeyden bu kadar emin olmadım ben," dedim fısıldayarak. "Adımın anlamından bile."

Terden saçlarım alnıma yapışmıştı, vücudum onun ağırlığından bile titriyor, gözleri bana bakarken bile onun için gelebileceğimi hissediyordum. Sadece onun nefesini hissederek bile yaşayabilirdim bu duyguyu. Kendisi de aynı şeyi hissediyormuş gibi bana bakıyordu ve sanki aklımı okumuş gibi, "Hep yarımmışım gibi," dedi. "Sanki şimdi tamamlanacağım."

Yutkunduğumda eliyle hızlı bir şekilde boxerından kurtuldu ve karşımda çırılçıplak kaldığında gözlerim aşağıya doğru indi. Onu o şekilde gördüğümde nefes almayı unuttum, kalçamı hareket ettirdim ve ateşi kucaklamayı bekledim.

Ellerini vücuduma sardığında bizi bir bütün haline getirdi ve artık hiçbir engel olmayan erkekliği, kadınlığımın üzerinde seğirdi. Yavaşça sürtündü, kollarımı ona daha fazla doladığımda başımı boynuna gömdüm ve dişlerimi omzuna geçirdim. Baskısı arttı, sıcaklığı da öyle. Başını geriye doğru çektiğinde benimle göz göze gelmek isteyerek bakışlarını bana çevirdi ve tam gözlerime bakarken, sıcaklıklarımız birbirimize karışmışken içime çok yavaş bir şekilde girdi.

Dudaklarımın arasından acılı ve bir yandan da haz dolu bir inleme döküldüğünde Tugay da çenesini havaya kaldırdı ve aynı şekilde karşılık verirken, gözleri gözlerimde biraz daha kendisini içime itti. Bu kez inleme minik bir çığlığa dönüştüğünde "Tugay," dedim en yüksek sesimle sanki. Sesim ağlıyor gibi çıkıyordu. "Asıl delilik bu."

Dudakları aralandığında kalçasını yavaş yavaş hareket ettirdi ve içimi daha fazla doldurmak istedi; her hareketinde hissettiğim o tatlı haz, ona daha fazla sarılmama neden oldu. Gözlerinin içinde, ela gözlerinde kendimi gördüğümde, her nasıl bakıyorsam "Sikeyim," dedi dişlerinin arasından. "Senin için ölüyorum." Dudakları dudaklarımın üzerine kapandığında tamamen bizi birbirimize teslim etti ve kalçasının hareketi hızlandı. Her hareketinde içimi daha fazla doldururken çığlıklarım öpücüklerinin arasından aynalara çarpıyordu.

Tugay, protez olan eliyle yatağın başlığına vurduğunda tahtadan ses geldi, artık hiç de yavaş değildi ve benim çığlıklarım, onun inlemeleri ve küfürleriyle karışıyordu. Dudakları dudaklarımı arşınlarken öyle hızlı hareket etmeye başladı ki, nefes alabilmek için ondan ayrılmak zorunda kaldım. Bir anda sertçe tamamen içimi doldurduğunda gözlerim kocaman açıldı ve hazdan onun sırtını tırnaklamak zorunda kaldım. Tugay ise bu hareketimden sonra beni bir anda öyle bir kaldırdı ve öyle bir kucağına aldı ki ben ne olduğunu bile anlayamadan, o sırtını başlığa yaslamıştı ve ben kucağındaydım.

Belimden tutup beni hareket ettirirken dudaklarımın arasına doğru "Benim için yaratıldın," dedi ve sonrasında eli saçlarıma gittiğinde çekip boynumun açığa çıkmasını sağladı. Dudakları boynumu bulduğunda kucağındaki hareketim hız kesmeden devam ediyordu. Islak darbeleri tenimde gezinirken bakışlarım sol taraftaki aynaya kaydı ama artık öyle bir kendimden geçmiştim ki, bizi bulanık görecek durumdaydım. Daha fazla saçımı çekti ve o şekildeyken dudaklarını dudaklarımın üzerine örttüğünde vücutlarımız arasında tek bir boşluk bile yoktu.

Öyle bir yerlerdeydim, zirve demek akıl karı bile değildi; dünya üzerinde yaşanabilecek en güzel hisler demek mümkündü, hayır sadece bu yaşadığımız değildi, birlikte diğer yarımı bulma hissini asıl şimdi yaşıyordum. Öyle ki, artık şehvet, seks, tutku değildi bu. İhtiyaçtı. Ona ihtiyacım vardı.

Bu kez beni bir anda kucağından indirdiğinde ve yüzüstü yatağa bıraktığında nefes nefese kıvranarak ona baktım. Sırtıma ağırlığını verdi, sağ eliyle karnımdan tutup yavaşça kalçamı kaldırdı ve yeniden içimi doldurduğunda dudakları yanağımdaydı, ensemdeydi ve sonra sırtıımdaydı. "Tugay!" diye bağırdığımda tek istediğim onun adını söylemekti. "Tugay! Delireceğim!"

Omzumdan öptü ardından kalçama bir kez vurdu. Bir yandan bu kadar sert ve baskın olup bir yandan da bu kadar hassasmışım gibi nasıl hissettiriyordu bilmiyordum ama yeniden beni döndürdüğünde başım neredeyse yataktan aşağıya sarkacaktı, artık terden sırılsıklam olmuş saçlarım ise tenime yapışmıştı. Yüzüyle yüzüm aynı hizaya geldiğinde parmakları bacaklarıma baskı yaptı ve sonrasında beni zirvenin zirvesine götürebilecek, eğer orası zirveyse bir kez daha içime girdi.

Dudaklarıma yaklaştı ve dişleriyle dudaklarımı çekiştirdikten sonra çekiştirdiği yeri öptü ve bakışlarımdan artık dağılmak üzere olduğumu anladı çünkü nefes bile alamayacak durumdaydım, gözlerim zevkten dolmuştu, yüzümde ise ona bakarken aşkın verdiği o gülümseme vardı.

Ellerim yüzünü bulduğunda ve parmaklarım saçlarına dolandığında "İçime gel," dedim fısıltıyla. Tek konuşabildiğim sanki buydu. Gözlerindeki ifade, bambaşka noktalara gitti. "Uzun zamandır düzenli bir şekilde doğum kontrol hapı kullanıyorum zaten."

Boynu, gövdesi, kolları kızarıklık içindeydi ve aynısının bende de olduğuna emindim. Öyle ki artık kasıklarım sızlıyor, bacaklarım uyuşuyordu. Tugay sadece bir kez başını salladığında benimle birlikte zirveyi paylaşmak için hızını bana göre ayarladı. Başımın yataktan aşağı düşmesini engelleyen eliydi, protez olan eli ise belime sarılıydı. Dudaklarımdan öpüyor, geri çekiliyor, gözlerimin içine bakıyor ve bir kez daha öpüyordu.

"Ben bu hayata sana yenilmek için geldim," dediğinde sesi öylesine çekiciydi ki, bu daha fazla delirmeme neden oldu ve gözlerim artık bulanık görmeye başladı. "Ben bu hayata sana mahkum olmak için geldim." Sertçe bir kez daha içime girdi ve dudaklarıma yaklaşıp nefesini verirken "Ben bu hayata," dedi, "senin için yaşayıp seninle ölmek için geldim." Bir anda durdu, hareket bile etmedi ve nefesini verdi, gözlerinde yıldızlar vardı sanki. "Ben bu hayata sana aşık olmak için geldim."

"Tugay," diye fısıldadığımda bir kez daha hareket etti ve kelimeler ağzıma dizildi. Yükseldim, yükseldim ve yükseldim. Gözlerimi kapattığımda Tugay, gözlerimi açmamı istiyormuş gibi gözlerimden öptü, göz göze geldiğimizde tek bir hareketiyle dağılacaktım, biliyordu. "Tugay," dedim. "Biz özgürüz."

Hiçbir şey yapmadan sadece yavaşça dudaklarını dudaklarımın üzerine dokundurdu ve minik bir öpücük kondurduğunda inlemeyle beraber dağıldığımı hissettim ve çenemle beraber bütün vücudum titremeye başladı. Onu öpebilecek kuvveti bile kendimde bulamadığımda başım yataktan aşağıya doğru sarktı ve gözlerimi kapatmadan önce gördüğüm son görüntü tam karşımdaki aynada olan bizdik; her şeye rağmen bütün kalan bizdik. Tugay da aynaya baktığında "Çok güzelsin," dedi, bana asıl öğretmesini gerektiğini çoktan öğrettiğini anlayarak. "Artık bunu sen de biliyorsun."

Benim hemen ardımdan birkaç saniye sonra sadece bir kez daha hareket ederek o da içime geldiğinde dudaklarından art arda küfürler yuvarlandı ve sonrasında vücudu vücudumun üzerine serildi, bütün ağırlığıyla. Bir can gibi orada hissediyordum, her parçamla bana aitti, benim içindi ve ben de onun için vardım.

Kaç dakika o şekilde durduk bilmiyordum ama en sonunda Tugay, beni sanki bir bez gibi kaldırdığında ve sarktığımdan yerden doğrulmamı sağladığında üzerimdeki ağırlığını da benden çekti. Yatağın sol tarafında kaldığımda hemen yanıma kendini attı ve nefes seslerimizden başka hiçbir şey kalmadı. Bakışlarım bizim üzerimizdeydi, orada tavandaydık, soldaki aynadaydık, sağdaki aynadaydık.

En sonunda hareket edebilen Tugay olduğunda beni kendisine doğru çekti, başımı göğüs kafesine yasladı ve saçlarımın tepesine öpücük kondurdu. Bacaklarım uyuşmuştu, kasıklarım ağrıyordu artık ama bu temasından bile onu yeniden içimde istemeyi durduramadım. Öyle ki Tugay da aynı hisler içerisinde olacak ki, eli, saçlarımdan enseme ve sırtıma kaydı ve parmakları yavaşça sırtımı okşarken nefesi yeniden değişti.

Konuşmamıza bile gerek kalmadan bir kez daha bütünleştik ve bu kez çok daha sertti. Kendimi bulduğum yer, dağıldığım yer Tugay'ın kucağıydı. Bunun ardından yarım saat bile duramadan bir kez daha tekrar ettik, bu kez dağıldığım yere nasıl geldiğimi bile bilmiyordum çünkü yerdeydik.

Birkaç saat uyuduğumuzda ve onun ellerinin hissiyle uyandığımda bu kez her şey daha sakin, daha uykunun arasında ve daha rüyanın içindeymiş gibiydi. Sonuncusunda, artık gün ağardığında sadece onu öpmek isteyen biriydim. Dudakları değil sadece boynu, teni, göğüs kafesi, sırtı... Onu her öptüğümde aklını oynatacakmış gibi olması hoşuma gidiyordu, öyle ki Tugay da bu noktada benden kaçıyordu çünkü ipleri elime aldığımı biliyordu. İpleri bana vermek ona göre değildi ama bir gün bunu da başarabileceğimi biliyordum.

"Kırbaç izlerini tek tek öpmek istiyorum," demiştim.

"Boş ver onları da güzelleştirmeyiver, bırak çirkin kalsınlar," demişti sanki izlerinden utanıp benden kaçırarak.

Güneş ışığı içeriye girerken uyuşmuş bir vücutla pencereye doğru bakarken sırtım Tugay'a yaslıydı, onun kolları bana dolanmıştı. Sarhoşluğun etkisinin geçtiğini hissedebiliyordum çünkü gerçekler artık oradaydı, biz Tugay ve Eftalya'ydık, azılı suçlulardık, dünyanın gözünün üzerinde olduğu insanlardık.

Fakat artık neredeyse tamamen özgürdük.

"Tugay," dedim uykuya dalmadan hemen önce.

"Güzelim," dedi o da uykulu bir sesle. Yanındayken uyuyamadığını söylemişti, bu kez uyuyabilecek miydi?

"Aşktan öte bir duygu bu," dedim gözlerimi kapatıp onun güvenli kollarına sığınırken. "Bir başkası için var olmak ve o kişinin de senin için yaratılması gibi sahiden de. Artık bir şeyden çok daha fazla eminim."

Yüzüme değen nefesi dengemi sarstı ve kulağıma doğru eğildi. Yine lafı ağzımdan aldı, sanki bir büyüydü ve biz onu paylaştık. "Sensiz," dedi kulağıma doğru. "Yaşayamam."

"Sensiz," dedim protez olan eline sıkıca tutunurken. "Sensiz yaşayamam."

Sonrasında saçlarımda ellerini hissettim, şefkatli ellerdi. Yüzümü okşadı, alnımda öpücükleri vardı. Bir rüya gördüm, rüyanın içinde ikimiz de ölüyorduk ama öylesine mutluydum ki, bu bir kabus gibi değildi.

Biz ölüyorduk evet ama birlikte ölüyorduk.

Öyle ki gözlerimi her rüyadan uyanıp açtığımda beni hayranlıkla izleyen ela gözlerin sahibiyle birlikte ölebilirdim.

🔥

+18 bitti efenim...

İrkilerek gözlerimi açtığımda elim sıkıca üzerimdeki çarşafı tuttu. Neden irkilerek uyandığımı bilmiyordum ama bakışlarım hâlâ pencereye dönüktü, güneşin ise artık aşağıya doğru indiğini ve öğleyi bile geçtiğini anlayabiliyordum. Hem dünyanın en huzurlu uykusundan uyanmış gibiydim hem de kabuslarla cebelleşmiş gibi.

Sadece birkaç saniye gözlerimi kapattım ve geceyi hatırladığımda yüzümdeki gülümsemeyle yatağın diğer tarafına baktım.

Boştu.

O an beni o kadar korkutan duygunun adını aslında biliyordum. Yataktan öyle bir doğruldum ve öyle bir etrafıma baktım ki, dün gece buğulanan aynalar yüzümdeki korkuyu gizleyemedi bile.

Elim boynuma doğru gittiğinde bakışlarım piyanonun olduğu tarafa doğru döndü, sanki bir mektup arıyormuş gibi. Böyle mi hissettirmiştim? Bu dünyanın en kötü hissiydi.

"Tugay," diye mırıldandım, adını seslenmeye korktum cevap alamam diye. Ya cevap alamazsam? Bu nasıl bir korkuydu böyle. Tek görebildiğim tam karşımdaki aynadaki kadındı. "Tugay," dedim bir kez daha fakat bu bir fısıldayış gibiydi. Hayır, evin içini aramaya cesaret edemezdim.

"Tugay," dedim yeniden ama artık kendi sesimi bile zor duyuyordum. Hayır, piyanonun üzerinde mektup yoktu, eşyalar yoktu, dolaplar boş muydu peki? Kalkıp bakamazdım. Zihnim şu an bana bir oyun oynuyordu, bu imkansızdı, hayır, bunu asla yaşayamazdım.

Gözlerim kapalı bir şekilde bir kez daha adını söylemek için dudaklarım aralandığında bir kapının sesi duyuldu ve gözlerim açıldığında Tugay'ın banyodan çıktığını gördüm. Belinde havlusu, elindeki diğer havluyla saçlarını kuruturken benimle direkt göz göze geldi ve hep bildiğim, ezberlediğim o gülümseyişini bana gönderdi. "Bana mı seslendin yoksa ben artık hep senin sesini mi duyuyorum? Uyanmanı bekledim ama telefonum susmayınca kalkmak zorunda kaldım." Gülümseyişi daha da derinleştiğinde bana bakarken gözlerimdeki korkuyu gördü. Elinde havlu donup kalırken "Güzelim benim," dedi gülümsemesi silinirken. "Ne oldu?"

Vücudunda benim bıraktığım kızarıklıkları umursamadan hatta kendi çıplaklığımı da görmezden gelerek yataktan öyle bir fırladım ve öyle bir boynuna atıldım ki, dudaklarımdan sadece "Özür dilerim," kelimesi döküldü. "Çok özür dilerim."

İlk başta kaskatı kesildi fakat sonrasında "Hayır," diye fısıldadığında ne düşündüğümü anlamış olacak ki, kolları bana dolandı ve dudakları saçlarımın tepesini buldu. Sonrasında alnımdan öptüğünde yüzümü ellerinin arasına aldı. "Ben sana böyle bir kötülüğü nasıl yaparım? Aklın nasıl alıyor bunu?"

Başımı iki yana salladığımda hiçbir şey söyleyemedim ve sessizliğin içinde beni anlamasını bekledim. O beni hiç bırakmazdı, o beni hiç bırakmamıştı. Bunu asla yapmazdı.

Konudan ve bu aptal hislerden tamamen kaçınmak istermiş gibi geriye doğru çekildiğimde "Öğlen olmuş," dedim kendi kendime. "Beni de uyandırsaydın keşke, duşa girmem gerekiyor." Ellerim saçlarıma geçti, yüzüme dokundum ve sonrasında yeniden ona baktım. "Ben en iyisi..." Direkt ondan kaçtım ve duşa girdim.

Kapıyı kapatırken hâlâ bana baktığını biliyordum ama öyle uzun süre duşta kaldım ki, çıktığımda ve üzerime siyah bir pantolon ve beyaz bir tişört giyip aşağıya indiğimde Tugay'ı mutfakta bize tost yaparken yakaladım. Onun da üzerinde siyah kargo pantolonu, siyah tişörtü vardı. Saçlarının dağınığı geçmiş, sakalları hafif uzamış ama bana baktığında ışıkları görebildiğim o adam.

Saçlarımdan üzerimdeki tişörtüme sular damlarken "Hemen çıkmamız gerekiyor," dedi bunu zerre istemiyormuş gibi. Makinenin içinden bir tostu çıkarıp tabağın içine koydu. "Nida durmadan bizi soruyormuş ve Giray, sanırım Defne'yle konuşacak." Tostu, bir peçeteye sardı ve bana doğru uzattı ardından çenemden makas aldı. "Fakat acele etmemiz senin aç kalacağın anlamına gelmiyor."

"Gerçek dünya," dedim kendimi tutamayarak. "Neredeyse unutuyordum kim olduğumuzu."

Ne demek istediğimi anladığında dudaklarını birbirine bastırdı ve bana öyle bir baktı ki, sanki daha önce hiç böyle bakmamış gibi. "İyi tarafından bakalım," dedi beni güldürmeye çalışıp. "Dün evin içine bir bomba da düşebilirdi."

"Evet," dedim yapay bir şaşkınlıkla. "Nasıl oldu da bu başımıza gelmedi?"

"Daha çok sabahımız olacak," diye mırıldandı, keskin ve baskın bir sesle. "Ve birçok gecemiz. Ama bugün çok işimiz var neden biliyor musun?" Sanki hayat enerjisi bambaşka bir şekilde yerine gelmişti. "Çünkü seninle yaşamak istediğim o hayata acelem var, canımın içi. Seninle beraber huzurla uyandığım sabahlara ihtiyacım var."

Gülümsediğinde çenemden bir kez daha tuttu ve dudağıma minik bir öpücük kondurdu. Bu öpücüğün ardından artık bağımlı olduğu bir şeyi bırakamayacakmış gibi yeniden öptü ve sonrasında kaşları çatıldığında eli yavaşça belime dolaştı, daha uzun öptü. Hiç karşı gelmeden karşılık verdiğimde belimden sıkıca tutup çekti, ister istemez dudaklarımın arasından hafif acılı bir inleme döküldüğünde duraksadı ve kaşları havalandı.

Sırtımda biz farkında olmadan protez elinin yaptığı baskıdan dolayı kocaman bir morluk vardı, gece fark etmemiştim ama duş alırken gördüğümde kendimden daha çok Tugay'ın hissedeceklerine üzülmüştüm.

Sağ eli ne olduğunu anlamak istiyormuş gibi belime uzandığında "Bacaklarım ağrıyor da birazcık," dedim kollarımı boynuna dolayarak. Hayır bu yüzden kendini suçlu hissetmesini istemiyordum. Gözlerini kıstığında bütün kalbimle ve isteğimle onun dudaklarından bu kez ben öptüm, şampuanının ve odunsu parfümünün kokusu öyle güzeldi ki, nefesimi verdiğimde yüzümde tebessüm oluştu.

Tugay'ın elinin tişörtümün eteğine gitmesiyle telefonunun çalması bir oldu.

Zorlukla geri çekildiğinde "Telefon dünyanın en saçma ve gereksiz icadı," dedi ağzının içinde ve sonradan arayan kişiye baktığında Marco olduğunu gördüm. Meşgule attığında kendi kendine söylenip bir kez daha bana baktı ve sonrasında "Gidelim, sevgili avukat," dedi, "önden sen git yoksa hareket edemeyeceğim ben."

Bir an onunla uğraşasım gelse de geri durup gülümsedim ve hiçbir şey söylemeden dış kapıya doğru yürüdüğümde salonu da toparladığını göz ucuyla gördüm. Elimdeki tosttan bir ısırık aldığımda kapının eşiğinde spor ayakkabılarımı giyindim, Tugay ise hemen arkamda kapıyı açmamı bekliyordu. "Saat kaçta kalktın sen?"

Dışarıda nemli bir hava vardı ama yağmurun habercisi, uzaktaki bulutlardan belliydi. Kalbim ise sanki dün gördüğüm rüyanın bugün kabusa dönüşeceğinin hisleriyle doluydu. "Ben seninle tam bunu konuşacaktım," diye mırıldandı Tugay, sakinlikle. "Sana arabada anlatacaklarım var."

Buz gibi kesildiğimde "Kötü bir şey oldu," diye mırıldandım.

"Hayır," dedi. "Ama bizim hayatımızda ya en kötüleri olur ya da biz bir kumar oynarız, o kötüler iyiye dönüşür. Ve ben Tugay Demir Çeviker'im, kaybederken bile daima kazanırım."

"Ya bir gün bir kumarı kazanamazsan Tugay?"

"Ben artık hep kazanırım çünkü kaybettiğim noktada tek değilim, bir de sen varsın. Beni sen kurtarırsın."

🔥

Kalbim öyle hızlı atıyordu ki, bacaklarımdaki ve kasıklarımdaki sızıyı bile unutacak duruma gelmiştim çünkü döndüğümüz yer, yine bizim yangın içindeki hayatımızdı.

Tugay, parmaklarıyla masada ritim tutarken, Marco ve ben gülmemek için kendimizi zor tutuyorduk. Ölüm Timi'nin inine geleli neredeyse yarım saat olmuştu ve Giray'ın uyuduğu söylendiği için mecburen yüzleşme ertelenmek zorunda kalmıştı. Nida da tıpkı abisi gibi gerçek bir uykuya dalmıştı. Büyük salonda tanıdık isimler hariç kimse yoktu. Sinan hemen yanımda oturuyordu ve elindeki sandviçinden büyük ısırıklar alıyordu, Javier ise kendi kendine satranç oynamakla meşguldü.

"Afyon şurubunu..."

"Afyon da güzel şehirdir," dedi Marco alaylı bir sesle. "Değil mi?"

Tugay sağ elini masaya yerleştirip öne doğru eğildi. "Biraz daha beni dalgaya alırsan afyon şurubunu kulağından damlatıp burnundan çıkartacağım."

Marco hiddetle Tugay'a baktı. "Senin gibi sevgilisini yemeğe çağırıp çiçekler, elbiseler gönderen hanımcı bir örgüt beyine hiç yakışıyor mu bu sözler?"

Kendimi tutamayıp yeniden güldüğümde Marco da bana bakıp sırıttı. "Senin yüzünden avukatımı bir ara üç tane görüyordum," dedi büyük bir itirafla. "Birisi masada dans ediyor, birisi koltukta birisi de televizyonun üzerinde. Tutmasa televizyonla dans edecektim." Öyle kısık sesle fısıldamıştı ki, bunu sadece ben ve Marco görmüştük.

Marco'nun gür kahkahasıyla "Ne güzel işte, birisi sevgili avukat, birisi sevgili avukatım, birisi de avukat," dedi. "Üçüncüyü tehlike anlarında söylüyorsun, gözümden kaçmadı değil."

"Sen benim ilişkimi mi inceliyorsun?"

Marco yüzünü buruşturdu. "Amına koyduğumun dünyasına şov yaptığın için olabilir mi?" Hızlıca telefonunu çıkardı ve Tugay'ın önüne koydu. "Şu yazılan habere bak, Tugay Demir Çeviker'e yapılan büyünün adı?"

"Ne?" dedim dehşetle kendimi tutamayarak. "Bana taş atmışlar."

Sinan gülerek bana baktı. "Ben de bir yerde Eftalya Atalar eldivenleri satışta diye ilan gördüm, epey para ediyordu."

Başımı iki yana salladığımda Marco ciddiyetle Sinan'a baktı. "Çok mu iyi para?" Gözlerim kocaman açıldı. "Hayır, ben para için herkesi satabilecek kadar şerefsizimdir de."

Sinan kendini tutamayıp güldüğünde "Satışa koyan hesabın adı Marcito bu arada," dedi.

"Ne?" dedik Marco'yla aynı anda. Sonra Marco devam etti. "Adımı değiştirmeyi unutmuşum."

"Marco," dedi Tugay dişlerinin arasından. "Sen benim," bakışları bana döndü ve gülümsedi, sonrasında yeniden kaşlarını çatıp Marco'ya baktı, "avukatımın eldivenlerini mi satıyorsun?"

Marco boş boş Tugay'ın yüzüne baktı sonradan elini kulağına koydu. "Kulaklarım iyi duymuyor, fısıldamak ister misin?"

Tugay eliyle yaklaş hareketi yaptı ardından Marco'nun kulağına uzunca bir küfür etti. Öyle uzundu ki bir süreden sonra takip edemedim ama Marco eliyle ritim tutuyormuş gibi yaptığında Tugay geri çekildi. "Harika bir şarkı," dedi. "Özellikle sülalemi ve köyümü ilgilendiren kısımlar çok şiirseldi."

"Gamze nerede?" diye sordum dayanamayıp Sinan'a.

Sinan, ağzındaki lokmayı çiğnemekte zorlanırken bakışlarını Tugay'a çevirdi, Tugay ise hâlâ ters ters Marco'ya bakıyordu. Şaraba koyulan afyon şurubu, hepimizin başına iş açacak gibi görünüyordu ama Tugay'ın da eğlendiğini bildiğim için sadece Marco'yla uğraşacağını anlayabiliyordum.

"Kendi kendisini odaya kapattı," dedi Sinan, Tugay'ın yüzüne bakarak. "Güvenilmediği yerde durmayacağını söyledi."

"Saçmalama," dedim yüzümü buruşturarak. "Hiç de Gamze'nin tarzı değil bu."

"Haklısın Avukat." Gamze'nin sesi kapının eşiğinden duyulduğunda kollarını önünde bağlamış, kaşları çatık bize bakıyordu. "Ben de aynı şeyi düşünüp gömüldüğüm yatağımdan çıktım ve tepki vermeye geldim."

Javier, kendisine şah yaparken "Tepki mi dedi o?" diye sordu, ortaya. "Kime tepki vereceksin?" Diğer taraftan hamle yapıp bir kez daha "Şah," dedi.

Marco gözlerini bir an bile olsun Gamze'ye çevirmiyordu, Gamze ise en büyük problemi Tugay'la olduğu çok belli bir şekilde ona doğru yürüdü. "Seninle konuşabilir miyiz?" diye sordu Tugay'a direkt.

Tugay, Marco'nun üzerindeki bakışlarını ayırıp Gamze'ye baktığında yüzünde hafif bir yumuşama olduğunu gördüm fakat duvardan farksız duruşu o Örgüt Lideri'nin yeniden geldiğini bana gösteriyordu.

"Gamze," dedi Tugay başını aşağı yukarı sallayarak. "Kendine göre haklı nedenlerin olabilir ama uzun zamandır hapishanedeydim ve çıktığımda insanlara güvenmek..."

"Ben konuşmak istiyorum!" diye bağırdı Gamze baskın bir sesle ve sonrasında biraz daha yürüyüp Tugay'ın hemen yanında durdu. "Size geldiğim zamanı hatırlıyorsun değil mi?" Marco'nun bakışları direkt Gamze'ye kaydı, ya biliyordu ya da hiç bilmiyordu. "Neredeyse ölmek üzereydim ve gidebileceğim hiçbir yerim yoktu. Sığındığım yer BL örgütü oldu çünkü kendimi artık Ölüm Timi'ne ait hissetmiyordum." Yutkunduğunda başını iki yana salladı. "Ne Adnan Atalar'a," dedi Gamze. "Ne Marco'ya, ne sana, tek bir yanlışım bile olmadı. Oldu mu?" Marco'ya dönüp öyle bir sordu ki, Marco direkt başını olumsuz anlamda iki yana sallamak zorunda kaldı. İçeriye Red, yeniden saçlarını kırmızı yapmıştı ve Ufuk girdiğinde neler olduğunu anlamak istermiş gibi bize baktılar. "Güvenmemeni anlarım, kimse kimseye güvenmek zorunda değil bu hayatta fakat ben Örgüt'e girerken senden tek bir şey rica etmiştim, o da kurallarının bana geçerli olmayacağıydı." Tugay, sakince Gamze'yi dinlemeye devam etti. "Bana güvenmiyorsan şu an çekip gidebilirim, hiçbir şekilde gocunmam ama beni bir yere kapatıp diğerleriyle aynı kefede hapishane hayatı yaşatmanı kabul edemem çünkü anlaşmamız böyle değildi."

Tugay, düşündüğümden daha uzun bir süre sessiz kaldıktan sonra bakışlarını bana çevirdi ve düşüncelerinin arasına beni de kattığını anladım. Sonrasında yeniden Gamze'ye döndüğünde "Şu an beni oyalıyorsun," dedi sadece.

Kaşlarım havalandığında ve gözlerim irileştiğinde Gamze, boğuk bir nefes verdi ve bocalamış bir şekilde "Nereden," dedi. "Nereden çıktı şimdi bu?"

Tugay, ağız ucuyla gülümsediğinde neşeden oldukça uzaktı. "Kardeşimi benden iyi tanıyamazsın, değil mi, Gamze?" Tıpkı Giray gibi boynunu çıtlattığında sırtını sandalyeye daha fazla yasladı ve kollarını önünde bağlayıp "Giray şu an nerede?" diye sordu.

Gamze ilk önce karşı gelmek için dudaklarını araladı fakat sonrasında pes etmiş bir şekilde ellerini saçlarına geçirip "Defne'nin yanında," diye mırıldandı. Sinan'a baktığımda onun da her şeyi bildiği ortadaydı fakat Marco'nun da tıpkı bizim gibi bir şey bildiği yoktu. Tugay, Gamze'nin devam etmesini bekledi sabırla. "Bana yüzleşmek istediğini ve yerinin nerede olduğunu sordu, tıpkı senin söylediğin gibi yerini sadece senin söyleyeceğini söyledim ona. Fakat bana..." Gözlerini kapatıp geri açtı, "bana hayatının en doğru konuşmasını yaptı ve ben de ona hak verdim." Hem mahcubiyet vardı hem de kararının arkasında gibiydi. "Tek başına yüzleşmek istiyor, tek başına hesap sormak istiyor, bu onun meselesi. Bizi ne ilgilendirir ki?"

Tugay başını iki yana salladı ve büyük bir nefes verdikten sonra "Sence kardeşimin amacının hesap sormak ya da yüzleşmek olduğundan emin olsam bunu ondan gizler miydim?" diye sordu bu kez.

Gamze afalladığında ve Sinan'a baktığında, Sinan da bakışlarını diğer tarafa çevirdi. "Ben, yani Giray'ı tanıyorum, o söylediklerinde ne kadar..."

Bir silah sesi duyuldu evin içinden. Tok bir ses. Ardından başka bir silah sesi daha. Vücudum kaskatı kesildiğinde ve ellerimi bile koyacak yer bulamadığımda Marco'nun oturduğu sandalyeyi fırlatarak "Sikeyim," diye ayaklandığını gördüm ve hızlı adımlarla odadan çıktı, ardından diğerleri de silah sesinin peşinden gittiğinde sakince oturmaya devam eden tek kişi Tugay'dı. Ben de oturduğum yerden kalktığımda Tugay, önündeki bardaktan su içti ve sonrasında sakince ayağa kalktı.

"Defne'yi öldürdü değil mi?" diye sordum, kuru bir sesle elimle masaya sıkıca tutunarak. "Bunu yapmasını istemiyor muydun?"

Tugay, suyundan biraz daha içti ve sonrasında bakışlarını kapıya doğru çevirdi. Tam otuz saniye sonra içeriye Giray girdiğinde ve başıyla işaret verdiğinde Tugay, hızlı adımlarla onu takip etti. Bir an bile şüpheye düşmeden onları takip ettiğimde, Giray'ın elinde tuttuğu silah, az önce duyduğumuz o kurşun seslerinin sahibiydi, emindim. Bahçeye çıktıklarında ve ben de peşlerinden ilerlediğimde Giray boynunu çıtlatarak ikizinin yüzüne baktı. Dudaklarım aralandığında ikisine de büyük bir şaşkınlıkla baktım.

"Burada ne oluyor?" dedim onlara doğru eğilerek.

Giray bakışlarını bana çevirdi fakat Tugay sözü devraldı. "Defne evin içindeki hainle iletişim halinde," dedi sakin bir sesle. "Bu yüzden odasını değiştirdik."

"Ve yeni odasını büyük ihtimal sadece hain biliyor."

"Şu an," dedi Tugay, sanki dün o kadar sarhoş olup aklını kaybeden kendisi değilmiş gibi. "O hain kimse Defne'nin öldürüldüğünü düşünüp odaya ilk giden kişi olacak."

Dudaklarım şaşkınlıkla aralandığında "Ya gitmezse?" diye sordum tek nefeste.

"Gidecek," dedi bir kez daha Tugay. "Çünkü Defne'nin kendisini ifşalayacağını biliyor, istediği sağ bir Defne değil, ölü bir Defne."

"Sen bunu..." Afallamıştım. "Ne zaman bunu düşündünüz?"

Tugay, elindeki suyundan bir yudum daha içti. "Sabah, güzelim. Sen uyurken."

"Ben," dedim gözlerimi kısarak. "Ben bunu hangi ara, ne şekilde..." Elim saçlarıma gitti yavaşça. "Gamze ve Sinan, biliyor mu? Marco peki?"

"Her şey çok ani gelişti," dedi Giray boynunu birkaç kez daha çıtlatarak. "Onlardan yana elbette bir şüphem yok fakat bir şekilde ilgiyi kendi üzerime çekmem gerekiyordu, bunun için de Gamze'den Defne'nin yerini rica ettim. Eski yerini yani. Sonrasında onun yerini değiştirdim." Tugay'a bakıp göz kırptı.

"Defne'nin üzerinde elbette takip cihazı var, kendisi bile bilmiyor, bu çok belli." Tugay sözü devralmıştı. "Başta X'ten şüphelendim ama gittiği yeri bilebilecek kadar akıllı, nerede hala? O takip cihazını koyan X değildi."

"Geriye tek bir kişi kalıyor," dedi Giray, parmağını şaklatarak. "Evin içine de böcekler yerleştiren o kişi. Paranoyak bir manyak olduğu her halinden belli ama Defne'yi öldüremiyor çünkü belli ki, Defne'nin ölümü, onu patlatacak cinsten." Kafamda taşlar yeni yeni oturuyordu. "Şimdi ilk önce herkes eski yere gidecek ve orada Defne'yi bulamayacak ardından benim nereye götürdüğümü merak edecekler, beni arayacaklar. Tek bir kişi dışında. Defne'nin yerini takip eden kişi dışında."

"Siz kafayı yemişsiniz," dedim gülüşümün arasından. "Peki onun oraya gittiğinden nasıl haberiniz olacak?"

"Benim de bir ajanım var," dedi Giray sırıtarak. "Silah kullanmayı pek bilmiyor ama onun dışında birçok konuda akıllı." Bir kez daha göz kırptı. "Lena, odanın olduğu yeri gözetliyor. En göze batmayacak kişi oydu, diğerlerinin yokluğu direkt belli olurdu."

"Ona güvenmediğini sanıyordum," dedim kendimi tutamayarak.

"Güvendiğim söylenemez, evet ama bir hain, bir yardakçı ya da bir katil olmak için fazla iyi bir insan."

"Peki ya Defne nerede?" diye sordum bu kez.

"Yeni yerde."

Tam o esnada Giray'ın telefonuna mesaj geldi ve ekranı bize doğru çevirdiğinde Lena'dan gelen o mesajı gördüm, telefon Tugay'ın telefonuydu ama mesajı atan Lena'ydı.

"Burada biri var. Kapıyı açmaya çalışıyor."

Tugay, sakince belinden silahını çıkardı ve Giray da aynısını yaptığında birbirlerine baktılar. Yönleri evin içine değil, Ölüm Timi'nin mezarlığının olduğu tarafa doğru ilerlediğinde ikisinin de adımları sağlam, duruşları dikti. Gülümsedim, çenemi kaldırdım ve sonrasında peşlerinden ilerlemek için adım attığım anda, dengem alt üst oldu, yer sanki ayaklarımın altından kaydı.

Bir kol boynuma sarıldı ve tam çığlık atacağım sırada bir silah, tam şakağıma dayandı. Gözlerim korkuyla açıldığında bir el tam karşıma, Tugay'ın telefonunu getirdi, ekranda benim peçeteden laleyle çekilen fotoğrafım koyulmuştu, mesajı atan ise aslında Lena değildi.

"Tik tak, tik tak, tik tak," dedi o tanıdık ama bir o kadar uzak ses. "Bu kez sevgilinden bir adım önde olan benim ve ne yazık ki sevgili avukat, sen artık bizimlesin." Bir anda boynumdaki kolyeyi çekip kopardı ve havaya kaldırıp salladı imayla. "Çünkü Tugay Demir Çeviker'i bitirebilmek için ilk önce seni yok etmek gerekiyor."

Kalbim acıyla sızladığında gözlerimi ebediyete kadar kapatmak istedim fakat bir silahın şarjörünün değişme sesini işittiğimde o güvendiğim başka bir ses hemen ardımdaydı. "Tik tak, tik tak, tik tak," dedi Marco, kederli bir sesle. "Oyunun sonuna geldin."

Dolu gözlerle tam karşıma bakarken Giray'ın ve Tugay'ın sol dönemeçten geldiğini gördüm, hemen arkalarında ise kimsenin hiç ummayacağı bir isim duruyordu: Defne. Düşmanı yakınında tutuyorsan onu sadece bir koz olarak değil, güç olarak da kullan, demişti Tugay. En büyük güç nedir biliyor musun? Sırdır. Arkama dönüp bakamıyordum çünkü şakağıma dayalı silah öyle bir baskı yapıyordu ki, başımı çevirdiğim an, ölebileceğimi biliyordum.

Onun gözünde.
Hainin gözünde.

Ama yolun sonuna gelmişti.

Defne Tufan bu kez, bizim yanımızda olmak zorunda kalmıştı ve o, en büyük sırların başıydı. Buna nasıl ikna edildiğini bilmiyordum ama gördüğüm kadarıyla zaten bir iknaya ihtiyacı yoktu çünkü Defne de artık Krallık tarafından gözden çıkarılan kişi olmuştu.

Yine de gülümsemeden edemedim, başımı çevirmeden arkama doğru elimi uzatarak "Kolyemi alabilir miyim?" diye mırıldandım. "Silahın şakağıma dayanmasından daha çok öfkelendirdi bu beni."

Tugay, başını omzuna doğru yatırdığında öne doğru bir adım attı ardından dilini damağına üç kez vurup "Ne demiştik?" dedi. "BL Örgütü'nün en önemli kurallarından birisi, Tugay Demir Çeviker'in sevgili avukatına saygıda kusur etmemek. Asıl bu beni, bana ihanet edilmesinden daha çok öfkelendirdi."

Silah şakağımdan ayrılmadı, sessizlik bahçenin içindeydi ve arkamdaki adım sesleri gitgide artıyordu. Ölüm sessizliği dedikleri bu olsa gerekti, birisi ölecekti, birileri belki de ama o kişi ben olmayacaktım. Tek merak ettiğim kişi Lena'ydı ama Giray'ın rahat bakışlarından anlaşıldığı kadarıyla Lena sağ ve iyiydi. Nida ise güvenli bir yere alınmıştı.

Tugay Demir Çeviker'in kusursuz planı öyle bir işlemişti ki, hain artık avcumuzun içindeydi. Planlarımız arasında olmayan tek şey, bana olan saldırıydı fakat bu kadarı şaşırtmamıştı çünkü Tugay'a yaklaşamayan herkes, ya bana ya da Giray'a dokunuyordu. Giray'ın sırası geçmişti, bana gelmişti fakat bu kez hiç ummadığı şekilde tokat yemişti çünkü bu işi bozan kişi, Defne Tufan olmuştu.

Düşmanın en büyük gücü, sırdır, demişti Tugay bana arabada. Defne'nin sırları, hainin sonunu getirmişti.

Arkamdaki kişi bir an bile düşünmedi, bir an bile ve tetiğe bastığında gözlerimi sıkıca kapatıp istemsiz bir şekilde korkuyla titredim. Öyle acımasızdı ki, bir an bile düşünmeden bastı tetiğe ve beni öldürmek istedi. Bu eller, Meryem'i acımasızca öldüren kişiyle aynı kişiye ait olmalıydı. Bu acımasızlık kolay kolay insanın kalbine uğramazdı çünkü.

Fakat unuttuğu bir şey vardı, evin içindeki bütün silahların boş olduğundan habersizdi. Tugay, öne doğru bir adım attığında çenesi kasıldı. "Seni," dedi yavaş yavaş. "Kendi ellerimle öldüreceğim."

Arkamdaki kişi, hiç ummazken kahkaha atmaya başladığında onun gülüşünden başka hiçbir şey yoktu. Kahkahası gitgide arttı ve en sonunda hızlı bir hamleyle her nereden çıkardıysa bir jilet çıkarıp boynuma yasladı, sonrasında ise diğer elini havaya kaldırdı. "1 ve 9 arasında bir sayı söyle, Tugay Demir Çeviker," dedi sakinlikle. Tugay'ın çenesi kasıldığında gözleri kısıldı. "Sen söyle Giray Pusat Çeviker," dedi bu kez. Yine sessizlik. "Pekala, sizlerden öğrendiklerimi uyguluyorum ve 5 diyorum." Elindeki telefonla bir düğmeye bastı ve yaklaşık on saniye sonra Ölüm Timi'nin büyük ağaçlarının olduğu yerde bir patlama gerçekleşti. Kulaklarım patlamanın etkisiyle çınlarken ellerimi kulaklarıma yerleştirdim ama hareket etmemi engelleyerek yeniden jileti boynuma yasladı.

"Bir sayı söyleyin," dedi o neşeli sesiyle. "1 ve 9 arasında!" Kimseden ses çıkmadı. "2 diyorum." Düğmeye bastı ve mezarlığın yan tarafında bir patlama gerçekleşti, vücudum titremeye başladığında bu korkudan daha çok öfkedendi. "Çok mu yalnızız sizce?" dedi bu kez ve sonrasında parmağını üç kez şaklattı ve telefonundan bir tuşa bastı. Neredeyse bir dakika içinde uzaktan simsiyah araçların bize doğru yaklaştığını gördüm. Araçlar tam çitin çevresinde durduğunda ona yakın büyük minibüslerden neredeyse yüze yakın asker indi. "Biraz daha heyecan ister misiniz?" Gülüyordu. Telefonundan birini aradı ve tek bir cümle söyledi: "Ölüm Timi için acil durum."

"Senin şerefini sikeyim ben," dedi Giray ağzının içinde.

"Çok uzun zamandır sizlerleyim," dedi her iki tarafı da kastederek. "Ve o kadar çok şey öğrendim ki, aklınız şaşar. Öncelikle oyunları öğrendim sonra güvenmemeyi, tedbir almayı, tedbirler yetersiz gelirse kendimi koruyabilmeyi. Aptal düşmanlarla karşılaşa karşılaşa aptallığın nasıl olduğunu anladım. Diğerlerinden ise en büyük farkım neydi, biliyor musunuz? Beni siz yetiştirdiniz. Diğerlerinden ayrıldığım nokta neydi, biliyor musunuz? Ben Krallık'a her şeyimle gerçekten gönülden bağlıydım, bağlıyım ve bağlı kalacağım." Uzaktan başka araçların da yanaştığını gördüm. "X dediğiniz adam, benim piyonumdan başka hiçbir şey değildi. Şimdi asıl patronla karşı karşıyasınız." Hareketlendiğini hissettim. "Sayıca üstünüm, kollarımın arasında aşık olduğun kadın var ve senin bakışlarından bile anlarım, yenildin, Tugay Demir Çeviker."

Tugay çenesini kaldırdı, ifadesi o kadar sakin ve o kadar duvar gibiydi ki, ne hissettiğini anlamıyordum. "Ne istiyorsun?" diye sordu sadece.

Sesi baskınlaştı ve bambaşka bir cevap verdi. "Diğerlerinin sizinle kişisel problemleri oldu hep lakin ben daima ama daima bütün yüreğimle Krallık'a bağlıyım. İnançlarıyla, hayalleriyle, duruşuyla... Krallık ruhu yaşayacak, saygıyı yeniden kazanacak. Tam da bu noktada yoluma çıkan herkesi ezer geçerim, sizinle kişisel problemim yok. Andım olsun, şimdi geri dönün, sizinle hiçbir problemim olmaz." Nefesini verdi. "Ama buna devam ederseniz kim olursa olsun ezer geçerim çünkü ben Krallık'ın adının kirletilmesine izin vermeyeceğim. Çocukları bu inançlarla büyüttürecek, kadınları bu şekilde saygın bir hale getireceğim."

Ruh hastası.

"Ne istiyorsun?" diye sordu Tugay bir kez daha tekdüze bir sesle.

"Yüce Krallık'ın istediği gibi idam edilmeni." Birkaç derin nefes aldı ve jiletin keskin tarafını boynumda daha fazla hissettim. "Şimdi o elektrikli telleri bileklerine yeniden takma zamanı, merak etme mahkumiyet ya da hapishane olmayacak, o idam ipi boynuna hemen dolanacak. Canını istiyorum senin ve senin yanındaki herkesin."

Bu cümlelerin ardından Tugay'la olan dakikalar önceki sohbetimiz geldi aklıma.

"Ya bir gün bir kumarı kazanamazsan Tugay?"

"Ben artık hep kazanırım çünkü kaybettiğim noktada tek değilim, bir de sen varsın. Beni sen kurtarırsın."

...

Hellooooo!!! Öncelikle +18 kısımlara aslı yazan herkesi engelledim bilin haberiniz olsun ;))))

Daha önce de söylediğim habere gelelim efenim. Bu bölümle beraber geçen sene olduğu gibi bir süre ara veriyoruz. Normalde ara verdiğim bölüm başkaydı lakin yeterince stresli hayatımızda bir de sizi stresin ortasında bırakıp gitmek istemedim. Bu da stresli biraz biliyorum ama diğerleri meraktan öldürürdü.

Sağlığımla ilgilenmeye ihtiyacım var çünkü ne kadar yansıtmasam da kötü bir dönemden geçiyorum, tedavi sürecim var. Biraz dinleneceğim, sonra sağlıklı bir şekilde final yolunu yavaş yavaş yazacağım. Final dediysem hemen final değil tabii ki ama yaklaşıyoruz🥲 bu bölümde birkaç spoiler vardı elbet gelecekten.

Geçen sene verdiğim kadar uzun bir ara vereceğimi sanmıyorum, her şeyi toparladığımda geri dönerim çünkü takdir edersiniz ki ben de artık çok yoruldum.

Hainin adını vermedim direkt çünkü hainin adından önce hikayesi daha önemli. Asıl patron ennnn en başından beri oydu.

Sizi seviyorum, destekleriniz, oylarınız, emekleriniz için sonsuz teşekkür ederiiimmm!

Instagram: asliarslaan, beyazlekeofficial

Özgürlüğümüze :)

Continue Reading

You'll Also Like

5.1K 803 18
Ne sen vardın ne ben. Olduğumuzu sanarken sürüklenip duruyorduk oradan oraya. Ya da var olmaya çalışırken. Ne varım ne yokum aslında ben. Var olmaya...
2M 13.9K 10
1. Kitap Ölüm Kehanetleri Epsilon yayınları tarafından kitap oldu. 2. Kitap Ölüm Çığlığı Wattpad'de yayımlanıyor. Fantastik #1 Dört elementten fazla...
340K 27.2K 40
*Asker Kurgusu* Güneş Milan Aksu, annesinin günlüğünü okuyarak babası hakkında herhangi bir bilgiye ulaşarak onu bulmak ister. Fakat günlüğü okurken...
697 465 10
YŪGOİA Serisi Novellası YŪGOİA nasıl bulundu? Gezegen bulunduktan sonra neler oldu? Makine ne için icat edildi? YŪGOİA ne demek? Bilim insanları ned...